Sayfalar

20 Ocak 2013 Pazar

Araf'ta kalmak, hayatla ölüm...


İki arada bir yerde kalmaya ya da iki durum arasında seçim yapma durumunda kaldığımızda "Araf'ta kaldım" deriz.
Araf aslında dini kitaplarda da yer aldığı gibi cennet ile cehennem arasında kalmak demektir.
Yani öte dünyada, mahşerde günahın ve sevabın eşit derecede olduğu zaman karar verilmesini beklemektir.
Her şeyin bir sonu olduğu gibi hayatın da var.
Kuran'daki Ali İmran Suresi, "Her canlı ölümü tadacaktır" ayetiyle açıklar yaşamın sonunu...
Her ölümde insan bir hesaplaşma yaşar.
Basın dünyasının simge ismi Mehmet Ali Birand'ın ölümü de öyle oldu. Ben de bıraktığı izleri düşündüm...
Yaşamın telaşı içinde bir şeyleri kaybettiğiniz zaman durup düşünme zamanıdır artık...
Birand basında önemli işlere imza atmış bir isimdi. Bir cinayete kurban giden Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi'nin Milliyet'inde ses getiren röportajlar yapmıştı, Kıbrıs Harekatı'nın perde arkasını yıllar sonra onun kitabından öğrenmiştik...
Sonra televizyonculuğa geçti. Türkiye'nin bence en başarılı haber programı 32. Gün'ü hazırladı. Hala öylesi yapılmadı ne yazık ki... Bir ya da iki bölümden söz etmiyorum sürekliliği ve kalitesini bozmamasıyla yeri doldurulmadı...
Ayda bir yayınlanan programı iple çekerdik...
Dünyanın dört bir yanındaki olaylar titiz, ayrıntılı hazırlanmış bir şekilde işlenir dosya halinde önümüze konurdu.
Birand'ın konukları da olurdu, hem de ne konuklar. Bir devlet adamı, bir olayın kahramanı, bir sanatçı...
Yanında yetişen ve bugün her biri başarılı birer gazeteci, televizyoncu olan isimler ise onun başka bir değerini ortaya koyuyor.
Komplekse ve kibire düşmeden, bildiklerini paylaşması, adam yetiştirmesi herkesin yapacağı iş değildir.
Mehmet Ali Birand bu yönüyle de takdir edilesi bir öncülük yapmış...
Türkiye 1980 darbesinin karanlığından sıyrılmaya çabalarken Birand iç siyasette bir şey yapamayacağını özgürce harekete edemeyeceğini biliyordu. O yüzden 32. Gün dışarıya bakan bir formattaydı. Ara sıra Türkiye'den de konular olurdu ancak dediğim gibi zor yıllardı...
Birand daha sonra 32. Gün'ü tamamen iç siyasete kanalize etti ve tartışma ağırlıklı bir programa çevirdi. Birbirlerinden nefret eden kesimler onun, objektif tarafsız tutumuna güvenerek bir masanın etrafında biraraya geldi.
Ve Türkiye belki de Siyaset Meydanı'yla birlikte onun 32. Gün programını izleyerek tartışmayı, konuşmayı, empati yapmayı öğrendi...
Özellikle Kürt sorunu merkezdeydi, ardı ardına çözüme yönelik mesajların verildiği konukları çağırıp konuştu, konuşturdu...
Bugün bu krizin çözümüne yönelik belki de tarihin en ciddi adımlarının atılmasında onun da çabaları çoktu kuşkusuz...
Birand televizyonculuğun yanısıra gezeteciliği de bırakmadı. Sabah'ta yıllarca yazdı, sonra 28 Şubat'taki o tatsız andıç olayından sonra yazılı basından bir süre uzak kaldıktan sonra Posta'da yeniden hak ettiği yeri aldı.
Bugün ardından yazılanları, konuşulanları bakınca vasiyetinin yerine geldiği görülüyor.
"Benim için 'iyi adamdı' desinler yeter."

"Başka türlü bir şey benim istediğim"


365 gün hüznüyle, sevinciyle, burukluğuyla geldi geçti...
Ne olursa olsun dilekler değişmeyecek.
Yeni yıla umutlarla girilecek.
Sanki görülmez bir el her şeyi düzeltecekmiş gibi...
Ama hayalsiz yaşanmıyor bir günlüğüne ya da birkaç saatliğine de olsa kendini iyi hissetmenin tadı bir başkadır...
Sağlıklıysan, etrafında da sevdiklerin dostların varsa ne ala...
Bazen kalabalıklarla bazen de yalnızdım... Kimi zaman dilek tuttum kimi zaman da bir kitabın içinde kayboldum...
Aklıma geldikçe anımsayıp iyi ki oradaymışım dediklerim de var, hüzünle andıklarım da...
Birçoğu ise aklıma gelmiyor...
Belli ki sıradan bir gün gibi yaşamışım...
Anılar böyle zamanlarda gelip içimize çörekleniyor...
"Hadi bakalım" diye zorluyor da zorluyor.
Bilinmez ki acaba insanoğlu böyle bir şeye mi programlanmış, yoksa yetişme biçimlerimizden mi kaynaklanıyor.

DEJA VU DUYGUSU

Çok kullanımda olan bir söz vardır.
"Hayat ileriye doğru yaşanır ama geriye doğru anlaşılır."
Yıllar akıp giderken, hani "deja vu" dedikleri ben daha önce bunu yaşamıştım duygusunu yaşatan ruh hali zaman zaman sarıverir insanı...
O zaman geçmişe dönüp başlarsınız hesaplaşmaya, hem de hiç beklemediğiniz bir anda...
"İyi midir değil midir" derseniz "kişiden kişiye değişir" derim.
Bazen ders çıkarıp; bir öğüt, bir mana, bir tecrübe olarak heybenize koyarsınız...
Hayat yolunda bunlar çok işinize yarar...
Bazen de bir öfke, bir intikam, bir yoldan çıkma hali gelip sarıverir ki...
Eyvah ki eyvah, o zaman yoldan çıkmak an meselesidir.
Yani demem odur ki, geçmiş öyle ya da böyle yaşanmıştır...
Yeme içme alışkanlıklarımız, takıntılarımız, önyargılarımız, sevmelerimiz, nefret etmelerimiz, yetiştiğimiz ortamların eseridir aynı zamanda...
Sonra yıllar geçtikçe her biri hayata bakışımızla birlikte değişir zaten değişmelidir de...
Yoksa aynı tornadan çıkmış insanlar olurduk.
Bu da ne kadar sıradan ve ruhsuz olurdu...
Bazen sıkılırsınız, patlayacak gibi olursunuz...
İşte o zamanlarda doğa bir ilaç gibidir..
Bir ağacın kuytusu, sonsuzluğa uzanan mavi bir deniz, dağların yükseltisi...
Nasıl da insanı sarıverir, gevşetir...
Sonra kültür ve sanat....
Hakkınca ve adabınca çalınan bir beste, güzel icra edilmiş bir şarkı, türkü....
Ya sinema...
Kendimi kamera gibi hissedip yönetmen olmayı düşündüğüm zamanlar...
Peki o kitaplar; hayatın en zor zamanlarında sığınılan en güzel liman...
Bir sözle birdenbire aydınlanan karmaşık olaylar, "hiç böyle düşünmemiştim" dedirten kelimeler...

İYİ Kİ ŞİİR VAR

Galiba yine şiire sığınmak en iyisi..
Can Yücel ne güzel özetlemiş:
"Başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer, ne de buluta
burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz,
havası ayrı hava..
(Yayınlandıktan sonra bloğa koymakta geciktiğim yılbaşı yazısı)

Mevlana'nın izini süren aşıklar


Yüzyıllar ötesinden gelen manevi ve derinlikli sesin sevdalıları onu ne güzel anlatmışlar.
13. yüzyılda bitmek bilmez iktidar mücadeleleri, dini çatışmalar, mezhep kavgaları, siyasi çalkantılar arasından bir güneş gibi doğdu Mevlana...
Batı'da, Kudüs yolundaki Haçlılar Konstantinopolis'i işgal edip yağmalamışlar; Bizans İmparatorluğu'nun bölünmesine yol açmışlardı. Doğu'da, Cengiz Han'ın Moğol orduları yakıp yıkarak ilerliyordu. Arada kalan çeşitli Türk Beylikleri de kendi aralarında savaşıyordu. Hristiyanlar Hristiyanlarla, Hristiyanlar Müslümanlarla, Müslümanlar da Müslümanlarla çatışmaktaydı. Ne yana dönseniz husumet, hamaset, ıstırap, hırs...
Sonra Mevlana, Anadolu'nun ortasından seslendi:
"Gel, gel, gel!
Ne olursan ol, gel!
Kim olursan ol, gel!
Tövbeni yüz kere bozmuş olsan da gel!"
O kapı öyle bir açıldı ki içine alemin en güzel sözleri, sırları, düşünceleri, huzuru, mutluluğu, tevazusu, insanlığı, sevgisi doldu...
"Ben ne Hristiyanım,
Ne Musevi, ne Farisi, ne de Müslüman;
Ne Doğu'danım, ne de Batı'dan.
İkiliği bir kenara koydum,
İki âlemin bir olduğunu gördüm."
Çünkü gücünü aldığı Kuran'ın Maide Suresi'nde, "Allah onları sever, onlarda Allah'ı severler" denmişti.
O mesaj her dinden her dilden milyonlarca yürekle buluştu.
Bugün sevdiğine kavuştuğu günde düğününde Şeb-i Arus'ta biraraya gelen sevdalıları semada ve neyde huzur bulacak...
Hani Hud Suresi 112 ayetinde, "O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir" diye verilen mesajı da çok iyi anlamıştı...
"Söz söyleyen kemal sahibi olursa, marifet ve hakikat sofrasını serdi mi, o sofrada her türlü yemek bulunur. Herkes orada gıdasını bulur" diye seslenmişti...
Yaratılmışların en değerlisi olarak şereflendirilen "Eşrefi mahlukat"ın da değerini iyi bilirdi:
"Sen, değerinle ve düşüncenle iki aleme bedelsin.
Ama ne yapayım ki kendi değerini bilmiyorsun.
Kendini ucuza satma, çünkü değerin yüksektir."
Ama şu iki günlük dünyada zalimleşenleri de görüyordu. Kıskançlık, hırs, kibir...
"Başkalarına imrenme,
çok kimseler var ki senin hayatına imreniyorlar.
Beri gel, beri!
Daha da beri!
Niceye şu yol vuruculuk?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik?"
İnsanoğlunun iç benliğine yolculuğuna da diyecekleri vardı.
"Can konağını aramadaysan, cansın
bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin
bir damla su arıyorsan susun,
zulmün peşindeysen zalimsin
aşkı arıyorsan aşıksın
gönlün neye kapılmışsa osun sen."
Hayattan ne anladığını, gerçek dostun kelime değil mana anlamındaki derinliğini de nasıl da özetlemiş:
"Dostlarım,
Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya,
Kalp durur.
Akıl unutur,
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur."
Ve Şebi Arus'ta Konya'da buluşanlara, milyonlarca sevdalısını da yüzyıllar ötesinden sesleniyor:
"Yetmiş iki millet kendi sırrını bizden dinler.
Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir ney gibiyiz."
Ve kendi geleceğini de tayin ediyor:
"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız
Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir."
(Bloga koymakta geciktiğim bir yazı... Gazetede ve sitede yayınlandı..)

Trenin sanat yolculuğu


Tren yalnızca raydan ve vagondan mı ibarettir...
Ya garlar, istasyonlar, köprüler, tüneller, hat boyu giden telgraf direkleri...
Tren karadaki ilk toplu taşıma aracıdır. 1800'lü yıllarda insanoğlunun hayatına girmiş, edebiyattan sinemaya, resimden müziğe her alanı etkilemiştir...
 İngiliz polisiye romancısı Agatha Christie'nin Doğu Ekspresi'nde Cinayet'i hem roman hem de film olarak büyük ilgi görmüştür. Kara saplanmış tren kurtarılmayı beklerken bir yandan da işlenen cinayet adım adım çözülmektedir.
Ya Burt Lancater, Sophie Loren, Ava Gardner gibi ünlülerin yer aldığı 1976 yapımı Kassandra Geçidi... Yine müthiş bir gerilim trende çözülmektedir...
1957 yılında çekilen Kwai Köprüsü'nde Japonlar, 2. Dünya Savaşı'nde esir aldığı İngiliz askerlerine bir köprü inşaa ettirmek isterler...
Çünkü üstünden hayati önemi olan bir tren geçecektir.
Yine 2. Dünya Savaşı'nda bu kez Fransa'dayız...
1964 yapımı Tren filminin başrolünde Burt Lancaster bir istasyon şefini oynar...
Naziler savaşı kaybedeceğini anlayınca Paris'teki müzeden ünlü ressamların tablolarını Berlin'e kaçırmak ister, istasyon şefi ve direnişçiler de treni engellemek istemektedir.
Yılmaz Güney'in Sürü filmini unutmak mümkün mü...
1978'de Zeki Ökten'in çektiği film, Güneydoğu'dan Ankara'ya koyunlarını satmak için trenle yola çeken Berivan aşiretinin başından geçenleri nasıl da hüzünle anlatır...
Osmanlı Devleti ilk hattını 1854'te Kahire-İskenderiye arasında açtı. Anadolu'da ise ilk demiryolu İzmir-Aydın arasında 1860'ta yapıldı. En ünlüsü ise İstanbul-Bağdat demiryoludur. II. Abdülhamit döneminde 1888 yılında Almanlarla yapılan anlaşma bu topraklardaki en büyük projeydi.
Sonra Cumhuriyet döneminde "Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan" diye 10. yıl marşına bile giren bir seferberlikle tren yaygınlaşmıştır...
Uzun yıllar unutulan ihmal edilen demiryolları son 10 yıldır yeniden canlanıyor. Bu kez kara trenler değil hızlı trenler var...
Bizim içinse tren hep hüzündür. Kavuşmakta vardır ama ayrılık hiç unutulmaz. Tren yavaş yavaş kalkar eller, mendiller sallanır.
Tren uzaklaşır, bir müddet yanında koşarsınız ve sonra boşlukta kaybolur gider...
Orhan Veli Kanık'ta tren sesi bakın ne duygular uyandırmış:
Nereye bu gece vakti?
Güzel tren, garip tren?
Düdüğün pek acı geldi,
Hatıra neler getiren.
Çok mudur mendil sallamam;
Her yolcu az çok aşinam,
Haydi, yolun açık olsun;
Geçtiğin köprüler sağlam,
Tüneller aydınlık olsun.

Nazım Hikmet Memleketimden İnsan Manzaraları'nda o günler nasıl dile gelir:
"Dışarda
peronların orda kalktı 15:45 katarı.
Bu tiren
yataklı vagonuna rağmen
tirenlerin en külüstürüdür,
altı kuruşluk cıgara gibi bir şey" diye anlatır...

Ya da mevsimin değişimi:
"Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği
ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir
Haydarpaşa garının büfesine bahar..."

14 Ocak 2013 Pazartesi

'Yourgan'dan yorgana...



Gazete okurken dünya liderlerinin yorgancısı Celalettin Akyüz'ü görünce tarihte bir gezinti yapmak kaçınılmaz oldu. Bir zamanlar genç kızların çeyizlerinin, sünnetlerin en önemli parçalarından biri olan yorganlar artık hazır satılan makine üretimi yorgan ve battaniyelere yenildi. Tabii kaçınılmaz olarak bir zamanlar her mahallede bulunan yorgancılıkta tarihe karışıyor...
Yorgan Uygur yazıtlarında "Yourgan" olarak geçiyor. Bu meslek sonra bir geleneğe ve el sanatına da isim olmuş. Doğanın; renklerinin, çiçeklerinin, kuşlarının motiflere dönüşerek odalara yansıdığı mesleğin 20 yıl önce "İstanbul Yorgancı ve Hallaç Esnaf Sanatkarları Odası'na kayıtlı 1200 üyesi varken bugün 200'ü geçmiyor. Evliya Çelebi "Seyahatname"sinde yalnızca Kapalıçarşı'daki yorgancı dükkanlarının sayısını 105 olarak veriyor. Bugün Kapalıçarşı'da bir tek dernek binası kalmış. Dükkanlar ise çeşitli nedenlerle elden çıkartılmış. Oysaki geçmişte en itibarlı mesleklerden biriydi. Bu sanatın ustaları saraylarda, konaklarda, itibar gören, aranan insanlardı.
Geçenlerde ajanslardan birinde yorgancı ustalarından birinin hüzünlü sözlerini okumuştum. Bucaklı Mehmet Ali Arslan 1983 yılında mesleğe başlamış. "Bir yorganı üç gün işleyerek yaptığımız günler geride kaldı. Dolayısıyla artık sanat eseri yorganları görmek çok zor. Vatandaş, zorlu hayat şartları karşısında el işi yorganların karşılığını veremez oldu. Biz de daha az emek harcayarak, dar gelirliler için ekonomik yorganlar dikmeye başladık. Böyle ayakta kalabiliyoruz" diyordu.
Amasyalı Adem Sarı da, "Bizim asıl sıkıntımız mesleğimize yetiştirecek eleman bulamamaktır" diye yakınıyordu. İşin sağlık tarafına da dikkat çekiyordu: "Elyaftan üretilen yorgan, yastık veya yatak içerisinde bakterileri saklıyor, yatan insandan dökülen ölü deriler insan sağlığına zarar veriyor ve bronşit hastalığına sebep oluyor. Yün yorgan ve yatakta ise böyle bir problem yok, tamamen sağlıklı bir seçim. Çünkü yünden üretilen bu ürünlerin içindeki yünler hem yıkanıyor hem de havalandırılabiliyor. Ayrıca yün yatak, yorgan veya yastık insanın vücudundaki fazla elektriği alır ve güne zinde başlamasını sağlar.
Efsanelerden, minyatürlere; atasözlerinden atasözlerinden türkülere kadar konu olmuş, Türk geleneğinde evliliğin ve mutluluğun sembolü haline gelmiş, motiflerinde yüzyıllardır geleneksel Türk zarafetini ve inceliğini yansıtan el yapımı yorganlar az da olsa hala yaşıyor. Cellalettin Akyüz'e Allah uzun ömürler ve sıhhat versin...