Sayfalar

31 Mart 2012 Cumartesi

Gündem'in yasağı kısa sürdü



Zor günlerdi zor... Güneydoğu'yu yangın gibi saran savaş artık Batı'ya dayanmıştı. Faili meçhuller almış başını gitmişti...
Bir gece kapıya birileri dayanıp (Beyaz Toroslu arabalar) babaları, eşleri, gençleri alıp gidiyordu. Sonra ya bir yerde ölüsü bulunuyordu ya da kayıp... Onlarca yıla rağmen hala izleri yok...
Analar her Cumartesi toplanıp onları arıyorlar...
O günler herkesin kafasını öbür yana çevirdiği günlerdi... Medya manipülasyonla, yalan haber yapıp meseleyi anlayacağına çarpıtıyordu...
Bir halkın başına çökmüş derin yapılanma yoksulu, garibanı yalnızca ve yalnızca Kürt olduğu için acımasızca eziyordu. Köyler yakılıyor, büyükşehirler göçle dolup taşıyordu.
Öte yandan yoksul Anadolu çocukları askerde ardı ardına şehit olup Batı'da öfkeli kalabalıklar tarafından toprağa veriliyordu...
Bugün artık çok iyi biliyoruz ki, iki halkı birbirine kırdıranlar var.
Özgür Gündem de o günlerden büyük acılar çekerek geldi...
Bu gazetenin başından çok şey geçti, bombalandı, çalışanları kaçırılıp işkence yapıldı ve öldürüldü...
1996'da kapatıldığında Ahmet Altan, Orhan pamuk gibi aydınlar Beyoğlu'na çıkıp gazeteyi dağıtmıştı..
Ve yıllar sonra 2012'nin 24 Mart'ında mahkeme "örgüt propagandası yaptığı" gerekçesiyle gazeteyi toplatıp bir aylığına da kapattı.
Ancak tepkiler üzerine bir hafta sonra mahkeme "pardon" dedi. Bu özrü de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa'nın 90. maddesine atıfta bulunarak kararının isabetli olmadığını bildirdi...
Konuşarak, tartışarak ve silahların sustuğu bir hayatttır özlemimiz, yasaklar değil...

30 Mart 2012 Cuma

Medeniyetlerin Fatih'i...


Türk sinemasının en büyük bütçeli filmi "Fetih 1453" gösterime girdiği günden beri tartışılıyor. Filmi vizyona girdiği ilk hafta 2 buçuk milyon kişinin izlemesi ve birçok ülke tarafından satın alınması büyük bir başarı... Sinema eleştirmenleri özellikle savaş sahnelerini çok beğendi, tarihçiler ise olayların ve kişilerin üstünden giderek haklı eleştiriler sıralıyor. Filmin bunların yanında en büyük getirisi, kulaktan dolma ve resmi tezlerle bildiğimiz bir döneme ait tarihin tartışılmaya başlanması oldu...
Fatih Sultan Mehmed ve Fetih'le ilgili kitaplar yeni baskılar yaptı. Filmin danışmanlarından Prof. Dr. Feridun Emecan hoca başta olmak üzere birçok tarihçi televizyon ve gazetelerde söyleşilerle tartışmayı olgunlaştırdı.
İstanbul'un fethi birçok ilkin yaşandığı bir olaydır...
Ateşli silahların ve modern askeri tekniklerin kullanıldığı önemli bir savaştır..
Ortaçağ'ı kapatmıştır ve Prof. İlber Ortaylı'nın da isabetle belirttiği gibi; elli üç gün süren uzun savaş gerçekten Ortaçağ'ı kapatmıştır. Bu Ortaçağ, Avrupa tarihi için böyle olduğu gibi bizim için de öyledir...
"İşte bu imparatorluk çağı da bir yerde Osmanlı'nın yeniçağıdır."
Fatih, 29 Mayıs 1453 Salı günü İstanbul surlarından içeri beyaz atıyla girdiği zaman, son Bizans İmparatoru 11. Konstantin Paleiologos elinde kılıçla son nefesini veriyordu. Kuşkusuz bu olay insanlık tarihini değiştirmiştir. Bazı tarihçilere göre Roma İmparatorluğu Bizans'ın düşmesiyle yok olmamış, şekil değiştirmiştir. Bir dönem Roma'da Papanın danışmanlığını yapan Grek kökenli filozof Georgios Trapezuntios 1466 yılında Fatih'e yazdığı mektubunda şöyle diyor: "Roma İmparatorluğunun başkenti Konstantiniyye'dir... Dolayısıyla siz Romalıların meşru imparatorusunuz... ve kim ki Romalıların İmparatorudur ve öyle kalır, o zaman da tüm dünyanın İmparatorudur."
Burada Osmanlı'nın Roma İmparatorluğunun varisi olduğu kastedilir ki bunda haklılık payı vardır.
Rumlar yeryüzündeki cennet, Tanrı'nın ihtişamının tahtı olarak gördükleri o muhteşem mabet Ayasofya'nın içine sığınmışlardı. Bir mucize bekliyorlardı...
Fatih içeriye girer ve mermer zemini hırpalayan askerlerinden birini durdurarak, "Ganimet ve esirlerle yetinin; şehrin yapıları bana aittir" der. Hazreti İsa'nın, Meryem Ana'nın ve Ortodoks ermişlerinin dibinde Allah'a dua etti. Tebrikleri de kabul ettikten sonra onlara şunu söyler: "Osmanlı'nın tahtı burada sonsuza kadar sürsün. Mührü muvaffakiyet olsun."
Filme dönersek bazı abartılmış yerlerine rağmen işte bu yüzden faydalı oldu diye düşünüyorum.
İlber Hoca'nın, Fatih hakkındaki tespiti bu yazının son sözleri olsun ancak bu büyük adamın kişiliği, dünyaya bakışı, imparatorluğun temeline attığı harcı daha konuşuruz:
"Fatih bir imparatorluk inşaa etmektedir; ama şunu da ifade edeyim ki altı asırlık imparatorluğu tarihi içinde sadece anavatanımız Anadolu'yu değil, Türkiye'nin dışında kalan Osmanlı ülkelerinin de içtimai, dini, kültürel yapısını en çok değiştiren hükümdar Fatih Sultan Mehmet'tir."

22 Mart 2012 Perşembe

Tanpınar ve geçmiş zaman... 2

Evliya Çelebi'nin "Velhasıl Bursa sudan ibarettir" dediği kentte bir vakitler 200 çeşme varmış.

Türk edebiyatının büyük ustası Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kılavuzluğunda çıktığımız Bursa yolculuğuna kentin Osmanlı'nın kurucu başkenti olduğunu ve manevi iklimiyle başlamıştı. Tanpınar'ın her bir kelimesi zerafet içeren anlatımıyla yine 1940'lı yıllara dönüyoruz. Osmanlı'nın çeşme kültürü bir başkadır. Birbirinden zarif çeşmeler birdenbire karşınıza çıkıverir, bir sokağı dönersiniz işte karşınızda. Üstünde hayır sahibinin adı ve duasıyla. İşte Evliya Çelebi'de Bursa'nın çeşmelerinden uzun uzun söz ettikten sonra "Velhasıl Bursa sudan ibarettir" diye son noktayı koyar. Tanpınar, "Evet, Bursa bir su şehridir" der ve 200'den bunun sebebinin de Şeyhülislam Kara Çelebizade Aziz Efendi olduğunu aktarır.
"Menfasını değiştirttiği bu su şehrindeçeşme yaptırmayı kendine biricik eğlence edinir ve servetinin mühim bir kısmını bunun için harcar. Böyle bir hayrata ihtiyaç olmadığını aklına bile getirmeden yaptırdığı bu çeşmelere Bursalılar hala Müftü çeşmeleri diyorlar."
Tanpınar o dönemde çeşme sayısını ikiyüz olarak veriyor. Şimdi durum nedir kimbilir. Kaç fani başında durup susuzluğunu dindiriyordur...
Üstat Bursa'da kelimelerin de peşine düşüyor. İşte Gümüşlü. Osman Bey'in gömüldüğü eski Bizans manastırının adı.
Diyor ki; "Bursa fatihleri yarım asra yakın bir zaman imanlı ve coşkun akışlarına yol gösteren bu adamın hatırasını elbette böyle bir kelimeye, bir istikbal rüyasına benzeyen bu üç heceye emanet edebilirlerdi."
Peki ya bir semte adını veren Nilüfer.
"Bursa'yı tek başına bütün bir bahar güzelliğiyle doldurur. Orhan Bey'in karısına olan sevgisi veya I. Murat'ın evlat muhabbeti, bu kadının adını Bursa'nın ve İznik'in tarihine ayrılmaz bir şekilde bağlamıştır."
Ya Yeşil'e ne demeli:
"Bu kelimenin ilk cetlerle beraber Orta Asya yaylalarının baharından geldiği o kadar belli ki... Fakat Bursa'da yeşilini manası çok başkadır; o ebediyetin rahmani yüzü, bir mükafata çok benzeyen bir sukunun fani bir saate sinmiş manasıdır."

                                Cem Sultan'ın mezarının da bulunduğu Muradiye türbesi

Osmanlı'nun kurucu başkenti Bursa'nın önce Edirne sonra da İstanbul'a giden merkezi rolünü nasıl karşıladığını Ahmet Hamdi'nin yorumu ise unutulmazdır:
"Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiğii erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne'nin kendine ortak olmasına, sonra İstanbul'un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır? Her ölen padişahın ve Cem vak'asına kadara her öldürülen şehzadenin cenazesi şehre getirildikçe bu geçmiş zaman güzelinin kalbi şüphesiz bir kere daha burkuluyor: "Benden uzak yaşıyorlar, ancak öldükleri zaman bana dönüyorlar. Bana bundan sonra sadece onların ölümlerine ağlamak düşüyor!" diyordu.
Tanpınar, Bursa ovasına hakim bir kır kahvesinde doyumsuz manzarayı övdükten sonra "Hiç bir şey düşünmek istemiyorum" diyor ve ekliyor:
"Sadece bu anı ve bu aydınlığı Bursa ovası denen büyük ve zümrütten yontulmuş kadehten içmekle kalacağım. "En iyisi budur, diyorum; eşyayı bırakmalı güzelliğinin saltanatını içimizde kursun."

Tanpınar ve geçmiş zaman... 1


Her şey geçen pazar bir gazetenin kültür sayfasının eteğindeki üç sutünluk haberi görmemle başladı.
Tanpınar Ödülleri 11'inci kez Bursa'da başlıklı haberde başta ünlü şair-yazar Hilmi Yavuz'un da aralarında bulunduğu jüri üyelerinden söz ediliyordu. Son başvuru tarihinin 18 Mayıs olduğu yarışmada verilecek ödüllerden de bahsediliyordu. Buraya kadar her şey normaldi ancak bu yılki ödülün konu başlığını okuyunca çok mutlu oldum.
Hani şöyle nefis bir İskender tabağı önünüze gelir de dört gözle başlamak için tereyağı servisini beklersiniz ya işte öyle oldu...
Bakar mısınız konu başlığına:
"Bursa Geçmiş Zaman Nöbetçisi."
Hemen kütüphaneme seyirttim...
Ahmet Hamdi Tanpınarlar oradaydı...
Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huzur, Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler ve işte aradığım kitap Beş Şehir...
Ve her daim en sevdiğim şiirindeki o dizeler eşliğinde kitabın kapağını araladım...
"Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmaz akışında..."

USTADAN USTAYA

Türk edebiyatının büyük ustasının Erzurum, Ankara, Konya, İstanbul ve Bursa'yı ölümsüzleştirdiği Beş Şehir başka bir büyük ustaya ithaf edilmiş ki bu da eserini bir başka güzelleştiriyor:
Tanpınar kitabın girişinde Yahya Kemal Bayatlı için şunları yazıyor:
"Yahya Kemal'in derslerinden -fakültede hocamdı- ayrıca eski şiirlerin lezzetini tattım. Galib'i, Nedim'i, Baki'yi Naili'yi ondan öğrendim ve sevdim. Yahya Kemal'in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. dilin kapısını bize o açtı. Millet ve tarih hakkındaki fikirlerimizde bu büyük adamın mutlak denecek tesiri vardır."
Buyrun biz de o kapıdan girelim.
Tanpınar'ın Bursa'da Zaman başlıklı bölümü 8 Mart 1941'de yayınlanmış.
(İlk Bursa Tasvir-i Efkar olarak görülüyor... Ve her şehir ayrı tarihlerde gazetelerde neşredildikten sonra 1946 yılında kitap haline getiriliyor. Benim elimdeki 2009 tarihli ve 26. baskı...)
Gazetedeki haberin konu başlığıyla kitabı buluşturduktan sonra artık biraz daha ayrıntıya girme zamanı...
"Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştan başa ve iliklerime kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman içinde hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir. Uğradığı değişiklikler, felaketler ve ihmaller, kaydettiği ileri ve mesut merhaleler ne olursa olsun o, hep bu ilk kuruluş çağının havasını saklar, onun arasında bizimle konuşur, onun şiirini teneffüs eder."
Üstat konuya böyle girer ve sonra daha eskilere giderek bir seyyahtan alıntıyla düşüncesini pekiştirir:
"Bu hakikati gayet iyi gören ve anlayan Evliya Çelebi, Bursa'dan bahsederken 'ruhaniyetli bir şehirdir' der."
Bir başta tanık daha vardır sırada:
"Sadrazam Keçeci Fuad Paşa ise, 'Osmanlı tarihinin dibacesi' diyerek bu mazi damgasını başka şekilde belirtir."
Yani Fuad Paşa dibacesi derken başlangıcı olduğunu vurguluyor ki çok isabetli bir tanımlama...

ZAMANDA KAYBOLMAK

Bursa'ya birkaç kez gittiğini belirten Ahmet Hamdi Tanpınar ruh halini özetliyor:
"Her defasında kendimi daha ilk adımda bir efsaneye çok benzeyen bu tarihin içinde buldum, zaman mefhumunu adeta kaybettim ve daima, bu şehre ilk defa giren ve onu baştan bir Türk şehri olarak kuran dedelerimizin yaşayışlarındaki halis tarafa hayran oldum."
Ve devamında şiir kokan o cümle: "Onlar zaferin kendilerine ilk gülüşü saydıkları bu şehri o kadar sevmişler, o kadar candan kucaklamışlar ki, hala taşı, toprağı bu yükseltici ve şekil verici ihtirasın nurdan izleriyle doludur."
Peki bu şehirde zaman kavramını kaybetmek nasıl bir şeydir, niyedir, ya da nasıl olur, olabilir...
"Bu şehirde muayyen bir çağa ait olmak keyfiyeti o kadar kuvvetlidir ki insan 'Bursa'da ikinci bir zaman daha vardır' diye düşünebilir."
Hadi çıkın içinden çıkabilirseniz... Ahmet Hamdi bir yazar, sanatçı ruhuyla böyle benzetmeler yapması normal diyebilirsiniz belki.
Yazısının üstünden 72 yıl geçmiş ancak yolu Bursa'dan geçenlerin bunu çok iyi anlayacağını biliyorum..
Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemini çok iyi bilen, söze, müziğe, tarihe, yazıya hakim bu ustanın hislerini nasıl göz ardı edebiliriz ki...
Bakın o ikinci zamanın ne olduğunu gelecek yüzyıllara da miras kalacak bir şekilde nasıl da mühürlüyor:
"Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımz, seviştiğimiz zamanın yanı başında, ondan daha çok başka, çok daha derin, takvimle, saatle alakası olmayan; sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında edebi bir mevsim gibi ayarladığı velüt ve yekpare bir zaman... Dışarıdan bakılınca çok defa modası geçmiş gibi görünen şeylerin, bugünkü hayatımızda artık lüzumsuz zannedebileceğimiz duyguların ve güzelliklerin malı olan bu zamanı bildiğimiz saatler saymaz, o sadece mazisinde yaşayan bir geçmiş zaman güzeli gibi hatıralarına kapanmış olan şehrin nabzında kendiğinden atar."
İşte böyle yerimiz bitti ama Tanpınar'ın kılavuzluğundaki gezimiz bitmedi...
Bursa'da adların cazibesi, bir semte adını veren Nilüfer Hatun ve Emir Sultan'ın hikayesi, suları, çeşmeleri, türbeleri, ovası da bitmedi.
Ya Osmanlı'nın Edirne ve İstanbul'a yönelmesine rağmen Bursa'nın tevazusu ve kuruluş şehri olmanın taşıdığı gurur...


Beşiktaş Çarşı'sı üstüne...



"Gemlik'e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma"
Orhan Veli bu dizeleri boşuna yazmamış. Hakikatten öyledir, Gemlik'e doğru birden deniz çıkar karşına, şaşırır kalırsın, büyülenirsin.
Beşiktaş çocukluğum anıları arasında en mutena yerdedir. 70'li yıllarda Rumelihisarı'ndaki akrabalarımızdan dönüşte, muhakkak mola verirdik. Barbaros Hayrettin Paşa'nın heykeli ve mezarının bulunduğu o koca alanda, oynardık...
Sonra annemin hazırladığı nevaleyi yedikten sonra 28 numaralı Beşiktaş-Edirnekapı yazan son otobüsle Fatih'teki evimize giderdik.
A. Kadir "Bir Beşiktaş tramvayı aldı beni/ Bir Beşiktaş tramvayı sana getirdi" diye yazarken neler düşünüyordu bilmem ama benim Beşiktaş anılarım işte böyle başladı.
İstanbul böyledir, ana caddelerin, bulvarların bir yan sokağı vardır, saparsın ve karşına yüzyılların içinden cıvıl cıvıl hayat dolu rengerenk, çarşılar çıkar...
Kadıköy, Beyoğlu, Samatya, Fatih, Beşiktaş gibi Bizans ve Osmanlı mirasının üstüne kurulu semtlerin çarşılarında kaybolmak kadar güzeli var mıdır.
Gazete binası 9 yıl önce Balmumcu'ya taşındığında benden mutlusu yoktu herhalde.
Hani Kavafis'in dediği gibi,
"Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın."
Yazar hüzünle yazmış ama ben çok memnunum yıllar sonra yitmiş bir arkadaşa, bir sevgiliye kavuşmuş gibiyim...
Yıldız'dan aşağıya yürüyüp çocukken 28 nolu otobüse bindiğimiz durağı geçip sağa döndünüz mü işte karşınızda...
İlk göze çarpan uğultu ve kalabalıktır, korkmayın...
Ağır ağır içeri girin ve tadını çıkarın...
Bu çarşıları keşfetmek için görmek değil bakmak ve yaşamak gerek...
Eskiden gecekondular kenti arkadan gelir sarardı şimdi plazalar ve AVM'ler buraları tehdit ediyor. Beşiktaş da Ihlamur yöresinden tehdit altında ama çarşı hala duruyor. Yeni trendlere uygun mağazalardan sonra Sinan Paşa Pasajı'nı geçip kaldırımlı taşlardan yürüyün. Solda labirent gibi sokak, Beşiktaş Köftecisi karşınızda... Minicik bir dükkan, içerde anca dört masa, iki kişinin zor sığdığı bir mutfak. Yemekleri yapan sahibi İbrahim Usta, bembeyaz saçlarıyla önlüğünü giymiş, bir film karesinden fırlamış gibi... Jean Gabin'e benziyor onun da böyle bir filmini anımsıyorum... Hiç kafasını kaldırmadan işini yapıyor, arada "eline sağlık" sözlerine gülümseyerek yanıt veriyor. Oğlu kasada, 4 garson karşı kaldırımda ve dükkanın önündeki 2 masaya hizmet veriyor. Yemek mönüsü bir defterin kağıdına tükenmez kalemle yazılı. Dükkanın duvarlarında buranın müdavimlerinin fotoğrafları asılı.
Yılmaz Erdoğan, Ata Demirer, Cem Davran, Altan Erkekli ve liste uzayıp gidiyor. Çünkü az aşağıda BKM'nin merkezi var. Çevredeki üniversitelerin öğrencileri ve hocaları da lokantayı boş bırakmıyor...
Labirenti döndükten sonra irili ufaklı dükkanlar, köşede bir pasaj ve ilk dükkan Kırk Ambar... Doğal ürünler başta olmak üzere envai çeşit ürün. Ihlamur'dan ekmeğe, şampuandan bala her şey...


Yavaş yavaş çarşının kalbine yürüyoruz.. Sağda bir kilise tam karşısında nefis bir Rum evi... Ve tam ortada balıkçılar... Onların çevresini saran balık restoranları...
Kışkırtıyor, yoldan çıkarıyor sizi...
Balıkçıların ilk sırasında Müddet Usta var, her daim gülümseyen, tanımadığı bilmediği selam vermediği kimse yok.
Öğlen saatleri...
Yıldız, Galatasaray, Mimar Sinan, Bahçeşehir Üniversitesi'nden hocalar, öğrenciler, beyaz yakalı bankacılar, ev kadınları, emekliler... Çarşı yavaş yavaş doluyor...
Tam ortada Beşiktaş'ın şampiyonluğu için yapılan Kartal heykeli... Doğru giderseniz, sağda Karadeniz dönercisi... Saat 16.00 dedin mi koca döneri bitirir... Ama ne döner...
Tam sol yapın, iki Beşiktaş köftecisi daha. Birinin duvarlarında Beşiktaş futbol takımının 107 yıllık tarihi fotoğrafları... Yanlarında turşucu...
Biz geri dönüp heykele gidelim ve bu kez az sol yapalım...
Şarküteriler, mini marketler ve solda tarihi Yedi Sekiz Hasan Paşa Fırını, kokuları duyuyor musunuz. Birbirinden nefis, çörekler, kurabiyeler... Hele Kandil simiti, susamlısına diyecek yok...
Her bir sokak bir başka dünyaya açılıyor. Arka taraflarında Mahmutpaşa benzeri bir sokak. Her kesime göre, giysi var...
Devam edip ana caddeden Ihlamur'a bağlanan yola çıkalım. Kabalcı Kitapevi'ne uğramadan olmaz. Yolun karşısına geçip bir geçitten içeriye girin. Kambur'un Bahçesi... Bir bölümü otopark olarak işletiliyor. Koca bir alanda dev ağaçların altında bir çay bahçesi... Tüm o gürültü, kargaşa geride kalmıştır... Hele baharda bir soluk almak ve çayı yudumlamak ömre değer. Yazın yan tarafı havuz başında ocakbaşı oluyor ki... O da başka bir alem...
O da ne tezahüratlar... Sesler, pasajın arkasıyla Sinan Paşa Camisi'nin yanındaki alandan geliyor...
Seğirtelim oraya, ah tabi ya Beşiktaş'ın maçı var... Burada toplanıp biralar içilip yeni sloganlar da ezberlendikten sonra topluca İnönü'ye yürünecek....
Bitti mi bitmez. Bitmesin, her daim sonsuza kadar kalsınlar...
Şiirle başladıktan şiirle bitirelim. Yahya Kemal Beyatlı'nın Aziz İstanbul'undan olsun son sözler:
"Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre bedel."

Zekâ, sabır ve ayrıntı...


Hikâye aslında çok basit ama bir o kadar karmaşık. Öyle bir durum var ki karşınızda; düğüm sabırla ağır ağır çözülürken sizi de beraberinde götürüyor...
Bugünlerde soğuk savaş yıllarını anlatan bir film vesilesiyle yeniden 15'li yaşlarıma döndüm... Siyah beyaz televizyonlu yılların BBC yapımı bir dizisi var ekranda... Kendisi de bir eski ajan olan John Le Carre'nin 1974'te yazdığı ünlü Köstebek romanından uyarlanan dizide mırıldanır gibi konuşan ve ağır duruşuyla Alec Guiness'i hatırlıyorum...
Hayranlıkla izlediğim dizinin yazarı ve kitabıyla yıllar sonra tanışacaktım. Ve bir solukta Köstebek, Bir Öğrenci Gibi ve Smiley'in İnsanları kitaplarını okuyacaktım...
Casusların dünyası çok farklıdır, öyle vurdulu kırdılı Hollywoodvari yapımlar ya da bizim dizilerdeki gibi silahlar ulu orta çekilmez. Zekâ, sabır, ayrıntı, en küçük bir detayın dahi gözden kaçırılmadan değerlendirmesi vardır...
İşte Köstebek'te ya da orijinal adıyla Tinker, Tailor, Soldier, Spy'da da durum bu...
İngiliz Gizli Servisi'nin içine yerleştirilmiş çifte ajanın yani Rusların adamının bulunması için girişilen büyük operasyon...
Servis'in en tepesindeki adam bunun farkındadır, ancak ispat etmek çok zordur. Yani çevresindeki dört adamdan biri Rus ajanıdır...
Şef en yakın adamını o zamanlar Doğu Bloku içinde yer alan Macaristan'a yollar. (Kitapta burası Çekoslovakya'dır). Şüphelendiği dört adama da takma isimler verir. Tenekeci (Tinker), Terzi (Tailor), Asker (Soldier) ve Casus (Spy)...
"Birinin adını bana ne yap ulaştır" der, ancak Köstebek bu tezgâhı karşı tarafa bildirir ve şef sırlarıyla ölür...
Sonra bir gün küçük işlerin yaptırıldığı bir ajan ortaya çıkar... İstanbul'da (kitapta Hong-Kong'dur) bir Sovyet vatandaşı kadından aldığı bilgileri anlatır...
Sızma işi yavaş yavaş doğrulanmaya başlar ve sahneye George Smiley karakteri çıkar...
Bakan danışmanı artık emekli edilmiş Smiley'e dışarıdan casusu bulma görevi verir...
Ve Smiley bir bulmacayı çözer gibi sabırla ağını örüp, Köstebek'i ortaya çıkarır...
2011 yapımı filmde Smiley'i, Gary Oldman oynuyor... Aday gösterildiği dallarda Oscar alamayan filmin çekimleri ve müziği övgüye değer...
Filmin en çok eleştirilen yanı ağır temposu ve birçok karakterin boy göstermesi...
Ancak İsveçli yönetmen Tomas Alfredson da bizim gibi sıkı bir Le Carre hastası belli ki. Filmi de kitaptaki gibi ağır ağır ve sabırla götürüyor. Ve bize de "gelin siz de bir el atın" diyor...
Finalde Smiley'i Gizli Servis'in şef koltuğuna oturtan yönetmen belli ki arkasını getirecek.
Yani yukarıda sözünü ettiğim Bir Öğrenci Gibi ve Smiley'in İnsanları'nı çekerek filmi üçlemeye çevirebilir...
Hele son kitapta Berlin'deki bir Türk kahvesinde geçen final vardır ki... Tadından yenmez...
Ezcümle derim ki; aman dudak bükmeyin, soğuk savaş dönemi kitapları ve filmi diye...
Vizyondaki filmi kaçırmayın...
Şöyle bir etrafınıza bakın; İran, İsrail, Suriye, Kafkaslar, Afganistan... Nükleer enerji, petrol, enerji hatları, sanayi casusluğu...
Bunlar da mı o dönemin sorunları.
Ey Soğuk Savaş geldiysen kapıyı üç kere vur...
Ah unutmadan filmi yetersiz bulanlar alt yazısıyla BBC yapımı diziyi internetten izleyebilir...