Sayfalar

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Olimpiyat'ın ekipler amiri


10 bin metrenin bitiş çizgisine vardığında Londra Olimpiyat Stadı'nda kıyamet kopuyordu. 27.30.43'lük derecesiyle altın madalyayı kazanan Britanya'dan Mo Farah'ın sevinci ise görülmeye değerdi. Çelimsiz, sıska ve ufak tefek bu siyah adam ağladı, zıpladı, yerlere yattı. Sonra da hemen ardından ikinci gelen Amerikalı beyaz adamın kucağına zıplayıverdi. İri Amerikalı da onu gülerek kucaklayıp bir süre taşıdı.
Sonra küçük bir kız ona doğru koşmaya başladı. Mo ona sarıldı, ekrandaki bir başka dev adam ise "Farah'ın üvey kızı" dedi ve kanal bir anda reklama gitti.
Hemen TRT'yi açtım. Spiker, "Kızın kim olduğunu araştırıyorum size bilgi vereceğim" diyordu. Sonra hemen o kanala döndüm. Orada Mo'nun inanılmaz hayat hikayesi başlamıştı...
Kanal Eurosport, anlatan da sporcular kadar övgüye layık müthiş bir insan Caner Eler'di...
Caner'i Türkiye, özellikle bisiklet tutkunları çok iyi biliyordu. Ancak bizlere olimpiyatı sevdiren o inanılmaz üçlüden Hıncal Uluç yazınca hayat hikayesi de ortaya çıktı. (Diğer iki isim de rahmetli olmuş Kenan Onuk ve Cüneyt Koryürek'ti.)
2009'daki Fransa Bisiklet Turu'nu izleyen Hıncal abi o günlerde Caner'den söz ediyor:
"Bu nasıl bir bilgi birikimi, bu nasıl bir dersini en iyi çalışma, bu nasıl bir seyirciye saygıdır?..
Tur bir kentten geçiyor.. Şaraplarıyla ünlü.. Caner o şarabın özelliklerini anlatıyor bize.. Niye farklı, niye ünlü..
Ertesi gün bir köy var kenarda.. "Burası adını meşhur bir peynire vermiştir" diye başlıyor.. O peynirin tadını, kokusunu değil sadece, nasıl yapıldığını da anlatıyor..
Bir gün, bir dağ etabından geçerken, öte dağda yangın mı ne var.. Uçaktan bir şey atıyorlar yangına.. Atılan maddenin kimyasal formülünü de söylemez mi, anında?..
Yani adam ansiklopedi yahu.. Ve her gün ayrı yarışmacıyla ayrı dilde yapılan röportajları anında tercüme ediyor.. Kaç dil biliyor acaba?..
Son gün.. Paris.. Concorde'dan Şanzelize'ye giriyor yarışçılar, Paris caddelerinde.. "Sağda bir kitapçı vardır" diye onu bile anlatıyor..
Pes ki, pes!.."
Sonra gazetemizin Sağlık Editörü Esra Tüzün onunla söyleşiye gidince bir azim öyküsü ortaya çıkıyor.
Caner İTÜ'de okurken 20 yaşında kemik kanserine yakalanıyor. Tam 8 yıl, kemoterapi, radyoterapi görüyor. Saatler süren 5 büyük ameliyatla kesilme aşamasına gelen bacağı kurtuluyor, protez takılıyor. Sonra öyle bir ayağa kalkıyor ki koltuk değnekleriyle bütün Avrupa'yı geziyor. İngilizce ve Fransızca'ya bir de İtalyanca, İspanyolca ve Almanca'yı ekliyor.
Sonra Eurosport'a başvurmuş. Sporun her dalına meraklı. Atletizm, bisiklet, yüzme, çim hokeyi, tenis gibi pek çok spor dalı ile ilgileniyor. "Futbol da var tabii" diyor. Kanserle uzun süre savaşan spor spikerlerinin duayeni Kenan Onuk'un örnek aldığı isimlerden biri olduğunu söylüyor. Ses eğitimi almamış ancak müthiş dedikleri hafızasına güvenerek spikerliğe başladığını söylüyor.
Bir süredir yazılı basın da onu keşfetmiş durumda. Wimbledon Tenis Turnuvası'nda Federer'in çocukluğuna dair bilgiler verirken ya da Amerikan Basketbol Ligi NBA'da Los Angeles Lakers'in bu yıl ne yapacağını, yahut da futbol analizi yaparken dinleyebilir ya da okuyabilirsiniz... Sıradan bir maçı bile verdiği bilgilerle, anlattığı ilginç hikâyelerle bir şölene çeviriyor, anlatımındaki coşku hiç bir şekilde düşmüyor.

4 YIL ÖNCE ELENDİ YIKILMADI

Unutmadım tabii ki Mo Farah'ın müthiş hikayesini... 2008'de Çin'de düzenlenen olimpiyatlarda 5000 metrede madalyaya aday görülürken elemelerde veda etmişti. Farah o gün hedefini 2012 olimpiyatları olarak belirlemişti. Ve tarih 4 Ağustos'u gösterirken İngiltere adına Londra'da hayallerini gerçekleştirdi. Bitiş çizgisinden birinci geçen Farah, hedefler uğrunda verilen akılcı emeğin karşılıksız kalmayacağını hisseden ve izleyenlere hissettiren önemli atletlerden biri oldu.
Ana yazıda da söz etmiştim. Caner Eler, Mo'ya koşan çocuğunun üvey kızı olduğunu söyledikten sonra pistte hamile bir kadın belirdi. Caner, "İşte eşi, ikizlerine hamile" dedi ve tatlı tatlı anlatmaya başladı. Mo Farah, savaş yüzünden Somali'den 8 yaşında İngiltere'ye göç etmiş. Büyükbabası bankacı imiş, annesi orada kalmış ama o babası ve kardeşiyle İngiltere'ye kaçmış.
Caner yarışı anlatırken tek tek ayrıntılı bilgiler verdikten sonra atletler starta gelince sesini olabildiğine kısıyor: Ve yarış başlıyor" diyor çünkü konstrasyonu bozmak istemiyor. Siz de ekran başında havaya giriyorsunuz. Ve start verildiğinde onlarla birlikte heyecanla bizi de alıp götürüyor...
Bugünlerde nefes kesen yarışlarla devam eden olimpiyatları izlerken sesi biraz daha açın ve Caner'le birlikte keyfini çıkarın.



"Sonsuza kadar yaşayacakmış gibi öğrenin"

Caner Eler, Esquire dergisindeki söyleşide hayata bakışını nasıl da güzel özetlemiş:
Hayata farklı gözlerle bakmanın, kişiyi bilgili kılabileceğini öğrendim. Küçük bir çocukken dahi en sevdiğim şey, bir Dünya küresindeki ülkeleri ezberlemeye çalışmaktı. Öğrenmeye dair, bitmek bilmez bir açlığım vardı. Şimdi de, her gün yeni bir şeyler öğrenmediğimde çok rahatsız oluyorum. Ama öte yandan, faturamı ödemeyi, dostlarımın doğum günlerini unutabiliyorum. Öyle zannedildiği gibi, sayfalarca bilgiyi ezberleyerek yayına çıkmıyorum. Sadece, öğrendiğim bilgileri bir araya getiriyorum.
Ne kadar çok alana hitap ederseniz, o kadar çok şey bilebileceğinizi öğrendim. Tek kanallı dönemlerde, sporun her dalına dair programlara yer verilirdi. Ancak kanal sayısının artmasıyla, reklam gelirleri, içerikten daha önemli olmaya başladı. Futbol, maddi anlamda daha fazla getirisi olan bir spor dalı olduğu için, ağırlığı da fazla olmaya başladı. Bu anlamda, çalıştığım kanaldan çok memnunum. Çünkü burada; bisiklet, atletizm, tenis, yüzme gibi organizasyonlarda bile spikerlik yapma fırsatım oluyor. Böylece, bu alanlardaki bilgilerimi taze tutabiliyorum.
Türkiye'de, karşı görüşlere değer verilmediğini öğrendim. Bizde, maalesef, son derece çarpık bir taraftar kültürü var. Desteklediğimiz takımlara dair yorumları da, hep bu taraftarlık kültürü bağlamında değerlendiriyoruz.
Spor medyasında geçmişten bu yana süregelen düzenin, seyirciyi yanlış yönlendirebileceğini öğrendim. Zira şu an, spor medyasında adı geçen yorumcuların çoğunun spor bilgisinin, futboldan ibaret olduğunu düşünüyorum. Yanlış anlamayın; böyle olmasından rahatsız da değilim. Ancak, Türk insanının spor kültürü, yeni yeni oluşuyor. Bu yüzden de, izleyicilerin, spor dalları hakkında yanlış fikirlere sahip olmamaları adına; sporun her dalından anlayanların bu işi yapmalarını dilerdim.
Ciddi ve tehlikeli bir hastalıkla mücadele etmenin, hayatı daha az ciddiye almanıza neden olabileceğini öğrendim. Hastalıktan önce, her şeyi kendime dert ederdim. Ama hastalığımdan sonra, herhangi bir şeyi dert etsem de, beş dakika sonra bu derdimi unutuyorum. Daha sağlıklı, daha az stresli yaşıyorum.
Ne kadar plan yaparsanız yapın; koşulların ve durumların, sizi bambaşka bir yere taşıyabileceğini öğrendim. Mesela benim içimde, her zaman spora yakın bir yaşantı sürdürmek vardı; hatta bu yüzden, basketbolcu olmak istiyordum. Ancak bir de baktım ki, spor spikeri oluyorum. Yine de, işimden çok memnunum. Fakat işinden memnun olan o kadar az insan var ki, onların yanında, işimden memnun olduğumu söylemeye korkuyorum.
Ne yaşarsanız yaşayın; ailenizin, daima yanınızda olacağını öğrendim. Hastalık sürecimden sonra, ağabeylerimle, baba-oğul ilişkisine benzer bir ilişki kurmaya başladığımı fark ettim. Babamı küçük yaşlarda kaybettiğim için, bu ilişki bana çok iyi geldi. Ancak tedavi, karakterimi de çok değiştirdi. Üşengeçlik, erteleme gibi kötü alışkanlıklar da kazandım.
Sevdiğiniz işi yaparken, kendinizi kaptırabileceğinizi öğrendim. Fransa Bisiklet Turu'nu anlatırken, kendimi yerçekimsiz ortamda gibi hissediyorum. Turu anlatırken, kulaklığımı takıyorum ve başka hiçbir şey duymuyorum. Kendimi kaptırıyorum; hatta dinleyicileri de düşünmeden, içimden geldiği gibi anlatıyorum. Çünkü izleyiciye, savunmadığım ya da inanmadığım bir şeyi, inanıyormuş gibi söylememin yanlış olacağını düşünüyorum. Spikerlik, uzun soluklu bir iştir; foyanız, er geç ortaya çıkar.
Futbolu ve diğer spor organizasyonlarını öykülerle ilişkilendirerek anlatmanın, kadınların hoşuna gideceğini öğrendim. Son dönemlerde, kadınların, bisiklet ve tenise ilgisi arttı. Bu durumu değerlendirmek için, onlara kuralları anlatmak yerine; oyunların keyifli taraflarını göstermeye çalışmanın daha mantıklı olacağını düşünüyorum. Mesela, bisiklet yarışlarını anlatırken; sporcunun kullandığı bisikletin markasından bahsetmenin, ara ara küçük magazin bilgilerine yer vermenin, kadınlara ilginç geleceğini düşünüyorum.
İnsanın, çevresinde ilham alacağı birilerinin olmasının çok önemli olduğunu öğrendim. Kenan Onuk, Tanıl Bora, Yiğiter Uluğ, Kaan Kural, Bağış Erten, Banu Yelkovan, Uğur Vardan, Mehmet Demirkol gibi isimlerden çok şey öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum.
Hayattan; hayatın gereksiz hezeyanlar için kısa olduğunu, her anı güzel değerlendirmek gerektiğini öğrendim. Bu anlamda, Mahatma Gandhi'nin şu sözüne katılıyorum: "Yarın ölecekmiş gibi yaşayın, sonsuza kadar yaşayacakmış gibi öğrenin."

Halil İbrahim sofraları


Ramazan'ı karşılamıştık devam edelim. Tabii ki kılavuzumuz geçen yazıda olduğu gibi 600 yıllık imparatorluğun son zamanlarıyla cumhuriyetin ilk yıllarına tanıklık eden Sermet Muhtar Alus olacak. "Ramazan gelirken, varlıklısından varlıksızına kadar herkes haline göre hazırlıklara başlar, en önce nevaleyi ve kileri şenlendirirdi" dediği gibi bu kez de Ramazan sofralarına konuk olacağız...
Sermet Muhtar büyük konaklarda kalın ve ince olmak üzere iki kiler olduğunu tatlı tatlı anlatıyor:
"Kalın kilerin muhteviyatı: teneke teneke Halep, Urfa, Sibir yağı (yani Sibirya malı); Girid'in, Edremit'in, Ayvalık'ın zeytinyağı; kazevi kazevi pilavlık Mısır, cilavlık Amberbu, çorbalık ve dolmalık Tosya pirinci. Çuval çuval un; börekliğe ve baklavılığa mahsus olanı Romanya'nınki, kelle kelle, şeytan külahı gibi sipsivri şeker. Hevenk hevenk Kumbağa diye maruf Kumla soğanı. Küfe küfe patates; paket paket makarna; tel, arpa, yıldız marka şehriye (son ikisinden evvelkinin ismi ağza alınmayıp işaretle tarif edilir, öbürü de sofu evlerine sokulmazdı).
Peki ya ince kilerler. Sermet Muhtar, "ince kilerler de dopdolu; hele bazılarında dişini sık, kuş sütünü bul" diyor.
Onların ayrıntısı da var ancak kısa bir özet geçelim:
"Zeytinin envaı, peyniri çeşidi, halis Kayseri işi kol gibi pastırmalar, reçellerin de türlüsü, şurupların şişe şişesi, murabbaların kase kasesi, ince kilerde turşuların da güna günü..."
Osmanlı'daki zengin konaklarından şimdi de orta halli bir eve doğru gidelim Sermet Muhtar'la birlikte... Ayrıntılar ve tasvir yine hayran bırakıyor:
"Kenarda bucaktaki küçük evlerin bile karınca Ramazaniyelik nevalesi, derli toplu, güller gibi kilerciği tertemiz, balk dök yala mutfakçığı, duvarında üç dört göz, pırıl pırıl tel dolabcığı olurdu. Kadıncağız, ayağında tıkır tıkır takunyalar, çorbayı, ardından ortaya konacak bir veya iki kap yemeği oruçlu oruçlu pişirir, tuzunu biberini kapı dışında oynayan sübyanlara denetir, topa beş dakika kala zeytinli, peynirli, reçelli, pideli, simitli iftar tepsisini ortaya kor, top gürler gürlemez (... ve ala rızküke iftartü) denilip hep birlikte oruçlar bozulurdu."
(Eski günlerde, Akşam, 22 Teşrin-i Evvel (Ekim) 1939)

Ramazan ve inovasyon


Şimdilerde "inovasyon" diyorlar ya hani yenileşme anlamında... Daha çok iş dünyasının tercih ettiği bir kelime ama politikadan sanata, spordan kültüre kadar bu kelime çokça kullanılmaya başlandı.
Teşbihte hata olmaz...
Ramazan da inovasyon değil midir?
İlahi mesaj, Ramazan ayının bereket ve mutluluk ayı olduğunu vurgular.
30 gün boyunca oruç tutup bedenine ve aklına başka türlü sahip çıkar...
Beyin ve beden birlik olup dirençli olmayı öğrenir, sabrını sınar...
Yılın belirli dönemlerinde bir anlamda nadasa çekilen organlar kendini tamir eder...
Ama en önemlisi başka bir yenileşmedir...
Hazreti Muhammed'in "dünyadaki en büyük sınav insanın kendisiyle olanıdır" hadisi Müslümanlar için önemli bir kılavuzdur.
İnsanın ruhunun derinliklerindekini ortaya çıkarıp kendiyle hesaplaşması en değerli en anlamlı yenileşmedir...
Tabi ki oruçla birlikte dini vecibelerin de yerine getirilmesi gereklidir.
Ancak o hesaplaşmayla birlikte yapılırsa varılan yer ne güzel bir yer olacaktır.
Yüzyıllar ötesinden seslenen koca Yunus'a kulak verin:
"Dervişlik baştadır taçta değildir
Kızgınlık oddadır sacda değildir
Ararsan Mevla'yı kendinde ara
Kudüs'te Mekke'de hacda değildir."
Hepsi bu değil, kendinizle hesaplaşırken çevrenizi de unutmayacaksınız...
Yanıbaşınızdaki komşu, yolda rastladığınız bir yoksul, yardıma muhtaç bir hasta ya da hiçbiri değilse bir gülümseme...
Ve paylaşılan sofralar, sofraya onun için de konan bir tabak...
Ya akrabalarımız...
Anamız, babamız, kardeşlerimiz, çocuklarımız, dayılar, amcalar, teyzeler, yeğenler...
Kimini her gün görmekteyiz kimini arada bir..
İşte tam zamanı, hal hatır sormanın kırgınlık dargınlık varsa gidermenin...
Hepsi hepsi bir yenileşme değil midir?
Ramazan hayırlar, bereketler ve yenileşme getirsin...

Eski günlerde mahyalar


Bir devir ötekine devrilirken hayat, kültür, ilişkiler, çevre de ister istemez etkilenir. Ancak kaç insan 600 yıl süren bir imparatorluğun son demleriyle yeni kurulan cumhuriyete tanıklık etmiştir. Sermet Muhtar Alus da bunlardan biri... Askeri Müze'nin kurucusu Topçu Feriki Ahmed Muhtar Paşa'nın oğlu olan Alus, 1887 doğumlu. 1952'de öldüğünde geride öyle bir İstanbul güzellemesi bıraktı ki o eşsiz uslübuyla bugün bile okundukça keyif verir.
İlber Ortaylı Hoca'nın dediği gibi; değişen ve değiştirilen tarz-ı hayat nostaljiyi davet etmişti. Kaybolmakta olan bu manzarayı ne tarihçilerin, ne de tarih belgelerinin resimleyemeyeceği açıktı. Edebiyatın ifade cömertliğine ustalıkla sığındılar. Kaybolan çocukluklarının dünyasını; rengi, kokusu ve tadıyla her biri kendi uslübunda canlandırdı.
Ortaylı'nın çok güzel özetlediği gibi gelin o cömertliğin içinde biraz huzur bulalım...
Sermet Muhtar Alus'un eski Ramazanlar'ına buyrun, Mahyalar'dan söz ediyor:
Bulutsuz ve berrak havalarda hilal görülüp iki mümin şahit tarafından müjdelendi mi, yahut gök bulutlu ise, tekmil-i selasin yani ay otuz hesabı tamamlandı mı, İstanbul kadılığından Ramazan ilan edilir, hem davullar çıkar, minarelerin kandilleri yanardı.
Mahya kuran, birden fazla minareli selatin camilerdi. Bunların içinde en mahyacıları en ustalar sırasiyle Fatih, Süleymaniye, Sultanahmed, Yenicami, Beyazıd ve Şehzade'ninki.
 Siftahı Ya ramazan, Merhaba, Safa geldinle çekerlerdi ve on beşine kadar yazı: Ya Allah, Ya Rahman, Ya Süphan; ardından Mustafalı, Ebu Bekirli, Ömerli, Osmanlı (Ya! lar).
Ya Ali, Ya Hasan ve Hüseyin'i hatırlamıyorum. Alevilik ve Bektaşilik olamsın mı diye yazmazlardı acaba... Daha ardından (Bismillah), (İnna fetahna leke), (Elhamdü lillah)...
Saydığımız Fatih, Süleymaniye, Sultanahmed gibilerdeki mahyacılar, bunların nihayetine (Rahmanürrahim), ((Fethan mübina), (Rabbülalemin) i ilave ederek boydan boya koca cümleyi tamamlarlardı.
Tam on beşinci gece, Topkapı Sarayı'nda Hırka-i Şerif alayı yapan Hünkar, iftara kalırsa ve dönerken gözü ilişirse diye, işgüzarlar: (Padişahım çok yaşa) ları boylatıverirlerdi.
O geceden itibaren sıra resimde. Çoluk çocuk bunları sabırsızlıkla beklerdi... Ol resimler de şunlar: Araba, top arabası, yandan çarklı vapur, yelkenli gemi, piyade kayığı, çifte kayık, köprü, kule, köşk, salıncak, beşik; çiçeklerden gül, lale, hercai menekşe...
Kadir gecesi gene yazı: (Ya Kuran, Ya leyletülkadir)...
(Eski günlerde, Akşam, 28 Teşrin-i Evvel (ekim) 1939)

Tatil yolunun dikenleri...



"Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği ve
asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir
Haydarpaşa garının büfesine bahar..."
diyor Şair Nâzım Hikmet.
Benim için de uzunca bir süredir bahar ve yaz Yenikapı'dan geliyordu. Orası tatilin başlangıcıydı. Yıl boyunca kar, kış, çamur derken denize, doğaya, yeşili özleyen ruhumu sakinleştiren yolun başlangıcıydı orası...
Yenikapı'daki İDO iskelesine gelince tatlı bir huzur yayılırdı...
Biletler internetten alınırdı ya da kentin değişik yerlerinde bulunan ofislerden de belli bir süre içinde almak koşuluyla telefonla yerimizi ayırtırdık...
Aile bütçelerini sarsmayan, uygun ve adaletli ücretler öderdik.
Camın yanı, koridor gibi pazarlıklar yapmadan istediğiniz yerden yerimizi seçerdik.
Çocuklu bir aileyseniz arka salon en iyisiydi çünkü orada minik bir oyun parkı vardı...
İskeleye varınca düzenli ve intizamlı kimseye ayrıcalık yapmadan sırayla arabayı park ederdik.
Sonra klimalı salonlarda rahat bir yolculuğa başlardık. Yiyecek, içecek servisi, kitapçı da uğrak yerlerdi...
Bandırma, Bursa, Yalova'ya inişte tatil yerlerine doğru hareket başlardı..
Susurluk'ta ayran ve tost yemeden olmazdı, eğer dönüş için bilet ayırmadıysanız bilet de alabilirdiniz İDO ofisinden...
Ancak geçen yılın nisanında özelleştirilen İDO daha bir yıl dolmadan ne keyif bıraktı ne de sinir...
Yiyecek, içecek bölümündeki fiyatlar ve servisin kalitesizliğine kurumdan bize geçmedi düzelteceğiz açıklaması geldi.
Sonra ödediği paranın hepsini çıkarmak ister gibi biletlere inanılmaz zamlar yapıldı.
"Erken gelene ucuz, sonra gelene fahiş fiyat" politikasıyla ilk darbe vuruldu.
Erken gelmenin sınırı nedir ve ayrılan yer ne kadar onu da kimse bilmiyordu...
Sonra iskelelerde yaşanan o kargaşa, itiş kakış... Orada bile para verirsen önce bindirmeler...
Şikayetler o kadar büyüdü ki... Milletvekillerinden sokaktaki adama, işadamlarından esnafa kadar herkes mağdur olmaya başladı...
Basın işin artık rezalet boyutuna sıçradığını önce haber olarak verdi sonra köşe yazarları da topa girip arka arkaya yazılar kaleme aldı.
İDO'da bu satırlar yazılırken geri adım atıp biletleri sabitledi ilk adım olarak...
Bu güzel bir gelişme ancak yetmez..
Sırada bilet satımından inip binmeye kadar bir dizi aksaklığı düzeltip eski haline getirilmesi gerekiyor.
Lütfen tatil yolumuzda diken olmayın...