Sayfalar

20 Mayıs 2013 Pazartesi

"Cinayeti kör bir kayıkçı gördü"


Toplumca cinnet geçirdiğimiz bir büyük maç daha geride kaldı.
Fenerbahçe- Galatasaray maçını, öncesi, oynandığı an ve sonrasıyla üç bölümde ele alırsak finali gencecik bir çocuğun toprağa düşmesiyle koyabiliriz.
"Futbol asla futbol değildir" kitabının yazarı Simon Kuper, hayatla bağlantısını ne de güzel anlatır. Biz bu sözü "ırkçılık, şike, küfür, yalan, kibir, aşağılama, hazımsızlık" diye özetlersek herhalde yanlış olmaz...
Öyle bir kısırdöngü ki; hep aynı oyun oynanıyor...
Maçtan birkaç gün önce kulüplerin ileri gelenleri ortalığı konuşmalarıyla bir güzel hazırlar (siz bu sözü gerer diye okuyun). Sözleri spor basını tarafından manşetlere çekilir. O yöneticilere yakın yorumcular da "aslında ne demek istedi" diyerek belden aşağıya vurmayı bir güzel tamamlar.
Buraya dikkat edelim, sonra o yorumcular olaylar olup bittikten sonra "nereye gidiyoruz, çok ayıp" yazıları döşenir.
Eğer taraf oldukları takım zor duruma düşerse hemen savunma, aklama ya da saldırma gibi pozisyonlar alarak devam ederler...
Ve maç günü gelir, herkes hazırdır artık arenada boğazlaşma başlayabilir. Taraftar pimi çekilmiş bomba gibidir, taca çıkan bir top için bile ortalığı kasıp kavurmaya hazırdır...
Mide rahatsızlığı olan arkadaşlar, yemeden önce dünyanın her yanında olan ritueli yaparak muzu sahaya doğru sallar!
Sıra artık başrol oyuncularındadır. Sakin sakin oynanırken itiş kakış başlar, biri ötekini iter, öteki yere düşüp kıvranır da kavranır.
A hiç bir şey olmadı, derken olağan şüpheliler ortaya çıkar ve boğazlama, tırnaklama, anneye küfür derken film kopar.
Oyun biter, asıl maç başlar...
Biri galibiyet kutlar, diğeri yenilmesine rağmen şampiyonluğu...
Futbolcular ve yöneticiler o gerginlikle ipe sapa gelmez ucu nereye varacak diye düşünmeden konuşur da konuşur...
"Niye yan baktın" cinayetleriyle sarsılan memlekette bir futbolcunun terbiyesizce hareketi de "ne olmuş" yani diye savunulur...
Yabancı futbolcular bile yoldan çıkar, demeç demeç üstüne verirler. Meseleyi kavramadan ne olup bittiğini anlamadan...
Artık olay medya ile sosyal paylaşım siteleri üzerinden yürümeye başlar.
Kim daha sorumlu davranıyor anlamak mümkün olmaz.
Bir yandan "yapmayın etmeyin bize yakışmaz" diye timsah gözyaşlarıyla dolu köşeler, hemen yanıbaşında hala birbirlerini boğazlayan adamların demeçleri hem de manşetlerde...
Hiçbirinin aklına "ya bir susun" demek gelmez. Haber adı altında her takımın sayfasında veryansın son hızla sürer gider...
Ama görev bitmemiştir, çünkü ceza verilecektir. Kurumları etkilemek için yayınlar devam eder. "Bak bu da var o da var" diye diye muhabet sürer gider...
Çünkü sistem böyle kurulmuştur, birbirlerini beslerler...
Ne güzel günlerce konuşacak malzeme çıkmıştır, bu arada dünya seni "ırkçı, katil" diye damgalar ama ne gam...
Ve İstanbul'un ortasında bıçaklar konuşur...
19 yaşındaki genç bir bıçak darbesiyle can verir...
*******
"cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben gördüm kulaklarım gördü
vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
hiç biriniz orada yoktunuz."
Atilla İlhan



13 Mayıs 2013 Pazartesi

İbrahim Yazıcı'nın mirası...



İbrahim Yazıcı'nın en verimli çağında aramızdan ayrılması yalnızca Bursaspor camiası için değil Türk sporu ve iş dünyası için de büyük bir kayıp...
Başkan bu birikimleriyle arkasında önemli bir miras da bıraktı. O mirasın ne olduğunu kestirmek çok zor olmasa gerek, Yazıcı'nın hayatına ve yaptıklarına bakılırsa ne demek istediğim çok iyi anlaşılabilir.
Yazıcı erken yaşta atıldığı iş yaşamında önemli bir tecrübe edindikten sonra genç yaşlarda Bursaspor yönetimine giriyor.
Daha önce babası ve ağabeyi de kulüpte yöneticilik yaptığı için onlardan bayrağı devralıyor. 1985-1986 sezonunda Bursaspor Türkiye Kupası'nı kazandığı zaman o da yöneticilikte ilk deneyimini yaşamaktadır.
Üç yıl sonra onun başkanlık koltuğunda görüyoruz.
1989'dan 1992'ye kadar geçen sürede tesisleşmeye ağırlık vererek belki de 2010 yılındaki şampiyonluğun da temellerini atıyordu.
1992'den sonra başka bir kulvarda yoluna devam edecektir. Siyaseti seçerek üst üste iki dönem milletvekiliği yapan Yazıcı'nın geçici ikametgahı Ankara'dır artık.
Yaklaşık 10 yıl Bursa'dan uzak kalan efsane başkan artık kendi işine odaklanır.
Ancak turizm ve otelcilikte önemli yatırımları olan Yazıcı'nın kaderini yeşil beyaz renkler belirleyecektir.
Tarihler 2007'yi gösterdiğinde kulüp zor günler geçirmektedir.
Ve bir kez daha çok sevdiği Bursaspor'ya yollar kesişir ta ki ölüm ayırana kadar...
Başkan seçilen İbrahim Yazıcı, 2.5 yılı teknik direktör arayışları ve denemeleriyle geçirdikten sonra 2008-2009 sezonunun ortasında Ertuğrul Sağlam'ı takımın başına geçirdi.
Sonraki sezon ise gerek Bursa gerekse Türk futbolu için bir dönüm noktası olacaktır.
2009-2010 yılına "Hedef Avrupa Kupaları" parolası ile başlanan 2009-2010 sezonu sonunda 26 yıl sonra lig şampiyonluğu kupası Anadolu kentine geldi.
Türkiye beşinci büyüğü ile tanıştı.
Sonraki sezon Bursaspor, tarihinde ilk kez UEFA Şampiyonlar Ligi Gruplarında mücadele etti. Süper Lig'i 3.sırada tamamlandı.
Bu sonuç Bursaspor'un elde ettiği şampiyonluğun ardından tarihindeki en iyi ikinci derecesi oldu ve kulüp UEFA Avrupa Ligi'ne katılmaya hak kazandı.
Geçen sezon ise bu kez 20 yıl aradan sonra Türkiye Kupası finali oynama başarısını gösterdi ve finalist olması nedeniyle adını bir sonraki sezon yine Avrupa Kupası'na yazdırmayı başardı. Bu sezon ise Bursaspor, ligin bitimine 2 hafta kala zirvedeki takımlar arasında yer alarak üst üste 4.kez Avrupa kupalarına katılmaya hak kazanmak üzere.
Rahmetli İbrahim Yazıcı, Anadolu ihtilaline imzasını atarak hem Bursaspor'a hem de birçok kulübe örnek olmuştur.

Sağlıklı yaşam ne demek?


Uzman tane tane anlatıyor: "Eğer bir yıl içinde kendinizi iyi hissettiğiniz dönemler fazla ise ve az hasta olduysanız bu sağlıklı bir yaşamdır."
Şehir hayatı bizi daha çok evlere hapsettikçe ve o da yetmeyip dört duvar arasındaki bir bilgisayar başına mıhlandıkça durum gittikçe vahim hale gelecektir emin olun.
İnsanoğlunun vücudu hareket etmek için tasarlanmış mükemmel bir yapı, yani kas, kemik, kıkırdaktan oluşuyor.
Peki, bu yapıyı hareketsiz bırakınca ne oluyor...
Biliyorsunuz tabii ki, hastalıklara davetiye çıkarıyoruz.
Önceki gün gazetelerde yer alan Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) raporlarında birçok hastalığın verileri bulunuyor. En önemlisi hiç kuşkusuz kiloyla ilgili olanı...
Türkiye'de 15 yaş üstü bireylerin yüzde 17.2'si obez, yüzde 34.8'i fazla, yüzde 44.2'si normal ve yüzde 3.9'u ise düşük kilolu. Yani ülkede her kişiden biri obez ve kadınlar başı çekiyor.
İşin acayip tarafı kırsal kesimde kilolu sayısı şehirdekileri az da olsa geçmiş durumda.
Bu da gösteriyor ki, tüketimle pompalanan yeni hayat tarzı televizyonlar ve internet yoluyla bir salgın gibi yayılıyor. Kasaba ve köylere kadar ulaşan abur cubur, çocuklar ve gençlerin gözdesi olmaya başlamış...
Kentlerin geride kalmasının sebebi bilinçli tüketim ve sosyo -ekonomik seviyeyle açıklanıyor.
Ayrıca çocuklarda ishal, diş, göz, solunum yolu enfeksiyonu, bulaşıcı hastalıklar ilk sıralarda yer alıyor.
Özellikle ağız ve diş sağlığındaki yüksek oran düşündürücü. Ağrı oldukça diş doktorunun yolunu tutan büyüklerin çocukları da haliyle ağız sağlığından müzdarip oluyor.
Hipertansiyon, bel bölgesi ve eklem rahatsızlıkları, şeker de ciddi olarak alarm veriyor ki bunlar kiloyla bağlantılı sorunlar...
Ve yaşam kalitesini en çok etkileyen hastalıklar, daha ileri aşamalarda sağlıklı organlara da zarar veriyor...
Sonuç olarak Türkiye'nin bel çevresi 10 yılda erkek ve kadınlarda 8 cm genişlemiş.
Obezite yılda yüzde 1 artıyor. Böyle giderse on yıl sonra oranın yüzde 40'lara ulaşması bekleniyor.
Vahim bir tablo ve hemen bugün bir şeyler yapılmazsa işler içinden çıkılmaz bir hal alabilir.
Olmazsa olmazları şöyle sıralayabiliriz...
Bir başka deyişle sağlık üçgeninin bir ucunda doğru beslenme var.
Gerçi her yanımız diyetler, tavsiyelerle sarılmış durumda ama en doğrusu sizin kararınız ve uygulamadaki ısrarınız..
İkinci olarak da uyku... Belirli saatte yatılıp belli saatte kalkmak elzem ve önemli...
Ve üçgenin son noktasında hareket var. Basit ve ihmal edilen bir eylem yürüyün, yürüyün ve yürüyün...

Ekonominin akil adamları toplandı!

Elmanın hikayesini bilirsiniz Gökten üç elma düştü.
Hz. Adem yasağa uymayıp yediği için cenneten kovuldu. Newton'un kafasına düştü yerçekimini buldu. Üçüncüsü ise dünyayı değiştirdi.
Bunu ben değil kendisi yıllar evvel söylemiş.
"Bir gün gelecek ve dünyayı değiştireceğim" diye meydan okuyan Apple'ın efsanesi Steve Job'tan başkası değildi.
Kot pantolonu, kirli sakalı ve sevimli gözlükleriyle üç beş yıl arayla büyük bir platforma çıkıp elinde tuttuğu bir şeyi gösteriyordu. Ve koca dünya bir uçtan uca bu zamane şeyhinin teknoloji devrimleriyle alt üst oluyordu.
Daha öncesi de var ancak 1998'de iMac'i tanıttığında PC'lerin tahtını salladı.
2001'de iPod'la artık gözden düşmeye başlayan walkman ve cd çalarları tarihe gömerek müzik dünyasını ele geçirdi.
Ardından 2003 yılında iTunes geldi.
iTunes'dan önce dijital müzik şirketler için büyük sorundu. Onlar da para kazanmaya başladı.
Tabii ki büyük bomba iPhone oldu.
Tarihler 2007'yi gösterirken cep telefonu dünyasına giren Jobs insanoğluna başka bir dünyanın kapılarını açtı.
Dünyaya gülümseyerek elinde bir ürünle son kez gördüğümüzde 2010 yılıydı.
Bir yıl sonra hayata veda edecek Jobs'un son harikası "büyük iPhone" da diyebileceğimiz iPad'ti...
Çok bilinen bu yaşam öyküsünü ekonomi sayfamızda okuduğum bir haber nedeniyle yeniden anımsadım.
Türkiye'nin ekonomideki "akil adamları" Yaratıcı Endüstriler Konseyi Derneği'ni kurarak bir sivil toplum örgütü olarak yeni bir sayfa açıyor.
Amaçları Türkiye'nin ihracatına katma değerli ürün desteği sağlamak.
Kısa adı YEKON olan dernek, sinemadan modaya, mimariden iletişime kadar 13 farklı işkolunda faaliyet gösteren 18 sektör derneğini birleştirdi. Ve gelecekte bu sayı daha da artacaktır eminim. Derneği kuranlar cari açığın kapanması ve en önemlisi 2023'te hedeflenen 500 milyar dolarlık ihracatın gerçekleşmesi için yaratıcı endüstrilerin devreye girmesinin şart olduğunu söylüyor.
Türkiye genç ve dinamik nüfusuyla teknolojiyi kullanmada dünya liderliğine oynuyor.
Yükselen ekonomisiyle e-ticarette de büyük bir ivme yakalamış durumda.
Modadan yemeğe, teknolojiden spora kadar birçok sektörde başarılı işler yapıyor. Ancak yeterli mi...
Bunu haberi yazan Özge Yavuz'a sordum.
Özge, "Onların çoğu dünyadaki uygulamaların Türkiye'ye uyarlanmışı asıl önemli olan ve fark yaratacak olan katma değer" dedi ve ekledi:
"25 liralık bir hırkayı öyle bir tasarlar ve sunarsınız ki 250 liraya satılır."
Ben Özge'yi biraz daha konuşturup yaratıcı bir fikir almaya gidiyorum siz de Jobs'un şu sözlerine bir göz atın:
"Zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın. Başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun."