Sayfalar

14 Ağustos 2015 Cuma

Aynadaki yüzümüzdü o

Elindeki silahı sözcüklerdi. Düşündü, biriktirdi, okudu, anlamaya çalıştı ve çılgıncasına yazdı. İnsana dair ne varsa ilgi alanındaydı. Tarihe adını 'adaletin bekçisi, dünyanın vicdanı' olarak yazdırdı. O Eduardo Galeano'ydu

13 Nisan'da dünyaya veda etti. 365 günü saatli maarif takvimi gibi ele aldığı kitabını açıp o tarihte ne yazmış diye baktım. 74 yıllık yaşamı boyunca özgürlüğü ve hakları için mücadele ettiği Latin Amerika'sının köklerine bir saygı duruşuydu...
Tam da ona yakışır bir final...
"Seni Görmeyi Bilemedik...
2009 yılında, Mani de Yucatan Manastırı'nın avlusunda, kırk iki Fransisken keşişi yerli kültüründen özür töreni düzenlediler: Kozmovizyonunuzu ve dininizi anlamadığımız, ilahi güçlerini reddettiğimiz, anlamadıkları bir dini asırlarca onlara dayattığımız, dini vecibelerini satanizmle özdeşleştirdiğimiz ve bunların Şeytan'ın işi, putlarının da Şeytan'ın maddeye dönüşmüş halleri olduğunu söyleyip yazdığımız için Maya halkından özür diliyoruz. Dört buçuk asır önce, aynı yerde, bir başka Fransisken keşiş Diego de Landa, sekiz asırlık ortak belleği barındıran Maya kitaplarını yakmıştı." (Ve Günler Yürümeye Başladı/ Sel Yayıncılık)
Yalnızca kitaplarını mı...
Latin Amerika'da taş üstünde taş bırakmamış, insanları vahşice öldürüp, tapınaklarını, saraylarını enkaza çevirip hazinelerini yağmalamışlardı.
Medeniyet getirme bahanesiyle Amerika'yı işgal eden Avrupalı Hıristiyanlar'a Nasıralı İsa'nın inançları uğruna çarmıha gerildiğini hatırlatıyor ve yüzyılllar sonra soruyordu:
"Sizin yaptığınıza ne demeli."
Halkının trajedisini ele aldığı ve uzun yıllar yasaklı listesinde olan Latin Amerika'nın Kesik Damarları kitabını 2009 yılında Venezüella Devlet Başkanı Chavez, ABD Başkanı Obama'ya hediye edince büyük sükse yapmıştı.
O ise büyük bir tevazuyla karşılamış ve "umarım bir işe yarar" demişti.
Hayat denen bu koşuşturma içinde unutmaya, unutturulmaya karşı bir direnişti...
Kadim dostu John Berger, "Suçlarımızı unutturmadığı için ona minnettarız.
Onun şefkati yıkıcı, hakikati hiddetli" diyordu.
Elindeki silahı sözcüklerdi. Düşündü, biriktirdi, okudu, anlamaya çalıştı ve çılgıncasına yazdı, yazdı ve yazdı...
"İçimde o kadar çok ses var ki bazen uyuyamıyorum" demesi bundandı. (Buket Aşçı Vatan Kitap) Öyle ya, dünyanın bunca meselesini kendine dert edinmek kolay mı? Bir bedeli vardı. O bu bedeli daha 14 yaşında üstlenmeye karar vermişti.
Çizimleri çok iyiydi, ressamlık yaptı. Politik karikatürleri El Sol gazetesinde yayınlandı.
Bankada getir götür işleri, vezneci, daktilocu olarak çalıştı.
Ünlü yazarların bulunduğu Marca dergisinin yayın yönetmenliğini yaptığında daha 20'li yaşlarındaydı.
1973'te Uruguay'da askeri darbe olunca hapse atıldı, sonra da sürgüne yollandı. Arjantin'deki sürgün 3 yıl sürdü. Askerler orada da iktidarı devirdi ve adı yok edilmesi gerekenler listesine girdi. Daha uzaklara gitmek zorunda kaldı. İspanya'dan ülkesine ancak 1985 yılında dönebildi.
"Hâlâ hayat var, uslu uslu boyun eğmeyi reddedenlerin arzusu... Bu dünya tepetaklak ve bakalım onu ters çevirebilecek miyiz, onu deniyoruz!" ( Tepetaklak /Tersine Dünya Okulu )Ancak bir bedene birkaç hayat biriktirenler, adalet ve vicdanı rehber edinenler ve bu uğurda her türlü zorluğu göze alanlar böyle sözler edebilir.
İnsana dair ne varsa ilgi alanındaydı: Darbeler, işkenceler, örülen duvarlar, yıkılan duvarlar, yakılan kütüphaneler, şairler, müzisyenler, aşklar, futbol, sömürgecilik, kıyım, yalan, sevgi, dostluk, arkadaşlık, ırkçılık, umut, barış, mucizeler, doğa, açlık, inançlar, hürriyet, mutluluk...
"Hatırlama takıntısı olan biriyim" diyordu.
Hitler, Newton, Sezar, Rosa Luxemburg, Al Capone, Kraliçe Victoria, Churcill, Afrodit, Beatles, Bob Marley, Napolyon, Pancho Villa, futbolcu Zidane, Karl Marx, Goya, General Franco, Einstein, Babil Kralı Hammurrabi, Mikelanj, Nazım Hikmet...
Sanatçısından darbecisine, bilim adamından mafya liderine, devlet adamından krallara uzandı. Kimi insanlığa çağ atlatmış kimi de zalimlerin en zalimi olup katliamlar yapmıştı.
Kimi romanlar yazmış kimi de kitaplar yakmıştı. Hepsine söyleyecek sözü vardı. Gözümüzün içine bakarak başını eğmeden söyledi.
Kötümserlikten, umutsuzluktan yılmadı, "İyilik yoksa onu bulmak gerekir" demeyi de bildi.
En büyük tutkusu futboldu, çok istemesine rağmen topun peşinde koşamadı ancak kendisine yakışır bir şekilde sevdasını yazıyla dile getirdi:
"Tüm dünya dönen bir topun etrafında dört döner."
Futbol deyince, birbirlerine hakaret eden, spor sayfalarında, televizyonlarda fanatik gözlükleriyle yorumlar yapan, seyirciyi tahrik edip, sonra bir şey olmamış gibi yapanların seviyesizliğine karşı bir manifestoydu sözleri...
"Ben basit bir 'iyi futbol dilencisiyim'. Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum: Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen! Güzel bir oyun gördüğüm zaman da bunu sağlayanın hangi takım ya da hangi ülke olduğuna bakmaksızın bu mucize için şükranlarımı sunuyorum." (Gölgede ve Güneşte Futbol/ Can Yayınları)
Gazeteciliğin getirdiği titizlikle yazdı; ne bir eksik ne bir fazla. Ustası ona "silgili kalemle yaz" demişti. Ekleyerek değil silerek yazdı ayrıntılara boğmadan, kenardan arkadan dolaşmadan.
4 yıl önce Mexico City'de onur diploması aldığı törende yaptığı konuşmada vedasını yapmıştı sanki:
"Tüm sözler ve işler bittiğinde, tarih bize veda ederken -ya da öyle görünürken- aslında söylediği -ya da en azından fısıldadığı- şudur: Sonra, kısa bir süre sonra görüşmek üzere...
Ve şimdi ben de size veda ederken, tarihin bana öğrettiği gibi seslenmek istiyorum: Sonra, kısa bir süre sonra görüşmek üzere..."

O Eduardo Galeano'ydu...
Tarihe adını "adaletin bekçisi, dünyanın vicdanı" olarak yazdırdı...
(Sabah Kitap ekinin Mayıs 2015 sayısında yayınlanmıştır.)

Aynanın öteki yüzü


O da Eduardo Galeano gibi 13 Nisan'da hayatını kaybetti.
İyi bir yazardı, düşüncelerini çekinmeden söylemekten ve haksızlığın karşısına dikilmekten hiç vazgeçmedi.
Ülkesi Almanya'nın geçmişini kitaplarıyla didik didik edip sorguladı.
1989'da duvar yıkılınca Doğu ve Batı'nın yeniden birleşmesine bile şiddetle karşı çıktı. Büyük Almanya'nın dünyaya yine felaket getireceğine inanıyordu.
2. Dünya Savaşı'nın bizzat tanığıydı. Hitler doğduğu kentte (Almanlar'ın Danzig, Polonyalılar'ın Gdansk dediği) saldırdığında 12 yaşındaydı.
Sadece iyi bir romancı değil, aynı zamanda oyun yazarı, şair, heykeltıraştı.
Onunla tanışıklığım kitabından uyarlanan filmiyle oldu. Büyümek istemeyen Oscar isimli çocuğun gözünden İkinci Dünya Savaşı yıllarını anlattığı Teneke Trampet büyük ilgi uyandırmıştı.
Lise öğrencisiyken izlediğim filmdeki çocuğun camları kıran çığlıkları ve olur olmaz yerde çaldığı trampetin sesi hâlâ kulaklarımdadır.
Kitaplardan uyarlanan filmler çoğu zaman başarılı olmuyor.
Ancak Teneke Trampet, onun da senaryoya katıkısıyla Altın Palmiye ve En İyi Yabancı Film Oscarı dahil aldığı 13 ödülle edebiyat ve sinema işbirliğinin başarılı örneklerinden biri olacaktı.
Fırça gibi bıyıkları, uzun saçları ve piposuyla hafızama kazınan yüzü, çoklukla siyasi tavrıyla karşıma çıkıyordu.
Sosyal Demokratlar'ın ön saflarındaydı. Eleştirilere aldırmadan Alman SDP'ye üye oldu, efsanevi Alman lider Brandt'ın yazılarını kaleme aldı, toplantılarda yanıbaşında oldu.
1959'da yayımlanan Teneke Trampet o zamanhar büyük tartışma yaratmış hatta bir edebiyat ödülünü alması engellenmişti. 
Ancak 40 yıl sonra 1999'da "tarihin unutulmuş yüzünü betimleyen eğlenceli kara masallarıyla" Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görüldü.
Dilbalığı, Telgte'de Toplantı, Kafadan Doğumlular, Kurbağa Güncesi, İzmarit, Yengeç Yürüyüşü kitapları Teneke Trampet kadar konuşuldu, tartışıldı. 
Ancak Soğanı Soyarken'i yayınlamasıyla ortalık birbirine girdi. 17 yaşında iken Nazilere katıldığını ve bir SS üyesi olduğunu itiraf ediverdi. 
Mesajı açıktı: ben yüzleştim siz de aynısını yapın. 
Muhalif kimliğini her alanda gösterdi. Ülkesinin göçmen kimliği politikalarına kızgındı, partisinden istifa etti. 
Almanya'da minareli caminin zamanı gelmedi mi diye sordu. 
Türkiye'yedeki türban yasağının anlamsızlığını dile getirdi. Ermeni meselesiyle yüzleşmekten kaçınmayın diye seslendi. Hindistan'a bile uzanıp kast sistemini eleştirdi.
Ölümünün ardından onun gibi ikisi de Doğu Almanya kökenli olan Cumhurbaşkanı Gauck ve Başbakan Merkel, gerek sanatsal gerekse siyasal tavrıyla Almanya'nın savaş sonrası tarihini biçimlendirdiğini vurguladı.
"Yazarlık doğruları, gerçekleri söylemeyi gerektirir. Bunu yapamayacak olanların, bu işi yapmamaları lâzım. Ayrıca, yazar kaybedenlerin tarafında olmak zorundadır. Tarih genellikle muzafferlerin tarihini anlatır ve bu bir boşluk doğurur. Bu boşluk edebiyatla doldurulabilir." (Agos) diyordu. 
Günter Grass'tı adı. 87 yaşında öldü, o da Avrupa'nın vicdanı olarak tarihe geçti.
(Sabah Kitap ekinin Mayıs 2015 sayısında yayınlanmıştır.)

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Ben Lawrence, Arabistanlı Lawrence...

Peter O'Toole'un oynadığı film 7 Oscar kazanmıştı.

Thomas Edward Lawrence.
Namı diğer Arabistanlı Lawrence...
Hem bilim adamı hem de İngiliz devleti için çalışan bir ajandır. En büyük isteği uzun yıllar içlerinde yaşadığı Araplar'a bağımsızlık kazandırmak ve Osmanlı'ya karşı mücadele etmekti. Bu yüzden kendisine teklif edilen ajanlığı memnuniyetle kabul etmiştir.
Amacına ulaşsa da İngilizlerin Arapları kandırdığını ve kendi amacı için kullandıktan sonra onları bölüp kaderine terk ettiğini görecektir.
Defterine yazdığı bir mesajında şöyle diyecekti:
"Tek başıma Şam'a gitmeye karar verdim, yolda ölmeyi ümit ederek. Ne pahasına olursa olsun, bu gösteriyi daha fazla ilerlemeden durdurun. Onları bir yalan uğruna bizim için savaşmaya çağırıyoruz ve ben buna dayanamıyorum. O seferlerde birçok hayat yaşadık ve asla kendimizi sakınmadık... Yine de biz başarıya ulaşıp da yeni dünya ufukta belirdiğinde, yaşlı adamlar zaferimizi almak ve bildikleri eski dünyaya benzetmek için yeniden geldiler..."
Ömrü boyunca beslediği tutku ise yazar olmaktı. Yıldızı İngiltere'ye döndükten sonra 1919'da değişti. ABD'li bir gazeteci onun hakkında yazmaya başlayınca kısa zamanda halk kahramanı oldu. Ancak 1920 yılında İngiliz çıkarları tehlikeye düştüğünde Churcill'in danışmanı olarak yine Ortadoğu'ya gidip Emir Faysal'ın Irak tahtına geçmesine ve Ürdün Krallığı'nın kurulmasına aracı olmaktan geri kalmaz..
Daha sonra ordu saflarına katılan Lawrence akıl sağlığını yitirecek raddeye gelir. Her şeyini Bilgeliğin Yedi Sütunu adlı kitaba harcar. Otobiyografik kitabında Arabistan çöllerinde yaşananlar tüm ayrıntılarıyla yer alır. Lawrence, edebi bir dille kaleme aldığı kitabında yalnızca savaşı değil kendi iç hesaplaşmasını da aktarır.
1935'te bir motosiklet kazasında öldüğünde 48 yaşındaydı...
Ölümünden 27 yıl sonra çekilen 1962 yapımı filmi ise hâlâ güncelliğini koruyor.
Başrolünde Peter O'Toole'un olduğu Ömer Şerif ve Alec Guinness'ın da rol aldığı Arabistanlı Lawrence 7 Oscar kazandı.
Ve tüm zamanların en iyi 10 filmi arasında gösteriliyor.
(Sabah Kitap ekinin Nisan sayısında yayınlanmıştır.)

11 Ağustos 2015 Salı

Acılar paylaştıkça azalır

Diyarbakır kökenli Baba Onnik ve Ara Dinkjian...

1915'te Ermenilerin yaşadıkları, bu toprakların gördüğü en büyük acı ve felakettir. Son 20 yıldır bu meseleyle yüzleşiyoruz. Daha çok konuşuyor, tartışıyoruz. Ortaya çıkan hayat hikayeleri de acıları azaltmak için bir umut

1915 yılı iki büyük olayla anılır.
Biri Çanakkale Savaşı diğeri de Ermeni Tehciri...
İkisinin de birbirini takip eden günler (24 ve 25 Nisan) olması tarihin bir cilvesi olsa gerek...
1914'te başlayan Birinci Dünya Savaşı'na damga vuran ve etkisi 100 yıl sonra bile hâlâ sıcaklığını koruyan Çanakkale, yoktan var oluşun hikayesidir. Büyük bir direnişin, cesaretin şanlı sayfasıdır. Ancak devletlerin, milletlerin geçmişinde her zaman böyle şanlı sayfalar olmaz. Acı olaylar, üstü örtülü karanlık durumlar da yaşanmıştır. Onlardan biri de bu toprakların gördüğü en büyük acı ve felakettir.
Anadolu'nun en eski en kadim halklarından Ermeniler'in yaşadığı (adı her ne olursa olsun; tehcir, felaket, kırım, mukatele, soykırım) büyük acıdır.
Savaşın kuralları vardır, ordulardır karşı karşıya gelen...
Ölenler ve yaralananlar da sonuç itibarıyla askerlerdir. Ancak Ermeni meselesinin (Süryani, Rumlar da buna dahildir) sivillere yönelik olması en büyük dramdır. O günün şartlarında toz duman kalkarken Müslüman sivillerin de öldürülmesi bu büyük meselenin içindedir.
1915 yılında birçok cephede savaşa giren Osmanlı'da ülkeyi ve iktidarını tehlikede gören İttihat ve Terakki hükümeti, savaş alanlarındaki Ermenileri başka yörelere göç ettirmeye karar verdi. Yani tehcire. İşte 100 yıldır süren soykırım tartışması bu kararla başladı. Yüzbinlerce Ermeni yollara düştü. Bu uzun yolculuk sırasında saldırıya uğradılar, açlık ve salgın hastalıklar da başgösterince kimine göre 1.5 milyon kimine göre de 600 bin Ermeni hayatını kaybetti. Birçoğu din değiştirerek canını kurtardı.
Geride bıraktıkları evleri, toprakları işgal edildi.
Üstünden bir asır geçmesine rağmen travma geçmemiştir.
Ermeniler'in yanısıra bu meseleyle son 20 yıldır gerçek anlamıyla yüzleşmeye, tartışmaya başlayan Türkler ve Kürtler de bu tramvaya dahil olmuştur.
İlk tepki inkardı sonra merak başladı, ardından "acaba" dendi. Şimdi daha çok konuşuyor daha çok tartışıyoruz. Kendine güveni olan her milletin ve ülkenin yapacağı gibi yüzleşeceğiz...
Bu iş "şu ülkenin Meclis'i soykırımı kabul etti, orada anıt dikildi, acaba başkan mesajında ne diyecek" gerginliğiyle sürmez, sürmemelidir.
Bu meseleyi binlerce yıl birlikte yaşamış halklar çözecek. Oturup konuşacağız, sesler yükselecek bazen de yumruklar sıkılacak.
Öfke, hüzün, gerilim her birini yaşayıp en sonunda sarılıp ağlaşacağız belki de...     
Bunun yolu daha çok öğrenmekten ve okumaktan geçiyor. Birbiri ardına çıkan kitaplar ki aralarında yasaklı olanlar da vardı, meseleyi enine boyuna anlamaya yardımcı olacaktır.
Yeni çıkan ABD'li tarihçi emekli asker Edward J. Erickson'un "Osmanlılar ve Ermeniler", Raymond Kevorkian'ın "Ermeni Soykırımı" ve Mustafa Serdar Palabıyık'ın "1915 Olaylarını Anlamak: Türkler ve Ermeniler" kitapları iki tarafı da bilmek için önemli bilgiler içeriyor.
Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu'nu incelediği kitabıyla da bilinen Erickson, belgeler, iddiaların yanı sıra gerek Ermeni gerekse Türk tarafının ileri sürdüğü görüşleri de inceliyor. Son 20 yıl içinde bazı düşüncelerinin değiştiğini de itiraf eden Erickson bu hadiselere ilgi duyanları geniş ve derin bir okumaya davet ediyor...
Ayrıca, # Tarih ve Derin Tarih dergilerinin bu ayki sayılarında değerli akademisyen, araştırmacı ve tarihçilerin de yer aldığı dosyalar hazırladığını not edelim.

BİRLİKTE YAŞAMAK..

Tarihçiler araştırsın, siyasetçiler konuşsun, belgeler çıksın, kitaplar yayınlanmaya devam etsin. Biz bu yarayı insanlarla çözeceğiz...
Geçenlerde okuduğum bir söyleşi içimdeki umudu yeşertti.
"Artık bir araya gelmenin zamanı geldi" diyor Ara Dinkjian...
Bu söz belki de yaraları sarmanın ön koşulsuz bir araya gelip konuşmanın, dertleşmenin kapısını açabilir. Onu, Sarışınım, Ağladıkça gibi unutulmaz şarkıların bestecisi olarak biliyoruz. ABD'de yaşayan ud ve cümbüş üstadı bir müzisyen...
Ancak onun bir başka kimliği daha var. Dedeleri 1915'ten sonra Diyarbakır'dan Fransa'ya göç etmiş. Babası Onnik orada doğmuş ve sonra ABD'ye gitmişler. Ara Dinkjian, New Jersey'de hem Ermeni hem de Amerikalı kimliğiyle büyümüş. Babasının görmediği topraklara özlemi onu her zaman şaşırtmış. Babası da onun gibi bir müzik adamı. Artık sayıları çok azalan Diyarbakır Ermenicesi denen bir ağızla konuşup, türküler söylüyor. Onnik, ata topraklarını 10 yıl önce 75 yaşında iken görebilmiş. Ara da ona eşlik etmiş. Bu gezi ve Ara'nın babası için hazırladığı albümün hikayesi Garod adıyla belgesel bir film oldu.
Garod, Ermenice 'Hasret' demek. O hasretin albümü Diyarbekiri Hokin (Ermenice Diyarbakır Şarkıları) adıyla türküleşti. Onnik hepsi de tanıdık gelen ezgileri seslendiriyor.
Ara'nın söyledikleri ise evrensel bir mesaj veriyor:
"Eğer memleketinizle kurduğunuz bir bağınız varsa, eğer nereden olduğunu biliyorsanız o sesler size gelecektir. Bu albümü gelecek için yapmalıyız ve en önemlisi bunu saygı, sevgi ve geçmişi kabul ettiğimiz için yapmalıyız... Zira geçmiş bize kim olduğumuzu ve nereye gitmemiz gerektiğini gösterir. Bu projeyi yaparken hep şunu merak ettim: "Acaba bizi duyabiliyorlar mı?"
Siz de "evet, duyuyoruz" diyorsanız hâlâ bir umut var demektir.
Peki Tamama'yı biliyor musunuz? Giresun Espiyeli Rum kızı Tamama'yı...
1916 yılında ailesiyle sürgüne çıkar. Annesi, babası, erkek kardeşi, amcasını yitirir. İki ablasıyla Sivas'ta ortada kalır. Ev ev gezip dilenirken bir subayın kızı onu bırakmaz. Ailenin kızıyla büyür, kimse gerçeği bilmez. 1973 yılında hastalanıp Rumca konuşmaya başlayınca kimliği açığa çıkar. Yunanistan'a göç eden ablaları bulunur, hasret giderir.
Tamama 1992'de öldü. Mezar taşında "Raife Okay" yazıyor. Altında ise, "Cici Annemiz Tamama."
Tamama'nın öyküsünü yazan Yorgo Andreadis, kitabıyla Abdi İpekçi Barış Ödülü aldı.
Daha nice öyküler var, zorla gelin gidenler, din değiştirenler...
Ya sevdalar, aşklar...
Yücel Çakmak'ın Ahçik romanı, o zamanki adıyla Harput'un Elazığ yöresinden gerçek bir aşk hikayesidir.
Müslüman Mustafa ile Ermeni kızı Ahçik arasında 1915'teki olaylar yüzünden yarım kalan sevdanın türküleşmiş sözleri insanın içini yakar:

"Ahçiği yolladım Urum eline
Eser bad-ı sabah zülfün teline
Gel seni götürem Harput eline

Serimi sevdaya salan o Ahçik
Aman o Ahçik civan o Ahçik

Vardım kiliseye baktım haçına
Gönlümü bağladım sırma saçına
Gel seni götürem Îslam içine..."

Güneydoğulu bir Ermeni olan Mıgırdiç Margosyan da öyküleri ve romanlarıyla yaraları iyileştiriyor. Gavur Mahallesi, Söyle Margos Nerelisen?, Biletimiz İstanbul'a Kesildi ve Tespih Taneleri'nde, tehcirin yarattığı tramvayı mizahıyla, şivesiyle ve gerçek hikayelerle sarıp sarmalıyor.
Margosyan'ın babası, "Bu dünyada en güzel şey yaşamaktır oğlum" dermiş...
Daha da güzeli hep birlikte yaşamaktır...
(Sabah Kitap ekinin Nisan 2015 sayısında yayınlanmıştır.)

Berlin ben sana mecburum...


Brandenburg Kapısı, Checkpoint Charlie ve Duvar... 440 civarında galeri, 3 bin sergi, 6 bin sanatçı... Yalnız geçmiş değil, çağdaş sanat da Berlin'in simgesi olmuş durumda. Şehri gezerken okuduğum kitaplar, izlediğim belgeseller ve filmler geliyor gözümün önüne

Güzel bir gündü... İstanbul'un çıldırtan trafiğine kalmadan Anadolu yakasındaki evimden erken vakitlerde Atatürk Havalimanı Dış Hatlar'ına varmak da ayrı bir huzur vermedi değil...
Bir yolculuğa çıkacaksam mesafe kısa da olsa içime oturan seyahat gerginliği hafiften kendini hissettiriyordu. Ancak heyecanım gideceğim yerle ilgiliydi daha çok. Bir türlü dengine gelmedi ancak bu kez gidiyordum...
Avrupa Voleybol Şampiyonası Erkekler Dörtlü Final maçlarını izlemek de gezinin içindeydi... DenizBank'ın ev sahipliğindeki 35 kişilik kafilede eski gazeteci dostları da görmek, günü ve geziyi keyifli kılmak için bir başka nedendi...
Mart ayının son günlerindeki güneşli bir İstanbul'dan yağmurlu, soğuk bir Berlin'e indik...
Pasaport kontrolünden geçtikten sonra gözüm bir güvenlik görevlisine takılıyor. Dönüyor ve diğerine güzel bir Türkçeyle "Şu telefonu versene" diyor. Abarttıklarını düşünürdüm ama Berlin'de nereye gitsek memlekette gibiydik. Otobüse ilerlerken yine Türkçe bir sohbet...
Lüks bir otel komisinin Hollanda- Türkiye maçından sonra "O gol de yenir mi" serzenişi...
"Eee ne var bunda" dediğinizi duyar gibiyim. Neler yazıldı çizildi, filmler, belgeseller çekildi. İlk Türk işçilerinin 1960'larda gittiği düşünülürse 55 yıllık bir geçmiş var. Ama durun biraz benim de bir Berlin'im var. Fırsat olursa nereleri gezebilirim diye aldığım notlara bir kez daha bakıyordum...

Alexanderplatz Meydanı'nın güzelliği, tam ortasındaki kentin sembollerinden TV kulesi, Rönesans döneminden kalma ve 2. Dünya Savaşı'nda büyük ölçüde yıkılan ve tekrar restore edilen Rotes Rathouse, yani Kırmızı Belediye Binası...
1891'de yapılan Roma Tanrısı Neptün'e adanmış Roma Çeşmesi, geçmişi 1700'lere giden iki kez hasar görüp elden geçirilen katedral, kentin her yerine serpiştirilmiş çağdaş sanat heykelleri... 1920'lerde kullanılmaya başlanan dünyanın ilk trafik lambası...
Yoğun yerleşim bölgelerinin hemen yakınında sık ormanlık alanları...
Ünlü kent parkı, botanik ve hayvanat bahçeleri...
Ya müzeler...
Berlin Katedrali'nin yanından başlayarak etrafı kanallarla çevrili bölge Müzeler Adası olarak adlandırılıyor. Anadolu topraklarından götürülen eserlerin sergilendiği Bergama Müzesi başta olmak üzere, Klasik Tarih Müzesi ve Mısır Müzesi burada yer alıyor.
Yalnızca geçmiş değil çağdaş sanat da Berlin'in simgesi olmuş durumda. Kültür ve sanata verdiği değeri bilirdim bilmesine de tanıtım kitapçığına bakınca şaşkına döndüm:
"440 civarında galeri ve yaklaşık 3 bin sergi ile Berlin sanat sahnesinde Avrupa lideridir. 57 bin metrekareden fazla sergi alanında ülke içinden ve dışından 6 bin sanatçı galerilerinde tanıtılmaktadır. İster Olafur Eliasson, Daniel Richter, Jonathan Meese ya da Jeppe Hein olsun, bunların hepsi diğer 20 bin görsel sanatçı gibi şehirde yaşayıp çalışmaktadır. Bunlardan 6 bini Berlin galerilerinde de temsil edilmektedir."
Ya bizim hemşerilerin mekanı, ünü dünyayı tutmuş Kreuzberg semti... 
Küçük İstanbul olarak adlandırılan semt restoranları, pazarları, sinema salonları, galeriler, alışveriş yerleri, gece kulüpleri ve birbirinden renkli mekanlarıyla bir başka dünya...


Sonra başka bir boyuta geçiyorum. Brandenburg Kapısı, Checkpoint Charlie ve Duvar...
"Her şey birdenbire oldu" diyen Orhan Veli şiirindeki gibiyim...
Geçmişi 1788'e giden Prusya kralı II. Frederick William'ın barış simgesi olarak yaptırdığı Brandenburg Kapısı'nın tam altındayım.
Kapının üzerindeki heykelde, Roma zafer tanrıçası Victoria dört atlı bir savaş arabasını sürüyor. Naziler gövde gösterisi için görkemli kalabalıkları topluyor, Hitler ordularını selamlıyor.
1936 Olimpiyatları'nda maratoncular geçiyor.
2. Dünya Savaşı'nda bomba ve kurşun delikleriyle kaplanan kolonlar, uzunca bir süre sessizliğe bürünüyor.
1961'de duvarın çekilmesiyle kentin bölünmüşlüğünü simgeleyen yapı, 1989'da bu kez barışın ve özgürlüğün simgesi oluyor.
1960'larda ABD Başkanı John F. Kennedy kapının önünde, "Ich bin ein Berliner" (Berlinliyim) diye sesleniyor.
1980'lerde Başkan Ronald Reagan da "Şu duvarı yıkın" diyor.
 Hepsi film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor...
Yeni rota duvar...
Yüzlerce insanın ölümüne yol açan Berlin Duvarı'ndan kalan kalıntıların önündeyim.
Casus romanlarının babası John Le Carre'nin bir kitabının içine düşüyorum birden. Bence bu alanda gelmiş geçmiş en iyi kitap Soğuktan Gelen Casus'un sayfalarını çeviriyorum. Doğu Alman İstihbarat Örgütü Stasi'nin içine yerleştirilmiş İngiliz casusu Alec'in deşifre edilmemesi için yapılan planı okuyorum...
İşte az ötede Checkpoint Charlie bir başka adıyla C Kontrol Noktası...
Batı yüzünde bir Amerikan askeri, Doğu tarafında Rus askerin fotoğrafı gülümsüyor...
Yüzlerce turist, kum torbalarıyla çevrilmiş nöbetçi kulübesini bekleyen iki Amerikalı'nın fotoğrafını çekiyor. Askerler para karşılığı bir şapka veriyor ve selama duruyorlar.
Az ötede geçmişiyle yüzleşen Alman başkentinin tam ortasında Yahudilere adanmış bir anıt mezar var. 10 yıl önce açılan anıt 19 bin metrekare alana yayılmış 2 bin 711 adet her biri birbirinden farklı beton bloklardan oluşuyor.
Dünya üzerinde en nefret edilen adamlardan biri olan Hitler'den söz etmeyi hiç sevmiyorlar. Zaten onunla ilgili hiçbir şeyle karşılaşmak mümkün değil.
Yeraltı filmini hatırlıyorum. Hitler'in son günlerini anlatan filmden çıktığımda soğuk ve puslu bir İstanbul akşamıydı. Yine öyle hissediyorum.
Soykırım Anıtı'nın az ötesinde Hitlerin "Kurt ini" olarak adlandırılan sığınağı var. Rehberimiz, sığınağın olduğu yere Neo Naziler kutsal bir alana çevirmesin diye de konut alanları ve otopark yapıldığı bilgisini veriyor...
Dönerken bir kez daha duvarın kalıntılarını görüyorum.
Le Carre'nin Smiley'in İnsanları romanındaki son sahne aklıma geliyor.
MI6'in şefi Smiley, Rus Gizli Servisi KGB'nin başındaki Karla'yı bekliyor. Bir Türk kahvesinde yardımcısıyla kahve içiyor. Gözü Checkpoint Charlie noktasında...
Gece ışıklarının altında puslu bir hava var. Karla, Doğu tarafındaki kontrol noktasından küçük bir çantayla ağır ağır geliyor. Hepsine veda ediyorum...
İstanbul yolcuları için son uyarı geliyor, bir ses "Pasaport" diyor...
Dönüş vakti...



HOŞGÖRÜ VE SPORTMENLİK

Berlin'de hoşgörünün, centilmenliğin ve sportmenliğin ne demek olduğunu gördük. Giderken Türkiye'deki derbi maçın gerginliği daha yeni yaşanmıştı. Dönüşte otobüsün kurşunlanması ve sporun düşmanlığa çevrilişini yaşadık. Berlin'deki dörtlü turnuvada bir Alman takımı iki Polonya ve bir de Rus takımı vardı. İki gün süren maçlar boyunca yaklaşık 12 bin kişi aralarında güvenlik önlemi olmadan, kavga etmeden takımlarını desteklediler. Bize de buna tanık olmanın keyfi ve hüznü kaldı...
(Sabah Tatil ekinin 12 Nisan 2015 sayısında yayınlanmıştır.)


Üstüne romanlar yazılan, filmler çekilen ve Soğuk Savaş döneminin simgesi Berlin Duvarı, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra yapılmış ve 1989'da yıkılmıştı. Ardından dünya yeni bir paylaşıma sahne olmuştu. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Avrupa'da kontrolü altında tutuğu Demirperde'de yıkılmıştı. Bugün Almanya tek bir ülke dolayısıyla Berlin'de eski ihtişamına yeniden kavuşuyor. Doğu tarafında imar ve düzenleme sürüyor. Berlin Duvarı'nın olduğu yerde beton parçaları hala duruyor. Ve bir de o günleri anlatan bir sokak sergisi. O günlerde yaşanan toplumsal ve siyasal olayları çektiğim fotoğraflar eşliğinde görmek isteyenler aşağıya buyursun. Üstüne tıklayarak büyük olarak da bakılabilir... Resimaltı yazmadım çünkü görüntüler çok şey anlatıyor... 

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Hayallerim, tarihim, aşkım ve İstanbul...


Gazeteci Burak Artuner'in Aşk, Hürriyet, İstibdat romanı Abdülhamid'in döneminde silah tüccarı Zaharoff'un Orient Expresi'ndeki tren yolculuğuyla başlıyor. Tıp öğrencisi Suphi ile Maria'nın sıra dışı aşkı romana damgasını vuruyor

Eskiler söze başlamadan bir girizgâh yaparmış. Muradımız esas maksada gelmek olunca tarihi bir arka plan gerekir...
II. Abdülhamid dönemi tarihimizin en önemli dönemlerinden biridir. Prof. Dr. İlber Ortaylı 33 yıl tahtta kalan Abdülhamid dönemini, "İmparatorluğun en uzun yüzyılının en uzun çeyreği" olarak niteler.
Dedesi II. Mahmut'un modernleşme hamlelerini başlattığı Osmanlı'nın çehresi değişmektedir. Babası Abdülmecid, amcası Abdülaziz ve ağabeyi V. Murad'ın iktidarları dönemlerine şehzade olarak tanıklık eden Abdülhamid yaşlı ve yorgun imparatorluğun yükünü 34 yaşında yüklenip padişah olmuştur.
Döneminde tıp, hukuk, veterinerlik, mühendislik, okullaşma, sanayileşme, demiryolları, hastaneler, finans gibi alanlarda bugünlere uzanan önemli yatırımlar yapılmıştır. Ancak iç ve dış siyasette huzursuzluk, savaşlar ise bu hizmetleri gölgelemiştir. İlk anayasa ve ilk meclis onun döneminde açılmasına rağmen kaybedilen topraklar ve hafiye teşkilatıyla yaratılan baskıcı iklim ona karşı örgütlenen İttihat Terakki'nin kurulmasına kadar gider.
Abdülhamid, Midhad Paşa ve Namık Kemal gibi Yeni Osmanlılarla önce ittifak etmiş iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra da onları sürgüne göndermiştir. Yurtdışına kaçıp muhalefet yapanları da para ve mevki karşılığında kendisine bağlamayı bilmiştir.
Padişah merakları ve hobileriyle de ilginç bir kişiliktir.
Usta bir marangozdur, kitaba düşkündür (özellikle de polisiye) muhteşem kütüphanesi günümüze kadar ulaşmıştır. Ayrıca binlerce fotoğraflık arşivi olan bir koleksiyoncudur.
Günümüzde bile iki Abdülhamid vardır. Kimileri onu "Ulu" kimileri de "Kızıl" diye anmaktadır.
Bu uzun girizgâha gerek duymamın nedeni iki günde bitirdiğim bir kitaptır. Boğaz vapurunda son satırı okuyup kafamı kaldırdığımda Kandilli ile Bebek'in tam ortasındaydım.
İstanbul'un 200 yıl öncesinden bugüne gelmem birkaç saniye sürdü. Burak Artuner'in gelmesi ise sekiz yıl sürmüş...
Tarih araştırma kitaplarıyla tanınan gazeteci Burak Artuner Aşk, Hürriyet, İstibdat adını verdiği ilk romanında okurlarını böyle bir döneme götürüyor...
İstanbullu bir Rum olan ünlü silah tücarrı Basil Zaharoff'un Orient Ekspres'teki tren yolculuğuyla başlayan kitaptaki zaman Abdülhamid'in tahta çıkışının 19. yılına denk gelmektedir. Tarihler 1896'yı göstermektedir. Doğu'daki Ermeni ayaklanmasıyla mücadele eden Osmanlı padişahına silah satmaya gelen Zaharoff başta olmak üzere, II. Abdülhamid, onun en yakın adamı Kara İzzet Paşa, ünlü muhalif Mizancı Murad ve dönemin Fransız elçisi Paul Cambon kitaptaki gerçek kişiler olarak yer almaktadır. Zaharoff hem iş planları yapıyor hem de izini kaybettiği çocukluk aşkını bulmanın yollarını arıyor.
Sonrasında Meclisi Mebusan'ın yeniden açılması, Anayasa'nın raftan indirilmesi için mücadele eden Kocamustafapaşalı Suphi ve kendisi gibi Tıbbiye öğrencisi arkadaşları Samatyalı Halit, Keçi Arif, Beylerbeyili Saffet ve Gedikpaşalı Rıfat'ın çevresinde olaylar gelişiyor. Suphi ile o dönemin en karanlık adamlarından Kara İzzet Paşa'nın sevgilisi Maria'nın tesadüfen tanışmaları ve sıra dışı aşkları, romana damgasını vuruyor.

USTA İŞİ KURGU, DURU BİR DİL 



25 yıllık gazeteci Burak Artuner, sekiz yılda yazdığı romanını usta işi bir kurguyla ve duru bir dille kaleme almış. Yaratılan kişiler tarihi bir romanda ayakları yere basan birer karakter olarak yerini alıyor. Tıp öğrencisi Suphi, annesi ve Ertuğrul Firkateyni'nde şehit olan denizci babası, İtalyan oyuncu Maria, Zaharoff'un çocukluk aşkı Süheyla olaylar ilerledikçe ayrıntılarıyla tanıtılıyor.
Abdülhamid'in en ünlü muhalifi olan Mizancı Murad ise Mısır, Fransa ve İsviçre'de geçen sürgün hayatından iş, mevki ve para karşılığı her şeyi geride bırakarak İstanbul'a döner. Bu tarihi bir vakadır. Burak Artuner, Mizancı'yla hesaplaşır, bir insanın bir liderin idealleri çiğneyerek ona inananları ortada bırakmasını unutmaz.
Philip Mansel'inKonstantiniyye-Dünyanın Arzuladığı Şehir ve İtalyan Edmondo de Amicis'in İstanbul kitaplarında İstanbul tasvirleri unutulmazdır. Burak Artuner de İstanbul'un denizini, evlerini, yapılarını, insanını tasvir ederken onlardan geri kalmıyor:
"Galata Köprüsü ise İstanbul kadar yorgundu. Dünyanın dört bir yanından binbir çeşit insanın altında ezilen tahtaları, arabanın tekerlekleri döndükçe gıcırdıyor, sanki vurulmuş yerde yatan ve ölümü bekleyen bir savaşçı gibi inliyordu. Kırmızı fesleri, redingotları ve muntazam kıvrılmış parlak siyah bıyıklarıyla bakımlı erkekler, pespaye ameleler; sakallı, cüppeli, asık suratlarıyla mollalar; şık giysileri, uzun sarı favorileri, garip kesimli sakallarıyla Avrupalı küçük tüccarlar veyahut renkli feraceleri altında, gözleri beyaz tüllerin gerisinden hülyalı bakan gizemli kadınlar; köşe başlarında tezgâh açmış şerbetçiler, sırtlarında bellerini büken küfeleriyle hamallar; hepsi ama hepsi bu yorgun, ahşap köprüyü varlıklarıyla yaşatıyordu."
Eski romanların tadını duyumsayacağınız Aşk, Hürriyet, İstibdat tarihin sisler arasında kalan sayfalarından evrensel bir mesaj da veriyor: İnsanın daha özgür bir dünyada yaşama özlemi ve bunun için verilen mücadelenin değeri.
(Sabah Kitap ekinin 20 Mart 2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)

Bozcaada düşleriyle yolculuk


İlkbaharın müjdecisi doğa en güzel renkleriyle uyanıyor. Bozcaada sevdalıları için yolculuk vakti. Özlemek, varmak kadar yolculuk da bir başka güzeldir. 

"Tanrı, insanları uzun ömürlü olsunlar diye Bozcaada'yı yaratmış..."
Heredot

Zekiye ablanın yüzü artık gülüyor. Gitme zamanı geldi, bir ay sonra yola çıkacak. Eşi Mustafa abinin ise o kadar beklemeye tahammülü yok. İstanbul'a dört ay dayandı bu kadar yeter. Yarın sabaha karşı kontağı çevirip ilkbaharı, yazı ve sonbaharı bir başka diyarda geçirmeye gidecek.
Zaten kış boyunca bizim ailede laf dönüp dolaşıp oraya gelir...
"Ada'ya giderken şurada bir şey görmüştüm. Bir reçel yapmışlar ki, meyvesi kendi bağlarından... O gün güneşin batışını bir görseydin, denize doğru nasıl ağır ağır inip kayboldu... Ramazan Bayramı'ndaki kalabalık neydi öyle, ekmek kalmadı da karşıdan getirdiler... "
Ben ise muhabbet sırasında hep yolları düşünürüm. Özlemek, varmak kadar yolculuk da bir başka güzeldir...
Murathan Mungan'ın dizelerini mırıldayarak sabah ezanlarıyla yola çıkarım...
"Neresi sıla bize, neresi gurbet
Yollar bize memleket..."
İstanbul uykunun en güzel yerindedir, gün ağarmak üzereyken yollar sakindir. Konaklama yerlerinden birinde kahvaltı ederim. Kınalı yol ayrımından TEM yolunu terk edip Silivri'ye dönüp Marmara Ereğlisi derken 2 saat olmadan Tekirdağ görünür.
Sabahtır köfte yenmez "börek mi alsam" diye içimden geçirerek Malkara'ya doğru tırmanmaya başlarım.
İp gibi uzanan yollar, dağ, ova, derken birden Keşan yol ayrımına gelirsiniz.
Doğru devam edenler için gurbet yolu başlar. Orası İpsala'dır, ötesi de Yunanistan.
Yuvarlak kavşaktan sola döner, Çanakkale tabelasını takip ederim.
Murathan Mungan Yeni Türkü'yle birlikte yine sökün eder:
"Al bizi koynuna ipek yolları
Üstümüzden geçiyor gökkuşağı
Sevdalı bulutlar uçan halılar
Uzak değil dünyanın kapıları."
İşte güzelim Koru dağları o muhteşem manzara eşliğinde Saroz Körfezi'ne doğru kıvrıla kıvrıla iniş başlar...
Deniz sağdan görünür sonra da sola geçer. Gelibolu tabelasından sonra denizle dans başlar. Eceabat'a girdiniz eyvah feribot kalktı olsun ne gam. Yine deniz eşliğinde doğru Kilitbahir'e..
Küçük feribotlardan birine bindikten sonra kafanızı kaldırıp dağa nakşedilmiş görüntü ve bir dize 100 yıl önceye götürür. Bir mehmetçik, o unutulmaz dizelere sanki selam durur.
"Dur yolcu
bilmeden basıp geçtiğin bu toprak
bir devrin battığı yerdir."
15 dakika sonra Çanakkkale'deyim. Artık bir saatlik yolum var... İzmir yoluna çıkıp Ezine'ye doğru gaza basarsınız. Beyaz peynir, esnaf lokantasında mis gibi kuru- pilav ve cacık... Çok özlemişim çok... Artık yeter, hareket vakti...
Geyikli'deki, ah evet tanıdık geldi değil mi. Ata Demirer'in "Eyvahh Eyvah"larla meşhur ettiği belde...
İskelede vapur sırasına aracınızı koydunuz mu, derin bir "oh" çekmenin zamanı gelmiştir.
45 dakikalık deniz yolculuğundan sonra adadayım. Hangisi mi? Bozcaada tabii ki...
Bildiğim, sevdiğim, huzur bulduğum yer...
Adanın haziran, temmuz, ağustos hallerini iyi bilirim. 
Nefesini kokladım, bağlarda gezip, sebzesini, meyvesini tattım.
Eyülde bağbozumunda, ada kırmızıya dönerken yani üzümler kızarırken oradaydım. 
Yıldırımlar çakıp sicim gibi yağmur yağarken toprağın kokusunu içime çektim... 
Denizinde yüzdüm, bazen kumsalda tek başınaydım bazen de kalabalıklar içinde... 
Zekiye abla Ada'nın simgesi Çanlı İbo'nun kahvesini, kimler gelmiş kimler gelmemiş onları düşünüyor. Geçen yıl üzümlere dadanan hastalığı, pazar yerinin nerede olacağını, tepeleri, denizi, doğayı, Scrable oynayacağı arkadaşlarını her şeyi merak ediyor...
Ben ise Ada'yı ilk kez baharda görmeye niyetliyim...
(Sabah Tatil ekinin 1 Mart 2015 sayısında yayınlanmıştır.)


8 Ağustos 2015 Cumartesi

Yüzyıl sonra Çanakkale

Çanakkale Savaşları'nın üzerinden bir asır geçti. O cephede olanları iyi kavradığımız söylenebilir mi? Prof.Dr. İlber Ortaylı, savaşın gerçek tarihinin, özellikle Türk tarafının, tam anlamıyla yazılmadığını vurgular ki çok haklıdır.

Kadim tartışmadır; tarih öyle değil de böyle olsaydı her şey farklı olurdu. Yalnız okur yazar takımı değil, halk da sever bu muhabbeti. Fatih erken ölmeseydi (ya da zehirlenmeseydi) İtalya bile düşmüştü. Ya da Kanuni, kadın sözü dinlemeyip şehzadesi Mustafa'yı öldürtmeseydi Osmanlı gerilemeyecekti. Hitler ve Napolyon ihtiraslarına yenik düşüp kara kışta Moskova kapılarına dayanmasaydı Avrupa tarihi başka türlü yazılacaktı... Sürer, gider...
Amerikalı emekli asker, tarihçi ve stratejist Edward J. Erickson, "Ya şöyle olsaydı ne olurdu" sorusunun en çok sorulduğu savaşın Çanakkale olduğunu söyler. Çünkü, tek bir çabanın bile çok çeşitli etkiler ve ihtimaller doğurabileceği bir savaştır. Buna örnek olarak bir tarihçinin sözlerini gösterir:
"Bugün İngilizce konuşulan dünyada Gelibolu için, Birinci Dünya Savaşı'ndaki diğer muharebelerden çok daha fazla sayıda kitap yazılmıştır."
Osmanlı İmparatorluğu 1914 yılında patlak veren Birinci Dünya Savaşı'na dört büyük cephede katıldı. En önemli cephe hiç kuşkusuz 18 Mart 1915'te Deniz Savaşları'yla başlayıp 25 Nisan'daki Kara Harekatı'yla süren Çanakkale'dir.
19 gün sonra Osmanlı'nın "Çanakkale Geçilmez" dediği savaşın 100'ncü yıldönümü.
Orası birçok siyasetçinin ve askerin itibar kazandığı ve kaybettiği yer olacaktır aynı zamanda..
Bir savaştan çok öte anlamlar taşıdığı için hâlâ dünyanın büyük ilgisini çekmektedir...
4 yıl süren Birinci Dünya Savaşı ardında büyük bir yıkım bıraktı, bugün bile özellikle Balkanlar ve Ortadoğu'da yaşadığımız felaketler o günlerin artçı sarsıntılarıdır...
Bunların ışığında Çanakkale Savaşı'na nasıl bakmalıyız...
"Tarih başka türlü yazılabilir miydi" tartışması çok ufuk açıcıdır ancak aradan geçen 100 yılda olup bitenleri iyi bildiğimiz ve kavradığımız söylenebilir mi?
Prof. İlber Ortaylı, savaşın gerçek tarihinin özellikle Türk tarafının hâlâ tam anlamıyla yazılmadığını vurgular ki çok haklıdır.
Hem şarkı hem garbı çok iyi bilen bir neslin savaşta yok olduğunu ve bir daha böyle bir birikimin oluşamadığının altını çizer.
Bildiklerimiz savaşa katılan askerlerin hatıralarıdır. Bir de resmi tarihin bize öğrettikleri vardır.
Anlaşılmaz bir şekilde Batı dünyasından empoze edilen önyargılarla ve tek taraflı bilgiler de çabasıdır.
Her iki taraf içinde ölü sayısı, yaralı sayısı her şey abartılıdır.
Savaşa komuta eden askerlerin durumu ya abartılır ya da yerilir, hiç ortası yoktur. İşe hurafeler de karışır... 
Batı'nın "hasta adam" dediği Osmanlı bu kadar çaresiz miydi?
Çaresizse dördü ana dördü de tali onca cephede nasıl 4 yıl savaştı?
Üstüne Güneş Batmayan İmparatorluk olarak anılan İngiltere'nin karşısına nasıl dikildi? Ve savaşın sonuna kadar her türlü eksikliğine rağmen ayakta kalabildi?
Bugünü anlayabilmek için geçmişi de iyi bilmemiz gerekiyor.
Osmanlı 1912'de patlak veren Balkan Savaşı'nda, Avrupa'daki toprağının yüzde 83'ünü kaybetmiştir. Hem de bir ayda... İmparatorluğun en verimli topraklarının neredeyse tek silah atılmadan yitirilmesi büyük travma yaratmıştır.
Bulgarlar, başkent İstanbul'a dayanmıştır.
O acı günleri komutan olarak yaşayan Hafız Hakkı Paşa, Bozgun kitabında Balkan Savaşı'nın ordunun namusuna sürülen kara leke olduğunu yazar...
11 ay süren Balkan Savaşları boyunca İstanbul'da dört hükümet değişir.
Çünkü İttihatçılar orduyu siyasete bulaştırmıştır.
Buna rağmen Balkan Harbi'nden büyük ders alınmış ve başı bozuk bir ordu özellikle komuta kademesi baştan aşağı değiştirilmiştir.
Bunları yapan da Osmanlı'yı ihtirasıyla Birinci Dünya Savaşı'na sokan Harbiye Nazırı Enver Paşa'dır. Ve aynı ordu 2 yıl sonra Çanakkale'deki zafere imza atıp birçok cephede de büyük işler başarır.
Ve bu kadrolar ilerde Kurtuluş Savaşı'nı kazanıp Cumhuriyet'i kuran isimler olacaktır...
Osmanlı cephesinde neler olup bittiğiyle ilgili olarak bilgilerimiz çok kısıtlıdır.
ABD'li tarihçi Erickson'un "Size Ölmeyi Emrediyorum (Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu)" kitabı Genelkurmay'ın özel izniyle belgelerden yararlanılarak yazılmış önemli bir belge değeri taşır. 1990'ların sonunda yayınlanan Batı dünyasının önyargılarla ve tek taraflı bakış açısını kıran bu kitap dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun önsözünde belirttiği gibi, "Osmanlı ordusunu bütün yönleriyle inceleyen, Türkiye dışında yazılmış ilk tarih kitabıdır."
Gazeteci Gürsel Göncü'nün Şahin Aldoğan'la yazdığı Siperin Ardı Vatan kitabı da çok değerli bir belge niteliğindedir. Bu uğurda Çanakkale'de uzun yıllar yaşayan Göncü, en büyük eksikliği giderip Çanakkale'yi bilmek isteyenler için başucu sayılacak bir kitap yazmıştır. Sağlık, lojistik, cephelerin yanısıra arazideki durum krokiler ve belgelerle ele alınmıştır...
Gelibolu, Anafartalar, Conkbayırı, Alçıtepe, Suvla Koyu, Saroz, Anzak Koyu, Kemalyeri, Seddülbahir, Eceabat, Kilitbahir yalnızca bir yer adı değildir..
Mustafa Kemal, Şefik Bey, Halil Sami, Esat Paşa, Liman von Sanders yalnızca bir komutan değildir...
27. Alay hele hele 57. Alay yalnızca bir askeri terim değildir...
Uzun yıllar yok sayılan Çanakkale 100. yıldönümünde çok daha fazlasını hakediyor.
(Sabah Kitap ekinin 27 Şubat 2015 sayısında yayınlanmıştır.)

6 Ağustos 2015 Perşembe

Herkesin bildiği kimsenin bilmediği

Müzisyen ve mimar Mehmet Atlı, başka bir Diyarbakır'ı anlatıyor. Türkler'in, Kürtler'in, Ermeniler'in, Süryaniler'in iç içe yaşadığı şehrin sırlarını fısıldıyor. Surların ve Dicle'nin ortasında acı ve sevinçlerle yoğrulmuş bir hayat bu... 

"Ne kadar hazin bir çağda yaşıyoruz, bir önyargıyı ortadan kaldırmak; atomu parçalamaktan daha güç."
Albert Einstein

90'lı yılların tartışma programı Siyaset Meydanı'nda Kürt meselesi tartışılırken sıra bölge insanlarına geldiğinde kadını, erkeği, genci, yaşlısı söze "Sayın Kırca önce akan kanın durması gerekir" diye başlardı. Savaştan Batı'ya göç etmiş Güneydoğulular yoksullukla pençeleşirken baskıyla ve önyargılarla dışlanıyordu.
Medya ise cehalet ve vurdumduymazlığını nefret diliyle sarmalamış yangına körükle gidiyordu. O günlerde Diyarbakır'a giden bir muhabirin izlenimlerini hiç unutmadım. "A bunlar da bizim gibi insan, yiyorlar, içiyorlar" kabilinden yazdıklarını herhalde uzaydan gelen biri kaleme alabilirdi.
Kimse kimseyi dinlemedi, o kan uzun yıllar aktı. Zor ve acımasız zamanlardı.
30 bini aşkın Türk ve Kürt insanı birçoğu daha 20'li yaşlarda toprağa düştü.
İki yıldır silahların sustuğu Çözüm Süreci'yle birlikte kalıcı bir barış yolunda adımların atıldığı bir dönemdeyiz.
2012'deki Nevruz'la birlikte başlayan sürecin ertesi günü ünlü bir haber kanalı sabah Diyarbakır'a bağlandı. Haliyle medya bütün ağır toplarıyla oradaydı.
Merkezde haberleri sunan ve tartışma programları yöneten genç haberci kardeşimiz sözlerine şöyle başladı: Bize 'günaydın' dediler.
Kağıt üstünde, barış olur olmasına da bu önyargıları nasıl yıkacağız asıl ve biricik meselemiz budur.
GAP gezilerinin programını bilirsiniz...
Sabah Atatürk Havalimanı'nda buluşuyoruz. İlk durağımız Diyarbakır, havaalanından doğru Hasanpaşa Hanı'ndaki ünlü kahvaltıcıya gidiyoruz. Oradan meşhur surlarına çıkarak Dicle Nehri'ne bakıyoruz. Ünlü ozanlar Cahit Sıtkı Tarancı ve Ahmed Arif'in evini gezdikten sonra Gazi Köşkü'nde öğlen yemeğine oturuyoruz. Geleneksel Şark Sofrası'nda içli köftenin, çiğköftenin, duvaklı pilavın, sumaklı dolmanın, meftünenin tadına bakıyoruz. (Arka fonda "Makaram sarı bağlar, kız söyler gelin ağlar türküsü çalmaktadır) Finali ünlü burma kadayıfıyla yaptıktan sonra Hasankeyf'e doğru yola çıkıyoruz.
Klişeler ve folklorik önyargılarla dolu gezginlerimize bu kadar yeter. Tarihi insanoğlu kadar eski Diyarbakır'a ayrılan sürenin sonuna geldiniz. (Yeri gelmişken kazıları hala süren en eski yerleşim bölgelerinden Çayönü'nün burada olduğunu da ekleyelim.)
Mehmet Atlı, Hepsi Diyarbakır kitabında "Dur ey yolcu" diyor. Buradan kimler geldi kimler geçti, bir de benden dinleyin...
Onu müzisyen olarak tanımıştım. Gitarıyla Kürtçe, Türkçe söylediği türküleri yorumlayışı dikkatimi çekmişti.
Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi ve doktora öğrenciliğinin yanısıra aynı zamanda harika bir kalemi olduğunu da kitabından öğrendim.
Kitabının alt başlığı önyargıları aşma yolunda zor ama zorunlu bir yolculuğa çıkacağımızı muştuluyor: Herkesin bildiği kimsenin bilmediği...
Diyarbakır'ı biçimlendiren, anlamlandıran eski şehrin dört bir yanını saran surları ve Mezopotamya'nın simgesi Dicle nehridir.
Kentin en eski halkı Ermeniler'in sur içindeki yaşamını Mıgırdiç Margosyan ne de güzel anlatır. O günlerin Diyarbakır'ında kediler bile dört dil bilir. Kedi Mestan Türkçe, Kürtçe, Ermenice ve Zazaca seslenilmesine rağmen kilerden hırsızlık yapmayı sürdürür. Ta ki terliği yiyene kadar...
Mehmet Atlı, bu kadim şehrin surlarla, suyla olan ilişkisiyle başladığı kitabında kişisel tarihinden de örnekler vererek ilerliyor.
Surları mimari açıdan değerlendirdikten sonra insana yöneliyor:
"Surlar, içerisiyle dışarısını farklılaştırmış, yüzyıllar içinde Suriçi'ne özgü-her manada- bir asabiyet, bir insan tipi yaratmış gibidir. Öyle ki dünya, pek çok sur kentindekinden daha belirgin bir şekilde, surun içi ve dışı olarak ikiye ayrılmış durumdadır denebilir. İçeride, birçok dilini karışımından oluşan bambaşka bir dil konuşulur (du). Etnik- dinsel-mezhepsel-sınıfsal ve dahi cinsel çeşitlilikleriyle bir tuhaf karışım, uzun yüzyıllar kısmen birbirine değmeden, kısmen de değerek yaşamış, buralara özgü bir folklor yaratmıştır.
Alabildiğine karakteristik ama aynı zamanda geniş bir kültürel coğrafyayla akraba mimariler, süreç içinde oluşmuş ve dönüşmüş birtakım kentsel alışkanlıklar, ritüeller, müzikler ve bugünlere kadar süren, derin eski zaman izleri; folklorun ötesinde "metropoliten unsurlar" diyebileceğimiz dinamikler söz konusudur. Kentin bugüne kadar süren nüfus hareketleri, sürgünler, katliamlar, sığınanlar, iskan edilenler... Velhasıl, ister Ermeni, Süryani ister Kürt ya da Türk olsun, 16. ya da 20. yüzyılda yaşamış olsun, esasen Suriçili diyebileceğimiz bir Diyarbakırlı tipi (tipleri) neredeyse günümüze kadar söz konusudur."
Yazara göre; "bütün bunları bir duvar yapmış gibidir."
Şehir sur içine sığmaz olunca Ofis ve Yenişehir'e doğru büyür. Çok katlı apartmanlar, devlet binaları, anıtlar, okullar, hastaneler, sinemalar, pavyonlarla yeni bir yaşam tarzı inşa edilir.
Hemen yanı başında, ortasından tren yolunun geçtiği bir zamanlar meşhur üzüm bağlarının olduğu alan gecekondularla dolar. Göçlerle büyüyen devasa bir yer olur Bağlar. Havaalanı, İstasyon ve işkenceleriyle meşhur Cezaevi de buradadır.
Mehmet Atlı, Bağlar'ın da fotoğrafını çekiyor... Ama orası hiç de folklorik, ilginç değildir. Orası "Diyarbekira Reş (Kara Diyarbakır), Diyarbekira Xopan (Viran Diyarbakır) ya da Diyarbekira Şewiti (Yanmış Diyarbakır)"dır.
"Göçmenler Caddesi, Pasaj ya da işhanı gibi dönemin alışveriş alışkanlıklarını yansıtan yenilikler... Şeytan Pazarı adında sevimli mi sevimli bir semt pazarı, canlılığını hala koruyan tren istasyonu ile kendiliğinden/organik mekansal ilişkiler kurmuş dokular... Okulları, camileri, Karadeniz balıkçısı, hatta birahaneleri, gazino benzeri ortamlarıyla yeni yeni kentsellikler üreten ya da bunlarla tanışan ve Kurmanci, Zazaki, Arapça konuşanlar, daha başka aksan konuşan Çüngüşlü yerli Türkmenler, Bulgaristan göçmeni Türkler'den oluşan ve Diyarbakır ağzında buluşan (bazen de buluşamayan) bir kalabalık. Okullarda, tandır başlarında, kahvelerde, damlarda, avlularda, boş arsalarda, sokak düğünlerinde birbirini ve Diyarbakır'ı ve şehri tanımaya başlayan bir kalabalık..."
Mehmet Atlı, anıtları, parkları, cemevini, cadde, sokak ve bulvarları da unutmuyor. 1915'teki Ermeni tehcirini anlattığı bölüm ise yüzyıllar ötesinden bir ağıt gibi...
Demiryolcu olan babasının izinden giderek istasyonlar ve çevresini ele aldığı bölüm, Diyarbakırsporlu futbolcu Vehbi, tesisatçı Seyfi Usta ve dedesinin rüyası gibi kitaba serpiştirilen insan hikayeleri ise dili ve anlatımıyla övgüye değer. Ondan öyküler ve romanlar geleceğinin de müjdecisi sanki...
Atlı özetle diyor ki; Diyarbakır bir Kürt şehri olduğu kadar bir Türk ve Ermeni şehridir aynı zamanda... Diyarbakır bunca felaketten sonra bir dünya şehri olmalı. Ona yakışan da budur.
(Sabah Kitap ekinin 13 Ocak 2015 sayısında yayınlanmıştır.)

Hayata dokunmak için..


Fransa'nın Alzas bölgesi Alman kültürüyle iç içe geçmiş bir masal diyarı. Doğası, tarihi, gelenekleriyle ve samimi insanlarıyla farklı bir rota...

Rakamlara göz gezdirirken bir yandan da "Dünyada Paris'i görmeyen kalmış mıdır acaba" diye düşünüyorum. Geçtiğimiz yıl Fransa yine dünya rekoru kırarak 84.7 milyon turist ağırladı, bunun yalnızca 35 milyonu başkent Paris'i ziyaret etmiş.Bohemliği, sanat akımlarına ev sahipliği yapması, modanın öncüsü, yemeğin ve eğlencenin merkezi Paris üstüne yazılan romanlar, şiirler, filmlerle dünyada en çok bilinen şehir ünvanını kolay kolay kaptıracağa benzemiyor.
Ancak Alzaslılar "Fransa yalnızca Paris, Cannes, Marsilya'dan ibaret değil, biz de varız" diyerek pastadan daha büyük bir pay kapmak için kolları sıvadı.
Yılda 18 milyon ziyaretçi çeken Alzas bölgesinde ne ararsan var, doğa, tarih, görkemli mekanlar, masalsı ortaçağ kasabaları... Ve tarihi üzüm yolu, şarap da eksik değil.
Kendilerini Alzas tutkunu olarak tanıtan üç girişimci Claude Schmitt, Claude Onimus ve Christophe Seyfritz aralarına 12 girişimciyi alarak geçtiğimiz temmuz ayında (2014) Alsace Welcom'u kurdu. Ve tanıtım için de ilk olarak Türkiye'den turizmcileri ağırladı.
Alsace Welcome'ın Strasbourg'taki temsilcisi gazeteci Fahri Ekmekçi ve Türkiye'den de sofra tarihçisi, üzüm ve şarap uzmanı Murat Yankı'nın eşliğinde, dört gün boyunca kilometrelerce yol kat ettik.
Bizim yolumuz daha çok dağların arasındaki şirin oteller başta olmak üzere, müze, eğlence yerleri, üzüm bağları, şarap üretilen tarihi imalathaneler ve köylerden geçti.
Çünkü Alzas'ı farklı kılan da yüzyıllar boyunca yitirmediği gelenekleri, mimarisi ve doğasıydı...
Bölgenin başkenti Strasbourg...
Mulhouse ve Colmar'da önemli yerleşim bölgeleri, geçmişleri çok eskilere uzanıyor. Büyük ve kalabalık kentler olmalarına rağmen mütavazılıklarını koruyor.
Doğaya ve tarihe ihanet etmeden pekala yeni bir kent nasıl inşa edilir bunun en güzel örneklerine Alzas'da tanık oluyoruz.
Alsace Welcome'un kurucularından Claude Schmitt, "Türkiye fiyat ve kalite dengesi açısından çok başarılı. Rakip olamayız" diyor. Belli ki Türkiye'nin hızla yükselen orta sınıfı, THY başta olmak üzere yerli havayollarının çıkışını belli ki gözardı etmiyor. Bu yüzden Türkiye'nin önde gelen turizm şirketlerinin yöneticilerine bu geziyi hazırlamışlar.
Alzas'da merkezi yerlerin yanı sıra çok özel noktalara da ulaştık. Halkın arasına karışıp pazarları gezdik, kaz ciğerinin tadına baktık.
Dağ köylerinden geçtik, üzüm bağları arasındaki otellerde kaldık, kasabalarda ağırlandık.
Tarihi üç, dört kuşak gerilere giden şarap imalathanelerini gezdik. Buraların turist arsızı olmaması en büyük şansı; nasıl olsa o olmazsa öbürü gelir demiyorlar.
Kısacası Alzas'da hayata dokunduk...


Bir kasabadayız. Alsace Welcome yöneticileri ve kasabanın aynı zamanda belediye başkanı da olan şarap üreticisi üçüncü Claude, turizmci ve gazetecilerden oluşan Türk heyetini ağırlıyor.

Kendini Fransız sanan Almanlar

"Bunlar kendini Fransız sanan Almanlar" diyor Murat Yankı otobüsümüz üzüm bağlarının ve tarihi köylerin arasında yol alırken. Fransa'nın Alzas bölgesi Almanya sınırında Ren nehri boyunca yukarıya doğru ip gibi uzanıyor. Hemen alt tarafında ise İsviçre var. Murat Yankı bir düşünürün "Biçim olarak Alman, ruh olarak ise Fransız" dediğini aktarıyor ve ekliyor: Evlerin biçimi, düzen, temizlik tam olarak bir Alman kentini yansıtırken, yaşam keyfi ve canlılığı ise Fransız özellikleriyle karşımıza çıkıyor. Bundan daha iyisi ne olabilir ki?
Geçmişte çok büyük acılar yaşayan Alzas iki büyük Dünya Savaşı'nın tam ortasında yer almış. Ve tam 5 kez el değiştirmiş, bir Almanlar'ın bir Fransızlar'ın olmuş.
Yankı, "1870'de doğup, 1945'te ölen bir kişi tam beş kez milliyet değiştirmiş oluyor" diye örnekliyor.
Yani 1945'teki büyük savaş bittikten sonra kalıcı bir barış için Alzas'ın seçilmesi boşuna değil.
Alsaz bölgesinin başkenti Strasbourg'u bilmeyen yoktur, aynı zamanda Brüksel'le birlikte Avrupa Birliği'nin de başkenti olarak geçer. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu'na ev sahipliği yapan Alzas'ın başkenti bu ünvanı boşuna almamıştır. Alzas'daki evlerde çiçekten geçilmez, gözlerinizi alamazsınız, kapıların dışına bile asıyorlar. Nedeni ise savaştan çıkan halka moral vermek. Fransızlar'ın kahramanı General De Gaulle'ün önerisiyle başlayan gelenek hala sürüyor.
Ve her yıl bir bölge çiçek şehir seçiliyor.
Birbirini acımasızca boğazlayan iki halk uzun süredir Avrupa'nın birleşmesiyle barışçıl bir şekilde yaşıyor. Sınırı ayıran Ren nehrinden elinizi kolunuzu sallayarak geçebilirsiniz. İş yeri Almanya'da olup Fransa'da yaşayan çok kişi var ya da tam tersi. Strasbourg'taki Jean Jaurès durağından kalkan 21. nolu otobüs karşı taraftaki Almanya'nın Kehl şehrine Fransızları taşıyor. Burası daha ucuz olduğu için alışverişlerini yapıp aynı otobüsle dönüyorlar.
2 milyon nüfusu barındıran geniş ve verimli ovalarla kaplı Alzas toprakları tarım için çok elverişli. Ova boyunca son derece verimli topraklar, mısır, şeker pancarı tarlaları ve çok çeşitli üzüm bağları bulunuyor. Üzümlerin çoğu şaraplık olarak ayrılıyor ve şaraba yönelik üzüm tarımı bölgenin en önemli, katma değeri de en yüksek faaliyeti oluyor.
Riesling, Gewürtztarminer, Pinot Gris, Pinot Blanc ve bizdeki Bornova Misketi'nin yakın akrabası olan Muscat d'Alsace yani Alsace Muscat'ı adı verilen beyaz üzüm çeşitleri ve Pinot ailesinin siyah üyesi Pinot Noir bu bölgede üretilen üzüm çeşitleri arasında yer alıyor.
Meraklıları için iki de küçük bilgi.
Ortaçağ derebeylikleri zamanında yapılan görkemli Koenigsbourg Şatosu da görülmeye değer, Şato 20. yüzyıl başında Alman İmparatoru Kaiser 2. Wilhelm tarafından elden geçirilmiş.
Almanlar'ın 2. Dünya Savaşı'nda Yahudiler'i soykırıma uğrattığı toplama kampı da korunuyor. Amerikan uçaklarının tesadüfen bulduğu kampta 60 bin kişi öldürülmüş.
İki kültürün iç içe geçtiği Alzas'ı  seveceksiniz, şimdilerde (Aralık ayı ortası) her yerde Noel pazarları kurulmuş durumda. Otellerde tek boş yer bile yok. Her mevsimde sizi memnun edecektir.
(Sabah Tatil ekinin 17 Aralık 2014 sayısında yayınlanmıştır.)

Alzas fotoğrafları eşliğinde bir gezi için devam etmek isteyenlere....

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Grevde fabrika işgal oldu koleksiyon ortaya çıktı


Fabrikatör Fritz Schlumpf servetini antika otomobillere harcadı. Ancak müzesini açamadan iflas etti. Önce işçilerin sonra da devletin kontrolüne geçen müzeyi her yıl 2 milyon kişi ziyaret ediyor. Fransa Mulhouse'da en eskisi 1878 tarihli olan 400 aracın bulunduğu müze onun da adını taşıyor

Gözünüzü fotoğraflardan ayırabildiniz mi bilmiyorum ama geldiyseniz kalın çünkü bu paha biçilmez klasiklere ev sahipliği yapan müzenin hikayesi de araçlar kadar şaşırtıcı ve ilginç. Burası Mulhouse... Fransa'ya ait ancak İsviçre ve Almanya'ya da sınır olduğu için üç ülkenin kültürleriyle beslenen bir kent. Hikayemiz de İsviçre'de başlıyor. 1900'lü yılların başında doğan Schlumpf kardeşler Fritz ve Hans, babaları ölünce Mulhouse'lu anneleriyle Fransa'ya göç ederler.
Hans bankacı olur, Fritz ise tekstil komisyonculuğuyla hayata atılır. Sonra iki kardeş 1929'da kendi işlerini kurar ve tekstil işinde yoğunlaşırlar. Avrupa'da savaş adım adım yaklaşırken 1930'lu yılların sonuna doğru bir işletme sahibi olmuşlardır.
Ve yeni satın almalarla işlerini ve sermayelerini büyütürler.
Kardeşlerden arabalara tutkun olanı Fritz'dir. İlk arabasını da o zaman alır. Her zaman gözdesi olacak Bugatti'nin birkaç yarışa da katılmış 1938 model 35b'sidir bu...
(mavi renkli olan ve müzede tek başına sergilenen en değerli parçalardan biri)

İnsanoğlunun başına gelen en büyük yıkım II. Dünya Savaşı yeni bitmiştir. Ekonomi toparlanmaktadır ve savaş özellikle otomobil sanayisinde büyük devrimlerin yapıldığı bir dönemdir aynı zamanda. Özellikle Almanlar savaşı kazanmak ve üstünlük sağlamak için çığır açacak yeniliklere imza atmıştır. otomobil devleri de savaş sonrası artan refahla birlikte yeni modeller üretmektedir.
İplik fabrikalarını dörde çıkartan kardeşler emlak işiyle de sermayelerini büyütürler.
Mulhouse'daki bir fabrikayı aldıklarında yıl 1957'dir. "Bize ne yünden, tekstilden arabalara ne zaman sıra gelecek?" demeyin çünkü bu fabrika her şeyin başlangıcı olacaktır. Araba koleksiyonlarını satın alma çılgınlığına bu fabrika sayesinde girişirler.
Fritz kardeşin gizlice klasikleri toplamaya başlaması da bu döneme rastlar. Mulhouse'daki fabrikanın bir bölümünü restore ettirerek hayalindeki müzeyi açmak için ilk adımı atarlar. Burayı çok yakınındaki dostları dışında kimse bilmiyordu.
Fritz Schlumpf 1961 ve 1963 yılları arasında Fransa, İsviçre, İngiltere, İtalya, Almanya ve ABD'deki aracılar ya da doğrudan üreticilerle bağlantı kurarak 200 otomobil alır. Aralarında Formula 1'e ilham kaynağı olacak 1920 ve 1930'lu yıllardaki Avrupa Grand Prix'inde yarışan araçlar da vardır.
1965'te yerel Alsaz gazetesinde koleksiyonla ilgili bir haber çıkar ancak gerisi gelmez. Ertesi yıl Fritz Schlumpf fabrikanın depolama alanında restore çalışması yaptırarak 17.000 metrekarelik bir alanda müzenin temellerini atar. Sergileme salonu 23 ayrı bölgeden oluşmaktadır ve aralarda yürüyüş yolları oluşturulur.

GREV, İFLAS VE OTOMOBİLLER...

Ancak Asya'daki ucuz tekstil ürünlerinin pazara girmesi ve işçi sınıfının emeğinin hakkını aramasıyla Fritz kardeşler için zor günler başlar. Haziran 1976'da kriz patlar ve çalışanlar greve gider. Schlumpf kardeşler ise rest çekerek fabrikalarını satışa çıkarır. Ancak fabrikalar satılmaz ve mühürlenir.
İşte müzenin kaderi de o an değişmeye başlar.
Grev sırasında ortaya çıkan klasik otomobiller öfkeli çalışanlar tarafından kısmen zarara uğrar ancak yine onlar tarafından elden geçirilerek ücretsiz olarak halka açılır. Adını da "İşçi Müzesi" koyarlar. "Alacaklarımız verildiği zaman geri vereceğiz" derler.
İki yıl süren grev sonunda iflaslarını ilan eden eden iki kardeş, doğdukları yere Basel'e döner...
Ancak koleksiyonun kaderi ise kardeşlerinkinden farklıdır.
1979'da mahkeme süreci ve tasfiye işleri yapıldıktan sonra devlet duruma el koyar. Sendika müzeyi teslim eder. Koleksiyonun dökümü yapıldıktan sonra satışa çıkarılır.
1981'de bünyesinde birçok kamu ve özel şirketi barındıran "Ulusal otomobil Müzesi Derneği" tarafından satın alınır.


ALANINDA EN BÜYÜK MÜZE

1982'de "Ulusal Motor Müzesi" adını alır. 1989'da Paris Temyiz Mahkemesi kararıyla, adına ve koleksiyonun parçası tüm belgelere "Schlumpf Collection" adı eklenir.
Fritz Schlumpf ise üzerine titrediği müzesiyle ilgili gelişmeleri Mulhouse'un az ötesindeki Basel'den izler ve 1992'de de hayata veda eder...
Müze ise 2000 yılında önemli yenileme ve modernizasyon çalışmaları sonrasında, dünyanın en büyük otomobil müzesi olarak yeniden tasarlanır.
2006'da bir kez daha bu kez en yeni teknolojiyle yeniden elden geçirilir. Müze girişinde (ön avlu, yaya, atrium, projeksiyon duvarı) ve tur sonunda üç sergi alanları bulunmaktadır. 2011'den bu yana arka tarafa yapılan pistte beğendiğiniz bir aracı kullanmak da mümkün. Her yıl milyonlarca ziyaretçiyi ağırlayan müze, 25 bin metrekare alana yayılıyor, ışıklandırmalar bile 1900'lü yıllarda Paris'te kullanılan klasik aydınlatma direklerinden oluşuyor. Paha biçilmez koleksiyonun en eskisi 1878'e kadar gidiyor. Ağırlıklı olarak Fritz Schlumpf'un Bugatti'leri olmak üzere Formula1 araçlarının da bulunduğu klasik olan 400 otomobil arasında lastiksizler, buharlılar bile var. Ayrıca bugünün milyon dolarlık araçları da sergileniyor. Araba deyip geçmeyin müzeyi gezerken insanlık tarihine de tanıklık ediyorsunuz. (7 Aralık 2014 tarihli Sabah Pazar ekinde yayınlanmıştır.)


Otomobil müzesinde fotoğraflar eşliğinde küçük bir gezinti için aşağıdaki linke buyrun...

http://www.sabah.com.tr/multimedya/galeri/otomobil/grevde-fabrika-isgal-edildi-koleksiyon-ortaya-cikti-1418139969?tc=152&page=1