Sayfalar

20 Ekim 2014 Pazartesi

Her kitabıyla küllerinden doğan yazar

Hikayeleri basit ama bir o kadar da karmaşıktır. Karakterleri de sıradandır. Derin diyaloglar, samimi, sağlam ilişkiler derken birden bire tempo hızlanır.
Vahşi hayvanların acımasızca iktidar savaşı verdiği bir belgesele dönüşüverir.
Güçlü olan ayakta kalacaktır. Ancak birden araya girer, itirazı vardır; "böyle gelmiş böyle gitmez" diye haykırır düzene.
O acımasız dünyanın içinden gelen biri olarak her zaman parayı ve iktidarı elinde tutanın kazandığını çok ama çok iyi bilir. Ama bazen pireler de filleri yutuverir.
Gizli servislerin soğuk savaş yıllarında yetişen John Le Carre geçen hafta vizyona giren İnsan Avı ile yine ortaya çıktı.
Soğuk Savaş'ın bitişiyle Demirperde de yıkılınca artık bitti gözüyle bakılan 83 yaşındaki Le Carre aradan geçen 25 yıla rağmen Anka Kuşu misali her kitabıyla küllerinden yeniden doğuyor...
Aslında kendini göstermek için bir şey yaptığı yok.
Reklamı, kalabalığı, gürültüyü sevmez. İngiltere'nin kırsalı Cornwall'daki yamaçta münzevi bir hayat yaşar.
Telefondan nefret eder, klavye kullanmaz, kitaplarını eliyle yazar.
Çok nadir röportaj verir, kitaplarından uyarlanan filmlerinin galasında bir iki görülmüşlüğü vardır.
Kendi deyişiyle bir şehirde en fazla üç gün geçirebilir.
Hayat felsefesini şöyle özetler: "Yazarım, yürürüm, yüzerim ve içerim."
Peki, 8 yıl önce yazdığı 2006'da yayımlanan "Aranan Adam" kitabından uyarlanan filmi niye bu kadar ilgi görüyor.
Çünkü günümüzün en acımasız oyuncusu terör vardır başrolde. Batı'nın 11 Eylül tramvasıyla yüzleşir. Müslüman bir Çeçen olan İsa'nın esrarengiz geçmişiyle bir Türk aile, idealist avukat, Rus mafyası, uluslararası para aklayıcıları, iflasın eşiğindeki bir İngiliz aile bankası ve tabii ki Alman, İngiliz ve Amerikan casusları ortaya çıkıverir.
Le Carre, 20'yi aşkın romanında olduğu gibi bu düğümü de ağır ağır çözerken sizi de beraberinde götürür.
Casusların dünyası çok farklıdır, öyle vurdulu kırdılı Hollywoodvari yapımlar ya da bizim dizilerdeki gibi silahlar ulu orta çekilmez.
Zekâ, sabır, ayrıntı, en küçük bir detay dahi gözden kaçırılmadan değerlendirilir...
Asıl adı David John Moore Cornwell olan John Le Carre daha 17 yaşında Bern Üniversitesi'nde öğrenciyken İngiliz Gizli Servisi'ne alındı.
O anı, "Bir partide ya da kilisede usulca yanına yaklaşırlar. Narin bir süreçtir, bir tesadüf, aşk gibi" diye anlatır.
Onu dünya çapında bir romancı olarak tanıtan Soğuktan Gelen Casus'u yazdığında Batı Almanya'nın başkenti Bonn'daki İngiliz elçiliğinde görevlidir. Kitabı yayımlamak için MI6'daki amirlerinden uzun bir süre onay bekler...
Tam da bu sırada gelmiş geçmiş en büyük çift taraflı ajan daha doğrusu o dünyanın jargonuyla söylersek Köstebek Harold Adrian Russell (Kim) Philby ortaya çıkar.
İngiliz Gizli Servisi MI6'nın iki numaralı adamı Philby aslında Sovyetler Birliği'nin gizli servisi KGB'nin adamıdır. Birinci adam olmak üzereyken Cambridge Beşlisi olarak da anılan Anthony Blunt, Guy Burgess ve Donald Maclean'la birlikte deşifre olur.

1960'ların başıdır, Philby Moskova'ya kaçar ve Le Carre dahil birçok ajanın adını açıklar.
Philby, Batı istihbaratına o kadar çok zarar vermiştir ki işinden ayrılmak zorunda kalan Le Carre, şaheser bir kitapla bu ihanetle hesaplaşır.
Bizdeki adıyla Köstebek ya da orjinal adıyla Tinker, Tailor, Soldier, Spy...
Unutulmaz George Smiley karakteriyle çifte ajanı ortayı çıkardı.
Bir Öğrenci Gibi romanında servisin başına geçen Smiley, Uzak Doğu'da bir operasyonu yönetti.
Sonra Smiley'in İnsanları kitabıyla da KGB'nin tepesindeki adam Karla'yı Berlin'de teslim aldı. Karla'yı beklerken bir Türk kahvesindeki diyaloglar ise unutulmazdır.
Küçük Trampetçi Kız da Avrupa'nın ortasında Filistinliler'in baskınını anlattı.
Son Casus'ta babasıyla hesaplaştı.
Rus Evi'nde meseleye bir de o taraftan baktı. (Kitap, Sean Connery ve Michelle Pfeiffer'in başrollerini paylaştığı bir filme çekildi)
Berlin Duvarı 1989'da yıkıldığında Le Carre ne yapacak diyenler, çok beklemedi. Yolun Sonu kitabıyla Smiley'e anılarını anlattırıp noktayı koydu.
Artık dünya değişmişti, Le Carre de yolunu çizdi.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla ortaya çıkan Rus, Osetya, Çeçenya, İnguş karmaşasına Bizim Oyun kitabıyla daldı. Hatta İstanbul üzerinden bile geçti.
Silah kaçakçıları ve uyuşturucu tacirlerini merkeze oturttuğu Gece Müdürü'nde eğlence ve hüzün, kötülük ve yüreklilik, aşk ve açgözlülük karşı karşıya geldi.
Panama Terzisi'yle Orta Amerika'ya uzandı. Politik oyunların bir terzihanenin kapılarından nasıl geçtiğini gösterdi. (Filminde başrollerinde Pierce Brosnan ve Jamie Lee Curtis oynadı.)
Single ve Oğlu'yla bir bankacılık serüveninin casusluk hikayesini dönüştüğünü gözler önüne serdi.
Bahçıvan'da yolu Afrika kıtasına düştü.
Birbiri ardına çıkan Sıkı Dostlar, Aranan Adam ve Gizemli Melodi'yle yolculuklar devam etti.
Son kitabı Hain'i bir süre önce Fransa'da bir öğrenci evinde okudum. Rus oligarklar ve İngiliz Gizli Servisi'nin adamları az ötemde İsviçre'de müthiş bir kovalamaca içindeydi.
Le Carre'yi terk edemezsiniz o sizi bir şekilde bulur...
Ancak üstadın uğramadığı bir Ortadoğu kaldı, halbuki İngilizler buraları çok iyi bilir...
Kürtler, Şiiler, IŞİD, Esad...
Yani malzeme çok, 83 yaşındaki Le Carre buradan çok ekmek yer...
Ahmet Ümit başta olmak üzere John Le Carre tutkunlarına sesleniyorum. Önce ustanın külliyatı yeniden yayınlansın sonra da buralara davet edip şöyle Boğaz'da rakı balık yedirelim artık o ne yapması gerektiğini anlar...
(SABAH Kitap ekinin Eylül 2014 sayısında yayınlanmıştır)

Tek başına gazino gibiydi


Osmanlı'dan miras ortaoyunu, kantolar, meddah, Hacivat-Karagöz ve geleneksel eğlencelerin tümü yeni dönemle birlikte (Cumhuriyet) artık adı gazino olarak anılan eğlence mekanlarına evrilmişti.
İstanbul kozmopolit yapısı ve paranın başkenti olması sebebiyle başı çekiyordu...
Politik başkent Ankara da geride kalmamış ünlü gazinolar birbiri ardına açılmıştı...
Tabii ki bu işlerin şahikası İzmir'di...
Fuar döneminde memleketin bütün ünlüleri soluğu orada alırdı. Bir ay boyunca Türkiye'nin eğlence hayatı oradan gelen haberlerle beslenirdi.
Zeki Müren'den Müzeyyen Senar'a, Barış Manço'dan Ersen ve Dadaşlar'a, Nurhan Damcıoğlu'ndan Berkant'a, Nuri Sesigüzel'den Şükran Ay'a kadar farklı türlerden söyleyen sanatçılar boy gösterirdi.
Komedyenler de olmazsa olmazıydı gazinoların... Bir şekilde yolunu İzmir'e düşürüp onları izlemeye gidenleri biliyorum...
Şanslılar dönüşte ballandıra ballandıra anlatıp ayrıcalığın tadını çıkarırdı...
Televizyonun hayatımıza girmesine az kalmıştı ancak henüz emekleme aşamasında olduğu için o kültür hızını kesmeden sürüyordu...
Ünlü isimler yılda birkaç kez Türkiye turnesine çıkardı ve alt kadrolarda da birçok sanatçıyı götürürdü. Adana, Mersin, Diyarbakır, Erzurum, Trabzon gibi merkezi kentler uğrak yerlerdi.
Televizyonun tüm ihtişamıyla gelip alışkanlarımızı alt üst ettiği dönemlerde gazinoların havası sürüyordu. Ancak o eski dönemler geride kalmıştı, çünkü teknoloji gelişiyordu. Artık kemanın, gitarın, hatta vurmalı çalgıların sesini çıkaran onların yerini alan elektronik aletler dönemiydi... Onlarca müzisyen işsiz kalmıştı...
Bu dönemin en büyük yıldızları piyanistlerdi...
Ferdi Özbeğen sonra Ümit Besen bir anda gözde oldu...
Beyoğlu'nun ara sokaklarındaki pavyon gibi salaş yerler de bir müddet daha direnecek yerini türkü barlar alacaktı...
***
Geçen çarşamba günü Harbiye'deki Açıkhava Tiyatrosu özel bir konsere tanıklık etti. Yağmur yüzünden ertelenen konsere ilgi büyüktü. Şampiyonlar Ligi maçına ve havanın da serin olmasına rağmen tıklım tıklım dolan tarihi mekanın başrolünde Ata Demirer vardı.
Tek başına gazino gibiydi...
Komedyenlikle başlayan ve Eyvah Eyvah serileriyle süren sinema serüvenini bu kez de müzikle taçlandırdı.
Alaturka ağırlı bir repertuvarla Yusuf Nalkesen'den Yıldırım Gürses'e, Erol Sayan'dan Sadi Hoşses'e kadar sanat müziğinin değerleri geçit yaptı.
Her parçanın girişinde dev ekrandan söz ve müzikler kime aitse fotoğrafları eşliğinde "saygılarla" diyerek anıldı..
Türkü de söyledi, göbek de attı. Aralarda esprilerini de esirgemedi.
Yunanistan'a Balkanlar'a uzandı sonra da taa Geyikli sahiline indi...
Taşkın Sabah'ın yönetimindeki dev müzisyen kadrosu da harikaydı. Anadolu Ateşi danslarıyla geceye renk kattı. Sonra Demet Akbağ ve sanatçı eşi Özge Borak'la noktayı koydu.
Tek başına gazinoydu derken haksız mıyım.

Eylül ayların en güzelidir


Sıcakla başım hiç hoş değildir. Hele bu yılki gibi bir yazı bir daha yaşamak istemem.
Aklıma gelince bile fena oluyorum. Gündüzleri sıcak olabilir ama gece de aynı hal devam edince ruhen daralıyorum. Artık sonlarına yaklaştığımız Eylül tam da artık "yeter" dediğim bir anda imdadıma yetişir.
Şiddetli bir yağmurdan sonra geceler birden serin olmaya başlar. Artık kalın şeyler giymeye başlamanın zamanıdır.
Yatarken de bir pikeyi üstünüze çekip sıcak yatakta kıvrılmak gibisi yoktur.
Akşam erken inmeye başlar, manzara birden değişir. Güneşin batışı, leyleklerin göçü beni sakinleştirir...
Birden şehrin üstüne bir garip sessizlik iner. Gece örtü gibi her yanı sarmaya başlarken her şeyi sanki daha önce hiç görmemiş ya da işitmemiş gibi olurum...
Bu beni çok mutlu eder, sanki bütün dertlerim geride kalmış gibi olur....
Sanatçıların hüzünle şiirlerine, romanlarına, resimlerine kattığı sonbahar benim için çok başka şeyler ifade eder...
Yıllar önce bir arkadaşım "şimdi Ada vapurunda olmak vardı" diye anlatmıştı kendi sonbaharını...
Ayaklarını uzatıp kahve ya da çay eşliğinde saçlarını savuran rüzgarla birlikte öylece suları yara yara gitmek diye tasvir etmişti...
Herkesin bir Eylül'ü var benimki de yeniden kendine gelmek demektir.
Yediklerimden, okuduklarımdan, sohbetlerden başka bir tat almaya başlarım...
Farklı lezzetleri tatmak için keşfe çıkma zamanıdır bir yandan da...
Buram buram terlemeden ya da hasta edecek kadar açık klimanın tacizi olmadan bir yerden bir yere gidebilmek gibisi var mıdır...
Bir başka severim Eylül'ü...
Şimdi tatil yolları da bir başka güzeldir...
Ege'de bir yerlerde olmanın tadı hiçbir şeye değişilmez bu zamanlarda...
Yazın çıldırtan temposunu üstünden atmak istercesine bir huzur gelir...
Ağaçlar, deniz, şehir, insanlar, mekanlar bir şarkı tutturur...
Onu yalnız bizim gibiler duyar.....
Yollar sakinleşmiş, yerleşim yerleri de ıssızlaşmıştır...
Deniz şöyle bir ürpertir ama tadına doyulmaz.
İşte bu Eylül'dür... Durup dinlemek gerekir duyabilmek, duyumsayabilmek için...
Şiir zamanıdır artık....

'eylül! kırılgan mevsim!
cam hançeri güzün
dağılırdı kalbimde
birden gecenin ve gündüzün
perdesiyle örtülürdünüz
tenhâyla ve tül
dolardı içim... eylül!'
Hilmi Yavuz

"Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu"

Bu yıl neredeyse Eylül'e yakın bir zamanda tatile çıkabildim. Özel işlerim ve siyasetin yoğun gündeminden ancak fırsat oldu. Benim için tatil bir yıl boyunca hasretini çektiğim, özlediğim, sıkıntılı zamanlarımda düşler kurup rahatladığım Kuzey Ege'ye doğru gitmektir. Sabaha karşı ezan okunurken yola çıkarım. İstanbul uykusunun en güzel yerindedir, gün ağarmak üzereyken yollar sakindir. Yol üstündeki konaklama yerlerinde özellikle dönüş yolundaki gurbetçilerle kahvaltı ederim. Sonra Kınalı yol ayrımından TEM yolunu terk edip Silivri'ye dönerim. Sahil yolundan Marmara Ereğlisi derken 2 saat olmadan Tekirdağ görünür.
Kent merkezine girmeden arkadan dolanan yeni yolla birlikte Malkara'ya doğru tırmanmaya başlarım.
İp gibi uzanan yollar, dağ, ova, derken birden Keşan yol ayrımına gelirsiniz.
Doğru devam edenler için gurbet yolu başlar. Orası İpsala'dır, ötesi de Yunanistan.
Ben yuvarlak kavşaktan sola döner, Çanakkale tabelasını takip ederim.
Güzelim Koru dağları ve inişle birlikte Saroz Körfezi.
Deniz sağdan görünür sonra da sola geçer.
Eceabat'ta feribotu kaçırırsam doğru Kilitbahir'e..
Dağlarına bir asker görüntüsüyle Mehmet Akif'in o unutulmaz dizelerinin kazıldığı yerdeyim.
"Dur yolcu
bilmeden basıp geçtiğin bu toprak
bir devrin battığı yerdir."
Burası Çanakkkale merkeze en yakın yerdir. Küçük feribotlarla 15 dakikada karşıdayım.
Artık bir saatlik yolum var... İzmir yolunda Ezine'ye varmadan sağdan içeri girdiniz mi tamam...
Geyikli'deki, ah evet tanıdık geldi değil mi. Ata Demirer'in Eyvah Eyvah filmleriyle meşhur ettiği belde...
İskelede vapur sırasına aracınızı koydunuz mu, derin bir "oh" çekmenin zamanı gelmiştir.
45 dakikalık deniz yolculuğundan sonra adadayım. Bildiniz Bozcaada tabii ki...
Yaklaşık 14 yıldır hiç ara vermeksizin ziyaret ettiğim, sevdiğim, huzur bulduğum ada...
Akrabalarım uzun yıllardır burada benim keşfedişim biraz geç oldu ama yine de en güzel zamanlarını bilirim...
Her yıl biraz daha kalabalıklaşan, biraz daha betona kesen ada son 5 yıldır daha hızlı değişiyor.
Maalesef bu değişim hoyratça sürüyor. Her şey adanın özgünlüğünü sevimliliğini yok edercesine bir daha geri gelmemecesine değişiyor.
Canım billur denizinde cips torbaları, pet şişeler geziyor. Kumsaldaki çöp dağları ise korkunçtu.
En çok içimi acıtan üzüm bağlarının arasındaki çöpler oldu, gelişigüzel fırlatılmış...
Bir adalıyla son derece havalı arabasıyla vapurdan indikten sonra bir şeyler arayan sonradan görme kadının diyalogu her şeyi anlatıyor aslında...
"Beymen mağazasına bakmıştım..."
El cevap: "Vapura biniyorsunuz, 430 kilometre sonra İstanbul'a varıyorsunuz orada."
Başlıktaki dizelerin sahibi şiirin büyük ustası, sözcüklerin cambazı Asaf Özdemir'e aitti.
Kısacık ve anlamı büyük şiiri şöyle bitiyor:
"Birinciliği beyaza verdiler."