Sayfalar

27 Ağustos 2011 Cumartesi

AİHM'in futbol versiyonu UEFA

Türkiye Futbol Federasyonu'nun işi ağırdan alması, zikzaklı açıklamaları, onca suçlama ve tutuklamayı gözardı ederek marka değeri, ekonomik durum, yayıncı kuruluş teraneleriyle hiçbir şey olmamış gibi davranması sonucu duvara tosladık. Yol bitti millet, bundan sonrası yok.
Türkiye Ligi Şampiyonu Devler Ligi'ne alınmadı.
Kafamızı devekuşu gibi gömdüğümüz kumda debelenirken görünen yerlerimiz halı altına süpürdüğümüz pislikler ortaya çıkıverdi. UEFA yetkilisi geldi, eski bir savcı olan Carnu hazretleri özel yetkili savcı mehmet Berk'le görüştü ve kanatini oluşturup raporunu sundu.
Sonuç herkesin malumu...
Daha önce Federasyon'un süreci kötü yönettiğini söylerken münecimlik yapmıyorduk, kılavuza gerek yok köy görünüyordu.
Ve ortaya çıktı ki TFF ile Fenerbahçe bir süredir bu konuda görüş alışverişinde bulunuyormuş.
Mehmet Ali Aydınlar o meşhur 15 Ağustos konuşmasında "kendilerine güvenmeyen takımlar Avrupa'ya gitmesin" derken onları kast ediyormuş.
Federasyon, UEFA'nın isteğiyle "Fenerbahçe'ye çekil" demiş onlar da haklı olarak karşı çıkmış.
Haklı diyorum çünkü bu itiraz etme karşı koyma hakkını onlara Federasyon hiçbir şey olmamış gibi davranınca zaten vermiş oldu. Fenerbahçe bu durumu biliyordu, yöneticiler defalarca Federasyon'a gidip görüşme yaptı. Aydınlar bunun perde arkasına Teke Tek programında biraz değindi.

MİLAN'IN DURUMU ÖRNEK VERİLİYOR AMA YA GERÇEKLER

Şimdi 2006 yılında İtalya'daki Milan'ın durumu örnek veriliyor. UEFA Milan'ı Şampiyonlar Ligi'ne almış İtalya Federasyonu ise bir sonraki sezonda Milan'ın şike yaptığını belirleyip eksi puanla lige başlatmıştı. Şampiyon Juventus da küme düşürülmüştü. Ve sonra bu uyumsuz durumu önlemek için de UEFA 2007 yılında sıfır toleransı kabul etmişti. Yani Milan örneği artık bir daha yaşanmayacaktı.
Sabah gazetesinde konuyla ilgili haberin üstünden gidersek...
UEFA Acil durum Komitesi 2006 Ağustos'unda şu açıklamayı yaptı: "Milan'ı 2006-2007 sezonunda UEFA kulüp müsabakalarına almak dışında bir şansı bulunmadığına karar vermiştir. Çünkü Milan'ı dışarıda bırakacak yasal dayanak yoktur. Milan, UEFA'nın men cezası verecek yasal temellerden yoksunluğundan faydalanmaktadır. Komite, Milan'ın İtalya Ligi maçlarının sonuçlarını uygun olmayan yollarla etkilediği izlenimi uyandırdığından ciddi endişe duymaktadır."
Acil Durum komitesi'nin bu kararının ardından Milan, Şampiyonlar Ligi'ne ön elemeden katıldı ve kupayı kazandı. Peki, o günden bu yana ne değişti? UEFA statüsünde 50. maddede bir değişiklik yapıldı. Maddenin 3. fıkrası bir kulübün doğrudan ve dolaylı olarak ulusal veya uluslararası bir maç sonucunu etkileme faaliyetinde bulunması halinde hiçbir disiplin prosedürü gerektirmeden doğrudan UEFA müsabakalarına katılmaktan men edileceği yönünde. Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi reglamanlarında da bu fıkraya atıfta bulunularak değişiklik tarihi olan "27 Nisan 2007 tarihinden itibaren" vurgusu yapılıyor. Porto da, eksi 6 puan cezasını 2003-04 sezonundaki maçlardan (yani 27 Nisan 2007 tarihinden önce) dolayı aldığı için organizasyona katılabilmişti."
E peki şimdi bu ısrar niye...

MİLLİYETÇİLİK KARTINA OYNAMAK VE MAĞDURİYET

Fenerbahçe bu krizde mağduru milliyetçilik kartıyla oynamaya çalışıyor. Emre'nin "Biz Türküz onun için böyle yapıyorlar" demesinde de, ressam Bedri Baykam'dan Ali Koç'a, Ertuğrul Özkök'ten Lube Ayar'a kadar herkesin bir doğrusu var... Yani kendine yonttuğu. İyi de Avrupa'daki bütün federasyonların bağlı olduğu ve uymak zorunda olduğu kurallar da ortada..
Nasıl ki ülkedeki iç hukuk yolları tükendikten sonra köyü yakılandan işkence görene, memurundan öğrencisine birçok vatandaş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) gidiyor. Ve yıllardır Türkiye'yi çatır çatır mahkum ediyor. Devlet "ben ödemem bana ne diyor mu diyebiliyor mu."
Hayır, e peki biz ne konuşuyoruz öyleyse boş boş...
UEFA'da futbolun AİHM'i işte.
Ya uluslararası standartlara uyarız ya da annemizin liginde oyalanır dururuz.
Bu kadar basit...

19 Ağustos 2011 Cuma

Masa başı futbol oyunlarına devam

Türkiye Futbol Federasyonu, Etik Kurulu'nun incelediği şike soruşturması raporunu beklerken niyetlerinin ne olduğu ilk Fatih Altaylı'nın köşesinde yer aldı. Kozmik odada yani gizlilik içinde çalışan bu hukukçulardan birine Fatih'in arkadaşı rastlamış. Israrlı sorular karşısında bir şey bulamadıklarını ve yaptırım olmayacağını söylemiş.
Nasıl gizlilikse köşe yazısında yer alan bu bilgi bir hafta geçmeden Federasyon'un açıklamasına üç gün kala yani cumartesi internet sitelerine de sızdı.
Yargının bekleneceği yolundaki görüş böylece sızdırılıp kamuoyu oluşturuldu.
Pazartesi sabahı da başta Fenerbahçe olmak üzere dört kulübün dibe vurmuş hisseleri borsada bir anda zirve yaptı. Yüzde 30'lara varan değer kazandı.
Büyük bir vurgunda yapıldıktan sonra akşam üzeri Mehmet Ali Bey gözümüzün içine baka baka Andersen'den Masalları anlattı...
Niye bir önceki yazıda "Aziz Yıldırım hapiste fikirleri iktidarda" dedim...
Şimdi daha iyi anlaşılıyor herhalde...

18 Ağustos 2011 Perşembe

Aziz Yıldırım hapiste fikirleri iktidarda

Türkiye Futbol Federasyonu'nun şikeyle ilgili soruşturmada verdiği kararın yeni bir kaosa yol açtığı herkesin malumu. Kamuoyunu beklentiye sokup hiçbir şeye karar vermemenin tek bir açıklaması var: Üç maymunu oynadılar. Hani "Görmedim, duymadım, bilmiyorum" diye sürüp gider ya o...
Başkan Mehmet Ali Aydınlar'ın bir saat konuşup hiçbir şey söylememesi ve "iddianame beklenecek" demesinin satır araları çok iyi okunmalı. Bu konuda çok iyi çok tutarlı sağlam yorumlar okudum.
Şimdi sormak lazım... Madem öyle, yargıyı bekleyeceksin peki niye o kadar adamı tedbirli ceza kuruluna sevk ettin. Tedbirli demek hukuktaki tutuklu yargılamaya denk geliyor. Demek ki sende bir kanaat oluşmuş bu adamların suçlu olduğu hakkında o zaman ne bekliyorsun...
Bakın Ergenekon ve ona bağlı süreçte yürüyen yargılamalarla bunları karıştırmamak lazım.
Çünkü spor hukuku diye bir şey var... Bu normal ceza hukukundan ayrıdır. Onun için federasyonu özerk hale getirdiler...
Mehmet Ali Aydınlar başarılı bir işadamı, iyi bir Fenerbahçeli, eski yönetici ve kulübün gelecekteki başkanı olarak adı geçiyor.. du...
Bütün kulüplerin ittifakıyla federasyon başkanı oldu ancak kucağında bulduğu şike olayında süreci doğru yönetemiyor.
Başından itibaren Fenerbahçe'yi kollamaya çalışıyor.
Aziz Yıldırım'ı hastanede ziyaret edip "başkanım" dedi büyük tepki gördü Savcıyla görüştükten sonra "durum vahim" sözleriyle süren tutumu birdenbire üç günde bir değişmeye başladı. Önce liglerin zamanında başlayacağını, soruşturmada baş zanlı iki takımın kupa maçını oynayacağını ilan etti. Sonra başta Galatasaray olmak üzere tepkiler gelince önce açıklamaları sert bir dille kınadı ardından onların dediğine gelip ligi ve kupa maçını erteledi.
Bu arada iki günde bir Fenerbahçe yöneticileri federasyonu ziyaret etti. Herhalde Mehmet Ali bey onlarla Ramazan ayının güzelliğini, dünyadaki ekonomik durumu, Kürt meselesini falan konuşmuştur. Asla şike, küme düşme gibi işlerle ilgili bilgi paylaşımı olmamıştır eminim.
Bu arada Fener'in gazını almak için Aziz Yıldırım bağlantılı gazeteciler Lube Ayar ve Tahir Kum'un kışkırtmalarıyla bir fotokopi belgeyle Galatasaray'a da iş uzadı.
İhtiraslı ve saatli bir bomba misali Galatasaray'ın kapısından her girdiğinde vukuat işleyen Bülent Tulun'un başkan Adnan Polat'a yazdığı 1 milyon dolarla ilgili hesap soran mektup döndü dolaştı 2006 yılındaki şampiyonlukla ilgili şaibeye vardı.
Şimdi sıkı durun, ortalığa dökülen önce belge, bilgi, telefon konuşmaları, tutuklama Mehmet Ali Aydınlar'ı tatmin etmemiş ki Fenerbahçe'nin adını ağzına almaktan kaçınırken bu meseleyi daha anlamadan şöyle bir söz etti:
"Galatasaray'ın kupasını alırız."
İyi mi... Tarafsız başkan işte böyle olur...
Ve 15 Ağustos'ta Etik Kurulu'nun raporu doğrultusunda yaptığı muhteşem açıklamaya gelirsek...
Gazeteci ağabeyimiz Kemal Belgin'in havanda su döven pabucumun spor gazetecilerine ders verir gibi sorduğu soru meseleyi özetliyor.
"Madem bir karar yok, bu kadar adamı niye tedbirli veya tedbirsiz ceza kuruluna niye sevk ettiniz" diyen Kemal abi bombayı patlattı:
"Bundan sonra fikstürü Spor Toto teşkilatı, cezaları da Adalet Bakanlığı mı verecek?"
Ligler başladıktan sonra iddianamenin yazılmasıyla federasyon karar vermek zorunda kalacak. O zaman seyreyleyin gümbürtüyü, işin UEFA tarafını da daha hesaba katmadık.
Ah unutmadan başlıkta ne demek istedik ondan da söz edelim.
1980 darbesinden sonra MHP lideri Alparslan Türkeş, askerler tarafından Ecevit, Demirel ve Erbakan'la gözaltına alınmıştı.
Türkeş daha sonra tutuklu yargılandı. O zamanlar demişti ki:
"Biz hapisteyiz fikirlerimiz iktidarda."
Yani darbecilerin faşizan tutumlarından ziyadesiyle memnundu. Ama niye içerde olduğunu anlamıyordu.
Muhtemelen Aziz Yıldırım da, federasyonun yaptıklarını görünce aynı sözleri mırıldanmıştır.
Haksız mı...

5 Ağustos 2011 Cuma

Hayat Dönüş Operasyonu ve vicdan

Aylar sonra yazmak, Türkiye'de birkaç saat içinde her şey bir anda tersyüz olurken birdenbire bambaşka hale gelirken yazmanın bir anlamı var mı.
Bazı şeyler için var, iyi ki var.
Onlardan biri de çok yakıcı bir konu; uyku kaçıran, boğazı düğüm düğüm yapan bir konu...
Hayat dönüş Operasyonu... Üstünden tam 11 yıl geçmiş, bugünlerde birkaç vesileyle yeniden tartışılıyor.
Önce olayı bir hatırlatmak isterim:
"19 Aralık 2000'de düzenlenen Hayata Dönüş Operasyonu kapsamında Türkiye çapında 20 cezaevine yönelik operasyonda ikisi asker 32 kişi hayatını kaybetmiş, yüzlerce tutuklu ve hükümlü yaralanmıştı. Bayrampaşa Cezaevi'ndeki operasyonda da 12 tutuklu ve hükümlü öldü, 55 kişi yaralandı."
Ve bianet internet sitesi ikinci duruşma öncesi müdahalenin nasıl planlı olduğunu şu satırlarla duyuruyordu:
"Ve Bayrampaşa Cezaevi'nde gerçekleştirilen saldırının dayandırıldığı "Bayrampaşa Cezaevi Özel Müdahale Planı EH-3" başlıklı 15 Aralık 2000 tarihli belge, olaydan 10 yıl sonra ortaya çıktı. Harekat planı, operasyonu yöneten jandarma komutanların kim olduğunu ve operasyonun aslında çok önceden planlandığını ilk kez resmi olarak kanıtlıyor. Belgeye göre, operasyonu Tuğgeneral Engin Hoş ile Albay Burhan Engin yönetti."
Sonra haberler üstüne gazetelerin manşeti televizyonların ilk gündem maddesi oldu.
Açık oturumlar ve arabuluculuk yapan aydınlarda o günlerin acımasız iklimini ortaya serdiler.
Onlardan biri de Zülfü Livaneli'ydi. Livaneli 7 Nisan 2011 tarihli "Hayata Dönüş" operasyonu ve basın yazısını medyayı eleştirerek şu sözlerle bitirmişti.
"Çünkü en kritik dönüm noktalarında şaşmaz bir biçimde, kurbanın değil katilin yanında yer tuttular."
(İlgilenenler yazının tamamını şu linkten okuyabilir: http://haber.gazetevatan.com/%93hayata-donus%94-operasyonu-ve-basin/369763/4/Haber)
Ve sonra geçen ay gerçeklerin üstündeki örtüyü kaldıran önemli bir itiraf daha geldi.
Hayata Dönüş Operasyonu'nda, Bayrampaşa Cezaevi'nde Uzman Jandarma Çavuş olarak görevli olan Altan Sabsız, yanarak hayatını kaybedenlerin iddia edildiği gibi kendisini yakmadığını, yangın çıkan koğuştakilerin teslim olmak istemesine rağmen kapıların açılmadığını söyledi.
Sabsız, Van 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 5 Temmuz'da verdiği ifadesinde, "Mahiyetini bilmediği değişik gaz bombalarıyla müdahale edildiğini, yanan koğuşta teslim olmak isteyenlerin dışarı çıkarılmadığını, yangına müdahale edilmediğini, yanan tutukluların üzerine yanıcı madde sürülmüş battaniye atıldığını" söyledi.
Bunca yıl operasyonun ardından yapılan resmi açıklamalarda, tutukluların kendisini yaktığı söylenmişti.
Ancak askerin ifadeleriyle bu açıklama doğru olmadığı gibi, yangına müdahale edilmeyerek ölümlere seyirci kalındı.
Bir başka iddia ise mahkumların silahla direndiğiydi.  Ve bu gecikmiş itiraflarla resmi açıklamalardaki "mahkumların silahla direndiği iddiası" da yalanlanmış oldu.

YA BEN NE YAPIYORDUM

O zamanlar bu haber ve fotoğraflar güvenlik güçlerinden gazetelere servis edilerek medyanın desteği de sağlanmıştı.
Daha operasyon başlamadan yazılanlara da iyi bakmak lazım.. Yani kamuoyu bu operasyona öyle bir hazırlanmıştı ki.. Bu vahşet yapıldığı zaman "oh olsun" havası da yaratılmış oldu.
Şuraya gelmek istiyorum. 19 Aralık 2000 tarihinde Sabah gazetesinin yazıişlerinde bu haberler ve fotoğraflar geldiğinde "aman dedik" ama dinleyen kim. Daha meselenin ne olduğunu bile tam anlamadan sayfalar yapıldı. Çünkü "bu mahkumlar ne istiyor" diye sorduğunda en yetkili kişi. Terörle Mücadele Yasası'ndaki yeni düzenlemeye karşı olan tepkiyi bizzat ben anlatmıştım.
Karar verilmişti. Sayfa sayfa yazıldı çizildi..
Ve yıllar sonra o masanın çevresindekiler bugün tam tersi manşetleri atıyor. Birçoğu farklı gazetelerde önemli konumdalar...
Bu kadar belkemiksizlik olur.
Zülfü Livaneli "katillerle işbirliği yaptılar" diyor ya hani.
Ben de diyorum ki.
"O manşetleri atıp, o sayfalara karar verenlere her gün selam verip sohbet ediyorsunuz."
Yani çok uzağa gitmeye gerek yok.
Ya siyasetçiler o operasyona karar veren bakan Hikmet Sami Türk...
O gün de vicdanım sızlıyordu bugün de...

3 Mayıs 2011 Salı

İşte gerçek bayram: 1 Mayıs



Ne acı günlerden geçildi, bu görüntüleri izlerken gözlerim yaşarmadı desem yalan olur. Gerçek bayram bu işte. Alın terinin, namusun, ahlakın ve başta insan olmak üzere bir şeylere değer verenlerin gerçek bayramı...
Kanlı 1977'de daha ilk gençliğini yaşayan bizim kuşak ardından hep acımasızca bastırılan 1 Mayıs'ları gördü. Darbeden sonra asla mümkün değildi tabi ki... Ülke koca bir cezaevine dönüştürülmüştü. İşkenceler, hukusuzluk ve yasakların ardından 1990'lı yılların başında sendikalar ilk girişimi yaptı. Ancak dönemin muktedirleri anında püskürttü. Artık ilk başlangıç yapılmıştı, başka alanlarda, bölgelerde yer gösterildi. Ancak illa ki Taksim, herkes orayı istiyordu. Orası emek ve dayanışma mücadelesinde uluslararası komplonun vahşice katliam yaptığı yerdi. O yüzden orası önemliydi.
1977 ve ardından 1978'de milyonlarca gencin, işçinin, emekçinin, öğrencinin, kadının erkeğin aktığı Taksim Meydanı'na büyük uğraşlar sonucu geçen yıl çıkılabildi. Ancak polis göze batacak kadar alanın çevresindeydi ve rahatsız ediyordu. İstanbul'un o dönemki valisi Muammer Güler ve tarihe onunla birlikte "gazcı kardeşler" olarak geçmiş emniyet müdürü Celallettin Cerrah artık yoktu. Daha işçileri kapıdan çıkmadan Mecidiköy'de acımasızca dövdüren talimatlarını veremediler.
Bu yılki organize komitesi güvenceyi sağlamayı garanti etti ve bugün herkesin hatta dünyanın bile ilgisini çeken o muhteşem kutlamalar düzenlendi.
Her dilden, her dinden, her görüşten insan gönlünce eğlendi.
Olay da çıkmadı, ya işte böyle..
Kavgayı dövüşü isteyen kimmiş acaba...
Nice 1 Mayıslara...

Bir mektup aldım, hayatım değişti


Her şey birdenbire oldu."
Orhan Veli

Salı akşamı eve girerken oğlum posta kutusundan aldığı zarfı uzattı.
Üstünde "Maliye Bakanlığı/ Gelir İdaresi Başkanlığı" yazan bir zarf.
Gecenin bir vakti anımsadım ve açtım.
İşte her şey böyle başladı.
"611 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile ilgili kanun" diye başlıyor. Hani şu meşhur torba yasayla ilgili biz fanilere bilgi veren bir mektup.
"Borcunuzu 6, 9, 12 ve 18 çeşit taksitler halinde yapılandırabilirsiniz" deniyor.
Ve sonra beni yerimden zıplatan satırlar: "Kayıtlarımızdaki araştırmalara göre anılan kanun kapsamında aşağıda belirtilen vergi dairelerine Karar İlam H vergi türlerinden borcunuz bulunmaktadır."
Sonra olanları şu sözler eşliğinde okumanızı istirham ederim: "Bu kitapta anlatılanların gerçek kişilerle ve olaylarla hiçbir ilgisi yoktur. Onları ben, büyük bir aynanın içinde gördüm. Üstelik ayna dumanlıydı ve olmayan bir şehirde geziniyordu."
(Attila İlhan'ın Aynanın İçindekiler roman beşlisi; Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadet'te Sabah Ezanları ve O Karanlıkta Biz'in girişlerinde bu sözler vardır.)

İŞTE BÖYLE BAŞLADI

Çarşamba sabahı Vatandaş Fikret, Rıhtım Vergi Dairesi'nin yerini arıyor. Maliye'nin sitesine giriyor. Maliye hattının özel bilgi telefonunu arıyor. Ihhhh hep meşgul.... Google'dan adres ve telefonları buluyor. Vergi dairesini arıyor. Onlar da meşgul. Adres yerinde başka vergi dairelerinin de adresi var.
Acaba ne yapsa, google maps'tan ayrıntılara bakıyor.
Kötü şeyler geliyor aklına...
Kesin birisi adına şirket kurdu batırdı. Hayatım kaydı. Bozcaada'daki bağına ev hayalleri gitgide uzaklaşıyor. Tüh bunca yıl sonra imar izni de almıştı.
Ataşehir'de oturan gazeteden Şirzat'ı arıyor. Bir tarif veriyor iyi kötü ama "yanıltmış olmayayım" diye de ekliyor.
Vatandaş Fikret, haydi hayırlısı deyip yola düşerken kapıda site yöneticisini görüyor. "Beykoz Vergi Dairesi'ne git oradan yardımcı olurlar" diyor.
İyi fikir, "yazıişleri toplantısına da yetişirim" diye seviniyor.
Beykoz Vergi Dairesi'nin kapısındaki güvenlik görevlisi hayatını kurtarıyor.
"Abi hiç oyalanma vakit geçirme ilgili yere git işini hallet" tavsiyesinde bulunuyor.
Aradığı yeri tarif ediyor. "Sanırım oralardadır" diyor.
Ve yola çıkıyor Vatandaş Fikret.
Kozyatağı'ndan Bostancı yoluna dönüyor. Her zaman kaçırıp alıştığı Kadıköy'e dönmüyor bu kez.
Sonra Bostancı köprüsünün altından geçmesi gerekiyor ama geçemiyor. Adım adım ilerleyerek köprünün üstüne çıkıyor ve Bostancı Oto Sanayi Sitesi'ne dönüyor.
Ve tam o sırada radyoda Başbakan Erdoğan'ın çılgın projesini dinliyor.
Ve milim milim ilerleyen yolda bir çocuk işçiye Vergi Dairesi'ni soruyor. Eliyle yolun aşağısında gri bir binayı gösteriyor.
Yürüsen iki dakika ama bu trafikte yarım saat...
O da çılgın projesini yürürlüğe koyuyor.
Yoldan ayrılıp sanayi sitesinin ara sokaklarında olabildiğince aşağıya inip bir oto elektrikçiye girip "sağ cam açılmıyor" deyip anahtarları bırakıyor.
Yağmur çiseliyor ama vergi dairesine kavuşmanın mutluluğu her şeye değiyor.
Kapıda dört levha dördü de başka vergi dairelerine ait. Merdivenleri çıkıp uğultuyu ve kalabalığı görünce "eyvah" diyor. "Eyvah ki eyvah..."
Vezne kuyruğu merdivenlerden taşmış. Bir bankonun önünde onlarca kişi ellerinde evraklar, kağıtlar bir şeyler öğrenmeye çalışıyor.
Ve bir erkek görevli, kahramanca herkese laf yetiştirmeye çalışıyor.
Kulak kesiliyor özellikle sağ tarafından. Sol taraftaki kulağı yıllar evvel bir hatundan yediği tokat yüzünden artık ağır işitiyor.
Bir sözü anlıyor ne de olsa serde gazetecilik var.
"Üst kat soldaki odada borcunuzu" öğrenin lafını duymasıyla soluğu orada alması bir oluyor.
Bir görevlinin önünde dört kişi var. Onlarca dosyaya boğulmuş memurların arasından birisi sesleniyor:
"Bekleyen varsa yardımcı olayım."
Hafif eğilip kağıdı uzatıyor. Memur ekrandan kafasını kaldırıp soruyor: "Mahkemelik işiniz oldu mu?"
Yooo..
Dudak büküyor ve borcunu söylüyor. "102.50, gecikme zammı 10.52. Toplam 113 lira 52 kuruş."
Derin bir nefes alıyor ve "peki neden" diye sorabilecek kadar sesi çıkıyor.
"Bilmem ben tapu işlerine bakıyorum şu ilerdeki arkadaşlara sorun."
Aralarından geçip bir hanımefendiye soruyor. Hah tam isabet, kağıdı alıyor ve bilgi veriyor. "Mersin'de 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'ndeki bir davayla ilgili" diyor ve dosya numarasını yazıyor. Başka... başka bilgi yok...

HERKES GİDEN MERSİN'E...

Memur bir çıkış alıyor ve "yazıcıdan getirin" diyor. Hayatında Mersin'e ayak basmamış vatandaş Fikret yargılanmış ve ceza almış. İyi mi...
Ah birden aklına geliyor, annesinin "çocukken Suzan teyzelere Adana'ya gittiğimizde Mersin'e de gitmiştik" dediğini.. Herhalde "ayak bastı parası" diye aklından geçiriyor...
Yeniden alt kata inip görevliye soruyor.
"Acaba başka bir vergi dairesine yatırabilir miyim." Olmaz buraya yatacak.
Vezne kuyruğuna girip bekliyor. Çocukluğuna dönüyor birden... Tüp, ekmek kuyruklarını anımsıyor...
Sohbetler gırla gidiyor. Herkesin bir derdi var. Neyse işte vezne göründü. Bir bayan kağıdı alıp teyit ediyor. Yan taraftaki erkek memur tahsil ediyor.
Kuş gibi hafifliyor vatandaş Fikret... Uçar gibi aşağıya iniyor. Yağmur, fırtına ve trafik... Bahtiyar oluyor...
Bozcaada'daki ev yeniden ete kemiğe bürünüyor.
Ertesi gün perşembe günü Yurt Haberler Müdürü Aydın Şentürk'ün yardımıyla Mersin'deki muhabir olayın ayrıntısını ortaya çıkarıyor.
Bir ara gazete künyesinde olan vatandaş Fikret, 2009'daki bir davadan yargılanıyor. Mahkeme masrafı vergi cezası olarak ta oralardan kalmış...
Vatandaş Fikret bu yazıya oturduğu gün yani Cuma sabahı bir bakıyor ki arabasının iki plakası da çalınmış.
Karakolda ifade, olay yeri inceleme, parmak izi derken yeniden bahtiyar oluyor...
(Bu yazı 1 Mayıs pazar günü Sabah gazetesi pazar ekinde yayınlanmıştır.)

13 Mart 2011 Pazar

Ahmet Şık’ı çok mu seviyorsunuz!

Ahmet, gözaltına alınırken, "Dokunan yanar arkadaşlar" diye bağırmıştı...

Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmaları artık Türkiye’deki kavganın ve iktidar hesaplaşmasının başka bir evreye girdiğini gösteriyor.
Ahmet’le 90'lı yılların başında Cumhuriyet’te çalıştık.
Ben yazişlerinde gece sorumlusuyken o polis muhabiriydi.
Bir yandan da üniversiteye devam ediyordu.
Çalışkan, yerinde duramayan, dürüst biriydi. Nasıl da koştururdu haber için.
Nedim’i de dostları ve arkadaşları iyi biri diye anlatıyor ve kefil olduklarını söylüyor.
Ama ben size Ahmet’ten söz etmek istiyorum…
Bir gün pikajda (daha bilgisayarlı sisteme geçilmemişti.) sayfaları yetiştirmeye çalışırken koşarak içeri girdi ve montajların makineye dairesine indiği kapağı görmedi, takıldı.
Tam böğrüne neredeyse ihmalden açıkta bırakılmış bir demir girecekti.
Çok acı çekiyordu ama hala haberi bize anlatmaya çalışıyordu.
Sonra yıllar sonra Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde bir konferansta karşılaştık.
Aynı masaya düşmüştük yemekte, uzun uzun sohbet edip hasret gidermiştik.
Onu Radikal’deki iyi işleriyle hatırlıyorum, sonra gazetede sanıyorum fazla mesaiyle ilgili hakkını aramaya kalkınca onu işten attılar. Bir dönem sonra Alev Er onu Aktüel’de işe almak isteyince engellendi. Çünkü patronlar onu kara listeye almıştı.
Sonra Nokta dergisinde ortaya çıktı, Darbe Günlükleri’ni yayınladılar.
Sarıkız, Ayışığı gibi darbe planlarını kamuoyuna duyurduklarında kıyamet koptu. Dergi basıldı sonra da kapatıldı, Ahmet bir kez daha işsiz kaldı. Daha sonra Bilgi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmaya başladı. Ta ki tutuklanana kadar.
Hem de ne tutuklama, bugün Ergenekon davasına gönülden destek verenlerin dahi “Ne oluyor, bu mudur” diye sordukları bir gerekçeyle Silivri’de yatıyor şimdi.
Ahmet ki Ergenekon davasına desteğini Ertuğrul Mavioğlu’ya kitap yapıp ortaya koymuş birisi.
Şimdi Ergenekon örgütü suçlamasıyla içerde.
Savcı yasanın ona verdiği yetkiyle asıl gerekçeyi açıklamıyor.
Yani o da biz de bilmiyoruz ne olduğunu iyi mi…
Bugün Ahmet için belden aşağı vuranlara sözüm yok, onlar en iyi bildikleri işi yapıyorlar..
Ama o timsah gözyaşı dökenler yok mu. Patronları için onu kurban edip işsiz kaldığında gıklarını çıkarmayanlar…
Şimdi onun üstünden demokrasi insan hakları dersi veriyorlar ya deli oluyorum...
Ooof oofff…..
Sosyalistti Ahmet ve hep öyle kaldı…
Ne güzel…

Fatih Camisi'ndeki tören ve Erbakan....


Çocukluktan başlayıp gençlik yıllarımıza ve şimdi orta yaşı geçtiğimiz uzun bir döneme damgasını vurdu Necmettin Erbakan…
O dönemden Bülent Ecevit ve Alparslan Türkeş’i de sayarsak bir tek Süleyman Demirel kaldı geriye…
Parlak ve başarılı bir mühendisten siyasetçiye dönüşen acayip bir figürdü…
Türkiye’nin gündemine Siyasal İslam’ı yerleştiren ve yetiştirdiği kadroların bugün ülkeyi yönetmesine de bakarsak Erbakan’ın önemi anlaşılabilir…
İslami hareketin gerçek doğum yeri olan Fatih’te büyümüş biri olarak tüm gelişmelerin yaşayarak tanığı oldum…
Fatih Camisi’nin ikinci kapısının karşısına denk düşen Halıcılar Caddesi’nde otururken ilkokuldaydım… Ve tam o köşede Fevzipaşa Caddesi’nde açılan Huzur Giyim ilk tesettür mağazasıydı. Sonra Draman ve Çarşamba’da örgütlenen Milli Selamet Partisi’nin gençlik örgütü Akıncılar ağırlığını hissettirmeye başlamıştı.
Sol örgütler; Maocular, Sovyet yanlıları, üçüncü yolcular yani Enver Hocacılar diye bölünüp hem kendi aralarında hem de ülkücülerle çatışırken, İslamcılar yavaş yavaş geliyordu.
Bir bakıyordunuz daha dün top oynadığınız sohbet ettiğiniz birisi kirli sakal, şalvarla gezmeye başlamış.
Bir gün Pertevniyal Lisesi’nde okurken o çocuklardan biri tanımadığım birileriyle birden çevremi sarıp tehdit etmişti..
Sanırım hava atmak istemişti ama durum buydu işte…

İstanbul’dan ziyade muhafazakar Anadolu’da iyi örgütlenen Erbakan’nın MSP’si klasik sağ söylemin silahlarını ele geçirmiş üstüne bir de din gibi çok önemli bir faktörü eklemişti.
Konya, Erzurum gibi kentler bir yana Diyarbakır gibi her zaman solcu ve isyancı ruha sahip yerde bile inanılmaz bir tabana sahip olmuştu. Kürtler’deki dindar kesimi de bayağı etkilemişti..
Hayatımızı altüst eden faşist Milliyetçi Cephe hükümetlerinde iki kez Başbakan Yardımcılığı yapan Erbakan’ı asıl devlete taşıyanın sosyal demokratların olması da hazin bir durum…
1973’te Ecevit’le iktidarı paylaşan Erbakan yıllarca örgütlenmesini sürdürüp bürokraside de etkinlik sağladı..
Attığı hayali temeller, komik sözleri de unutulmaz tabi ki…
12 Eylül darbesi onu da devirdi ancak geri gelmesi uzun sürmedi…
Çünkü attığı tohum büyümüştü. Has adamlarından Özallı yıllar başladı..
Özal acımasız vahşi bir liberaldi pek onun izini sürmedi ama Müslüman kimliğini de öne çıkarmayı severdi…
Sonrası malum…
Hırslı biriydi, ağır hasta halde partiyi geri aldı ve ölene kadar da lider kaldı
Bugün arkasından ölümü üstüne yazılıp çiziyor.
Cenazesine olan katılım ve görüntüler çok şey anlatıyor.
Onunla ilgili dizi yazıyı yayına hazırlarken, televizyonda, fotoğraflarda izlediğim Fatih Camisi bana işte bunları düşündürdü…


21 Şubat 2011 Pazartesi

Ve nihayet Bal: Yusuf, O'na döndü...


"Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı.
Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı.
Dönüş yalnız O'nadır"
Teğabun (Aldanma) Suresi (3. ayet)

Semih Kaplanoğlu'nun Yusuf Üçlemesi'nin son filmi Bal, Berlin'den Altın Ayı ödülüyle dönünce birdenbire ilgi çekti. Beşiktaş, Levent, Mecidiyeköy gibi önemli bir bölgede tek sinemada gösterilmesi ne kadar hazin. Ancak dördüncü haftasına kadar vizyonda kalması da gerçekten şaşırtıcı. Gerçi her seansta 10 kişiden fazlası yoktu ama olsun.
Bir önceki yazıda üçlemenin iki filmi Yumurta ve Süt'ü ele alırken Bal'ı da izlersem klasik bir roman okumuş gibi olacağım demiştim. Gerçekten öyle oldu. Bal, görüntüleri, seslendirmesi ve senaryosuyla diğer iki filmin tamamlayıcısı ve ikisini de aşan bir film olmuş. İlk iki filmi izleyenler Bal da birçok sorunun yanıtını buldu. Ve Bal'dan ötekilere gönderme yapan ince mesajları anladı.
Bal kendi başına da tek film olarak müthiş ve etkileyici bir görsel şölen..
Ve bu üçlemeyi baştan sona ya da sondan başa doğru da izlemek değişik tatlar bırakacaktır...
Türkiye'de ve Avrupa'da çıkan eleştirilerin birçoğunu okudum.
Benim bakış açım ise Yönetmen Kaplanoğlu'nun da çok istediği gibi manevi mesajları ele almak olacak...
Dini kitaplarda ve halkların dilinde Yusuf'un hikayesi çok önemli bir yer tutar.
Urfa yöresinde bu öykü dini kaside olarak yer alır ve Sıra Geceleri'nin vazgeçilmezleri arasındadır.
Türküsü de ünlü sanatçılar tarafından söylenmektedir.
"Ben bir Yakup idim kendi halimde
Mevla'mın kelamı vardır dilimde
Yusuf'u kaybettim Kenan elinde..."
(Ahmet Uzungöl-Urfa türküsü)
Filmdeki Yusuf da tıpkı Yusuf Peygamber gibi rüyalar görmektedir. Babası Yakup'a söz eder onlardan o da yüksek sesle ve her yerde söylememesini tembih edip kulağına fısıldamasını ister. Kuran'daki Yusuf Suresi'nde bu durum şöyle anlatılır:
4. Bir zamanlar Yusuf, babasına (Ya'kub'a) demişti ki: Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm.
5. (Babası:) Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.
6. İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.
Bal'daki küçük Yusuf'un kaderi kutsal kitaptaki gibi önce binbir çile ve zahmetten sonra Mısır'a sultanlık olmuyor ancak manevi hazzı hissetmemek mümkün değil...
Yusuf; gerek 40'lı yaşlarındaki Yumurta'da gerek 20'li yaşlarındaki Süt'te ve 7 yaşlarındaki Bal'da hep bir arayış içinde...
Bu arayış baba figürüyle özdeş.
Seçilen mekanlar ve doğa görüntüleri ise tüyler ürpertici.
Filmde sessizliğin sesini dinliyorsunuz...
Bu da filmin ruhani havasını çok iyi yansıtıyor.
Ve tabii ki Yusuf'u oynayan minik Bora Atlas'ın olağanüstü halleri.
Kaplanoğlu'nun seçimi tam isabet...
Ve finalde Yusuf'un en büyük acıyla doğaya dönüşü..
Birçok ayette olduğu gibi Necm Suresi 42. ayet finali çok iyi anlatıyor:
"Şüphesiz en son varış Rabbinedir."

Not: Üstünden uzun bir süre geçti biliyorum, el atıp bir kenara koyduğum yazılardan biri... Ama silmeye de kıyamadım...

Soyadı gibiydi Gülgeç, güldü ve geçti gitti

Böyle gülen adam görmemiştim, sürekli espri yapar ve ortalığı çınlatan bir sesle gülerdi.  Cumhuriyet gazetesinde geçen o unutulmaz günlerde giriş katındaki karikatürcüler ekibi herkesin uğrak yeriydi. Çünkü sohbet, gırgır ve neşe hiç eksik olmazdı. Hele gazete içi dedikoduların onların dilinde ne hale geldiğini hepimiz merak ederdik. İsmail Gülgeç, Kamil Masaracı, Kemal Gökhan Gürses, Semih Poroy ve diğerleri...
Çalışırdık, üretirdik ve gülerdik hem de ağız dolusu...
Türkiye'nin zor günleriydi ancak biz Cumhuriyet gazetesinde daha vazonun kırılmadığı günlerde Hasan Cemal'in liderliğinde sadece ve sadece gazetecilik yapardık Başka türlüsünü bilmezdik çünkü...
İşte o günlerin müthiş ekibindeki adamlardan biriydi İsmail Gülgeç. İki ayağındaki eksikliğine rağmen koltuk değnekleriyle nasıl hızlı giderdi inanamazdınız. Özel yapılan direksiyondan idare edilen arabasını da bir kullanırdı ki...
Bir gün beni Cağaloğlu'ndan Sirkeci'ye bıraktı, abartmıyorum nefesim kesildi. Bir daha tövbe etmiştim...
Yazı İşleri Müdürümüz Okay abi (Gönensin) ile nasıl kapışırlardı. Geçenlerde yazdı zaten, odasına dalar çığlık kıyamet Okay abi kaçar o kovalardı...
Çizgileri ve zeka dolu esprileriyle süslenen karikatürleri hala müthiştir...
Hele kazaları ve sürücüleri eleştirdiği bir tanesi var ki hala aklımda...
İlk karedeki şöfor kare kare değişerek en sonunda at üstündeki akıncılara dönüyordu.
Sevgili kardeşim gazeteci Vedat Danacı'nın da dayısıydı...
Şöyle bir geçmişe baktım da son iki yılda ne çok insanı uğurladık yolu Cumhuriyet'ten geçmiş..
İlhan Selçuk, Turhan Selçuk, Sander abi, Mehmet Sucu, Abdül abi, Deniz Som... Ve en son İsmail abi...

19 Ocak 2011 Çarşamba

Türk Telekom Arena'da ilk akşam


Göçmen kuşlar misali gibi göç ediyor Ali Sami Yen ahalisi… Bir zamanlar Mecidiyeköy’e giderdik şimdi paralel yönde kuzeyi gösteriyor levhalar… Metro istasyonundaki yönümüz de ters istikamette artık. Sanayi durağı yeni noktamız. Zaten çok da aranmıyoruz, sarı kırımızı bir renk denizinin peşine takılmak yeterli… Tren geliyor tıklım tıklım; itiş kakış biniyoruz. Normal yolcuların şaşkınlıktan gözleri büyümüş. Vagon da zıplayıp şarkılar söyleniyor. “Yeni Malatyaspor ve mekan oynatıyor abi” en gözde sloganlar. “Vagonu sallamayın”anonsunu da kim duyar kim takar ki… Sanayi’den sonra aktarma için yürüyüş başlıyor. Yeni treni bekliyoruz ve görünür görünmez kıyamet kopuyor: “Alemin kralı geliyor.”

Kısa bir yolculuktan sonra Arena heyecanı başlıyor. Anons ve yönlendirmelerle yürüyoruz. Haeni Orhan Veli’nin şiiri gibi: “Gemlik’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma” Ve karşınızda tüm görkemiyle stadyum. Yeni yuvamız.
Ali Sami Yen’de üç beş kapıdaki itiş kakışa yıllardır alışıktık, ama burada durum farklı.
Yüzlerce turnike var ancak elinizdeki bilet hangi kapıya aitse barkod onu okuduğu için oradan girmek zorundasınız. Biletimle beş kez bir aşağıya bir yukarıya yollanıyorum yok, nafile. Neyse çok sürmüyor. Biri halime acıyıp bakıyor ve buyurun burası diyor. Daha yetişmemiş belli ki. Tam Nasrettin Hoca türbesi gibi. Gibi fazla aynen öyle: Kapısı var etrafı açık. Sürgülü bir kapıdan içeri girip koca alanda tam köşede üç adet turnikenin önünde duruyorum. Biri bileti alıyor, öbürü turnikeyi boşa çeviriyor, ben yandaki geniş alandan içeri giriyorum.
VIP salonu şık erkekler ve kadınlarla dolu… İşadamı Cem Hakko, takımın basketbol hocası Oktay Mahmudi, efsane futbolcu Popescu, sanatçılar, gazeteciler, siyasetçiler ilk göze çarpanlar… Tuvaletlerde sıra yok, yemekler ve içcecekler gayet temiz ve güzel. Serviste fena sayılmaz. Uyarılara rağmen herkes püfür püfür sigara içiyor.

Boşken Başkan Polat eşliğinde gezdiğimiz Arena’ya adım attığımız an görüntü tüyler ürpertici. Işıklar, sesler, ambians gerçekten nefes kesiyor. Kenan Doğulu konseri, söylenin aksine başarısız bir gösteri. Başbakan’a gösterilen tepki ve TOKİ Başkanı’nın o kızgınlıkla kulübü aşağılamasıyla yaşananlar ise geceyi zehir ediyor. Başbakan ve Başkan Polat stadı terk ediyor.
Ali Sami Yen’deki alışkanlıklar burada da sürüyor. Başkan, futbolcu herkes yuhalanıyor Stat muhteşem ama seyirci eski… Yani Batı Cephesi’nde yeni bir şey yok.
Eski hoca Rijkaard’a jest olsun diye açılışa çağrılan Ajax’la yapılan tatsız tuzsuz maç bitmeden yola düşüyoruz.
Önce metroyu deniyoruz. Ancak güvenlik endişesiyle gruplar halinde alındığı için kalabalığı yarıp inşaat halindeki yollardan kendimizi Maslak- Zincirlikuyu yoluna atıyoruz.
Artık kim kalmış ve izliyorsa stadyumda şenlik sürüyordu. Havai fişekler geceyi aydınlatıyor. Dönüp bakıyorum ve o an aklımdan Ali Sami Bey, Metin Oktay, Baba Gündüz geçiyor. Galatasaray tarihinin ve taraflı tarafsız her sporseverin saydığı o güzel insanlar…
Biz Ali Sami Yen’den buraya göçerken acaba o insanların karakterini, alçak gönüllüğünü, rakibe karşı olan saygısını, ahlakını da getirecek miyiz.

Not: İş yoğunluğundan 21 Aralık 2010'da Adnan Polat'ın daveti üzerine gezdiğimiz Arena'dan izlenim ve fotoğrafları, Ali Sami Yen'e vedayı ve 15 Ocak'taki protesto ve gelişen olayları da yazacağım.. Bir de benden dinleyin..

11 Ocak 2011 Salı

Yorumsuz



Ne zaman dara düşsem nefes alamaz hale gelsem liman gibi onlara sığınırım. Statükoya, her türlü güce karşı tek başlarına direniyorlar. İyi de ediyorlar. Ortakokuldayken cuma günlerini zor ederdik. O muhteşem Gırgır dergisi elden ele gezerdi. Satışı bir zamanlar dünyanın en çok satan üçüncü büyük mizah dergisine ulaşmıştı. Kimler yoktu ki... Ekibin kaptanı Oğuz Aral başta olmak üzere kardeşi Tekin Aral, Nuri Kurtcebe, Altan Erbulak ve niceleri... Avanak Avni, Zalim Şevki, Gaddar Davut, Tarzan karakterleri unutulur mu? Bugünlerde tek başlarına muhalefet yapan Leman, Penguen, Uykusuz kadroları Oğuz Aral ekolünden geliyor.
İşte yılın son günü Penguen'in kapağı...Ne çok şey anlatıyor...
Bir de duyuru: Leman dergisi 1000'nci sayı için çok özel hazırlandı. 10 yılı devirip efsane Gırgır'ı bile geçtiler...
Koleksiyon yapılacak, saklanacak bir sayı olacak benden söylemesi...