Sayfalar

14 Aralık 2013 Cumartesi

Böyle casusluğa can kurban


Lamı cimi yok, Türkiye'nin en büyük sorunu trafik terörüdür. Her olayda yazılır çizilir ama bir türlü sonuç alınamaz. Yani unutulur gider.
Hıncal Abi (Uluç) yıllardır tek başına mücadele ediyor. Yetkilileri ve sorumluları hem de isimlerini de vererek göreve çağırıyor.
Tanık olduğu bir ihlali aracın plakasına, modeline varıncaya kadar yazarak teşhir ediyor.
Dünyadan örnekler verip kendi çözümlerini de anlatarak açıklıyor. Israrla işin takipçisi oluyor ama yetmiyor.
Nasıl yetsin, bu iş bilinçli bir eğitim ve sorumlulukla çözülebilir ancak.
Bugün Türkiye'nin herhangi bir kentinde örneğin trafik ışıklarında durun bakın. Bir dakika içinde en az üç beş ihlal göreceğinize adım kadar eminim.

Sarı yandı mı hızını azaltacağına, gazı kökleyenler, kırmızı yandıktan sonra hiç durmadan geçenler...
Uzar gider..
Kemeri bağlı olmadan cep telefonuyla konuşanlardan ise hiç söz etmeyelim. Artık sıradanlaştı...
Yahut da yaya durağından geçmeye çalışıyorsunuz.... Hem levha hem de çizgi olan bir yerdesiniz, kural "ışık olmayan yerde öncelik yayanındır" der. Kimin umurunda. Kırk yılın başı biri yol vermeye kalkar arkadan korna sesleri bağrışmalar, "yürüsene" diyenler...
Uyarmayı kalkan yayanın üstüne yürüyüp dövmeye kalkanı bile gördüm.
Şimdi yeni hazırlanan Trafik Kanunu Taslağı'nda daha önce yer almayan "yayalara geçiş üstünlüğü" geniş yer tutuyor. Başta İngiltere olmak üzere bazı Avrupa ülkelerindeki gibi, yaya yola adımını attığı anda sürücüler artık durmak zorunda olacak.

Yola inen yayayı gördüğü halde durmayan sürücüye ceza kesilecek. Ancak kritik soru şu: Bu, Türkiye'de uygulanabilir mi?
Bir gazete Meclis'teki milletvekillerinden şöfor derneklerine kadar birçok kişiye sormuş. "Niye olmasın" diyen de var. "Hem sürücü hem de yaya eğitilsin" diyen de...

Bir dernek başkanı doğrudan yayayı suçluyor. "Bilinçsizce yola atlıyorlar asıl ceza onlara kesilsin" diyor ki durdum kaldım.
Bu işe "Her durumda önemli olan insan ve candır" diye başlamak gerekiyor. Başka türlü olmaz, olamaz...
Yeni taslağa gönüllü tüm vatandaşların fahri trafik müfettişleri gibi çalışmasına olanak verecek bir madde daha eklenmiş...
Buna göre, kameralı cep telefonu bulunan herkes trafik casusluğu yapabilecek.

Vatandaş aşırı hız, kırmızı ışık ihlali, emniyet kemeri, yasak park, araç kullanırken cep telefonu ile konuşma, hatalı sollama, araçtan sigara izmariti, çöp atma gibi eylemleri ya fotoğraflayarak tespit edecek ya da videoya çekecek.
81 il emniyetinde özel inceleme birimleri kurulacak. Sürücülerin kural ihlali tespitine ilişkin görüntüleri bu birimlerce incelenecek.
Fotoğraf ya da video görüntülerinde kural ihlali yapan araçların plakasının net biçimde görünmesi şartı aranacak.
İyi bir çözüm, böyle casusluğa can kurban... Ancak haksızlığa ve düşmanlık derecesine varan ölçüsüzce ihbar ve uyarıya da dikkat edilmesi gerekiyor.

Yani vur deyince öldürmemek lazım...
İşin özeti, artık trafikte binlerce Hıncal abi olacak...

Toz duman kalkarken öğretmenlerimiz...


Uzun süredir tartışılan dershaneler konusunda son nokta kondu: Kapatılacak.
Ancak tartışması sürecek bu kesin, çünkü bir şeyin doğası gereği ortadan yok olmuyor. Bu meselede yıllar içinde buralara geldi, birden hallolması mümkün değil.
Meseleyi siyasete taşıyıp belden aşağı vuranlar şunu unutmasın; eğitim bir ülkenin geleceğidir. Devlet kendi ayağına kurşun sıkmaz sıkmamalıdır, bu yüzden artık kontrol edilemez bir hale gelen dershaneler bir düzene sokulmalı.
Buradaki kritik nokta mağduriyetlerin olabildiğince aza indirgenmesidir.
Bu artık öyle bir yarış haline gelmişti ki, çocuk daha ana okulundayken ya da lise hazırlık sınıfında dershane kapılarına yığılıyor.

Niye, çünkü son sınıfa doğru kontenjan kalmıyor. Niye, çünkü okuldaki durumunu da düşünmesi lazım.
Ve gitgide okullar artık amaç olmaktan çıkıp araç haline gelmişti.

Okulda ödev verilirken ya da ders anlatılırken nasılsa dershanede çözersiniz mantığı işliyordu. Yani sorumluluk alınmıyordu...
İşin bir de ekonomik boyutu var ki, o da gözden kaçırılacak gibi değil. Bu devasa cirolar tabi ki iştah kabartıyordu.

Önce büyük kentlere ardından neredeyse Anadolu'nun her yerine ilçelere kadar yayılan bir ağdan söz ediyoruz. Açıldıkta açılan dershanelere gitmesen olmuyor.
Çocuk bir bakıyor herkes orada eli mecbur...
Aileler de ne yapsın "çocuğum geri kalmasın" diyerek çocuğunu yazdırıyor.
Neredeyse astronomik rakamlara varan ücretler taksitlerle binbir sıkıntıyla ödeniyor.
Geçen yıllarda dershane senedini ödeyemediği için hapse düşen bir veli bile olmuştu.

Bu sadece medyaya yansıyandı, daha kimbilir neler neler oluyordur.
Burada ciddiyetle ele alınması ve çözülmesi gereken dershanelerdeki öğretmenlerin durumudur.

Merdiven altında, donanımsız ve iş bilmeyen ehliyetsizler tabii ki elenecektir.
ocuklarımızın geleceğini onlara teslim edemeyiz.

Ancak on binlere varan bu gerçek eğitim ordusu ailesini geçindiriyor ve dolayısıyla mağdur olmaları kaçınılmazdır.
Hükümet, dershaneleri okullaşmaya ve sistemin içine çağırırken öğretmenleri de unutmamalı.
İkincisi de yılların alışkanlığıyla sırtını buralara dayayıp sistemin kurbanı olan öğrenciler...
Artık okullar eskiden olduğu ve olması gerektiği gibi öğrencilere tam anlamıyla eğitim vermelidir.
Bu vesileyle 24 Kasım Öğretmenler Günü'nde eğitimcilerimizi saygıyla selamlıyorum...

18 Kasım 2013 Pazartesi

Bir güzel insan...



Onu sonsuz yolculuğuna uğurlamak için cami avlusunda beklerken kalabalığın içinde Orhan Veli'nin bir şiiri geldi aklıma... (Ne çok severdi ve hep okurdu dağarcığında hep bir dize olurdu muhakkak...)
"Her şey birdenbire oldu..."
Gerçekte öyle olmamıştı, yani birdenbire olan bir şey yoktu. Uzun süredir mücadele ettiği hastalığı ameliyat olsaydı belki düzelecekti ama o yaşamında bazı şeyleri eksik yapmak istememişti. Yıllar içinde iyice kısılan sesi artık hiç çıkmayacaktı, bir metal parçasına bağımlı yaşamaktansa böylesini tercih etti.
Savaş Ay'ın ardından ne güzel yazılar yazıldı ve söylendi.
Hıncal Abi (Uluç) "gazetecinin ölümü" başlıklı yazısında söylenecek her şeyi söyledi. Ona "Bu mesleğin son mohikanı" diyordu.
Bu söz hakikatten ona yakışıyordu ve tam anlamıyla tarif ediyordu.
Onca şöhretine rağmen odasında oturup masa başında ahkam kesmek istemiyordu. Her zaman olayın ortasında ve haberin peşindeydi.
Hiç yüksünmezdi, saat, gün hiç fark etmezdi. "İşim var" dediğini hiç duymadım.
Sanki yeni muhabirmiş gibi, yalnızca "böyle bir şey var" deyin yeterdi.
Ölüm haberinin ulaştığı cumartesi öğlen saatlerinde gazetenin fotoğraf arşivine Savaş Ay yazdım ve kare geldi önüme. Bir saat boyunca baktım daha da arkası geliyordu.
Soğuk gecelerde spor salonlarına toplanan evsizlerin yanında, Amerika'daki uzay istasyonunda, Diyarbakır'da meşhur kahvaltıcıda, milli piyangocunun tezgahıyla, itfaiyeci üniformasıyla, Başbakan'la şarkı söylerken, sabah karşı balıkçılarla, Afyon'daki patlamada acılı ailelerin yanında, doğalgazdan ölümün peşinde, belediye başkanıyla top sektirmede, bizlerle birlikte bir kutlamada her yerde ama her yerde ondan izler...
Yalnızca bu gezinti bile yetiyor onun gazeteciliğini anlatmaya...
Birini kaybettiğinizde önce tarif edilmez bir acı sonra da anılar geliyor akla...
Bir gün odasındaki kanapede polis telsiziyle uyuyor.
Sabaha karşı bir kaza anonsu, nerede tam gazetenin önündeki Balmumcu trafik ışıklarında. Savaş abi fırlıyor ve olay yerine varıyor.
Gülerek, adam polisi, sağlık görevlilerini beklerken beni karşısında görünce nasıl şaşırdı diye anlatmıştı.
Geçen yıl bu zamanlar sanatçı annesi Şükran Ay'ı toprağa vermiştik yine Fatih Camisi'nde... Rahatsızlanmış sedyeye alınarak müdahale edilmişti.
Yine geçen yıl bu zamanlar Bahçeşehir Üniversitesi'nin Boğaz'a bakan binasının üst katında bir sıra gecesine gitmiştik.
Urfalı abimiz Yaşar Özay'ın davetiyle, savaş abi, Ömer, Aydın ve ben de katılmıştık.
Rektör, hocalar, öğrenciler ve üniversitenin sahibi Enver Yücel de oradaydı.
Tabi ki gecenin yıldızı Savaş abiydi. Alkışlar, sohbetler arasında Urfa ekibinin davulunu alıp sahneye fırladı. (Müzisyendi, yerli yabancı birçok şarkı bilirdi. Akordiyonu hep arabasının arkasındaydı. Ünlü Amerikalı şarkıcı Joan Baez'e bile eşlik etmişliği vardı.)
Halaylar çekti uzun bir süre sonra masaya geldiğinde kaburga dolmasını gördü.
Büyük bir sinideki eti parçalayıp servis yapışı vardı ki unutulmaz sahneydi.
Ameliyat eldivenlerini eline çekip parçaladı ve hocaların tabaklarına koydu.
"Bu böyle yenir" demeyi de ihmal etmeden...
O masadakilerin bakışını görmeliydiniz. Çünkü o halkından böyle görmüştü üsul böyleydi.
Seni çok özleyeceğim Savaş abi...

Aile, iş ve toplumsal cinsiyet


Türkiye'de, aile yapısı, çiftlerin kaç çocuk istediği, kadının çalışma hayatına katılımı, aile kurumunun güçlenip güçlenmediğine ilişkin yapılan bir araştırma son günlerdeki tartışmalara yeni bir bakış açısı getirebilir.
International Social Survey Programı'nın (ISSP) 2012 yılı saha taramasına dayalı araştırması 59 ilde 1555 denekle yapılan yüz yüze görüşmelerle yapıldı.
Uluslararası programın Türkiye ayağını Koç Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ile Sabancı Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu hazırladı.
"Türkiye'de Aile, İş ve Toplumsal Cinsiyet" başlıklı çalışmaya katılanların yüzde 87'si, çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin mutlaka evli olması gerektiğini savundu. Katılanların yüzde 13'ü ise çiftlerin evlenmeden de çocuk sahibi olabileceğini savundu.
Yüzde 72'si, evli olmayan çiftlerin bir arada yaşamalarının kabul edilmez olduğunu savunurken, yüzde 13'ü çiftlerin evlenmeden de bir arada yaşayabileceğini ileri sürdü.
Türkiye'de evlilik dışı beraber yaşama pratiğini 'kabul edilebilir' bulan yüzde 13'lük oran, Avrupa ortalamasının çok altında.
2002'de yapılan ISSP araştırmalarında bu oran Danimarka'da yüzde 93 civarında.
Araştırmada ideal çocuk sayısının 2 olduğu yönünde görüş bildirenlerin oranı yüzde 43. Toplumun yüzde 36'sı ise ideal çocuk sayısının 3 olduğu yönünde kanaat bildirdi.
Yapılan araştırmada, kadının toplumdaki rolünün çoğunluk tarafından 'çocuk yetiştirmek' ve 'ev işleriyle uğraşmak' olarak algılandığı, erkeğin rolününse 'ev dışında kazanç sağlayıp aileye bakmak' olarak algılandığı tespit edildi.
Katılımcıların yüzde 43.2'si ailenin kadının çalışmasından zarar göreceğini savundu. Katılımcılara, 'Her ikisi kadın ya da her ikisi erkek olan çiftler bir kadın ve bir erkekten oluşan çiftler kadar iyi çocuk yetiştirebilir mi?' sorusu yöneltildi.
Deneklerin yüzde 9'u lezbiyen çiftler için 'evet' cevabını verirken, yüzde 7'si ise gay çiftler için 'evet' cevabını verdi. Deneklerin yüzde 54'ü lezbiyen çiftlerin, yüzde 56'sı gay çiftlerin kadın ve erkekten oluşan bir çift kadar iyi çocuk bakamayacağı yönünde kanaat bildirdi.
Rapora göre, yüzde 48 çalışan bir annenin, çalışmayan bir anne kadar çocuğuna yakın ve güven dolu bir ilişki geliştiremeyeceğini, yüzde 39'u geliştirebileceğini belirtirken, yüzde 58'i okul öncesi yaştaki bir çocuğun annesinin çalışmasının çocuğu kötü etkilemesini olası gördüğünü ifade etti.
Türkiye'de çalışma hayatına katılan kadının çocuklarının yetişmesine kötü etki edeceğine inananların çoğunlukta yer aldığı rapora göre, katılımcıların yüzde 43.2'si kadın çalıştığı zaman tüm ailenin zarar gördüğünü, yüzde 47.5'i zarar görmediğini düşünüyor.
Çalışmaya katılanların yüzde 63.4'ü, "kadının bir iş sahibi olmasının iyidir ancak çoğu kadın aslında öncelikle bir yuva ve çocuk sahibi olmak ister" görüşünde.
Katılımcıların yüzde 45'i, "ev kadını olmanın kadın için bir işte çalışmak kadar tatmin edici olduğunu" belirtirken, yüzde 27'si bu fikre katılmıyor.
Katılımcıların yüzde 42'si, ailede erkeğin işinin para kazanmak, kadının işinin eve ve çocuklara bakmak olduğunu dile getiriyor. Erkeklerin yüzde 14'ü, kadınların yüzde 83'ü, çamaşır yıkamayı genellikle kendisinin yaptığını belirtirken, diğer ülkelerde de çamaşır yıkamanın erkeklerin de daha fazla katıldığı bir faaliyet gibi görülüyor.

30 Ekim 2013 Çarşamba

Bu adamlar çoğaldıkça 'oyun' daha güzelleşir


İyi, dayanıklı ve kaliteli bir ürün için "Ne de olsa Alman" deriz. Bu konudaki ünlerini boşuna almamışlar. İki büyük dünya savaşında en büyük yıkımı yaşadıktan sonra böylesine ayağa kalkmak yalnızca onların altından kalkacağı bir iş. (Japonlar'ın da hakkını yememek lazım)
Geçen salı akşamı Londra'daki Şampiyonlar Ligi maçını izlerken bunlar geçti aklımdan. Arsenal ve Dortmund maçı bizim için Mesut Özil ve Nuri Şahin'i de seyredip gururlanma vesilesiydi. Ama cezalı olduğu için tribünde oturan bir adam vardı: Jürgen Klopp
O da bir Alman... Sarışın ve mavi gözleriyle ünü dünyaya yayılmış Alman kurt köpeklerine benziyor. Hırslı, mücadeleci ve tuttuğunu koparacak cinsten. Ama bir yandan da romantik ve duygusal biri... Peki ya insanlığı. İşte onu birçok meslektaşından ayıran şey de bu yanı. Çok mütavazı, özür dilemeyi bildiği kadar kendini de acımasızca eleştirmekten çekinmiyor.
Batmış bir kulübü önce Alman Ligi Bundesliga'nın şampiyonluğuna oradan da Şampiyonlar Ligi finaline taşıdı. Geçen yıl kaybetseler de herkesin gönlündeki şampiyon onlardı. Kaybettikleri de Bayern Mühih'ti. Yani başka bir Alman takımı...
Jürgen Klopp, bizim gibilerin yeni idolü.
Biz kim miyiz. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında bizim gibiler şöyle tarif ediyor:
"Tüm Uruguaylılar gibi ben de futbolcu olmak istedim. Doğrusu çok da güzel oynuyordum, hatta harikaydım bile denebilir; ama yalnızca geceleri rüyamda. Gündüzleri, ülkemin sahalarındaki çarpık bacaklı oyunculardan en kötüsü bendim. Taraftar olarak da pek iyi sayılmazdım. Yıllar geçti ve kimliğimi kabullenmek zorunda kaldım: Ben basit bir 'iyi futbol dilencisiyim'. Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum: "Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen!" Güzel bir oyun gördüğüm zaman da bunu sağlayanın hangi takım ya da hangi ülke olduğuna bakmaksızın bu mucize için şükranlarımı sunuyorum."
Türkiye'de futbol deyince, birbirlerine hakaret eden, spor sayfalarında, televizyonlarda fanatik gözlükleriyle yorumlar yapan, seyirciyi tahrik edip, sonra bir şey olmamış gibi yapan, dünyada olan bitenden habersiz, başka bir gezegenin insanı gibi yaşayanların yarattığı seviyesizlik gelip içime oturuyor.
İşte bu yüzden Klopp, son yıllardaki yaşadıklarımıza ilaç gibi geldi.
Klopp futbolculuk, spor yorumculuğu ve hocalık kariyerlerini iki şey üstüne kurmuş:
Öğrenmek ve öğretmek.
O da Galeano gibi güzel futbol istiyor ve oyuncularına bunu tavsiye ediyor.
2009'daki bir söyleşisinde, hata yapan bir oyuncusuna müteşekkir olduğunu söylüyor; zira bu hatanın üzerinde durarak bir meselenin altını çizebiliyor, bir ayrıntıyı anlatmak için fırsat buluyormuş. 'Öğrenmenin yolu budur' diyor.
Hani bizdeki gibi oyuncularını bir fırçaladı bir bağırdı ki soyunma odası çınladı haberlerine benzemiyor değil mi?
Frankfurt Üniversitesi'nden spor bilimi diploması olan bir adama da bu yakışır herhalde...
Hayata espriyle yaklaşıyor...
2-1 kazandıkları Arsenal maçından sonra İngilizler'in hocası Wenger'in doğum günü olduğunu sorulunca söylediklerine bakar mısınız: Maç oynandığı aylarda doğulur mu. En iyisi Temmuz'dur...

Bayramlarda aslında neyi özlüyoruz...


Yarın arife, salı bayram...
Büyük bir ihtimalle "ah o eski bayramlar nerede" diyenlerin sesi ortalıkta sıkça dolanacaktır.
Sokakta, televizyonda, bir dost meclisinde ya da yanıbaşınızda annenizden, babanızdan, büyük akrabalarınızdan duyabilirsiniz...
Sonra serzenişin ardından kısa bir iç çekiş eşlik ederdi "ahlar vahlar" arasında...
Acayip sıkılırdım "eyvah gene başladı" diye kendimi yakaladığım çok olmuştur.
Ne yani bayram bayramdır, adetler de sürüp gidiyordu işte...
Ancak hayat size bunun böyle olmadığını öyle güzel öğretiyor ki...
Dönüp geriye baktığınızda acayip geliyor.
Ve tuhaf bir şekilde kaçınılmaz olarak kendinizden küçüklerle konuşurken buna benzer şeyler söylüyorsunuz.
O zaman anlıyorsunuz ki, böyle böyle adam olunuyormuş.
Ramazan ve ardından Kurban Bayramı biz çocuklar için öncelikle okuldan stresten uzak kalmaktı öncelikle.
Sonra da harçlıktı. Bazen öyle para toplardık ki büyüklerin bile iştahını çekerdi.
Ama asla ve katiyen koklatmazdık önemli durumlar dışında...
Orta halli evlerimizde bazen masraflar çoğaldığı zaman borç bile verirdik büyüklerimize...
Sonra fazlasıyla tahsil ederdik tabii ki...
Ama en çok da evlerimizden sokaklara oradan ülkenin tamına yayılan hoşgörü ve mutluluk sarıverirdi her yanı.
Şöyle bir etrafınıza bakın, bir yerden bir yere koşuşturan hayatı farkında olmadan yaşayan milyonlarca insan göreceksiniz.
Farkında mısınız bilmem ama, gitgide daha hoşgörüsüz, öfkeli ve saygısız oluyoruz.
Bayram tüm bunları görebilmek için bir vesile olsun istiyorum.
Konuşulanlar lafta kalmasın hayatımızın bir parçası olsun...
Bu topraklarda biriktirdiğimiz değerler, gelenekler modern dünyaya ayak uydurmada engel değil ki...
Niye hep bunun arkasına sığınıp sizi siz yapan değerlere sırt çeviriyoruz ki.
Bugün en çok neyi özlüyorsunuz derseniz en çok bu ortamı derim.
Tarif edilmez, engin bir şeydi o hoşgörü...
Baki'nin sözleri ne güzeldir:
"âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal.
bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş."

(Karikatür: Latif Demirci)

Korkularımızla yüzleşmek...


İnsanoğlunun ahlak, erdem, adalet gibi yüce duyguları evrenselleştirmesi kolay olmamıştır.
Çünkü ilk ve en büyük kavga insanın kendisiyle olan kavgasıdır.
Üç tanrılı dinlerde, Budizm öğretilerinde bu konular özellikle ayrıntılı olarak vurgulanmıştır...
İslamiyet bunu nefis terbiyesi olarak özellikle belirtmiştir.
İsra Süresi 14. ayetinde; "Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter" denmiştir. (Diyanet Vakfı Çevirisi)
Çünkü bu yolda doğru ve düzgün yaşayan, davranan insanların oluşturduğu toplumlar her zaman örnek gösterilmiştir.
Bu uğurda büyük çatışmalar, kavgalar verilmiştir ki tarih nice örnekleriyle doludur...
Peki ya korkularımız...
İnsanoğlunun ve dolayısıyla toplumların en büyük hasletlerinden biri de korkularıdır.
Korkular yaradılıştan da olabilir, toplumdaki durumlardan da kaynaklanabilir.
YÜZLEŞME ZAMANI
Kurtulmanın yegane ve biricik yolu "yüzleşmektir."
Yani dönüp bu durumu ortaya çıkan nedenlerle hesaplaşmak gerekir.
Ne kadar gecikilirse içten içe sanki bir yara varmış gibi bir yerlerinizde sızlar durur.
Tıp diliyle söylersek, yarayı kesip atmanız gerekir yoksa kangren olur ve ölümcül hale gelebilir.
Bir insan, bir aile, bir mahalle, bir köy, bir kent ve nihayet bir devlet; en alttan en büyüğüne giden halkalar birbiriyle etkileşim halindedir.
Kültürler, değerler, dinler, diller, ırklar hepsi birarada yaşar.
Ancak biri diğerine baskın olduğunda korkular da başlar, o zaman da sorunlar başlar.
GEÇİŞ SÜRECİ
Türkiye, uzun süredir sancılı bir geçiş süreci yaşıyor.
Başta devlet olmak üzere kurumlar, kültürler, bireyler hepsi bir hesaplaşma içinde.
Yeni bir oluşumun eşiğindeyiz.
Bir zamanlar bırakın anlamayı, aklımızdan bile geçirmek istemediğimiz her şeyle yüzleşmeye başladık.
Bunca yıl ihmal ettiğimiz, yanıbaşımızda içiçe yaşadığımız kültürleri, insanları tanımaya anlamaya başlıyoruz.
Geçmişteki hataları, acıları tamir etmenin zamanıdır artık...
Mızrağın çuvala sığmadığı günler gelmiştir.
Ancak çözüm, diğerini ezmeden, hor görmeden yapılmalıdır.
Bu topraklarda nice kanlı, zor dönemler yaşandı, ders alıp bugünü de feda etmemeliyiz.
Anlayış, sabır, tevazu rehberimiz olmalıdır...
Gerçek demokrasi yolunda herkese büyük işler düşüyor.
En başta korkularımızla yüzleşeceğiz.
Önce bireyler sonra toplum, daha sonra da devlet...
Bize gereken, adalet, vicdan ve ahlaktır.

16 Ekim 2013 Çarşamba

Doğu'dan Uzakta...


İnsanoğlu'nun en kadim toprakları yine kan revan içinde...
Semavi dinlerin yeşerdiği, Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların kutsal mabetlerinin mekanı Ortadoğu, milyarlarca insanın manevi iklimini şekillendirdi. Peki bu acımasızlığı, zalimliği, ceberrutluğu nasıl tarif edeceğiz. Bu topraklarda kan hiç dinmedi "böyle geldi böyle gidecek" demek yeterli mi?
Tarihe bakıp istatistiklere sığınmak mümkün ama yüzlerce cesedin yan yana sıralandığı fotoğraflarla yüz yüze gelince ne yapacağız.
Üç din de "öldürme, zalim olma, haksızlık yapma, yoksa hesap sorulur" diye emrederken böyle bir şey nasıl yaşanır...
Hepsinden acısı ve yaralayıcı olan Müslümanlar'ın Müslümanlar'a zülm etmesi, gözünü kırpmadan topla, tüfekle yetinmeden toplu katliamlara yol açacak şekilde kimyasalla öldürmesi, yok etmesi...
"Bir kişiyi nedensiz öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibi olur" ayetini nasıl anlayıp nasıl yorumladılar acaba...
Petrol, güç, strateji, politik dengeler şu bu...
Her şey bu kadar basit mi... Olmaz olmamalı...
Ya dünyanın bugüne kadar neredeyse sessiz kalması. Artık vahşetin boyutu saklanamayacak hale gelip toplu bir katliama dönüşünce çıkan cılız sesler...

Bir süre önce okuduğum Amin Maalouf'un son romanı Doğu'dan Uzakta son günlerde yaşananların perde arkası gibiydi... Doğu'nun en güzel masallarını Semerkand, Afrikalı Leo, Tanios Kayası, Doğu'nun Limanları kitaplarında anlatan Lübnanlı yazar Maalouf bu kez kaderin ve tarihin acımasızlığında terk ettikleri yurtlarına dönen bir grup arkadaşın hikâyesini anlatıyor.
1970'lerde gençliklerinin en güzel dönemlerinden sonra, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılan ve yıllar sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi için tekrar ülkelerine dönen bir grup arkadaş...
Aralarında her dinden ve ırktan insan var...
Müslümanlığın ve Hıristiyanlığın değişik mezheplerine ait olanlar, Yahudiler, ateistler bile bulunuyor...
Sonra o güzelim vazo kırılıyor...
Maalouf, Lübnan İç Savaşı'nın getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu coğrafyasının kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlarına dair önemli gözlemler ve çarpıcı mesajlar veriyor.
Maalouf, Radikal gazetesindeki röportajında kitabın kahramanı Adam'ın (Adem) isyanının aslında kendi isyanı olduğunu itiraf etmiş. Maalouf, farklı mezheplerden gelerek dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan arkadaşlarının gözünden, Ortadoğu'nun geçmişini ve geleceğini eleştiriyor. Bunu yaparken yaşanan olayların, o topraklar üzerinde yaşayan insanlar üzerindeki etkilerini açıkça gözler önüne seriyor.

Eylül'dür bu gelen...


Mevsimlerin adı ne güzel ve anlamlıdır.
Yaz gelmeden ilkbahar, biterken de sonbahar...
Yaz birdenbire gelir, hayatın koşuşturması arasında tatil planları, izin derken daha da yorulursunuz...
Günler uzamış, güneş daha bir ısıtmaya başlamıştır...
Artık tatil zamanıdır...
Hayatın koşuşturması arasında kış boyu yapılan planları uygulamak için zaman gelmiştir.
Gidilecek ne çok yer, güzergah vardır.
Eğer ki istediklerinizin yarısını yapabildiyseniz şanslısınızdır.
Rezervasyonda, ulaşım araçlarında aksaklıklar derken kendinizi bir yere attınız...
Bir bakmışsınız yıl boyu yaşadığınız trafik, kalabalık, sizinle tatil yörelerine akmış...
Giderken neyse de dönüş de bir felakettir...
kızarsınız ama döner dönmez de bir tatil programı daha yaparsınız.
Tabi işin esprisi bir yana tatil bir başkadır.
Sıkıntılar bile keyifli gelir insana...
Doğa ilkbaharla başlayan canlılığını ve cömertliğini yaz boyunca da sürdürür.
Meyvesi, sebzesi ile hem gözler hem de gönüller doyar...
Sonra yavaş yavaş gündüzler kısalır birdenbire akşam erken inmeye başlar.
Artık sabahları ürpermeye başladıysanız, ya da geceleri...
Yatarken de camı kapatmaya başladıysanız tamamdır artık.
Sonbahar'dır ve aylardan Eylül'dür...
Hüzün ayı diye de anılır...
Şairler, özellikle sonbahar üstünden anlatırlar ayrılıkları...
Belki de biten bir yılın habercisi olduğu için iç burkan bir yanı vardır.
Doğa da bu tabloyu tamamlamak için yapraklarını döker, yeşil sarıya döner.
Birdenbire güneş çekilir, bulutlar ortaya çıkar.
Yağmur öyle başka yağar ki ıslanmak çoğu zaman umurunuzda bile olmaz...
Tatil yörelerinde de el ayak çekilmiştir. Deniz sakindir ve güneş yakmaz tatlı tatlı ısıtır...
Eylül'ün sebzesi ve meyvesini de unutmadım tabi ki...
Eylül, köprüden önceki son çıkış gibi kış bastırmadan toparlanıp güç kazanmadır biraz da...
Bence en güzel ay sonbahardır...

Kurumlar, kişiler, ilkeler, gelenekler...


Biz bize benzeriz...
Geleneklerden söz ediyorsak eğer tadından yenmez ve mutluluk vericidir.
Kökleri yüzyıllar ötesine dayanan medeniyetlerimiz var ve onun etrafında üstüne koya koya kuşaklar boyu oluşturduğumuz düzenlerimiz var.
Bu her toplum için farklı biçimlerde ve düzenlerde tanımlanır. Daha da altında yemek zevkimizden sofra adabına, insani ilişkilerimizden aile düzenlerimize birçok yapı vardır.
Sonra bir toplumu belirleyen vatan, din, toprak, aidiyet diyerek uzar gider...
Birey bu hiyerarşik düzenin başlangıcıdır ve temel taşıdır.
Zaman içinde ilkeler belirlenmiştir ve nihayetinde kurumlar oluşmuştur.
Ancak insanoğlu bugünkü duruma gelirken her yenilikte gelenekler ve ilkeler çatışmıştır.
Bu doğaldır ve olmasa gerekendir...
Eskiden kovboy filminden aşk filmine, aksiyondan maceraya her şeyin gösterildiği sabah girilip akşam çıkılan sinemalar döneminde afişte şöyle yazarmış:
32 tekmili birden
Lafı nereye getireceğimi anlamışsınızdır...
Galatasaray Teknik Direktörü Fatih Terim'in görevden alınmasıyla başlayan tartışmalar deminden beri söz ettiğim durumların hepsini birden içeriyor.
Galatasaray ve Terim örneğinden yola çıkarak bunu Türkiye'nin birçok kurum ve kişilerine uyarlayabiliriz.
Geçen salı akşamından beri tartışılan görevden alma, kurum saygınlığı, ilkeler vs konusunda belli ki daha almamız gereken çok yol var.
Bu mesele hala 25 yıl önce yanlış verilen bir korner kararını dün olmuş gibi tartışan spor basını ve etrafında kümelenen sözde yorumcularla çözülemez.
Bugün Türkiye'nin gelmiş geçmiş en başarılı futbol hocası Terim'in hem de Divan üyesi olduğu takımında başına geliyor.
Üstelik bu isim Avrupa'dan Türkiye'ye getirilen tek kupanın da sahibi. Ancak onun da zaafları var. "Her şeyi ben bilirim, kimseyi işime karıştırmam" diyor.
Kendi ilkelerini dayatıyor ve taraftara oynuyor...
Öte yanda gelenekleri, kökleri Osmanlı'ya dayanan bir eğitim kurumuna yaslanan 108 yıllık bir camia var.
Başında da bu okuldan mezun hayatını Batı'da geçirmiş, dünya zenginler listesinde kendine yer alan sürekli kurumsallaşma ve ekonomik değerlerden söz eden biri var.
Ve son iki yılın şampiyonu, rakipleri binbir sorunla uğraşırken ayağına kurşun sıkıyor...
Basın üzerinden konuşup kendilerini var eden, yaptıkları işi anlamlandıran kurumu hiçe sayarak ego savaşına giriyorlar...
Ve dillerinden gelenek, etik, ilkeler, kurum, değerler, saygı düşmüyor...
İyi de tüm bunlar birbirinden bağımsız değil ki. Her biri birbirini var eden tamamlayan şeyler...

15 Ekim 2013 Salı

Yeşilin dönüşü ve bayram...



Bir ülkenin gelişmişliği yalnızca kişi başına düşen dolar seviyesinin yüksekliği, sağlık, eğitim, bina, yol, ulaşım, kültür kadar halkına sunduğu yeşil alanla da ölçülüyor.
Türkiye aslında hiçbir şey yapmazsa da bu konuda çok şanslı bir ülke, doğa o kadar cömert ki bunca yıldır plansız yapılaşmanın hoyratlığı bile yeşili bitiremedi.
Artık insanoğlu küresel ısınmayla birlikte yeni bir evreye girdi. Ya hayat giderek bir cehenneme dönecek ya da dünyamızı kurataracağız. Başka bir yolu yok...
Çevre duyarlılığı son yılllarda Türkiye'de de büyük artış gösterdi. Artık insanlar evinin önündeki bir ağaç için bile mücadele ediyor.
Artık siyasetçi oy isterken yeşili gözetecek, doğaya saygılı projeleri gözardı edemeyecek...
ÖNCE İSTANBUL
Yüzyıllardır doğayla içiçe uyumla yaşanan bu topraklar modern kentler kurarken yeşili de kucaklamak zorunda...
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, kentin tam ortasında bir milyon metrekarelik bir park yapmak için harekete geçti. At yarışlarının yapıldığı ünlü Veliefendi Hidopromu'nunda bulunduğu bu devasa alan için özel sektörün elindeki yerler de kamulaştırıldı. Zeytinburnu'ndaki Çırpıcı Çayırı bir süre sonra sonra milyonlarca insanın mutlulukla nefes alacağı bir yer olacak.
Ha keza, Kadıköy bölgesinde AVM yapılmak istenen Kuşdili Çayırı'nda halkın isteği doğrultusunda imar planı iptal edildi. Burası da park haline gelecek.
Sonra Haliç çevresindeki Alibeyköy ve Anadolu Yakası'ndaki Elmalı Barajı havzası çevresindeki yeşil alanlar New York'taki Central Park gibi büyük park, dinlenme, gezi ve etkinlikler için ayrıldı.
ŞİMDİ DE YALOVA
Ekin manşetinde ve yan sütunlarda okuyacağınız gibi Yalova'da büyük bir projenin temelini atmak için kolları sıvadı. Belediye Başkanı Yakup Koçal, kent merkezindeki 700 dönüm gibi büyük bir alanı Central park için ayrıldığını açıkladı. Yürüme, gezi, bisiklet alanlarının bulunacağı park, bölgeye büyük bir hizmet ve örnek olacak.
Bir zamanlar İstanbul'un ilçesi olan Yalova sayfiye merkeziydi. Sonraki yıllarda büyüdü ve artık Marmara Bölgesi'nde önemli bir geçiş noktası oldu. Ve karşılığında da il oldu.
Kent bir yandan büyürken bir yandan da denizle olan yakınlığına yeşilin de eklenmesi çok anlamlı bir buluşma olacak.
Türkiye'nin bir ucundan bir ucuna klasik deyişle söylersek; Edirne'den Kars'a, Samsun'dan Mersin'e, İzmir'den Hakkari'ye her yerde yeşil çoğalsın. Çoğalsın ki çocuklarımıza suları temiz, denizi berrak, ormanı gür bir ülke bırakalım.
Bayramın güzelliği gibi bu haberlerin çok olması dileğiyle geçmiş Ramazan Bayramı'nızı kutluyorum.
Sağlık ve mutlulukla daha nice bayramlara...

Bir ibret vesikası: Balkan Savaşı



Matematik doçenti bir arkadaşım "Son yıllarda herkes Tarih bölümüne kayıt yapıyor biraz da fen bilimlerine gelseler" diye yakınmıştı. Resmi tarihle geçirdiğimiz uzun yıllardan sonra geçmişin her yönüyle tartışılması, bugünü de anlamamızı sağlıyor.
Ne olursa olsun en kötüsü bile olsa yalandan çarpıtmadan iyidir, sağlıklıdır.
Bu konuda en büyük pay hiç tartışmasız İlber Ortaylı hocaya ait. Konulara ve birçok dile hakimiyeti, sohbet tadındaki dersleri, kitapları akademik çevreden çıkıp gazete ve televizyonlarla geniş kitlelere ulaşınca tarih, sevilen, özenilen bir hale büründü.
Birbiri ardına çıkan dergiler ki NTV Tarih, Atlas Tarih ve yıllardır yoluna devam Toplumsal Tarih'e de çok şey borçluyuz. Üstü örtülen, tabu kabul edilen, halının altına süpürülmüş onlarca konuyu gün ışığına çıkarılmasına yardımcı oldular.
Elveda Rumeli kitabı tarih konusunda Türkiye'nin önünü açan önemli isimlerinden gazeteci büyüğümüz Taha Akyol'a ait. Balkan Savaşları'nın 100. yıldönümü için hazırladığı belgeselin kitabı öğretici ve daha da önemlisi bugünlere ışık tutan ibret verici bir vesika değerinde... Tarihin bir bölümünü cımbızlayıp çıkarmadan, ideolojik saptırmalar yapmadan, dönemin tüm şartlarını bütünüyle ele alarak mukayeseli olarak değerlendirilmesi herkesin harcı değil. Birikim, çok çalışma, emek, sabır ve her şeyden önemlisi vicdanlı bir objektiflik istiyor. İlber Hoca bu konuda Türkiye'deki en değerli isim... (Hocaların hocası tarihçilerin kutbu denen Prof. Halil İnalcık'ı da anmamak olmaz.)
Taha Akyol da tarafları kendi içinde yorum katmadan müdahale etmeden değerlendiriyor, belgeleriyle, uzman görüşleriyle destekliyor. Kaynakçaya bakıldığında titiz bir inceleme yapıldığı anlaşılıyor. Okuyucuya ya da izleyiciye deniyor ki, işte olaylar, bu da nedenleri...
Böylece bir roman ya da film gibi siz de birlikte düşünmeye, tartışmaya başlıyorsunuz.
Akyol araya girip yorum yaptığı zaman da özellikle insani durumlara atıf yaparak objektiflikten ayrılmıyor.
"Ayın kaçı. Bugün ne? Bilmiyorum. Benimle beraber kimse bilmiyor. Ne felaket Yarabbi! Ricatın inhidamın (çöküş) en çirkinini gördüm. Bugün burada Köprülü'nün önündeyiz. İkinci fırka kaçtı. Yalnız biz, nizamiye fırkası kaldık. Birden ricat emri verildi. Hep kendimizi galip sanıyorduk. Meğer müthiş surette mağlup imişiz. Toplar filan hep kaçtı. En nihayetinde bizim tabur kalmıştı. Biz de çekildik. Bütün gece, tam on iki saat yürüyerek sabaha karşı Kiliseli'ye geldik. Yolda uzun bir muhacir kafilesine tesadüf ettik. Oh, ne felaket! Kadın çoluk çocuk tam beş bin ev imiş." (15 Teşrinievvel 1328)

Ünlü edebiyatçı Ömer Seyfettin bir subay olarak katıldığı 1. Balkan Savaşı boyunca tuttuğu günlüğüne attığı tarih, miladi takvime göre 28 Ekim 1912'ye denk geliyor. Yani savaşın patlak verdiği 8 Ekim'den tam 20 gün sonrasına... Osmanlı İmparatorluğu'nun uğradığı en büyük felaketi teğmen olarak cephede yaşayan Ömer Seyfettin tarihe şunları da not düşmüş: "En büyük intizamsızlık, açlık, perişanlık içinde ricat ediyoruz. Artık Rumeli gitti muhakkak."
Ömer Seyfettin'in 100 yıl önce yaptığı tespiti bıraktığı yerden alan Taha Akyol, savaşın nedenlerini sorguluyor. Birinci Dünya Savaşı'nın provası, giriş bölümü olarak değerlendirilen Balkan Savaşı'nın ilk kıvılcımını bir yüzyıl daha geriye Rus Harbi'ne götürüyor.
Her şeyin 1877- 1878'deki Rus Harbi sonrası Kırım'dan Kafkas halklarının başta Çerkesler olmak üzere tehciri ve göçüyle başladığına dikkat çekiyor... O günden bugüne Anadolu'ya göçlerin bir daha durmadığını 20 yıl öncesine kadar sürdüğü bir gerçek. 1990'lı yıllarda Bulgaristan'dan sürülen tehcire zorlanan Türkler'in büyük dalgalar halinde Kapıkule'den girişleri hala anılarımızda duruyor. Güneydoğu'da Birinci Körfez Savaşı'nda Saddam'dan kaçan Kürtler'in de sığındığı topraklar yine Anadolu olmuştu.
Balkan Savaşları birçok ilkin de yaşanmasına neden oldu. O güne kadar yalnızca cephelerde ordular arasında yapılan savaşın nitelik değiştirmesiydi en korkunç olanı... Hepsinden önemlisi sivillerin yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden vahşice yok edilmeye çalışılması, katliamlar, sürgünler, tehcirler bu coğrafyanın görmediği şeylerdi. Hepsi art arda yaşanan Balkan Savaşları'yla oldu ve bir daha huzur gelmedi.
Taha Akyol'un tespiti de o geri gelinmez noktayı acı bir şekilde vurguluyor: "11 milyon km karelik Osmanlı imparatorluk coğrafyasının iki yüzyıl içinde Kafkasya'dan Kırım'dan, Tuna ve Balkanlar'dan 777 bin km kareye çekilmesi sadece toprak kaybı değildir. Asıl feci olan insani tarafıdır; katliamlardır, tehcir ve göçlerdir, savaşlarda nesillerin kırılmasıdır."
Tabi esir düşen askerlerin dramını, çektiği işkenceleri de atlamamak gerekir. Örneğin Edirne teslim edildiğinde anlaşmalara rağmen günlerce aç susuz bırakılan onlarca asker ağaçları kemirerek can vemiştir.
Kitapta sivilller ve askerlerin başına gelenler savaşı izleyen yabancı gazetecilerin izlenimleriyle aktarılıyor. Bunlardan biri de o dönem gazeteci olan Bolşevik Devrimi'nin önemli isimlerinden Rus Leon Troçki...
Ulus devletlerin ortaya çıkışı, milliyetçiliğin doruk noktasına ulaştığı bir dönemden söz ediliyor. Artık Avrupa başka bir dönemeçtedir. Ve birçok etnik unsuru bünyesinde barındıran imparatorlukta her toplumun hukuku, eğitimi, dini yaşamı ve cemaat hayatı olduğu için Osmanlı olan biteni yalnızca izliyor. Dağlarda Bulgar, Rum, Sırp, Arnavut komitacıların yanısıra Osmanlı'nın da çeteleri yaşıyordu. Birbirine ardına açılan binlerce okulda öğretmenler de komitacılarla birlikte milliyetçiliği örgütlüyordu. Müslüman kesim yalnızca yönetim ve askeri düzende olduğu için ticari hayat gayrimüslümlerin elindeydi. Bu da silah ve örgütlenme anlamında önemli bir destekti.
Karşı hamle İttihat ve Terakki'nin isyancı Osmanlı subaylarının bastırmasıyla olur. Daha fazla özgürlük ve eşitlik için 1908'de zorla da olsa Meşrutiyet ilan edildi. Bütün cemaatler mutluydu, Osmanlı toprağı bayram yerine döndü. Ancak herkes daha fazla pay isteyince milliyetçilik kaldığı yerden çok ötesinde durdurulamaz biçimde patladı...


Artık su taşmış, savaş adım adım geliyordu. Rusya'nın desteği ve kontrolüyle Yunanlar, Bulgarlar, Sırplar ittifak yaptı. Karadağ da onlara katıldı. Ve her cephede Osmanlı'ya karşı savaş başladı. İstanbul önlerine kadar gelen Çatalca'ya dayanan Bulgarlar'ı durduran yine milliyetçilik oldu. Osmanlı'yla savaşan Bulgar, Rum, Sırp ve Yunanlılar bu kez birbirlerine girdiler. Bulgarlar çekilince o zaman Albay olan İttihatçılar'ın önde gelen ismi Enver Bey'in gözükaralığı ve dayatmasıyla Edirne'ye kadar olan bölüm kurtarıldı.
Ancak masaya oturulduğunda 550 yıllık topraklar elden gitmiş, borçlu, yorgun ve milyonlarca göçmeniyle ne yapacağını bilmez bir imparatorluk vardı.
Kitabın en önemli bölümü ise payitahtın Osmanlı başkenti İstanbul'daki yönetimin ele alındığı başını İttihat ve Terakki'nin çektiği krizler...
Kendi içinde bölünen subay sınıfı, kayırmalarla rütbe almış ve en fecisi de siyasete bulaşmıştı. Artık suikastler düzenleyip hükümet deviriyordu. Meşrutiyet'in ilan edildiği 1908'le Balkan Savaşı'nın sona erdiği 1913 arasındaki 5 yıl 2 aylık sürede 10 hükümet değişmiş. Yalnızca bir yıl süren Balkan Savaşı'nda ise dört hükümet gitmiş gelmiş.
Ve tüm bunların sonucu olarak savaşın yaratığı şok yeni bir dalga yaratacaktır. Kadının öne çıktığı ağırlığını koyduğu, gençlerin kıpırdadığı bir değişim alttan alta dayatmaya başlar. Toplumsal hayat vatan tutkusu ve özlemiyle artık Osmanlıcılık, İslamiyet değil Türklük fikri öne çıkacaktır.
Kitapta, İttihatçılar'ın ağırlığını koyduğu dönemde Harbiye Nazırlığı'na yükselen Enver Paşa'nın onlarca hatasının yanında yaptığı en önemli işin de hakkı veriliyor...
Bozguna uğrayan, silahını bırakıp kaçan, şehirleri tek kurşun atmadan teslim eden orduyu tasviye eden Enver Paşa, yeni atamalarla Çanakkale'de tarih yazan Milli Mücadele'yi kazanan bir ekip yaratmıştır.
Taha Akyol kitabın sonuna belgesel için konuştuğu tarihçilerle (Prof. Şükrü Hanioğlu, Prof. Zafer Toprak, ABD'li Richard Hall ve Yunanlı araştırmacı Vasilis Nikolstos) yapılan söyleşilerin tam metnini koymuş. Uzmanların, belgesele serpiştirilen özet görüşlerinin çok iyi hazırlanmış sorulara verilen cevaplarını okumak iyi bir final olmuş...
Tarihe bugünden bakarak değerlendirmek zor "öyle olsaydı böyle olsaydı" deyip ahlanıp sızlanmaya da gerek yok. Yaşanmış ve bitmiş "önemli olan ders çıkarmak" gibi beylik bir cümleyi kursam faydası olur mu. Belli ki olmamış. Gözükara milliyetçilikle canı yananların dönüp Ermeniler'e yaptıkları, sonra Varlık Vergisi kanunuyla Museviler, 6- 7 Eylül olaylarıyla Rumlar hedeflenmiş. Sonra 1980'lerde Çorum, Kahramanmaraş, 1990'larda Sivas yaşanmış ve 2007'de Hrant Dink'in öldürülmesine kadar uzanmış. Yani o damar bir şekilde en ufacık kıvılcımla harekete geçiyor. Tuttuğu futbol takımlarına bile olmadık misyonlar yükleyip kahramanlık destanları yazanlar var... Şimdi önümüzde 30 yıldır canımızı acıtan Kürt meselesi duruyor. Son günlerdeki gelişmelere bakarak umutlu olmak için çok neden var. 50 bine yakın Türk ve Kürt can verdi ama hala mesele çözülmesin diye cenazeler üstünden konuşuluyor... Balkan Savaşı bu topraklara barışı getirmek için bir ibret vesikası gibi....O yüzden Elveda Rumeli'yi bir de bu gözle okuyun derim...
(Sabah Kitap Eki'nde yayınlanmıştır...)

Şiddet şiddeti doğuruyor...



Hoşgörülü olmakla övünen bir toplumun geldiği nokta çok manidar...
Bir zamanlar gazetelerin 3'üncü sayfalarında yer alan haberler oralara sığmıyor. Tahamülsüzlük, saldırganlık, şiddet ve öfke öyle bir hale geldi ki. Ölüm, cinayet haberleri artık daha geniş işlenmek zorunda kalıyor. Dereleri, denizleri, barajları yıkıp geçen bir sel gibi...
Ufak sıradan detayların bile büyük sorunlara dönüştüğüne tanık olmak, insanların bitmek bilmez bir kavganın içinde debelenmesi nasıl bir ruh halidir...
Bir gün içinde tanık olduklarımı düşünüyorum ertesi gün...
Büyük bir ana cadde. Trafik felç olmuş, akşam üstü saatleri sıcak da bunaltıyor. Bir taksi ve motosikletli kurye tartışıyor önce. Bizler de hemen yanıbaşında yaşa olarak yürüyoruz. El kol hareketleri, karşılıklı tehditleşmeler, öfkeli sözler derken taksici bir anda el frenini çekip duruyor. Arkada oturan müşterisi yaşlı kadın dehşetle bakıyor. İri yarı taksici, ufak tefek motosikletli gençle boğaz boğaza geliyor. Bir anda birbirlerine giren iki kişi yüksek tretuvardaki çimlerin üstüne devriliyor. Koşuşup zor ayırıyorlar... Taksici arabasına binip gidiyor. Kurye yere devrilmiş motosikletini kaldırıp bir şeyler söyleyip hereket ediyor.
Meraklı izleyiciler de yoluna devam ediyor. Belli ki kanıksanmış bir çoğu öyle bir göz atıp durmuyor bile...
Günün ilerleyen saatleri, 21.30 civarı nispeten boş sayılan bir belediye otobüsü... Dönecek dönemiyor, yolun iki tarafında araçlar park etmiş hele biri neredeyse yolun ortasına park etmiş. Ama Allah var dörtlüleri yakmış ne işe yarayacaksa artık! Kornalar, ileri al derken bir kadın koşa gelip arabayı olması gerektiği gibi park ediyor. Otobüs az ilerdeki durakta yolcu indiriyor.
Birden acı bir fren sesi ve çarpmayla herkes yerinden fırlıyor.
İçinde üç genç bulunan bir otomobil durağın içine dalıyor. Otobüsün arkasında dışarıya bakan görgü tanıkları "makas yapıyordu, duramadı otobüse çarpamamak için de durağa girdi" diyor.
Trafikte makas bayağıdır moda... Daha çok Bağdat Caddesi'ndeki lüks araçlar trafikte çapraz ve boş buldukları yerlere girerek ve sürekli şerit değiştirerek yarış yapıyor. İşte buna makas deniyor...
İşte tanık olduğumuz kaza buydu. Durakta o an kimse yoktu, yoksa o hızla kim varsa altına alıp büyük bir ihtimalle ölüme yol açacaktı.
Ya da son hızla otobüse arkadan çarpıp kendileri zarar görecekti...
Kimsenin kimseye tahamülü yok, kimse kimseyi dinlemiyor...
Ondan sonra yolda, işte, otobüste, maçta, evde her yerde kavga ve şiddet...
Bu böyle gitmez gitmemeli...

"Şimdi yeni şeyler söylemek lazım"

31 Mayıs'tan bu yana Türkiye'ye sarsan olayları konuşuyoruz Aslında birini halletmeden yeni bir durumla karşılaşıyoruz. Vakit kaybetmeden ringin karşılıklı köşelerindan yumruğunu sıkıp dişlerini sıkan öfkeli siyaset ve bu oluşuma körükle giden medya durumu iyiden iyiye içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Ancak hızla sakinleşip eski Soğuk savaş söylemlerini bir kenara bırakmamız gerekiyor.
Artık verilerle, somut elle tutulur bilgilerle konuşmanın, harekete geçmenin zamanıdır.
Bu topraklarda neler neler yaşandı. Ve bedeli de çok ama çok ağır ödendi
Geçen yazıda "yalnız ekonomiler değil insan da küreselleşiyor" diye bitirmiştik.
O küreselleşen kuşak bugün ekonomiden siyasete, değer yargılarından ülkeler arası ilişkilere kadar birçok konuda toplumların kaderini belirlemeye başladı.
Dünya Türkiye'deki hareketin ardından Brezilya'yı da dikkatle izliyor. Kendi ülkelerine de örnek teşkil edecek bir laboratuvar var önlerinde.
İki küçük bilgiyle ilerleyelim.
TÜİK'in verilerine göre Türkiye'de, 31 Aralık 2012 itibarıyla tam 37 milyon 719 bin 498 kişi henüz 30 yaşından gün almamıştı.
Bu 37.7 milyon insanın çok büyük bir bölümü tam rakamıyla 25 milyon 262 bin 731'i de 31 Aralık itibarıyla 19 yaşından gün almamış.
Yani henüz seçmen sıfatını kazanmamış.
Brezilya'ya gelirsek, son 10 yılda orta sınıfa 40 milyon kişi katıldı. Bunun da ezici bir bölümü gençler...
Yani o meşhur sık sık buraya misafir ettiğimiz "Y Kuşağı" denen büyük kalabalıklar...
Gezi Parkı meselesiyle daha çok gündeme gelen bu kuşakla hergün yeni şeyler öğreniyoruz.
Bu kuşağın yalnızca cep harçlığı 101 milyar lira gibi bir rakama ulaşıyor.
Aileleri tercih yaparken onlara soruyor.
Yani aile ekonomisini bu gençler yönlendiriyor.
Özgürlüklerine düşkün olmaları ve partilerin değil hareketlerin peşinden gitmeleri de olaya "dış mihrak" diye bakanların elini zayıflatıyor.
Ayrıca köklerine olan sadakatleri çok derin.
Küreselleşmeyle öğrendiklerini gelenekleriyle birleştirip mizah potasında karıştırıyorlar...
Yaratıcı ve girişimciler, doğru ve huzurlu bir yerde çalışırlarsa o şirketi uçuruyorlar...
Yani ne siyasi kavga ne yüksek maaş ne de rütbe peşindeler...
Özgür olmak, saygı görmek ve mutlu olmak istiyorlar...
Bu başka bir durum artık anlamak ve kulak vermek gerekiyor...
Geleceği onlar belirleyecek, dünya artık yepyeni bir yere doğru gidiyor...
Yüzyıllar ötesinden Mevlana'nın sözlerin kulak vermenin tam zamanı:

"Her gün bir yerden göçmek
ne iyi

Her gün bir yere
konmak ne güzel
bulanmadan, donmadan
akmak ne hoş

Dünle beraber
gitti cancağızım
ne kadar söz varsa
düne ait

Şimdi yeni şeyler
söylemek lazım"

19 Haziran 2013 Çarşamba

Bir ağaçtan daha fazlası

Taksim'den başlayıp Türkiye'ye, oradan da dünya çapında ses getiren bir mesele haline gelen Gezi Parkı eylemi bu satırlar yazıldığında 19. gününü doldurmuştu. Toz duman biraz kalktığında her şeyi daha net anlayacağız. Aslında bugün de önyargılar ve fanatizmden uzaklaşınca görünen fotoğraf bize çok şey anlatıyor...
Şurası kesin; Türkiye yeni bir dönemden geçiyor, daha doğrusu uzun süredir bunun belirtileri görülüyordu. Siyaset kurumunun, askeri vesayetin yerini almasıyla başlayan süreç bu ivmeyi hızlandırdı.
Ekonomi düzeldi, böylelikle sağlık, eğitim, ulaşım, alt yapı başta olmak üzere birçok konuda hamle yapılması olanaklı hale geldi. Halkın parası çarçur edilmedi, faize değil yine ona hizmet olarak döndü.
Yeni havaalanları, yeni yollar, yeni binalar yapıldı.
Eğitimli işgücü dünyanın dört bir yanında büyük ihaleler aldı, önemli başarılara imza attı.
Önyargılar kırıldı, eski Türkiye'nin hastalıkları bir bir çözülme yoluna girdi.
Kürt sorunu gibi büyük ve derin bir mesele bitme aşamasına geldi. Artık 70 milyonun birlikte türküler söylemesi an meselesidir.
Peki ne oldu da Gezi Parkı gibi bir olay ülkenin gündemini altüst etti...
Bu sorunun yanıtı çok katmanlı; hem çok basit bir o kadar da derin ve zor...
Türkiye dünyanın bir parçası hem de çok önemli bir parçası...
"Ortadoğu, Kafkaslar ve Avrupa'nın tam ortasındaki köprü" söylemi klişe bir söz ama tam da bugünü anlamamızı sağlıyor.
Hani derler ya; "Hayat ileriye doğru yaşanır ama geriye doğru anlaşılır"
Geçmiş bize çok şey anlatmaktadır...
Bu topraklarda yenilik hareketi çok eskilere dayanıyor.
3 Kasım 1839'da okunan Gülhane Hattı-ı Şerifi ya da çok bilinen adıyla Tanzimat Fermanı bu topraklarda ilk demokratikleşme adımı olarak tarihe geçmiştir.
Sultan Abdülmecid döneminde okunan bu fermanla devlet kendisini yenilemesi gerektiğini söylemiştir.
Buna göre; tüm vatandaşların can, mal ve namus güvenliğinin sağlanması, yargılamada açıklık, hiç kimsenin yargılanmadan idam edilemeyeceği, vergide adalet, rüşvetin ortadan kaldırılması, herkesin mal ve mülküne sahip olması, bunu miras olarak bırakabilmesi gibi maddeler sıralanmıştır.
Bu hukuki, ekonomik ve özel mülkiyet alanlarda düzenlenmeler anlamına geliyordu.
Fermanın bir amacı da azınlık isyanlarını önlemek, azınlıkları bahane ederek Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmasını önlemek ve toprak bütünlüğünü korumaktır.
Yine Abdülmecid döneminde Tanzimat'ın devamı sayılan 18 Şubat 1856'da ilan edilen Islahat Fermanı da bir Osmanlı toplumu oluşturmayı amaçlar. Irk, dil, din vb. ayrımı yapmaksızın bir millet oluşturmayı amaçlar ki 19. yüzyılda devletin kötü gidişâtını durdurmak amacıyla ortaya çıkan fikir akımlarından Osmanlıcılık kapsamındadır.
Osmanlı tebâası içerisinde gayrimüslimlere yönelik bir takım hakların verilmesini içermektedir.
Tarihler 1876'yı gösterdiğinde Birinci Meşrutiyet'le artık anayasal yönetime geçiş başlıyordu.
Kanun-i Esasi uyarınca iki kanatlı bir parlamento oluşturuldu. Üyeleri seçim yoluyla belirlenen meclise Meclis-i Mebusan, üyeleri atama yoluyla belirlenen meclise de Âyan Meclisi deniyordu.
İkinci Meşrutiyet, 29 yıl askıda kaldıktan sonra, 24 Temmuz 1908'de yeniden ilân edilmesiyle başlayan ve 6 Kasım 1922'de Osmanlı Devleti'nin tasfiyesiyle sona eren dönemdir. Birinci Meşrutiyet resmen hiç sona ermemiş ve anayasa değişmemiş olduğu için, bazı tarihçiler tarafından, bir tek Meşrutiyet döneminin ikinci faslı olarak da değerlendirilir.
Ve Cumhuriyet kurulduktan sonra bugünlere kadar tökezleye tökezeye gelen demokrasimiz artık daha da güçleniyor..
Bakmayın siz siyasi mesajların sertliğine ve söylemlerine...
Dünya yalnızca ekonomik anlamda değil insanlık anlamında da küreselleşiyor.

8 Haziran 2013 Cumartesi

Biz geldik...


"Teknolojiye düşkünler ve yeni olanın peşindeler. Mücadeleci değil esnekler, büyük davaların peşinden koşmuyorlar zevk almak daha önemli. Aileye değer veriyorlar, arkadaş fikirleri de öncelikli. Marka seviyorlar ve aferin bekliyorlar. Onlara "Y Kuşağı" deniyor. Türkiye nüfusunun yüzde 20'sini oluşturan bu kuşak esnek bir tanımla 1980'le 2000 yılları arasında doğan kuşağı kapsıyor."
Bu notları çok değil 3 ay önce bu köşede yazmıştım. Başlığını da "Y Kuşağı ne istiyor ne bekliyor" diye atmak da ilginç bir tesadüf olsa gerek...
Bir araştırma şirketinin yalnızca ekonomik veriler açısından incelediği Y Kuşağı'nın nüfusa oranı ezici bir üstünlük gösteriyor. Büyüyen, kalkınan, ekonomisi şahlanan Türkiye'nin genç ve dinamik nüfusu dünyaya ve özellikle Avrupa'ya karşı en büyük kozumuz ve sloganımız değil mi... Dolayısıyla geçmiş kuşaklardan farklı dinamiklerle yaşaması, etkisini iş gücünden tüketime kadar her alanda hissettirmesi de bu kuşağın önemini ve vazgeçilmezliğini kanıtlıyor.
Bugüne kadar daha doğrusu kentleşme ve endüstriyelleşme çağıyla birlikte kuşaklar 4'e ayrılıyor.
1925-1945 arasında doğanlara Sessiz ya da Savaş kuşağı deniyor.
1950'den sonrakiler Baby Boomers diye anılıyor. Doğum hızındaki büyük artış terimiyle anılan kuşak, dünyayı politik olarak alt üst edip etkileyen 68'lileri de kapsıyor.
X Kuşağı ise 68'lilerin çocukları... Ekonomik krizler ve işsizliğe tanık oldukları için kayıp kuşak da deniyor.
Ve bugün 20'li ve 30'lu yaşlardaki Y Kuşağı... En önemli özellikleri teknolojiyi çok iyi kullanmaları ve kendilerine olan güven olarak tanımlanıyor. Onlara Millennials kuşağı da deniyor.
(Daha fazla bilgi için o yazının linki http://fikreteser.blogspot.com/2013/03/y-kusag-ne-istiyor-ne-bekliyor.html)
Bu araştırmaya bakarak eğilimleri, davranışları, hisleri, hayata bakışlarıyla ekonomik anlamda çok şey ifade edebileceklerini ancak meselenin sosyolojik boyutunun da ıskalanmamasına dikkat çekmiştim...
Ve 31 Mayıs itibarıyla Gezi Parkı'nda simgeleşen mesele Türkiye'nin yeni bir evreye girdiğini gösteriyor...
Bütün ezberlerin bozulduğu, siyasetçisinden medyasına, akademisyeninden yorumcusuna, iş adamından emekçisine, kentlisinden köylüsüne, Batı'dan Doğu'ya herkesin ama herkesin meseleyi tam anlamıyla kavramakta zorluk çektiği aşikar...
Provokasyon, vandalizm, faiz lobisi, çıkar çevreleri, dış el parmağı, örgütler yok mu var.
Ama bu ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırmak demek. Mesele çok daha derin ve bir o kadar da basit..
Artık eski soğuk savaş döneminin koşulları yok...
Dünyaya açık, eğitimli, daha 15 yaşında birçok ülke görmüş, 2.3 milyar insanın birbirine internetle bağlı bir dönemin çocukları onlar...
Anne ve babalarından daha çok şey biliyorlar...
Mücadeleci değiller saptamasını da yerle bir etmiş durumdalar...
Ta 30'lı yıllardan bu yana her daim şiddetle bastırılmış kuşaklarla buraya kadar geldik. Ya polis ya da asker üstlerine çullandı hak arama mücadelesinin...
Taksim Meydanı'na asılı sloganların ve örgüt bayrakları altındaki cılız seslere bakarak bir yere varılamaz.
Biraz ilerleyip Gezi Parkı'na girin ve orada başka bir hayat göreceksiniz. Kendinizi Jules Verne'nin Denizler Altında Yirmi Bin Fersah romanında gibi hissedeceksiniz..
Komik, eğlenceli, gülümseyen, sohbet eden, üreten, çevreye duyarlı, özgürlük isteyen, halaylar çeken, şarkılar söyleyen, yardımlaşan, yeni dostluklar kuran her türden her düşünceden gençler göreceksiniz.
Yeni Şafak gazetesi yazarı Murat Menteş'in "1980 ile 2013 yılı arasında 33 sene değil, 400 sene geçtiğini, devrin değiştiğinin fark edilemediği" saptamasını bir düşünün derim...

20 Mayıs 2013 Pazartesi

"Cinayeti kör bir kayıkçı gördü"


Toplumca cinnet geçirdiğimiz bir büyük maç daha geride kaldı.
Fenerbahçe- Galatasaray maçını, öncesi, oynandığı an ve sonrasıyla üç bölümde ele alırsak finali gencecik bir çocuğun toprağa düşmesiyle koyabiliriz.
"Futbol asla futbol değildir" kitabının yazarı Simon Kuper, hayatla bağlantısını ne de güzel anlatır. Biz bu sözü "ırkçılık, şike, küfür, yalan, kibir, aşağılama, hazımsızlık" diye özetlersek herhalde yanlış olmaz...
Öyle bir kısırdöngü ki; hep aynı oyun oynanıyor...
Maçtan birkaç gün önce kulüplerin ileri gelenleri ortalığı konuşmalarıyla bir güzel hazırlar (siz bu sözü gerer diye okuyun). Sözleri spor basını tarafından manşetlere çekilir. O yöneticilere yakın yorumcular da "aslında ne demek istedi" diyerek belden aşağıya vurmayı bir güzel tamamlar.
Buraya dikkat edelim, sonra o yorumcular olaylar olup bittikten sonra "nereye gidiyoruz, çok ayıp" yazıları döşenir.
Eğer taraf oldukları takım zor duruma düşerse hemen savunma, aklama ya da saldırma gibi pozisyonlar alarak devam ederler...
Ve maç günü gelir, herkes hazırdır artık arenada boğazlaşma başlayabilir. Taraftar pimi çekilmiş bomba gibidir, taca çıkan bir top için bile ortalığı kasıp kavurmaya hazırdır...
Mide rahatsızlığı olan arkadaşlar, yemeden önce dünyanın her yanında olan ritueli yaparak muzu sahaya doğru sallar!
Sıra artık başrol oyuncularındadır. Sakin sakin oynanırken itiş kakış başlar, biri ötekini iter, öteki yere düşüp kıvranır da kavranır.
A hiç bir şey olmadı, derken olağan şüpheliler ortaya çıkar ve boğazlama, tırnaklama, anneye küfür derken film kopar.
Oyun biter, asıl maç başlar...
Biri galibiyet kutlar, diğeri yenilmesine rağmen şampiyonluğu...
Futbolcular ve yöneticiler o gerginlikle ipe sapa gelmez ucu nereye varacak diye düşünmeden konuşur da konuşur...
"Niye yan baktın" cinayetleriyle sarsılan memlekette bir futbolcunun terbiyesizce hareketi de "ne olmuş" yani diye savunulur...
Yabancı futbolcular bile yoldan çıkar, demeç demeç üstüne verirler. Meseleyi kavramadan ne olup bittiğini anlamadan...
Artık olay medya ile sosyal paylaşım siteleri üzerinden yürümeye başlar.
Kim daha sorumlu davranıyor anlamak mümkün olmaz.
Bir yandan "yapmayın etmeyin bize yakışmaz" diye timsah gözyaşlarıyla dolu köşeler, hemen yanıbaşında hala birbirlerini boğazlayan adamların demeçleri hem de manşetlerde...
Hiçbirinin aklına "ya bir susun" demek gelmez. Haber adı altında her takımın sayfasında veryansın son hızla sürer gider...
Ama görev bitmemiştir, çünkü ceza verilecektir. Kurumları etkilemek için yayınlar devam eder. "Bak bu da var o da var" diye diye muhabet sürer gider...
Çünkü sistem böyle kurulmuştur, birbirlerini beslerler...
Ne güzel günlerce konuşacak malzeme çıkmıştır, bu arada dünya seni "ırkçı, katil" diye damgalar ama ne gam...
Ve İstanbul'un ortasında bıçaklar konuşur...
19 yaşındaki genç bir bıçak darbesiyle can verir...
*******
"cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben gördüm kulaklarım gördü
vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
hiç biriniz orada yoktunuz."
Atilla İlhan



13 Mayıs 2013 Pazartesi

İbrahim Yazıcı'nın mirası...



İbrahim Yazıcı'nın en verimli çağında aramızdan ayrılması yalnızca Bursaspor camiası için değil Türk sporu ve iş dünyası için de büyük bir kayıp...
Başkan bu birikimleriyle arkasında önemli bir miras da bıraktı. O mirasın ne olduğunu kestirmek çok zor olmasa gerek, Yazıcı'nın hayatına ve yaptıklarına bakılırsa ne demek istediğim çok iyi anlaşılabilir.
Yazıcı erken yaşta atıldığı iş yaşamında önemli bir tecrübe edindikten sonra genç yaşlarda Bursaspor yönetimine giriyor.
Daha önce babası ve ağabeyi de kulüpte yöneticilik yaptığı için onlardan bayrağı devralıyor. 1985-1986 sezonunda Bursaspor Türkiye Kupası'nı kazandığı zaman o da yöneticilikte ilk deneyimini yaşamaktadır.
Üç yıl sonra onun başkanlık koltuğunda görüyoruz.
1989'dan 1992'ye kadar geçen sürede tesisleşmeye ağırlık vererek belki de 2010 yılındaki şampiyonluğun da temellerini atıyordu.
1992'den sonra başka bir kulvarda yoluna devam edecektir. Siyaseti seçerek üst üste iki dönem milletvekiliği yapan Yazıcı'nın geçici ikametgahı Ankara'dır artık.
Yaklaşık 10 yıl Bursa'dan uzak kalan efsane başkan artık kendi işine odaklanır.
Ancak turizm ve otelcilikte önemli yatırımları olan Yazıcı'nın kaderini yeşil beyaz renkler belirleyecektir.
Tarihler 2007'yi gösterdiğinde kulüp zor günler geçirmektedir.
Ve bir kez daha çok sevdiği Bursaspor'ya yollar kesişir ta ki ölüm ayırana kadar...
Başkan seçilen İbrahim Yazıcı, 2.5 yılı teknik direktör arayışları ve denemeleriyle geçirdikten sonra 2008-2009 sezonunun ortasında Ertuğrul Sağlam'ı takımın başına geçirdi.
Sonraki sezon ise gerek Bursa gerekse Türk futbolu için bir dönüm noktası olacaktır.
2009-2010 yılına "Hedef Avrupa Kupaları" parolası ile başlanan 2009-2010 sezonu sonunda 26 yıl sonra lig şampiyonluğu kupası Anadolu kentine geldi.
Türkiye beşinci büyüğü ile tanıştı.
Sonraki sezon Bursaspor, tarihinde ilk kez UEFA Şampiyonlar Ligi Gruplarında mücadele etti. Süper Lig'i 3.sırada tamamlandı.
Bu sonuç Bursaspor'un elde ettiği şampiyonluğun ardından tarihindeki en iyi ikinci derecesi oldu ve kulüp UEFA Avrupa Ligi'ne katılmaya hak kazandı.
Geçen sezon ise bu kez 20 yıl aradan sonra Türkiye Kupası finali oynama başarısını gösterdi ve finalist olması nedeniyle adını bir sonraki sezon yine Avrupa Kupası'na yazdırmayı başardı. Bu sezon ise Bursaspor, ligin bitimine 2 hafta kala zirvedeki takımlar arasında yer alarak üst üste 4.kez Avrupa kupalarına katılmaya hak kazanmak üzere.
Rahmetli İbrahim Yazıcı, Anadolu ihtilaline imzasını atarak hem Bursaspor'a hem de birçok kulübe örnek olmuştur.

Sağlıklı yaşam ne demek?


Uzman tane tane anlatıyor: "Eğer bir yıl içinde kendinizi iyi hissettiğiniz dönemler fazla ise ve az hasta olduysanız bu sağlıklı bir yaşamdır."
Şehir hayatı bizi daha çok evlere hapsettikçe ve o da yetmeyip dört duvar arasındaki bir bilgisayar başına mıhlandıkça durum gittikçe vahim hale gelecektir emin olun.
İnsanoğlunun vücudu hareket etmek için tasarlanmış mükemmel bir yapı, yani kas, kemik, kıkırdaktan oluşuyor.
Peki, bu yapıyı hareketsiz bırakınca ne oluyor...
Biliyorsunuz tabii ki, hastalıklara davetiye çıkarıyoruz.
Önceki gün gazetelerde yer alan Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) raporlarında birçok hastalığın verileri bulunuyor. En önemlisi hiç kuşkusuz kiloyla ilgili olanı...
Türkiye'de 15 yaş üstü bireylerin yüzde 17.2'si obez, yüzde 34.8'i fazla, yüzde 44.2'si normal ve yüzde 3.9'u ise düşük kilolu. Yani ülkede her kişiden biri obez ve kadınlar başı çekiyor.
İşin acayip tarafı kırsal kesimde kilolu sayısı şehirdekileri az da olsa geçmiş durumda.
Bu da gösteriyor ki, tüketimle pompalanan yeni hayat tarzı televizyonlar ve internet yoluyla bir salgın gibi yayılıyor. Kasaba ve köylere kadar ulaşan abur cubur, çocuklar ve gençlerin gözdesi olmaya başlamış...
Kentlerin geride kalmasının sebebi bilinçli tüketim ve sosyo -ekonomik seviyeyle açıklanıyor.
Ayrıca çocuklarda ishal, diş, göz, solunum yolu enfeksiyonu, bulaşıcı hastalıklar ilk sıralarda yer alıyor.
Özellikle ağız ve diş sağlığındaki yüksek oran düşündürücü. Ağrı oldukça diş doktorunun yolunu tutan büyüklerin çocukları da haliyle ağız sağlığından müzdarip oluyor.
Hipertansiyon, bel bölgesi ve eklem rahatsızlıkları, şeker de ciddi olarak alarm veriyor ki bunlar kiloyla bağlantılı sorunlar...
Ve yaşam kalitesini en çok etkileyen hastalıklar, daha ileri aşamalarda sağlıklı organlara da zarar veriyor...
Sonuç olarak Türkiye'nin bel çevresi 10 yılda erkek ve kadınlarda 8 cm genişlemiş.
Obezite yılda yüzde 1 artıyor. Böyle giderse on yıl sonra oranın yüzde 40'lara ulaşması bekleniyor.
Vahim bir tablo ve hemen bugün bir şeyler yapılmazsa işler içinden çıkılmaz bir hal alabilir.
Olmazsa olmazları şöyle sıralayabiliriz...
Bir başka deyişle sağlık üçgeninin bir ucunda doğru beslenme var.
Gerçi her yanımız diyetler, tavsiyelerle sarılmış durumda ama en doğrusu sizin kararınız ve uygulamadaki ısrarınız..
İkinci olarak da uyku... Belirli saatte yatılıp belli saatte kalkmak elzem ve önemli...
Ve üçgenin son noktasında hareket var. Basit ve ihmal edilen bir eylem yürüyün, yürüyün ve yürüyün...

Ekonominin akil adamları toplandı!

Elmanın hikayesini bilirsiniz Gökten üç elma düştü.
Hz. Adem yasağa uymayıp yediği için cenneten kovuldu. Newton'un kafasına düştü yerçekimini buldu. Üçüncüsü ise dünyayı değiştirdi.
Bunu ben değil kendisi yıllar evvel söylemiş.
"Bir gün gelecek ve dünyayı değiştireceğim" diye meydan okuyan Apple'ın efsanesi Steve Job'tan başkası değildi.
Kot pantolonu, kirli sakalı ve sevimli gözlükleriyle üç beş yıl arayla büyük bir platforma çıkıp elinde tuttuğu bir şeyi gösteriyordu. Ve koca dünya bir uçtan uca bu zamane şeyhinin teknoloji devrimleriyle alt üst oluyordu.
Daha öncesi de var ancak 1998'de iMac'i tanıttığında PC'lerin tahtını salladı.
2001'de iPod'la artık gözden düşmeye başlayan walkman ve cd çalarları tarihe gömerek müzik dünyasını ele geçirdi.
Ardından 2003 yılında iTunes geldi.
iTunes'dan önce dijital müzik şirketler için büyük sorundu. Onlar da para kazanmaya başladı.
Tabii ki büyük bomba iPhone oldu.
Tarihler 2007'yi gösterirken cep telefonu dünyasına giren Jobs insanoğluna başka bir dünyanın kapılarını açtı.
Dünyaya gülümseyerek elinde bir ürünle son kez gördüğümüzde 2010 yılıydı.
Bir yıl sonra hayata veda edecek Jobs'un son harikası "büyük iPhone" da diyebileceğimiz iPad'ti...
Çok bilinen bu yaşam öyküsünü ekonomi sayfamızda okuduğum bir haber nedeniyle yeniden anımsadım.
Türkiye'nin ekonomideki "akil adamları" Yaratıcı Endüstriler Konseyi Derneği'ni kurarak bir sivil toplum örgütü olarak yeni bir sayfa açıyor.
Amaçları Türkiye'nin ihracatına katma değerli ürün desteği sağlamak.
Kısa adı YEKON olan dernek, sinemadan modaya, mimariden iletişime kadar 13 farklı işkolunda faaliyet gösteren 18 sektör derneğini birleştirdi. Ve gelecekte bu sayı daha da artacaktır eminim. Derneği kuranlar cari açığın kapanması ve en önemlisi 2023'te hedeflenen 500 milyar dolarlık ihracatın gerçekleşmesi için yaratıcı endüstrilerin devreye girmesinin şart olduğunu söylüyor.
Türkiye genç ve dinamik nüfusuyla teknolojiyi kullanmada dünya liderliğine oynuyor.
Yükselen ekonomisiyle e-ticarette de büyük bir ivme yakalamış durumda.
Modadan yemeğe, teknolojiden spora kadar birçok sektörde başarılı işler yapıyor. Ancak yeterli mi...
Bunu haberi yazan Özge Yavuz'a sordum.
Özge, "Onların çoğu dünyadaki uygulamaların Türkiye'ye uyarlanmışı asıl önemli olan ve fark yaratacak olan katma değer" dedi ve ekledi:
"25 liralık bir hırkayı öyle bir tasarlar ve sunarsınız ki 250 liraya satılır."
Ben Özge'yi biraz daha konuşturup yaratıcı bir fikir almaya gidiyorum siz de Jobs'un şu sözlerine bir göz atın:
"Zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın. Başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun."

17 Nisan 2013 Çarşamba

Emek Sineması ve toplumsal bellek

Bir toplumu tanımlarken, onu oluşturan değerlerden söz edilir.
Dili, kültürü, gelenekleri en başta gelenlerdir.
Toplumsal hafıza da bunların içinde çok önemli bir yer tutar.
Bu hafıza bugünden yarına değil yüzyıllar içinde oluşur.
Orada anılar birikir, ortak bir yaşam tarzı oluşur sonra kuşaktan kuşağa aktarılarak kalıcılık sağlanır. İstanbul'un kozmopolit semti Beyoğlu'ndaki Emek Sineması da toplumsal hafızamızın önemli yerlerinden biriydi...
1884 yılında inşa edilen bina İstanbul Avcılar Kulübü, Rum Atletik Jimnastikhanesi, Yeni Sirk ve Tekerlekli Paten Pisti ve eğlence merkezi olarak hizmet vermiş.
1918'da elden geçirilip tiyatro olarak kapılarını açmış. Ve tarihler 1924'ü gösterirken Cumhuriyet döneminde, perdeleri sahne olarak değil sinema olarak açılmaya başlar.
Adı da Melek olacaktır. 1940'ta bina belediye tarafından satın alındıktan sonra 1957 yılında Emekli Sandığı'na devredilir. Ve kurum da burayı artık ölümsüzleşen Emek Sineması olarak işletmeye alır.
Büyük Caruzo, Denizciler Geliyor ve Yağmur Altında gibi popüler Hollywood müzikallerini gösteren sinema 9 Oscarlı Rüzgâr Gibi Geçti ile gişe rekorunu kırar.
 1958'de yeni adıyla açılan Emek Sineması'nda gösterilen ilk film, başrollerini Gina Lollobrigida ve Vittorio Gassman'ın oynadıkları Dünyanın En Güzel Kadını (La donna più bella del mondo) olur.
Bunları Bisiklet Hırsızları, Beyaz Geceler, Bazıları Sıcak Sever, Gurur ve İhtiras, Krallar Önde Gider, Brahms'ı Sever misiniz?, Batı Yakasının Hikâyesi, Harika Hırsız, İrlandalı Kız, 2001: Bir Uzay Destanı, Pink Floyd Duvar, Günaha Son Çağrı gibi her biri ses getiren ve bugün klasikler arasında yer alan filmler izler. Hakkâri'de Bir Mevsim, Selamsız Bandosu gibi Türk filmleri de Emek'in perdesinden geçen arasında yer alır.
Son teknolojileri de takip eden Emek'te "İrlandalı Kız" Türkiye'de 70 mm formatta ve 6 kanallı ses sistemiyle gösterilen ilk film olacaktır.
Emek 1993'te önemli bir restorasyondan geçirildikten sonra 2000 yılında da koltukları, perdesi, ses düzeni (Dolby Digital) elden geçirildikten sonra modern bir hale gelecektir.
İstiklal Caddesi'nden Galatasaray'a doğru yürürken sağa dönersiniz, az aşağıda soldaki bina Emek'tir.
Daha gişede başlardı o heyecan, sonra fuayesinde geçirilen vakitler.
Gong çaldıktan sonra yerinize oturup ışıklar kapanmadan o görkemli süslemeleri izlerdiniz.
Ve o muhteşem perde ağır ağır açılır.
Sinemanın büyüsünde kaybolursunuz.
Dünyada saygın bir yeri olan İstanbul Film Festivali'ne yıllarca ev sahipliği yapan Emek'ten kimler geldi, kimler geçti bir bilseniz.
Hiç unutmuyorum; festivalin ilk yıllarında çeviriler yan tarafa konan küçük bir masada oturan çevirmen tarafından mikrofonla spontane yapılırdı.
Bir keresinde gülmeyi de çeviri gibi yapınca homurtular yükselmişti.
Sonra oradan çıkınca ya İnci'de profiterol yerdik ya da Taksim Meydanı'ndaki Kristal büfede ıslak hamburgerle köpüklü ayranı içip evimize giderdik.
Kristal'in olduğu bina çoktan yol oldu, İnci'de oradan çıkarıldı. Emek'te malumunuz...
Başka söze gerek var mı?

Sınav sonuçları bize ne anlatıyor?

Üniversiteye girişte ilk basamak olan YGS sonuçları açıklandıktan sonra artık gelenekselleşen "ne olacak bu eğitim hali" tartışması da başladı...
Gençlerin geleceklerinin dönüm noktası olan sınav aynı zamanda ülkenin eğitimi göstergesinin de bir aynası gibi...
Sonuçlara ilişkin verilere bakınca hüzünlenmemek elde değil.
Yeğenimin okuduğu özel okulda yalnızca kendi sınıfında 6 öğrencinin 180 barajını geçemediğini duyunca çok şaşırdım.
İstanbul'da bile böyle bir durum oluşuyorsa vay halimize demek lazım...
Sınava giren adayların yüzde 72'sine denk gelen 1 milyon 303 bin 934 aday fen bilimleri testinde 5 adet soruyu bile doğru yanıtlayamamış.
Matematikte de adayların 840 bin 63'ü için aynı sonuç çıkarken, istatistiklerde bu yıl sıfırcı sayısının farklı tanımlama altında yapılmasına gerek duyulmuş.
Her yıl dikkatlerin ilk kaydığı, kamuoyunca 'sıfırcı' olarak bilinenlerin sayısının yer aldığı kategoride ilk kez iki farklı tanımlama yapıldı.
Buna göre, 'Testlerin hiçbirinde 0.5 veya üzeri ham puanı olmayan aday sayısı' kategorisinde 8 bin 586 adayın yer aldığı kaydedilirken, sınavdaki 'Dört testin en az ikisinde 0.5 veya üzeri ham puanı olmayan aday sayısı' diye bir yeni kategori oluşturuldu ve bu kategoride olanların sayısının 61 bin 36 olduğu bildirildi.
Geçen yıl bu kategorideki istatistik 'Puanları 0.5'ten küçük olduğu için puanı hesaplanmayan aday sayısı' şeklinde tek bir kategori altında ifade edilmiş ve sayının 50 bin 805 olmuştu.
Bu ayrıma ÖSYM yetkilileri bir açıklama yapmadı ancak anlaşılıyor ki "yine şu kadar öğrenci sıfır çekti" denmesin diye böyle bir uygulamaya gidilmiş.
Ancak rakamlara döküldüğünde tablo şöyle: Bu yıl sınavda sıfır çeken aday sayısı 8 bin 586. Bu rakam geçtiğimiz yıl sıfır çekenlerin sayısının 50 binden fazla olduğu göze alınırsa bir gelişme sayılabilir.
Uzmanlar bu durumu "balık" diye adlandırılan kolay soruların çokluğuna bağlıyor.
Ancak asıl belirleyici olan 180 barajını geçemeyenlerin sayısında bu yıl artış var. Eğitim uzmanları bu duruma Türkçe sorularının etkisine bağlıyor.
Geçen yıl Türkçe sorularının genel ortalaması 18 iken, 2013 YGS'de bu oran 16.8'e düşmüş. Her zaman öğrencileri zorlayan matematikte ise geçen yıl 6.92 olan ortalama bu yıl 7.5'a yükselmiş. Türkçe, sosyal bilgiler ve fendeki düşüşün internet bağımlılığının artmasına bağlanıyor.
Öğrencilerin kitap okumadığı için yorum yapamadığı, okuduğunu anlamadığı herkesin malumu. İnternet denen o heyulada kendilerini kaybettikleri için de karşılaştırma ve muhakeme yeteneklerinin zayıflamaları da da eklenince tablo netleşiyor.
Çok küçük yaşlarda bağımlılık başlayınca üniversite sıralarına gelince durum daha da vahim bir hale geliyor. Ne yazık ki böyle giderse tablo daha da kötüye gidebilir.
Çünkü internette hazır bilgiye hiçbir çaba sarf etmeden ulaşmak, oyunlar öğrenciyi sabırsızlaştırıyor. Ve bir an önce olsun bitsin diye bakıyor meseleye.
Hayatının en önemli dönemecinde zorlanıyor. Çünkü böyle alışmış. Bu yüzden daha ana okullarından başlayarak eğitimciler ve ailelerin el ele vererek alışkanlıkları değiştirmesi gerekiyor hem de acilen...
Bu yılki sınavda birinciliği paylaşan üç adayın da kız olması erkeklerin bu yarışta geriye düşmesi de önemli bir durum. Haşmet Babaoğlu geçen perşembe günü onları karşılaştırırken hayata bakışlarını da ele almıştı.
"Kızlarla erkekler arasındaki bu fark gitgide büyüyor. Ve merak ediyorum, acaba bu fark Yeni Türkiye'ye nasıl bir damga vuracak?" diye çok yerinde bir saptama yapmıştı. Siz ne dersiniz...

Ehliyet gerçekten aslanın ağzında mı?

Haberi biliyorsunuz birkaç gün önce gazeteler ayrıntılarıyla yazdı, televizyonlar da önemli bölümlerini mercek altına alıp tartıştı. Avrupa Birliği kriterleri gözetilerek hazırlanan yeni sürücü taslağı trafik konusundaki korkunç halimize çare olabilir. Düşünce güzel ancak uygulamada ne olacak orası meçhul ve umutsuz...
Ne demek istediğime geçmeden önce bir istatistik vereyim. Emniyet Müdürlüğü Trafik Dairesi'nin verilerine göre; 2013'ün ilk iki ayında toplam 47 bin 658 trafik kazası yaşanmış. 247 ölümlü kazada 300 kişi hayatını kaybederken 27 bin 34 kişi de yaralanmış. Jandarma bölgesindeki 4 bin 193 trafik kazasında da 118 kişi ölürken, 4 bin 663 kişi de yaralanmış.
Daha tatil dönemi başlamadan, uzun bayram araları gelmeden meydana gelen kazaların sayısı 50 bini aşmış durumda. Buna kayıtlara geçmeyen ufak tefek çarpmaları da eklersek durumun vehameti ortaya çıkar.
Peki kazalarda baş suçlu kim?
Tabi ki sürücüler.
Bu kusurlar, "Hızı yol, hava ve trafiğin gerektirdiği şartlara uydurmamak, kavşakta geçiş önceliğine uymamak, arkadan çarpmak" diye sıralanıyor.
Ocak ve Şubat aylarında 1 milyon 786 bin 867 trafik cezası kesilmiş, yüzbinlerce araç trafikten men edilmiş, yüzlerce kişinin ehliyetine el konmuş, para cezaları kesilmiş.
Peki caydırıcı olmuş mudur.
Bence de "hayır" yoksa "olabilir" diye bir cümlemi kuracaktınız...
"Evet" yanıtı şimdilik çok uzak ancak "olabilir"e gelmek için bir umudumuz var.
AB normlarına göre yeniden düzenlenen ehliyet sınavlarında iş baştan sıkı tutulacak. İkiye ayrılan sınavın birinci bölümünde, adayların emniyet kemeri, sinyal verme, direksiyon hakimiyeti, geri viteste kullanma gibi, değerlendirme yapılacak 20 kural belirlendi. Bu kurallardan birini hatalı yapan aday sınavda başarısız sayılacak.
İkinci bölümde ise kendisini geçmek isteyen araçlarla ilgili geçilme, durma, duraklama, indirme, yaya okul ve hemzemin geçitlerden geçme, çocuk, engelli, yaşlı ve bisikletli geçiş hakkı, geçiş üstünlüğü hakkına sahip araçlara geçiş izni verme, çevreye duyarlı (korna, gürültü) gibi 7 kural belirlendi. Bu kurallardan herhangi birini iki kez hatalı yapan aday sınavı geçemeyecek.
Halihazırda ehliyet alırken dur, kalk, trafikte kısa bir tur, tamam hayırlı olsunla iş bitiyor. Yeni uygulamayla direksiyon başında hata yapan bir kez daha sınava girdiğinde dikkat edecek, yani yanlış yapa yapa öğrenecek.
"Eğer bu kuralı ihlal edersem" ceza yerim diyecek.
Peki düşünce olarak pekala sonuç alınabilecek gibi duran sistemi işletebilecek miyiz, yani uygulamada ne olacak..
İşte meselenin en can alıcı noktası bu...
Her yola, her kavşağa, her aracın başına polis dikilemeyeceğine göre trafik canavarlarından nasıl kurtulacağız.
Bu kadar kaza niye oluyor sanıyorsunuz. Vurduymazlığımız bir yana, hiçbir kural tanımadan herkesin kendi doğrusu dayattığı bir ortamda başka ne beklenebilir ki.
Medeniyet yol yapmak, bina dikmekle olmuyor, toplum içindeki davranışlarımızdır öncelikli ve belirleyici olan. Trafikteki hallerimiz de bunun bir parçası...
Büyüklerine saygı, küçüklerine şefkat geleneğinden gelen bir toplumun bireylerinin sürücü koltuğuna oturduğunda başka bir şeye dönüşmesi nasıl bir şeydir anlayan beri gelsin.
Her şeye rağmen yeni sistemden umutlu olmak gerekiyor, başka çaremiz yok. Isracı ve takipçi olmalıyız.
Teknolojik gelişmelere hayranlık derecesinde uyum sağlayan yeni kuşaklar umarım bu konuda da herkese örnek olur...

19 Mart 2013 Salı

En son ne zaman internete girdin


"En son ne okudun, ne izledin" derlerdi eskiden eh sorunun yanıtı da duruma göre değişirdi.
"En son ne zaman internete girdin" diye sorsalar peki.
Böyle soru olur mu dediğinizi duyar gibiyim. Sorana uzaylı muamelesi yaparlar büyük ihtimalle.
İnternet hayatımıza girdiğinde kim bu kadarını tahmin edebilirdi. Küçük bir servet değerindeki koca koca monitörler, kasaları anımsayın. Cep telefonları da öyle, televizyonlar farklı mıydı sanki...
Neyse gelinen noktayı özetlemeye kalkışmayacağım, çünkü teknolojik devrim öyle hızlı gelişti ki üç dört kuşak tanık oldu.
İnternet devi Google'ın Türkiye'deki temsilciliği gelinen noktayı istatistiklere dökerek çok kapsamlı bir rapor hazırladı.
The Boston Consulting Group'a hazırlatılan 2011 yılında 'Türkiye İnternet Ekonomisi Raporu' geldiğimiz noktayı ortaya koyuyor.
Türk kullanıcılar olarak ezici bir şekilde sosyal ağlarda dünyanın üst sıralarını zorluyoruz. İnternet ekonomisi ise milli gelirin 1.7'sine denk geliyor. Dudak bükmeyin bu yüzde Türkiye ekonomisine 22 milyar TL katkı sunuyor ve pek çok sektörü geride bırakıyor.
Rapora göre, nüfusun yüzde 77'si kentlerde yaşayan Türkiye'de, kentlerde internet erişim oranı yüzde 57 iken, kırsal alanlarda bu oran yüzde 26'da kaldı. Ve buna bağlı olarak e-ticaret de artıyor.
Cinsiyetlere göre 16-24 yaş grubunda erkeklerin yüzde 81'i internet kullanırken, bu oran kadınlar için yüzde 55 olarak gerçekleşti.
İnternet kullanan Türkler yüzde 47 oranıyla Avrupa Birliği'ndeki yüzde 71'lik oranın altında kalsa da 2007-2012 yılları arasında internete erişimi olan hanelerin oranı 2 kattan daha fazla artarak yüzde 19.7'den yüzde 47.2'ye ulaştı. Aynı yıllar arasında kullanıcı sayısı da 21 milyondan 36 milyona çıktı.
Raporda şu vurgu da önemli: "Türkiye'nin en önemli avantajı genç nüfusu. Avrupa'da 40.9 olan ortalama yaş Türkiye'de 29.7."
Yani sayı hızlanarak artacak.
Tüm internet kullanıcılarının 3'te biri iş yerinden, yüzde 16'sı ise internet kafelerden erişim sağlarken, Türk internet kullanıcıları haftada ortalama 38 saat online oluyor.
Facebook, Google'ın ardından Türkiye'de en çok ziyaret edilen ikinci site olurken Türkiye, 2012 yılı eylül ayı itibariyle neredeyse ülke nüfusunun yarısına denk gelen 31 milyon profil ile Facebook kullanıcı sayısı açısından dünyada 7. ülke konumunda bulunuyor.
Türkiye nüfusunun yüzde 47'si internet kullanmasına rağmen perakende satışların yüzde birinden azı internet üzerinden gerçekleşiyor. Bu çekincelerinin nedeni olarak ise kullanıcıların yüzde 27'si güvenliği, yüzde 17'si de gizlilik endişelerini gerekçe gösteriyor.
Rapora göre, özel sektör yatırımları internet GSYİH'sine 7 milyar liralık katkıda bulundu. Türkiye'de internet ile ilgili devlet harcamaları 1,6 milyar lira oldu ve internet ekonomisinin yüzde 7'sini oluşturdu.
Türk reklam pazarının yüzde 13.8'i online alanda gerçekleşiyor. Bannerlar, sponsorlu metin bağlantıları ve hedef kitleye özel online reklamlar dahil online reklam pazarı 2011 yılında yaklaşık 830 milyon liralık bir ciroya ulaştı.
2011'in ikinci çeyreğinde Türkiye, online oyun oynayanların sayısı itibariyle dünya genelinde 4. sırada yer aldı.
Türkiye'de internetin büyüme potansiyeli çok yüksek olduğuna işaret edilen raporda, internet ekonomisinin 2017 yılına kadar yüzde 19 büyüme göstereceği tahmin edildi.
Rapora göre, tüketim, 2017 yılına kadar yıllık yüzde 22 büyüme göstererek Türk internet ekonomisine 51 milyar lira katkıda bulunabilecek.

Türk ve Avrupalı annelerin çocukları


Obezite yazısında kilonun yanısıra ruhsal obezite konusu da önemli deyip bitirmiştik. Bir süre sonra Yaşar Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Elif Durgel Jagtap'ın 4.5 yıl süren bilimsel çalışması yayınlandı. 3-6 yaş grubu çocuk sahibi bine yıkan Türk, Alman ve Hollandalı annenin davranışlarını inceleyen Jagtap, onlara, "Nasıl bir birey yetiştirmek istiyorsunuz?", "Çocuğunuzdan beklentileriniz neler?", "Kültürünüzü ne kadar koruyorsunuz?", "Yabancı uyruklu anneleri nasıl buluyorsunuz?" gibi sorular yöneltmiş. Böylece, Türk ve yabancı annelerin çocuk yetiştirmede gösterdikleri davranış farklılıkları ortaya çıkmış.
Türk anneler: İtaatkâr ve gelenekçi bireyler yetiştiriyor. Çocuklarının saygın bir iş sahibi olmasını istiyor. Çocuğunun gözünün önünde olmasını istiyor. Çocukları ağlamaya başladığında fikrini değiştiriyor. Ceza yöntemini kullanıyor. Hava kötü olduğunda çocuğunu dışarı çıkarmıyor. Yeme, içme ve uyku saatlerini esnetiyor. Çocuklarına kitap okuma alışkanlıkları zayıf. Koruma hissi aşırı.
Avrupalı anneler: Özgür bireyler yetiştiriyor. Meslek seçimine karışmıyor. Çocuklarının kendi başına odasında yalnız vakit geçirmeleri gerektiğini düşünüyor. Çocukları bir şeyi ısrarla isteyince 'hayır' diyorsa bir daha fikrini değiştirmiyor. Cezaya çok az başvuruyor. Hergün yürüyüşe çıkarıyor. Yeme, içme ve uyku saatlerinde titiz davranıyor. Çocuğuna düzenli olarak her gün kitap okuyor. Rahat davranıyor.
Araştırmayı yapan bilim insanı Yrd. Doç. Dr. Jagtap'ın saptamasını da not edin: "İki grup annenin birbirlerine bakış açısı çok farklı. Türk anneleri, yabancı anneleri çok kuralcı ve gaddar buluyor. Küçük çocuklarını odalarında yalnız bırakmalarını çok garipsiyorlar. Yabancı anneler ise Türk anneleri gereğinden fazla yumuşak buluyor."
Araştırma basında yer aldı ancak tek bir değerlendirme yazısı okuyabildim. Markar Esayan, Taraf'taki köşesinde araştırmadan yola çıkarak, bu davranışlarımızın bir toplum ve kültür modeli olduğunu söylüyor. Ve bu modelin böyle biçimlendiğini, insanların da buna göre davrandığını belirtiyor.
Haksız değil ancak verdiği örneğe küçük bir itirazım var.
Esayan, küçükken ayakkabı almaya giden bir çocuğun beğendiği kırmızı renge anne babanın tepki göstereceğini ve başkasını almanız için ikna etmeye çalışacağını söylüyor. Çocuğun ısrarıyla alınan ayakkabının her eşya gibi eskiyip yırtılacağını belirtiyor. Ve diyor ki, muhtemelen size onların önerdiğini alsaydınız böyle olmayacağını söyleyecekler.
Ve final cümlesi olarak da bunun travma yaratacağını özgüveni zedeleyeceğini söylüyor. Ancak umutsuz da değil ilerde bunu aşabileceğimizi de ekliyor.
Esayan bir süredir Pazar günleri köşesinde hayatımız üzerine her birinin üzerinde uzun uzun konuşulacak yazılar yazıyor. İlişkiler, aşk, çocuklar, çekirdek ailemiz gibi...
Üstelik kendini de içine katarak hesaplaşmasını yaparak, örnekler vererek yapıyor.
Ancak bu yazısına küçük itirazım var demiştim açayım:
Bizim gibi orta halli ailelerde eğer ki çok çocuk da varsa ana babayı da anlamak gerek diye düşünüyorum. Ya da o zaman kızıyordum şimdi hak veriyorum diyelim.
O ayakkabı bir kere alınıp atılmamalıydı, eskiyene kadar giyilmeliydi. Çünkü ayırabilecekleri bütçe o kadardı.
Kira, okul masrafı, giyim kuşam, sağlık, mutfak masrafı derken bir de çocuğun ayılıp bayıldığı bir ayakkabıya destek çıkmıyordu haliyle.
Bugünkü gibi, onlarca marka ve ucuzluk da hak getire...
Ancak araştırmanın sonuçlarını da göz ardı edemeyiz tabii ki... Yetiştirilmemize bağlı olarak kendimiz ailemiz ve çevremizle ilişkilerimiz de iniş çıkışlar yaşıyoruz.
Bir önceki yazıda ele aldığımız Y Kuşağı bakalım ilerde nasıl olacak ve nasıl çocuklar yetiştirecek...