Sayfalar

29 Aralık 2023 Cuma

Bu Cumhuriyeti böyle kurduk...


Prof. Dr. Halil İnalcık'ın 1956-1972 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde verdiği Türk İnkılap Tarihi dersinin notları kitap haline getirildi. İnalcık kitabında esaretten bağımsızlığa giden zorlu mücadeleyi bugüne ışık tutacak şekilde anlatıyor.

Halil İnalcık'ın adının önüne arkasına bir şey eklemeye gerek var mıdır?
Osmanlı tarihi konusunda dünyada saygın bir yere sahip olan Prof. İnalcık, kitapları, makaleleri, Türkiye'de ve yurt dışındaki üniversitelerde verdiği dersleriyle bir efsanedir.
Türk tarihçiliğinin bir önceki kuşağından Prof. Dr. Fuad Köprülü'nün öğrencisidir.
O da bilgilerini yeni nesillere aktarmıştır.
Aralarında Prof. Dr. İlber Ortaylı, Doç. Emrah Safa Gürkan gibi değerli tarihçiler olmak üzere, vali, kaymakam, devlet görevlisi olacak yüzlerce öğrenci yetiştirmiştir.
Yurt dışındaki ünlü üniversitelerde ders verdiği yabancı öğrencileri de unutmamak gerek.
O ki, Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi tarafından dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim adamı arasında gösterilmiştir.
Halil Hoca'nın Osmanlı konusunda Batı'daki önyargıları ve kabulleri yıkması bu alandaki öncülüğünün kanıtıdır.
Neredeyse bu tarihi yeniden yazdı desem abartı olmaz.
İnalcık Osmanlı ve Avrupa kitabında şöyle diyordu: "15. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı, Avrupa tarihini şekillendirmede çok önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı'ya referansta bulunmaksızın raison d'etat, reel politik, güç dengesi ve hatta Avrupa kimliği gibi kavramları açıklamak mümkün değildir. Osmanlı ile Avrupa arasında karşılıklı etkiler aşikâr olduğu halde maalesef bu etkileşim Batı tarihçiliğinde çok fazla dikkate alınmamıştır. Hristiyan Haçlı geleneği, uzun süren savaşlara bağlı olarak gelişen düşmanlık, kültürel yabancılaşma gibi bazı tarihsel nedenlerden ötürü ve belki de Osmanlı'nın Aydınlanma sürecinin dışında kalması dolayısıyla Osmanlılar Batı tarihçiliğinde genellikle Avrupa ve Avrupalılığın karşıtı ve antitezi olarak ele alınmıştır. Oysa taraflar arasında çatışmadan çok daha fazlası mevcuttur."
Halil İnalcık'ın akademik dünyadaki ağırlığını ABD'li sosyal bilimci Immanuel Wallerstein özetlemişti: "Onu dar anlamda bir 'tarihçi' olarak düşünmek elbette yetersiz kalır. Bizzat tarih disiplinine şekil vermiş, kendi metodolojisini ve bilgi birikimini tarihçilik mesleğine kazandırmış bir kişi olarak İnalcık, bilim çevrelerinin üzerinde uzlaştığı seçkin bir isimdir... Yeni kuşak tarihçiler, Akdeniz, Osmanlı ve Balkan tarihi üzerindeki birçok yanlışın tashih edilmesini ona borçludur."
Çalışkan, titiz, dur durak bilmeden bir ömrü böyle kullanabilmek herkesin harcı değildir.
İlerlemiş yaşına rağmen tarihi mekanları gezerdi.
2016'da vefat ettiğinde 100 yaşındaydı.
Son nefesine veren kadar çalışıp, üretmekten geri kalmadı.
Son 3 yıldır Kurtuluş, Kuruluş aşamalarında yüzyıllar deviriyoruz.
Ve adım adım Cumhuriyetin 100. Yılına doğru gidiyoruz.
İnalcık da yaşı itibarıyla, bu zaman dilimindeki her olayın tanığı olmuştu.
İşte yeni kitabı, bu dönemi bir vatandaş ve aydın olarak anlatıyor.
Milli Mücadele Tarihi, 1956-1972 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde zorunlu ders olarak okutulan Türk İnkilap tarihi dersinin kitap haline getirilmesinden oluşuyor.
Bu dersleri takip eden pek çok öğrenci sonraki yıllarda Türkiye'nin siyasi, idari, iktisadi, mali ve dış politika alanlarından önemli sorumluluklar üstlenmiş ve tanınmış kişiler olacaktır.
Ona göre; inkılap tarihimizi anlamak için 1908'de ilan edilen II. Meşrutiyet'ten başlamak gerekiyor.
Memleketin savrulduğu, arka arkaya suikastların olduğu, sürekli hükümetin değiştiği istikrarsız bir dönemdir bu.
İttihatçıların idareye el koyduğu ve en nihayet Birinci Dünya Savaşı'na sürüklendiğimiz acı dolu günler yaşanır.
O dönemdeki siyasi hayatın güçlü akımlarını ele alan İnalcık hoca; Osmanlıcık, İslamcılık ve Türkçülüğü inceliyor.
Her birinin beslendiği damar ve etkileşimde olduğu akımlar arasında en gerideki Türkçülüktür.
Yalnızca Türk dili ve kültürel alanda kendini göstermektedir.

Ancak işgal, savaşlar ve kurtuluş mücadelesindeki kırılma anlarında bu akım iyice güçlenecektir.
Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya çıkışıyla başlayan süreç; Amasya Genelgesi ve Erzurum Kongresi'yle sürecek ardından nihai kararın alındığı Sivas Kongresi'yle dünyaya mücadelenin başladığı duyurulacaktır.
Bu arada Mondros ve Sevr Anlaşmalarıyla yıkım hızlanmıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılması, düzenli ordunun oluşturulması, 1 ve 2. İnönü Savaşları, Sakarya Meydan Muharebesi ve büyük bir zaferle sonuçlanan son noktanın konulduğu Büyük Taaruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi.
Ardından galip olarak eli güçlenen TBMM'nin Mudanya Mütarekesi ile dünyaya varlığımızı ve bağımsızlığımızı tescil ettirdiğimiz Lozan Konferansı ve Anlaşması...
Bu dönemlerde kırılma noktaları vardır.
Halkın mücadele gücünün yükseldiği, yekvücut olduğu anlardır: İstanbul ve İzmir'in işgalleri gibi.
Ancak Halil Hoca'nın özellikle üstünde durduğu Sakarya Savaşı'dır.
Mustafa Kemal Paşa'nın tarihe geçen, "Hatt-ı müdafa yoktur, sath-müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadan terk olunamaz" emrini verdiği savaş neden önemlidir: "Sakarya Muharebesi, Türklüğün Anadolu'da, yaşayışını sağlayan tarihimizin en kesin sonuçlu savaşlarından biridir. Bu savaş, Selçuk Türklerinin Anadolu kapılarını açtıkları Malazgirt Savaşı'ndan da büyüktür. Çünkü bu savaşta yeni bir yurt açmaya gidenler değil, bin yıllık yurdunu, ocağını, en kutsal varlıklarını savunan bir milletin hayatı ve geleceği kurtarılmıştı. Bu savaş, dünya tarihinde yaşamak azminde olan bir milletin, bütün dünyanın maddi kuvvetlerini yenecek bir kudret ve zafere erişeceğini ispat eden bir savaştı. Bütün Asya ve Afrika milletlerine ümüti ve kurtuluş vadeden bir zaferdi. Bu yüzden bu savaş yalnız Türk tarihinde değil, bütün dünya tarihinde en önemli savaşlardan biriydi..."
Milli Mücadele dönemi bugünümüze ışık tutuyor ve yeni bir yüzyıl için de rehber oluyor.
Halil Hoca'nın kitabı, Cumhuriyetin 100. Yılını kutlamaya hazırlanırken, bu topraklarda yaşayan her vatandaş için çok değerli bir eser.
(Sabah Kitap 2022 Aralık sayısında yayınlanmıştır.)

Selanik ve Girit, Osmanlı geçmişiyle barışıyor...


Selanik ve Girit'in, Osmanlı dönemindeki izlerini süren iki değerli kitap, bu şehirlere bir kez daha odaklanmamızı sağlıyor. Tarihçi ve akademisyenlerin yazdığı kitaplar Türk tarihinde bu şehirlere verilen önemi ortaya koyuyor.

OSMANLI Balkanlar'da yüzyıllarca kaldı, fethettiği yerlere damgasını vurdu.
İslam medeniyetini, Anadolu kültürünü götürdü.
Mührünü sağlamlaştırmak için Müslüman tebaasını oralara taşıyıp iskan ettirdi.
Payitaht (başkent) İstanbul başta olmak üzere, İzmir, Kahire, Beyrut, Belgrad, Şam gibi şehirler imparatorluğun yönetim, ticaret ve kültürel merkezleriydi.
Özellikle liman kentleri ekonomik olarak çok önemliydi.
Selanik ve bir ada olan Girit de Osmanlı'nın gözde bölgeleriydi.
Yunanlı hukukçu, tarihçi ve sosyolog Meropi Anastassiadou, Selanik / Tanzimat Çağında Bir Osmanlı Şehri /1830-1912 kitabında, imparatorluğun çok dilli, çok dinli dönemine odaklanıyor.
"İmparatorluğun diğer şehirlerinin çoğu gibi Selanik de bir mozaikti" diyor ve ekliyor: "Kentin göbeğindeki çarşıda, Ortodoks Rumlar, Müslüman Türkler, Mühtediler, Sırplar, Bulgarlar, Gregoryen Ermeniler, Arnavutlar, ya da Çingeneler ve özellikle de Sefarad Yahudileri yan yana görünürdü."
Bir Selanikli olarak geçmişin izlerini arıyor; sokaklarını, meyhanelerini, limanını, sosyetik muhitlerini, orta sınıfın takıldığı yerleri, caddelerini, mahalleleri, kalesini, bulvarlarını, tarihi yerlerini, kiliseleri, müzelerini her bir köşesini bildiğini ancak bir şeylerin eksik kaldığını vurguluyor.
Bir tarihçi ve akademisyen olarak da soruyor: 500 yıl boyunca burada olan Osmanlı neden görmezden geliniyor.
Balkan Savaşı'yla başlayıp, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'yla devam eden yılların sonunda şehrin mozaiği giderek seyrekleşiyor.
Yunanistan'ın kontrolüne geçen şehirden en büyük göçe zorunlu olarak Müslümanlar çıkıyor.
Ardından kanlı hesaplaşmalarla Bulgarlar.
Ve İkinci Dünya Savaşı'yla birlikte iyice azalmış Yahudi nüfus da eriyor.

Yazar tam da bu noktada kitabının amacını özetliyor:
"Yıkık minareler, çıkartılan sokak levhaları, terk edilen binalar, şehrin Yunanlılaştırılmasına dair yasal tedbirler. Tarihçiler de bu duruma katkıda bulundular. Eğer bugün Bizans Selanik'ine dair yapılan çalışmalar binlerce ise Osmanlı dönemine ait araştırmalar da o kadar azdır... Son zamanlarda Yunanistan ve diğer ülkelerdeki şair, romancı, kent uzmanı, tarihçi gibi bir kısım aydın kişiler bu unutma eğilimine karşı gelmektedirler. Eser, gösterilen bu kolektif çalışmaya katkıda bulunmak ve Selanik'in 1912'ye kadar bir Osmanlı şehri olduğunu, çoğunlukta olan Yahudi unsurunun ve Bizans'ın mirasçısı olan Ortodoks Yunan unsurunun yanı sıra sadece idare ve orduda değil, aynı zamanda sosyal, ekonomik ve kültürel hayatta da Türk unsurunun var olduğunu unutmak isteyenlere bunu unutmamalarını hatırlatmak amacındadır."
Şehrin idari yapılanmasına, yönetimine, ekonomik yaşamın mekanizmalarına, toplumsal örgütlenmesine, renkli demografik dokusuna Osmanlı'nın damga vurduğunu belirterek, o izlerin peşine düşüyor.
Yaptığı araştırmalar doğal olarak Osmanlı'nın hüküm sürdüğü geniş bir coğrafyayı kapsıyor.
Kitabın bilgi, belge, yaşanmışlık kokan içeriğinin kaynağı da baş döndürüyor: Selanik Makedonya Tarih Arşivi, Selanik Üniversitesi Kütüphanesi, Kudüs Ben-Zui Enstitüsü, Türk Tarih Kurumu, İstanbul Belediye Kütüphanesi. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Versay ve Paris Milli Kütüphaneleri, Doğu Medeniyetleri ve Dilleri Enstitüsü, Fransız Dışişleri Bakanlığı ve Nantes Diplomatik Arşivi ile Lazaris Ailesinin Özel Arşivi ve Dünya İsrail İttifakı Arşivleri...
Özellikle muazzam bürokrasisiyle her şeyi kayıt altına alan Osmanlı'nın Salnameleri, Şeriye Sicilleri, Tereke ve Vakıf Defterleri kitabın ana malzemelerini oluşturuyor.
Müslümanlar basma, çorap ve peştemal üretiminde; Hıristiyanlar kürk, kebe, çarık, papuç üretiminde; Yahudiler ise çuha, hazır, giyim, havlu üretimi ve terzilikte yoğunlaşır.
Müslümanlar boza, helva ve leblebi yapımında, debbag ve sarraç gibi mesleklerde; Hıristiyanlar helvacı, leblebici, börekçi, bahçıvan, meyhaneci, şerbethaneci, tabib, bezirci gibi mesleklerde; Yahudiler un, üzüm, kümes hayvanı, tütün, kahve, limon, tatil ve şeker satıcılığında, cam işçiliği, parfüm üretimi, saatçilik, kuyumculuk, kitapçılık, tenekecilik gibi mesleklerde çoğunluğu teşkil etmektedir.
Kozmopolit şehir Selanik, Tanzimat Fermanı'yla birlikte Osmanlı'nın ticaret ve kültürel atılımında büyük gelişmeler gösterdi.
Yeni fikirlerin doğduğu, tartışıldığı, hayata geçirildiği modernleşmenin merkezi oldu.
Yunanlı tarihçi, şehrinin tarihini neredeyse dünyanın dört bir yanında ararken bizlere de soruyor:
"Mustafa Kemal'in doğduğu, 1908'deki ikinci anayasanın beşiği, Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin gibi Türk milli edebiyatının laboratuvarı Selanik Türkler'in kalbinde önemli bir yer tutar.
Selanik, yayınlarda politik ve kültürel tarihiyle ilgili sık sık yer alır. Ancak Müslümanlar'ın yaşamını gösteren çalışmalar eksiktir."
(Sabah Kitap Kasım 2022 sayısında yayınlanmıştır.)

Çağırdın geldim Girit...

Selanik gibi Osmanlı'nın uzun yıllar hakimiyetinde kalan Girit Adası'nın tarihi de değerli akademisyenler Prof. Dr. Ayşe Nükhet Adıyeke ile Dr. Nuri Adıyeke'nin imzasını taşıyor.
İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan Kısa Girit Tarihi, 30 yıllık bir çalışmanın ürünü.
Suyun iki tarafındaki araştırmacılar, akademisyenler, tarihçiler Selanik de olduğu gibi Osmanlı geçmişinin izlerini sürüyor.
Tarihçi çiftin, Girit üzerine ortak ve ayrı olarak yazdıkları birçok kitabı var.
Önsözde vurguladıkları gibi; Girit kültürü kendine özgüdür.
İçinde, eski dönemlerden Miken, Minos, Roma, Hellen, Bizans ve biraz da Arap kültürü barındırır.
Ortaçağ ve hemen sonrasında, bu kadim kültürün üstüne kalın bir Venedik kültürü katmanı eklenmiştir.
Bu senteze son olarak da Osmanlı kültürü katıldı.
Bütün bunlar Akdeniz mirasının özgün bir parçası haline gelen Girit kültürünü oluşturdu.
Bu kültürün Osmanlı dönemini ayrıntılı olarak ele alan kitap, Giritli Müslümanlar'ın adadaki yaşamlarını ve nihayet, Yunanistan'a ilhakıyla acılı ve zorlu süreci de aktarıyor.
Kitapın girişinde yer alan ikinci kuşak Giritli bir ailenin çocuğu Prof. Dr. Ayşe Lahur Kırtunç'un şiiri, Ege coğrafyasında yaşananların hüznünü özetliyor:

Çağırdın geldim, Girit!
geri getiremedim türbeden giden kemikleri
bakarım Resmo'nun eski evlerine
acaba hangisi, hangisi diye.

vazgeçtim evi barkı aramaktan
o arabadan inip herkese sarılan
çizmeli Giritliyi görünce,
umurunda değildi trafiği tıkamak
adamın ruhu / işte o aradığım evi taşıyordu
üstelik dedeme çok benziyordu.

(Sabah Kitap Kasım 2022 sayısında yayınlanmıştır.)

28 Aralık 2023 Perşembe

İstiklal Madalyası'nın öteki yüzü...

Milli Mücadele'nin simgelerinden olan İstiklal Madalyası'nın ve genel olarak madalyaların hikayesine ne kadar vakıfız? Prof. Dr. Mesut Uyar 'Bir Asrın Ardından, İstiklal Madalyaları' kitabında tarihin en gösterişli madalyalarının öyküsünü anlatıyor.

İstiklal Madalyası neyi çağrıştırır, aklınıza ilk ne gelir.
Mesela, belediye otobüslerindeki bir uyarı levhasıdır.
"Ön sıralar İstiklal madalyası sahibi gazilere, yaşlılara, hamilelere ve çocuklulara yer veriniz" mealindeki yazıyı, yaşı 40'ın üzerindekiler çok iyi hatırlar.
Resmi bayramlarda illa ki gözünüze çarpar, göğsündeki madalyayı gururla taşıyan eski askerlerdir.
Peki, yüzyılı aşkın bir süredir hayatımızda olan Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyeti simgeleyen bu madalyaların hikayesi nedir.
Başarıyı, kahramanlığı, cesareti ve liyakatı temsil eden bu objelerin tarihteki yeri, toplumdan topluma değişiyor.
Kime, ne amaçla, ne için verildiği dönemin koşullarına göre değişiklik gösteriyor.
Askeri tarihçi Prof. Dr. Mesut Uyar, İş Bankası Yayınları'ndan çıkan Bir Asrın Ardından, İstiklal Madalyaları kitabında, merkezine İstiklal Madalyası'nı alarak geçmişten bugüne madalyaların tarihini ele alıyor.
Bu kitabın yazılması fikri, İstiklal Sergisi'nin açılmasıyla doğuyor.
Aile yadigarı iki İstiklal Madalyası'nın Türkiye İş Bankası Müzesi'ne bağışlanması yeni bir serginin açılmasına önayak olur.
Bir Asrın Ardından: Cepheler, İnsanlar, ve Büyük Zafer Sergisi.
Ve ülke genelinde yapılan bir çağrıyla, ailelerden dedelerinin madalyaları, beratları ve o döneme ait belgeleri sergilenmek üzere ödünç istenir.
Geri dönüş inanılmazdır, üç yüz madalya gönderilir ki, bunların arasında 2. Cumhurbaşkanı İnönü ve 3. Cumhurbaşkanı Bayar'ın da vardır.
Yüzlerce belge, fotoğraf ve nesne verilir.
Ziyaretçilerin özellikle İstiklal Madalyası bölümünden etkilendiği görülünce, kitap fikri doğar.
İşte elimizdeki kitap böyle bir arka planın sonucudur.
Madalya ve nişanlar, Avrupa'da 15. ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkıyor.
Başlardaki amaç, önemli bir lider ve hadiseyi hatırlatmaktı.
Anı madalyaları sonraları imparatorların görsel bir propaganda aracına dönüşüyor.
Hükümranlık ve gücün yani bağımsız bir devlet olmanın görsel bir ilanı haline geliyor.
İlk askeri madalyalar, 18. yüzyıllarda savaşa katılan ve sadakatla görevini yapan askerlere verilir.
Birer savaş hizmet madalyasıdır.
1789'da İsveç Kralı III. Gustav'ın cesur askerler için özel bir madalya ihsas etmesi, bir ilk kabul ediliyor.
Böylece halen geçerli olan üçlü bir ayrım ortaya çıkar: Kahramanlık ve başarı madalyaları, savaş hizmet madalyaları ve hatıra madalyaları.
Büyük bir askeri sisteme sahip Osmanlı İmparatorluğu da sivil ve askerlerin, devlete, hükümdara sadakatini; liyakat, başarı, cesaret ve kahramanlıkla ödüllendirmiştir.
Terfi, arazi (timar) ve para ödüllerine ilave olarak görsel ve vücut üstünde taşınabilen mükafatlar da verilmiştir.
En bilineni hiyat giydirilmesi ki şahısların özel bir kıyafet veya kürk ile ödüllendirilmesidir.
Savaşta tehlikeli görevler için gönüllü olan askerlere "serdengeçti" unvanı ve özel kavuğunun verilmesi buna örnek olarak gösterilebilir.
Osmanlı'da ilk madalya benzeri obje, I. Mahmut'un 1730'larda yaptırdığı ve Feriha Madalyası'dır.
Altından yapılmış dikdörtgen şeklinde bir kolye gibi takılan bir levhadır.
Batı'daki ilk madalyalar gibi hükümdara itaat ve sadakat sembolü olarak verilirdi.
III. Selim'in, 1799'da Amiral Nelson'a verdiği Hilal Nişanı, ilk gerçek Osmanlı madalyası olarak kabul edilir.
Sonra 1801'de dört sınıflı Vaka-i Mısriye Madalyası ihsas edilmiş ve yararlılığı görülen İngiliz subay ve askerlerine dağıtılmıştır.
Batı tarzı ödüllendirme, II. Mahmut'un kendi mineli resmini taşıyan ve Tasvir-i Hümayun adıyla bilinen kolye nişanlarını üst düzey devlet adamları ve önemli kurumlara vermesiyle başlıyor.
Osmanlı subay ve askerlerine yönelik ilk savaş hizmet madalyasını da II. Mahmut ihsas ediyor.
Arnavutluk'ta savaşan subay ve askerlere verilmek üzere 1824'te çıkarılan Cam-i Nusret (İşkodra) Madalyası üç sınıflıdır.
Madalya Osmanlı'ya geç geliyor ancak kısa sürede devlet ve topluma nüfuz ediyor.
Peki ne zaman yaygınlaştı.
Prof. Uyar şu tespiti yapıyor: "Madalya ve nişanların bir hiyerarşi içinde fonksiyon ve çeşitlilik kazanması ve belirli kurallar içinde herkesin ulaşabileceği bir ödül haline gelmesi II. Abdülhamit döneminde gerçekleşmiştir. Sultan, kendisi ve devletin otorite ve saygınlığını güçlendirmek için madalya ve nişanlardan bilinçli ve sistematik bir şekilde istifade etti. Liyakat, başarı, kahramanlık, cesaret ve feragat ödüllendirildi, hatta farklı kategoriler için özel madalyalar ihsas edildi. Kadınlara mahsus ilk nişan da bu dönemde uygulanmaya kondu. Nüfuzlu devlet adamları, uzak eyaletlerin ayan ve aşiret reisleri, Müslüman ve gayrimüslim cemaatlerin üst düzey din adamları ve kanaat önderleri, büyükşehirlerin ayan ve ileri gelenleri, silah bırakmış asiler Abdülhamit'in madalya ve ihsana boğdukları arasındaydı. Yabancı diplomat, devlet adamı, tüccar ve askerler bolca ödüllendirildi. Ordu ve toplumun geri kalanı da ihmal edilmedi. Uzak diyarlarda zor koşullarda canı pahasına görev yapan askerler, kahramanlık ve savaş hizmet madalyalarıyla taltif edilirken okul ve medrese hocalarıyla okullarını derece ile bitiren başarılı öğrenciler de madalya almaktaydı. Başarılı mühendis, işadamı, mimar, doktor, çiftçi ve zanaatkarlar da unutulmamıştı."
Ancak toplumun her kesimine madalya verilmesi yoğun rekabet ve enflasyona sebep olur.
Gögüsteki madalya ve nişan sayısı o kişinin sultanla ve devletle geliştirdiği yakın ilişkilerin göstergesi olarak algılanır.
Bunun üzerine sahte berat ve madalya üretilip satılmaya başlanır.
Muhalifler için ise madalya bir nefret simgesidir.
Ancak II. Meşrutiyet'i ilan ettiklerinde, Abdülhamit döneminde eleştirdikleri madalyayı bol bol kullanır.
Birinci Dünya Savaşı patlayınca madalya ile ödüllendirme öne çıkar.
Alman Demir Haç Madalyası örnek alınarak yıldız şeklinde ve kırmızı renkli üretilen Harp Madalyası hem savaşın hem de Çanakkale zaferinin simgesi haline gelir.     
Osmanlı İmpatarluğu işgal edilince Mustafa Kemal ve arkadaşları ilk Meclis'i kurup mücadeleye başlar.
İstiklal Madalyası da yeni bir devletin doğuşunun görsel simgelerinden biri olacaktır.
Mustafa Kemal bizzat bu iş için uğraşır.
İlk teşebbüs encümende reddedilir.
Daha sonra bir kanun tasarısı daha hazırlanır.
Ekim 1920'de görüşülmeye başlanan tasarıya göre; madalya dört sınıflı olacaktı.
Metal kısmı hepsinde aynı olacak, ama veriliş gerekçesine göre dört farklı kurdelesi bulunacaktı.
Cephe için kırmızı, cephe gerisi için beyaz, milletvekillerine yeşil, hem cephede hem Meclis'te görev alanlara kırmızı-yeşil kurdele belirlenir.
28 Kasım'da Meclis'teki görüşmeler bir hayli sert geçer.
Sol görüşlü vekiller, saltanatın ve istibdatın simgesi olarak gördükleri madalyaya karşı çıkar.
Muhalif ikinci grup ise madalyaya değil zamanlamaya itiraz ediyordu.
Bursa ve İzmir işgal edilmiştir, ülkenin bağımsızlığı söz konusu iken madalya uygun olmazdı.
Üçüncü grup ise madalyayı destekliyor ancak milletvekillerine sadece Meclis'e seçildikleri için verilmesine karşı çıkıyordu.
Destekleyenlerin de şekille ilgili istekleri vardı.
Bu ortamda yapılan ilk oylama yeter sayısı bulunamadığından ertesi güne ertelendi.
Mustafa Kemal'in devreye girmesiyle bazı vekiller ikna edildi.
Tasarı, 29 Kasım'da 36 ret ve 2 çekimser oya karşı 54 kabul oyuyla kanunlaştı.
İstiklal Madalyası Kanunu, 4 Nisan 1921'de Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
İlk madalyalar Sakarya Zaferi sonrasında Meclis'in onayıyla 234 kişiye verilir.
İlk İstiklal Madalyası rütbe sırasına göre en kıdemli subay Yusuf İzzet (Met) Paşa olur.
Aynı zamanda milletvekili olduğundan ilk kırmızı-yeşil kurdeleli madalya da ona verilir.
Albay Selahattin Adil ise ilk kırmızı kurdeleli madalyayı alır.
Bir başka ilk ise beyaz kurdeleli İstiklal Madalyası ile taltif edilen 5. Tümen doktoru Yarbay Çengelköylü Ali Rıza Bey'dir.
Beyaz kurdeleli bir başka kahraman ise 156. Alay fahri müftüsü Kırkağaçlı Kamil Efendi'dir.
Ancak madalya henüz imal edilmediğinden Meclis başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa'nın imzaladığı madalya beratları törenle takdim edilir.
Kurtuluş Savaşı döneminde 1570 civarında madalya verilir.
Ancak ağırlık Büyük Taarruz'a katılanlarda olduğu için diğer cephelerdeki asker ve sivilleri üzer.
Özellikle Kuvayi Milliyeciler'in talepleri 1924'teki kanun ile giderilir.
Gögsün neresine takılacağı, mirasın kime kalacağı şartları da belirlenir.
Cumhuriyet kurulduktan sonra tasarım yarışması ve şeklinin üzerinde yapılan görüşmelerden sonra Darphane 10 bin adet madalya üretir.
Ve üretilen elips şeklindeki ilk madalyalar 1925'te törenle Meclis'te takılır.
Daha sonra kurum ve şehirlere de madalya verilir.
Kurtuluş Savaşı'ndaki yararlılıkları dolayısıyla Trabzon, Samsun ve İnebolu kayıkçı loncalarına beyaz kurdeleli madalya verilir.
Maraş şehri 1925'te ödüllendirildi, Gaziantep ise uzun süren bir mücadeleyle 2008'de alabilir.
Kuleli Askeri Lisesi'nin yanı sıra 151 alay da madalya almaya hak kazandı.
Toplam 6920 madalya veren Meclis, bu görevi Milli Savunma Bakanlığı'na devreder.
1930'larda genç subaylar için kızgınlık ifadesiydi, çünkü makamlarını terk etmeyen yaşlı subaylar terfilerini engelliyordu.
27 Mayıs darbesinde Celal Bayar'ın madalyasına el konulacak ancak mahkeme kararıyla geri verilecekti.
Madalyanın toplumun gözündeki prestiji ve statüsü yıllar içinde arttı.
Son yıllarda Kurtuluş Savaşı'nın yüzüncü yıldönümlerini anıyoruz.
Ve gelecek yılda Cumhuriyet'in 100. yılını kutlayacağız.
Bu günlerde İstiklal Madalyası'nın simgesel önemi de artmaktadır.
İstiklal Madalyası nesilden nesile aktarılarak canlı bir organizma gibi aramızda yaşıyor, yaşamaya devam edecek.
(Sabah Kitap ekinin Ekim 2022 sayısında yayınlanmıştır.)

Masaldan trajediye: Şehzade Yusuf İzzeddin


Şehzade el üstünde de tutuldu, gözetim altında bir hayat da sürdü. Bir dönem veliaht ilan edilen, geleceğin padişahı muamelesi gören şehzade, yaşadığı buhran sonrasında intihar etti. Prof. Ali Akyıldız, filmi gibi hayatlarını kaleme alırken Osmanlı'nın son günlerine de ışık tutuyor.

Osmanlı büyük bir imparatorluktu, yüzyıllarca hüküm sürdü.
İyi ve sağlam bir bürokrasisi vardı.
Payitaht İstanbul'dan en ücra yerlere kadar devletin ağırlığı hissedilirdi.
Değerleri, kültürü ve hukukuyla çok dilli, çok dinli, onlarca etnik halkı kaynaştırmıştı.
Padişahlar, bu sistemi gözetirdi.
Kurallar katıydı ancak ara sıra esnetilirdi.
Örneğin şehzadelerin hayatı başlarda çok zordu.
Devletin esenliği ve taht kavgasına neden olmaması için öldürülürdü.
Zaman içinde bu durum değişti.
Daha çok gözetim altında tutulmaya başlandılar.
1.Ahmed döneminden sonra da şehzadelerin çocuk sahibi olması saray tarafından yasaklandı.
Ta ki Abdülaziz'e kadar.
1857'de bir erkek çocuğu olduğunda ağabeyi Sultan Abdülmecid, şehzadenin bu sırrını bilmesine rağmen görmezden geldi.
4 yıl sonra şehzade Abdülaziz tahta geçince çocuk sahibi olduğunu kamuoyuna açıkladı.
Yusuf İzzedin, Osmanlı şehzadeleri arasında inişli çıkışlı hayatıyla, ilginç bir kişilik olarak tarihteki yerini aldı.
Osmanlı tarihinde saygın isimlerden biri olan Prof. Dr. Ali Akyıldız, yeni kitabı Yusuf İzzedin/ İkbal, İdbar, İntihar'da şehzadeyle birlikte imparatorluğun bir dönemine ışık tutuyor.
Prof. Akyıldız, 10 yıl önce Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi için Yusuf İzzeddin maddesini kaleme alırken, ilginç yaşam öyküsü ilgisini çekiyor ve araştırmalarını derinleştiriyor.
Kitap fikri de o zaman aklına düşüyor.
Araştırma, olgunlaştırma, hazırlık ve titiz çalışmayla en nihayet kitap 10 yıl sonra basılıyor.
Osmanlı'nın ekonomisinden teşkilatlanmasına, padişah kızlarından paşalarına, hareminden bürokrasisine, ulaşımından yönetim biçimine varan yazdığı onlarca kitabıyla değerli ödüllere layık görülen Ali Akyıldız Hoca'nın yabancı basına, hatıralara, arşiv belgeleri ve literatüre dayanarak hazırladığı son çalışması da önemli bir eser.
Kitabın ana fikrinden yola çıkarak şehzadenin ikbali; yani yüksek bir makama ya da iyi bir duruma erişmesi, doğumundan dört yıl sonra babasının 1861 yılında padişah olmasıyla başlıyor.
Olumsuz ve gizli tutulan hayatı bir anda masalsı bir ihtişama dönüşüyor.
4 yaşında askeriyeye kaydediliyor.
7 yaşında özel bir daire hazırlatılıp Harbiye Mektebi'ne veriliyor.
7 yaşında yüzbaşı, 9 yaşında binbaşı, 10 yaşında yarbay, 11 yaşında albay, 13 yaşında mirliva (şimdiki tuğgeneral rütbesi) ve 15 yaşında da Hassa Ordusu müşiri, yani mareşal olmasını sağlanıyor.
Bu durumun meşruiyet kılıfı ise hazırdır.
Rütbe verme istekleri askerlerden gelmektedir.
Şehzade, kışlaları gezerek denetim yapar.
Okulların sınav ve ödül törenlerine katılır.
Hepsi gazetelerin birinci sayfalarında yer alır.
İkbalin; Yusuf İzzeddin üzerinden döndüğünü gören, devlet adamları, yabancı işadamları, Saray ve hükümetin yanı sıra onu da ziyaret etmeyi ihmal etmiyor.
Yazarlar, eserlerini padişahla birlikte şehzadeye de ithaf ve takdim eder.
Bürokratlar, kışla, yeni kasaba ve kazalara onun adını verir, hediyeler gönderir.
Ancak Sultan Abdülaziz'in taht veraset sistemini oğluna göre hazırlaması trajik bir sonla biter.
Bir ihtilalle tahttan indirilen Abdülaziz; intihar ve öldürülme tartışmaları hâlâ süren kısa bir süreçte hayatını kaybeder.
Kitapta çok iyi özetlendiği gibi; her ikbal ve zirve aynı zamanda bir idbar ve zeval noktasını gösterir.

Talihsizlik, bahtsızlık, işlerin ters gitmesi anlamına gelen idbarı uzun bir süre yaşar.
Şehzade Yusuf İzzeddin 19 yaşındadır.
Kısa süren V. Murad ve sonrasındaki II. Abdülhamid döneminde gözlerden uzak, hafiyelerin sıkı denetimi altında 33 yıl süren bir inziva hayatı geçirir.
Bu dönemi başa geçme hayalleriyle geçiren şehzadenin şansı bu kez Sultan Abdülhamid'in tahtı kaybetmesiyle tekrar döner.
İttihatçılarla teması kesmeyen Yusuf İzzeddin, gelecekten haber veren şeyhler ve astrologların oyunlarına da alet olur.
Yaşlı ve hasta olan Sultan Mehmed Reşad'ın durumu yıldızını parlatır.
II. Meşrutiyet döneminde veliaht olarak ilan edilip görev ve sorumlulukları, resmiyete dökülür.
Bürokratlar ve yabancı elçilerle resmi olarak görüşmeye başlar.
Geleceğin hükümdarı olarak, yabancı devlet adamlarının ziyaretlerindeki törenlere katılır, ziyafet ve toplantılarda yer alır.
Sultan Reşad'a yurt içi gezilerinde eşlik eder.
Orduya moral vermek için Balkan Savaşı sırasında Edirne'ye, Çatalca'ya ardından 1. Dürnya Savaşı'nda Çanakkale cephesine gider.
Padişahı temsilen yurt dışı gezilerine çıkar ve bu Osmanlı tarihinde ilk kez olmaktadır.
Londra, Paris, Sofya, Belgrad, Roma, Berlin gibi başkentlerdeki ziyaretlerde üst düzeyde ağırlanır.
Ancak tahtın bir numaralı varisinin iniş ve çıkışlarla dolu hayatı yeni bir evreye girer.
Önce eşinin ölümü ardından geç çıkan yirmilik dişinden dolayı oluşan yarayı kanser sanmasıyla vehimleri artar, psikolojisi hızla bozulur.
Ve son noktayı İttihatçılar'ın onu veliahtlıktan ıskat ettiğini düşünmesi koyar.
Yurtdışına tedaviye gönderilir ancak savaş nedeniyle tedavisi İstanbul'da devam eder.
Paranoyak bir halde herkesten, sadrazamdan, Ayan Meclisi üyelerinden, mebuslardan, İttihat ve Terakki liderlerinden, memurlardan, şeyhülislamdan ve nihayet padişahtan ıskat edilmediğine dair güvence mektupları alır ve kasada saklar.
Ancak vehimleri bitmez, 1916 yılında iki intihar mektubu yazıp bileklerini keserek intihar eder.
Prof. Akyıldız'ın son dönem Osmanlı şehzadelerinin en zenginlerinden biri ve belki de birincisi dediği şehzadenin; tahvillerin yanı sıra, konak, köşk, çiftlik, kasır, dükkan gibi gayrımenkullerini de ele alıyor.
Şehzadenin ön planda olduğu kitabın büyük fotoğrafında ise Osmanlı'nın son dönemlerine damga vuran olaylar, kişiler, gelişmeler yer alıyor.
Masaldan trajediye ibretlik bir hayat, film şeridi gibi akıyor.
(Sabah Kitap Ekinin Eylül 2022 sayısında yayınlanmıştır.)

19 Eylül 2023 Salı

İstanbul hepimizin artık ağlamasın...


Kadim şehir İstanbul, insanıyla, tarihi ve kültürüyle her dönem dünyanın gözde kentlerinden biri oldu. Şairlerin mısralarına, edebiyatçıların satırlarına işlendi. Lakin bu kıymetli şehir için yapılacak daha çok şey var. Sanat tarihçisi ve İstanbul sevdalısı Haldun Hürel, İstanbul Ağlayan Şehir kitabında, şehrin tarihi ve kültürel birikiminin daha da görünür kılınması için neler yapılması gerektiğini anlatıyor.


Herkesin bir İstanbul'u var.
Nazım Hikmet, "Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği/ ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir/Haydarpaşa Garı'nın büfesinde bahar" dizeleriyle ölümsüzleştirir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Osmanlı dönemi, işgal zamanları ve Cumhuriyet dönemini arka plan yaptığı romanlarından en ünlüsü Huzur'da, Mümtaz'ın gözüyle kadim kenti doğasıyla, tarihiyle, kültürüyle anlatır.
Mehmet Rauf'un Eylül romanı ise bir başka alemdir.
Boğaziçi'nin eşsiz kıyıları, balıkları, fırtınası, vapuru ve koruları Suat ve Necip'in aşkıyla dile gelir.
Attila İlhan, imparatorluğun başkentini Dersaadet'te Sabah Ezanları'nda başta olmak üzere birçok romanında ve şiirlerinde büyük resim olarak yerleştirir.
Ya seyyahlar; Roma-Germen İmparatorluğu'nun İstanbul'a gönderdiği elçinin maiyetindeki din adamı Salomon Schweigger, 1577'de geldiği İstanbul'da geçirdiği dört yıldan izlenimleri Sultanlar Kentine Yolculuk adıyla kitaplaştırdı.
1715 yılında İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu'na büyükelçi olarak atadığı Edward Wortley Montagu'nun eşi Layd Montagu, yıllarca yaşadığı imparatorluktaki anıları Türkiye Mektupları oldu.
1891-1918 yılları arasında İstanbul'da yaşamış gazeteci Friedrich Schrader'in Konstantinopol (İstanbul) kitabı da doyumsuzdur.
Kadim kente aşık olan eskilerden daha yakın zamanlara gelirsek...
John Freely, Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi'nde hocalık yaptı.
İstanbul ve Türkiye'yi karış karış gezdi.
5 ciltlik muhteşem bir külliyat yazdı.
Osmanlı'nın son zamanlarına tanıklık etmiş ve Cumhuriyet'in ilk dönemlerini yaşamış Balıkçı Nazırı Ali Rıza Bey'in Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, aynı ekolden Sermet Muhtar Alus'un eski İstanbul'u anlatan onlarca kitabını sayabiliriz...
Gelenek ve görenekleriyle; doğumdan ölüme, sofra adabından yemek pişirmeye, aşk- meşke kadar 19. yüzyılın eski İstanbul'unu günümüze taşıdılar.
Türk edebiyatının degerli kalemi Beşir Ayvazoglu'nun Bir Atespâre Bin Yangın ise İstanbul'a bir saygı duruşudur.
Evliya Çelebi'den Orhan Veli'ye, Baki'den Bedri Rahmi'ye, Mehmed Akif'ten Nazım Hikmet'e, Necip Fazıl'dan Ahmet Ümit'e, Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Orhan Pamuk'a kadar birçok yazar ve şairin konuk olduğu kitap geçmişten bugüne mesajlar taşır.
Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun "İstanbul deyince aklıma bir masal gelir/ Bir varmış, bir yokmuş." mısralarının izinden giden Haldun Hürel, sayısız İstanbul kitaplarına bir yenisini ekledi.
"Bir tarafı ağlayan bir tarafı gülen şehir" dediği İstanbul'un sırlarına, efsanelerine, doğasına, tarihine, insanına ve en çok da kültür- sanatının peşine düşüyor.
Haldun Hürel tam anlamıyla bir kültür sanat adamı...
Kardeşleriyle kurduğu Anadolu rock müziğinin babalarından Üç Hürel topluluğunun bateristi olarak yıllarca müzikle uğraştı.
Şimdilerde öğretim üyesi olarak sanat tarihi hocalığı yapıyor.
Ancak İstanbul sevdası hepsine ağır basıyor.
Aslında birbirini tamamlıyor diyelim.
İstanbul Ağlayan Şehir (Kapı yayınları) kitabında neler mi var:
Elinde kahve fincanı dolu tepsisiyle koşuşturan kahveci yamağından Boğaziçi'ne aheste kürek süzülüp duran "köşklü" kayığına, odun iskelesinde sepetini dolduran hamalından Tekfur Sarayı önündeki kuş satıcısına, Galata'daki meyhanecisinden sur dibinde elindeki "esrar kabağı" ile mest olmaya çalışan bitirimine, Çıplak Osman'dan nüktedan doktor Nafiz Bey'e, komiser Hüsamettin'den Hıdiv Abbas Hilmi Paşa'ya, Gülhane Parkı'nın yeşilliklerinden Ortaköy'deki Yahya Efendi korusunun ağaçlarına...
Bizanslı Teodora'dan Osmanlı Kösem Sultan'a, Lucas Notaras'tan Ebussuud Efendi'ye, "büyücü" Cinci Hüseyin'den Bizans komutanı Belisarios'a, laleden güle, sümbülden bülbüle...
Şehrin efsaneleri, menkıbeleri, doğası, tarihi, kültürü, insanı hiç kuşkusuz binlerce yıldır büyük bir birikimle bugünlere gelmiş ve değerine değer katmış.
Ancak; devasa sorunları, gittikçe içinden çıkılmaz hale gelen yaşam şartları, trafiği, tozu, dumanı, kalabalığı arasından kendi deyişiyle 'altın kutularda saklanan eşsiz mücevher değerindeki tarihinden' yola çıkarak çok önemli bir katkı sağlıyor.
Farklı bir bakış açısı sunup, eksikleri ve hataları saptayıp, çözüm önerilerini sıralıyor ki bu da kitabı başka bir yere koyuyor.
Şehir estetiği, çevre temizliği ve tarihi eserlerin korunması konularında ne tür sorunlarla karşılaşacağız diye çıktığı gezide önerilerini sıralıyor...
Sultanahmet ve Beyazıt Meydanları, Divanyolu, Aksaray, Eminönü gibi tarihi meydanların ağır araç yükünden, otoparklar ve gelişigüzel yapılmış binalardan kurtarılıp tarihine yakışır şekilde düzenlenmesi..
Karaköy-Azapkapı güzergahı, Haliç-Unkapanı'na uzanan yolun iyileştirilmesi, surlar, tabelalar, tarihsel damgası yedi tepeli şehire yakışacak manzara terasları, Mimar Sinan'ın "çıraklık eserim" dediği Şehzade Mehmet külliyesi "kalfalık eserim" dediği Süleymaniye Külliyesi arasında bir Sinan rotası oluşturulması, Yenikapı'daki Teodosios limanının tarihi bir parka dönüştürülmesi, Sultanahmet hipodromundaki Bizans kültür mirası üç anıt eserin tanıtım kitabelerinin elden geçirilip yeniden düzenlenmesi, 2600 yıllık Yılanlı Sütun'un orijinal bir kopyasının yanına konulmasını öneriyor.
Bizans ve Osmanlı döneminin yerleşim ve çarşı merkezleri Kumkapı-Laleli-Kadırga'daki devasa işyerleri, büyük afiş panoları, ışıklı tabelalar, korkunç boyutlardaki taşıt trafiği, gürültülü, estetik yoksunu binalar ve yaya kaldırımlarının gelişigüzel işgali bu bölgeyi perişan etmiştir.
Buradaki tarihi semtler ve varlıkların öne çıkarılması, bölgenin gezilebilir ve anlaşılabilir olmasının önemine dikkat çekiyor.
Tarihi yarımadanın Marmara Denizi kıyısındaki güney mahallesi olan yalı bünyesindeki Türk ve gayrımüslim mabetleriyle, ahşap konut yapılarının ele alınıp yeniden düzenlenmesi...
Fiziki olarak halen ayakta olan bu yapıların ihya edilmesiyle kültür ve turizme yönelik turlar ve mekanların açılmasının yapacağı katkıyı vurguluyor.
Saraçhane Meydanı'ndaki radyo kutusu gibi duran devasa çirkin Belediye Binası'nın yıkılıp, arazisinin tarih-kültür parkına dönüştürülmesi için vaktin geldiğini söylüyor.
Aksaray- Topkapı hattındaki büyük binalar bir yana estetikten yoksun herkesin kafasına göre uyguladığı tabela kirliliği, Beyazıt Meydanı'ndaki otopark çirkinliği, Dolmabahçe Sarayı çaprazındaki Hacı Emin Külliyesi yanındaki boş arsa ve Bezmialem Camisi'nin kıyısındaki pespaye duran kayıkhanenin durumu içler acısı, Galata Köprüsü'nün Eminönü ayaklarının kara ile bağlantı bölümlerindeki beton kaldırımın çirkinliği de göze batanlar olarak duruyor...
"Kadıköyü'nün kıyıları mütena bir semt köşesi mi yoksa başıboş bir arsa mı" diye soran Hürel, şehrin her tarafına olduğu gibi burada da yaya ve yol düzenlemesinin önemine dikkat çekiyor.
Ha keza Asya tarafındaki en eski Türk yerleşim yeri Üsküdar Meydanı ve çevresi de ilgi bekliyor.
Boğaziçi kıyılarındaki başta Cihangir, İstinye, Arnavutköy, Yeniköy, Beykoz sırtalarındaki 'düpedüz gecekondu" dediği çirkin yapılara da bir dur denmeli.
Eminönü-Beyazıt arasındaki çarşılar bölgesi, Tahtakale civarları, Fatih merkezi, Vefa-Zeyrek semtleri, Eyüpsultan, eski Galata, Fener-Balat-Ayvansaray üçlemesinde tarihi yüzlerin öne çıkarılması için çalışılması.
Dış bölgeler yani banliyölerdeki Gebze, Küçük ve Büyük Çekmeceler, Başakşehir, Alibeyköy, Çamlıca, Dragos, Ümraniye, Dudullu, Tuzla gibi tarihi mekanlara ulaşmak için kapsamlı güzergah düzenlemesi.
Haydarpaşa Limanı'nın etrafındaki doklar ve beton siloların kaldırılıp gezi alanları ve manzara terasları oluşturması.
Sayıları iyice azalan tarihi binaların, özenle tanıtımının yapılması ve ilgi çekici hale getirilmesini istediği yapıları da sıralıyor.
Süleymaniye Külliyesi ve çevresi, Fener Rum Lisesi, Karaköy'deki Osmanlı Bankası ve diğer binalar, Sütlüce Mezbahası, Tünel'deki Botter ve Sirkeci'deki Vlora hanları, Büyük postanie, Degucis köşkü, Sirkeci ve Haydarpaşa garları, Sepetçiler Kasrı, Kamondo merdivenleri, Galatasaray'daki Çiçek Pazarı, Çemberlitaş'taki 2. Mahmut Türbesi, gözde eserlerdir, azami dikkat ve özen gösterilerek çok daha fazla görünür kılınmalıdır.
Yaşayan tarih önerisi olarak yandan çarklı vapurların yapılması, büyük ilgi çeken İstiklal Caddesi'ndeki nostaljik tramvayın benzerlerinin kısa ve düz rotalar olarak Kabataş-Beşiktaş, Harbiye-Mecidiyeköy, Eminönü-Unkapanı, Saraçhane-Edirnekapı arasında hizmet vermesi. Ayrıca şehir ulaşımının tarihi parçası olan atlı tramvayın hizmete sokulması da öneriler arasında...
Şehrin ilginç özellikler taşıyan kültürel varlıklarının tespit edilerek, ziyaret edilmesi için işaretlenmesini istiyor ki, verdiği örnekler öyle şirin ve sevimli ki tebessüm yaratıyor:
İstanbul'un en uzun isimli camisi. Şehzadebaşı'ndaki Büyükşehir Belediye binasının yanı başında 1546 tarihli Kadı Hüsamettin Efendi Çamaşırcı Hacı Mustafa Efendi On Sekiz Sekbanlar Camisi.
En dar sokak. Kuruçeşme'de Alaylı Sokağı eni 89.5 santim.
En dar kaldırım. Karaköy'de Kemeraltı Caddesi'nin Vekilharç Sokağı ile buluşup köşe yaptığı yaya kaldırım kısmı, 5 santim.
En küçük cami. Rami yolunda Akif Efendi Camisi.
En eski çeşme 1495 tarihli Samatay'daki Davutpaşa Çeşmesi.
Liste uzayıp gidiyor...
Ve "sürekli kazma kürek sallanan, beton makineleri çalıştırılan İstanbul hiç kimsenin babasının çiftliği değildir" diyerek son noktayı koyuyor:
İstanbul hepimizin şehri, tapusu bizim...
(Sabah Kitap ekinin Ağustos 2022 sayısında yayınlanmıştır.)

EL VERİN AYAĞA KALDIRALIM...

Sultanahmet ve Beyazıt Meydanları, Divanyolu, Aksaray, Eminönü gibi tarihi meydanların ağır araç yükünden, otoparklar ve gelişigüzel yapılmış binalardan kurtarılıp tarihine yakışır şekilde düzenlenmesi..
Karaköy-Azapkapı güzergahı, Haliç-Unkapanı'na uzanan yolun iyileştirilmesi, surlar, tabelalar, tarihsel damgası yedi tepeli şehire yakışacak manzara terasları, Mimar Sinan'ın "çıraklık eserim" dediği Şehzade Mehmet külliyesi "kalfalık eserim" dediği Süleymaniye Külliyesi arasında bir Sinan rotası oluşturulması, Yenikapı'daki Teodosios limanının tarihi bir parka dönüştürülmesi, Sultanahmet hipodromundaki Bizans kültür mirası üç anıt eserin tanıtım kitabelerinin elden geçirilip yeniden düzenlenmesi, 2600 yıllık Yılanlı Sütun'un orijinal bir kopyasının yanına konulmasını öneriyor.
Bizans ve Osmanlı döneminin yerleşim ve çarşı merkezleri Kumkapı-Laleli-Kadırga'daki devasa işyerleri, büyük afiş panoları, ışıklı tabelalar, korkunç boyutlardaki taşıt trafiği, gürültülü, estetik yoksunu binalar ve yaya kaldırımlarının gelişigüzel işgali bu bölgeyi perişan etmiştir.
Buradaki tarihi semtler ve varlıkların öne çıkarılması, bölgenin gezilebilir ve anlaşılabilir olmasının önemine dikkat çekiyor.
Tarihi yarımadanın Marmara Denizi kıyısındaki güney mahallesi olan yalı bünyesindeki Türk ve gayrımüslim mabetleriyle, ahşap konut yapılarının ele alınıp yeniden düzenlenmesi...
Fiziki olarak halen ayakta olan bu yapıların ihya edilmesiyle kültür ve turizme yönelik turlar ve mekanların açılmasının yapacağı katkıyı vurguluyor.
Saraçhane Meydanı'ndaki radyo kutusu gibi duran devasa çirkin Belediye Binası'nın yıkılıp, arazisinin tarih-kültür parkına dönüştürülmesi için vaktin geldiğini söylüyor.
Aksaray- Topkapı hattındaki büyük binalar bir yana estetikten yoksun herkesin kafasına göre uyguladığı tabela kirliliği, Beyazıt Meydanı'ndaki otopark çirkinliği, Dolmabahçe Sarayı çaprazındaki Hacı Emin Külliyesi yanındaki boş arsa ve Bezmialem Camisi'nin kıyısındaki pespaye duran kayıkhanenin durumu içler acısı, Galata Köprüsü'nün Eminönü ayaklarının kara ile bağlantı bölümlerindeki beton kaldırımın çirkinliği de göze batanlar olarak duruyor...
"Kadıköyü'nün kıyıları mütena bir semt köşesi mi yoksa başıboş bir arsa mı" diye soran Hürel, şehrin her tarafına olduğu gibi burada da yaya ve yol düzenlemesinin önemine dikkat çekiyor.
Ha keza Asya tarafındaki en eski Türk yerleşim yeri Üsküdar Meydanı ve çevresi de ilgi bekliyor.
Boğaziçi kıyılarındaki başta Cihangir, İstinye, Arnavutköy, Yeniköy, Beykoz sırtalarındaki 'düpedüz gecekondu" dediği çirkin yapılara da bir dur denmeli.
Eminönü-Beyazıt arasındaki çarşılar bölgesi, Tahtakale civarları, Fatih merkezi, Vefa-Zeyrek semtleri, Eyüpsultan, eski Galata, Fener-Balat-Ayvansaray üçlemesinde tarihi yüzlerin öne çıkarılması için çalışılması.
Dşı bölgeler yani banliyölerdeki Gebze, Küçük ve Büyük Çekmeceler, Başakşehir, Alibeyköy, Çamlıca, Dragos, Ümraniye, Dudullu, Tuzla gibi tarihi mekanlara ulaşmak için kapsamlı güzergah düzenlemesi.
Haydarpaşa Limanı'nın etrafındaki doklar ve beton siloların kaldırılıp gezi alanları ve manzara terasları oluşturması.
Sayıları iyice azalan tarihi binaların, özenle tanıtımının yapılması ve ilgi çekici hale getirilmesini istediği yapıları da sıralıyor.
Süleymaniye Külliyesi ve çevresi, Fener Rum Lisesi, Karaköy'deki Osmanlı Bankası ve diğer binalar, Sütlüce Mezbahası, Tünel'deki Botter ve Sirkeci'deki Vlora hanları, Büyük postanie, Degucis köşkü, Sirkeci ve Haydarpaşa garları, Sepetçiler Kasrı, Kamondo merdivenleri, Galatasaray'daki Çiçek Pazarı, Çemberlitaş'taki 2. Mahmut Türbesi, gözde eserlerdir, azami dikkat ve özen gösterilerek çok daha fazla görünür kılınmalıdır.
Yaşayan tarih önerisi olarak yandan çarklı vapurların yapılması, büyük ilgi çeken İstiklal Caddesi'ndeki nostaljik tramvayın benzerlerinin kısa ve düz rotalar olarak Kabataş-Beşiktaş, Harbiye-Mecidiyeköy, Eminönü-Unkapanı, Saraçhane-Edirnekapı arasında hizmet vermesi.