Sayfalar

14 Aralık 2016 Çarşamba

Tanpınar'ın paltosuyla ısınmak...


Erol Gökşen, iki yıl süren titiz bir çalışmayla Ahmet Hamdi Tanpınar'ın köşe bucakta kalmış deneme, mektup ve röportajlarını Hep Aynı Boşluk kitabında bir araya getirdi. Kitap 100'ü aşkın yazıdan oluşuyor

Kadim sorudur ve sorundur: Edebiyatçı kendi sesini ararken etki altında kalır mı? Yanıtı malum, "evet"tir ve olması gereken de budur.
Hayat da böyle değil midir?
Edebiyat dünyasında öncü olmuş, yol açmış isimler her zaman tartışmaların odağında olmuştur. Şairler, öykücüler, romancılar; her birinin elinden tutup ayağa kaldıran vardır. Birilerinin etkisinde kalarak yola çıkanlar, onları fersah fersah aşıp daha büyük eserler vermiştir ancak yine de ilkler unutulmazdır.
Gogol'un meşhur Palto öyküsü bu tartışmanın nirengi noktasıdır. Sıradan bir memur olan Akaki Akakiyeviç'in Rusya'nın soğuk sokaklarında gezintiye çıkmasıyla öykünün geleceği de çizilmiş oluyordu. Gogol'un ardından gelen büyük romancı Dostoyevski'nin "Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık" sözü ise edebiyattaki öncülüğü vurguluyordu.
Tolstoy, Çehov başta olmak üzere birçok ülkeden yazar o paltoyu değişik renk ve biçimlerde giydi. Hâlâ da giymeye devam ediyor.
Mesele taklit edip aşırma ucuzluğuna düşmemektir, yoksa yol açıcılığı kabul etmek edebiyatın doğasında vardır.
İlk öncülerden Jorge Luis Borges öykü dünyasında pek çok takipçisi olan yazarlardandır. "Öykü biçimini niye değiştirdin" diye soranlara cevabı düşündürücüdür: "Buenos Aires'te benim ağzımdan Borges öyküleri yazan yeterince edebiyatçı var. Kendilerini bulmacalara, kaplanlara falan kaptırmışlar, üstelik bu işi benden çok daha iyi becerdikleri kesin. Onlar genç adamlar, bense oldukça yaşlı ve yorgunum."
Sürekli olarak kendini yenilemek, özgün bir dil aramak ve gelişmeye açık olmak edebiyatçının olmazsa olmazıdır.
Zaten bunu yapamayanlar silinip gitti, gidiyor. Her yıl onlarca yazar ortaya çıkıyor ya kendi ufak dünyasında yaşıyor ya da vazgeçip bırakıyor.
Kendi iç sesinin peşinden giderek kendini yenileyenler ise dünyanın her yerinde, her daim parıldıyor.
Eleştirmen ve yazar Semih Gümüş yıllar evvel Palto'yu bize uyarlamıştı.
"Kim hangi paltodan çıkmıştı" sorusunun yanıtını 1940'lı yıllardan günümüze doğru aramış ve "sırasıyla Sait Faik, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Bilge Karasu ve Oğuz Atay'ın paltosunu giydik" demişti.
Kişisel sıralamasına itirazlar olabilir ya da eksik bulanlar olabilir.
Ancak bu paltonun eskimeyen nadide bir kumaş gibi parıldayan ismi Ahmet Hamdi Tanpınar üstünde sanırım herkes hemfikirdir.
Tanpınar'ın makaleleri ve konuşmalarının yer aldığı "Yaşadığım Gibi" kitabını yayına hazırlayan Prof. Dr.Birol Emil'in saptaması çok yerindedir: "Farz-ı muhal olarak, yeri Türk edebiyatının güzellik namına başka bir eseri olmasaydı yalnız Tanpınar ve onun eserleri bu edebiyatın nasıl yaratıcı bir kudrette olduğunu ispat etmeye kıfayet ederdi."
Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huzur, Sahnenin Dışındakiler, Mahur Beste, Aydaki Kadın, Beş Şehir ve Hikayeler'i bize bırakıp 54 yıl önce dünyaya veda eden Tanpınar, yaşarken "sükut suikastine" uğradığından yakınırdı. Değeri ölümünden sonra anlaşıldı.
Gündelik hayattan edebiyata, mimariden siyasete kadar hemen hemen her konuda kafa yormuş bir aydındı. Yayınlanmamış makaleleri, röportajları; Yaşadığım Gibi, Edebiyat Üzerine Makaleler, Mücevherlerin Sırrı kitaplarıyla ortaya çıkınca değeri katlanarak arttı.
Kaderin cilvesi olsa gerek Tanpınar'ın, sükut suikastı yakınmasını giderecek bir kitap daha bugünlerde piyasa çıktı. 1930 ve 1960 yılları arasını kapsayan döneme ait Tanpınar'ın eserlerinde yer almayan köşede bucakta kalmış deneme, mektup ve röportajları "Hep Aynı Boşluk" kitabında bir araya geldi.
Erol Gökşen'in 2 yıl süren titiz çabalarıyla kütüphaneler ve gazete arşivleri taranarak neredeyse bir avcı gibi bulunan yazılar tahmin edileceği üzere her konuya değiniyor.
Kitap; edebiyat, estetik ve plastik sanatlar, medeniyetler ve zihniyetler, toplumsal ve iktisadi hayat, insana dair, siyaset ve siyaset adamları, mektuplar, anketler, röportajlar ana başlıkları altında yüzü aşkın yazıdan oluşuyor.
Önsözü yazan Türk edebiyatı ve Tanpınar uzmanı Prof. Dr. İnci Enginün yukarıda tartıştığımız konuya da parmak basıyor. "Tanpınar etkilendiği yazarların farkında olsa da onlardan uzaklaşmaya çabalamaktadır... O, elbette her kültürlü yazar gibi kendisinden öncekilerle beslenmiş, fakat onlarla arasında kurulacak benzetmelerden de ürkmüşe benzer."
Tanpınar tartışmaya açık bir fikirle, modern edebiyat diye ortaya çıkanları kötü bir taklit, eskilerin ise ışıldadığını söylüyor.    
17. yüzyıl şairlerinden Naili için benzersiz bir tarif yapıyor: "Vakıa biz ona gitmiyoruz, fakat o, zaman zaman bize geliyor."
Başyapıtı Huzur romanının yayınlandığı günlerde (1 Mart 1950) kendisiyle yapılan röportajda "Bu romanla dünyaya açıldım. Aramızda gayet garip bir yarış oldu. İlk önce o beni geçti; sonra galiba ben onu" diyor.
Kitaba "Niçin Huzur adını verdiniz?" sorusuna verdiği cevap ise bugünlerde çok ihtiyacımız olan bir dilek gibi sanki:
"Çünkü huzursuz bir dünyada yaşıyoruz. Çünkü insan kendisi ile barışık değil. Değerler karşısında ve insan karşısında yeniden düşünmeye mecburuz. Çünkü her şeyden şüphedeyiz. Ve nihayet arkamızda eskisi gibi o kadar kuvvetle Allah'ı hissetmiyoruz. Hülasa huzursusuz, onun için..."
O günlerin 2. Dünya Savaşı'nın yeni bittiği zamanlara denk geldiğini unutmadan o sözlerin bugünlere de bir mesaj olduğunu görebiliriz.
İki yıl önce kitap ekinin Ekim sayısına onun üstüne yazılan bir denemeden yola çıkarak "Tanpınar'a geç kalmayın" demiştim.
İşte yine, yeniden yoluma Tanpınar çıktı. Soğuk kış günlerinde paltosuyla ısıtmak için...
Huzur bu olsa gerek...
(Sabah Kitap ekinin Kasım 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

Aşkı anımsamak niye aşktan daha güçlüdür



Alman edebiyatının en önemli yazarları arasında gösterilen Judith Kuckart'ın 1990'da kaleme aldığı ilk kitabı Silahı Seçmek Türkçe'ye ilk kez çevriliyor. Kuckart, yeni bir soluk ve yeni bir ses arayanların kayıtsız kalamayacağı bir isim...

Yaprakların sararmasıyla dökülmesi bir olur. Akşamüstleri aniden iner, hafiften de üşütmeye başlar. Sahilde, köprüde, Boğaz'da oltalar atılır. 
Ve kitap şenliği başlar. 
Sonra bir kadın gelir, bir hikaye anlatır. 
Anısından yola çıkarak ülkesinin siyasi tarihinden dramatik bir hikayedir bu. Terör, acı ve mücadele vardır ama umut da vardır kitabında: "Hayat, ölmek için yaşama açlığıdır. Hayat bir şans ama en yüksek değer değil. Hayatı aşk gibi yaşamak gerekir." 
35. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'na onur konuğu olarak Almanya'dan 30 yayınevi, 13 konuk yazar katılıyor. Onlardan biri de sonbaharla gelen kadın yazar Judith Kuckart. 
Alıntıdaki kitabının adı Silahı Seçmek de bugün piyasada olacak. 
Aslında bu onun ilk kitabı, 1990'da kaleme aldığı romanı Türkçe'ye ilk kez çevriliyor. Ülkesi Almanya'nın terörle sarsıldığı 1970'lerde RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) militanı bir kadın ve onun anlatan diğer kadının hikayesi bu. Teröre övgü değil, gerçeği aramaktadır iki farklı kuşaktan kadınla... 
Soğuk Savaş dönemiyle refah toplumunu karşılaştırır. 
Kuckart'ın "Anlatan insanın her zaman sorulacak bir sorusu vardır. Anlatmak her zaman memleketle ilgili bir şeydir" sözleri kitaplarının da özetidir.

DANS, EDEBİYAT VE TİYATRO
Dans eğitimi alan Kuckart, üniversitede edebiyat ve tiyatro okudu. Kurduğu Skoronel Dans Tiyatrosu ile 1985-1998 arasında Almanya'da ve uluslararası sahnelerde yazar, dansçı, koreograf ve rejisör olarak katkıda bulunduğu 17 oyun sahneye koydu.
Bir yandan serbest rejisörlük yapan Kuckart'ı 1990'ların başından itibaren edebiyatta görmeye başlıyoruz. Wahl der Waffen (Silahı Seçmek, 1990) ile başlayan yazarlık kariyerini Die schöne Frau (1994), Der Bibliothekar (Kütüphaneci, 1998), Lenas Liebe (Aşkı Anımsamak, 2002) gibi romanları ve iki hikâye kitabıyla sürdürdü.
Aralarında Rauriser Edebiyat Ödülü ve Villa Massimo Bursu'nun olduğu birçok ödüle layık görüldü. Sıra dışı bir kadının hikayesini anlattığı Aşkı Anımsamak da "Neden aşkı anımsamak, aşkın kendisinden daha güçlü bir duygudur" sorusunun peşine düşer. 
Kütüphaneci ise ölüme varan saplantılı bir aşkın hikâyesi... 
Kitap Aristo'nun bir sözüyle başlar: "Her hareketin hedefi durağanlıktır Çünkü her hareketin sonunda kalıcı bir şey olması gerekir." 
Hans-Ullrich Kolbe 53 yaşında bir kütüphanecidir. Bir akşam Paris'teki bir gece kulübü hakkında bir kitap okur ve ardından okuduklarını gerçek hayatta aramaya başlar. Berlin gecelerindeki voltalarında kızıl saçlı Jelena'ya rastlar. Jelena kızı yaşında ve bir gece kulübünde dans etmektedir. Kolbe'nin şovu seyretmesiyle birlikte felaket yaklaşmaya başlar. Judith Kuckart, Almanya Ulusal Standı'nda 14 Kasım'da Silahı Seçmek'in tanıtımını yapacak. 
15 Kasım'da ise yine aynı yerde "İki İnsan Karşılaştığında..." etkinliğinde Nermin Bezmen ile aşk üzerine söyleşecek.
(Sabah Kitap ekinin Kasım 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

DÜŞERKEN GÖLGESİNİ BİLE BIRAKMIYOR YERE...

"Gözlerinin önüne görüntüler gelene dek yumruklarını gözbebeklerine bastırıyor, renk derecesi yüksek parlak bir beyazlık içinde. 39 yaşında bir kadın, Sayda kentinin öğle sıcağında öldürülüyor. Güneş öyle yüksekte ki kadın düşerken gölgesini bile bırakmıyor yere. Resim sarı. Kadının adı. Altyazı eksik. Böyle bir yüz, yüz değil artık, açık bir mezara eğilmiş. Bunun resmi olsaydı, elinde felaketin başarılı bir fotoğrafı olsaydı, kimseye göstermezdi."

BİR GÖZÜ PARLAKLIK İÇİNDE ÜZGÜN, DİĞERİ İSE...

"Bar tezgâhında dönüp arkasına baktığında Ludwig'in iki gözü birbiriyle hemfikir değil. Birisi derin bir parlaklık içerisinde üzgün, diğeri ölmüş. Sigarasını boş sigara paketine bastırarak söndürüyor ve başını geriye atıyor. Bu hareketi, ölmekte olan bir hayvanın tutukluğunu çağrıştırıyor. Başıma az daha ne geliyordu, anlatamam, diyor Ludwig."


GÖZLERİNİ DUYABİLİYORDU...


"Hans-Ullrich elini paltosuna doğru uzattı. Dünya geri çekilmişti. Kadın plak bitince çocuk gibi bir parça eğilerek selam verdi. Başını ondan yana çevirdiğinde Hans-Ullrich kadının bakışlarının uzantısını yakalamaya çalıştı. Giderken yakınlaşıyor muydu? Optik yanılgı diye düşünebiliyordu henüz. Sonra düşünme durdu. Gözleri kadınınkilerle iç içe girdi. Jelena'nın ağzı gölgede, gözleri de bunun ucunda duruyordu. Bir mucize diye düşündü Hans-Ullrich ve burnunu kaldırdı. Çölün ortasında siyahlara bürünmüş bir kadın ona doğru geliyordu. Kadın gözlerini açtı; gözler maviydi, anlatılamayacak kadar mavi. Dolu yağıyor, diye düşündü Hans-Ullrich. Kadının gözlerini duyabiliyordu."

11 Kasım 2016 Cuma

Futbol hayatın kendisidir


Polisiye denince ilk akla gelen yazarlardan Philip Kerr, yeni romanı Devre Arası'nda olayların merkezine futbolu alıyor. Kerr, futbol dünyasındaki menajer oyunlarını, vergiden kaçırılarak başka birilerinin cebini dolduran transferleri, mafya, kara para ve el altından tehditleri gerçekliğinden şüphe edilmez şekilde ortaya konuyor

Simon Kuper futbol derken aslında hayata işaret ediyordu.
Dünyanın dört bir yanındaki kulüpleri ziyaret ederek genç yaşında yazıp ünlendiği kitabının adıydı aynı zamanda; "Futbol Asla Sadece Futbol Değildir."
Kuper'in yolu bir dönem Türkiye'ye de düştü ve eminim anlattığı hikayelerin doğru olduğunu görmüştü ama bize özgü bir biçimde...
Buralarda tartışma yerine sürekli kavga edildiği ve bolca bel altından vurulduğu için futbol tarifi zor bir şeydir.
Büyük bir maç arefesinde hafta boyunca iki takımın rekabetini medyadan takip eden biri nefret ve stresi tavan yapmış olarak stadyuma gider ya da TV başına oturur.
Başka türlüsü mümkün mü.
O gerginlikle oyuncular ve hakem de çığrından çıkar. Kavga, dövüş derken dışarda taraftar birbirine saldırır. TV ekranlarında gece yarılarına kadar futbol dışında her şey konuşulur.
Hakaret, seviyesiz şakalar ya da dedikodu soslu yorumlar bazen tehdite kadar gider. Ama beni her zaman hayrete düşüren ertesi günün haberleridir.
Sanki bunda payları yokmuş gibi herkesi sükûnete çağırırlar, "futbolda görmek istemediğimiz hareketler" gibi veciz cümlelerle işin içinden çıkarlar.
Çok mu ileri gidiyorum hiç sanmıyorum. İşte son bir aydır milli takım merkezli oyuncu, teknik direktör ve medya üçgenindeki gelişmeleri takip ettiyseniz ne demek istediğimi anlamışsınızdır.
Ben Latin Amerika'nın vicdanı Eduardo Galeano gibiyim. Futbolun; çalışmanın, inanmanın, tutkunun birleşimi olduğuna inanırım. Saf, hilesiz, hurdasız.
Eduardo, "Ben basit bir iyi futbol dilencisiyim. Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyordum: Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen!" sözleriyle futbola duyduğu sevgiyi anlatmıştı.
"Güzel bir maç" dileği sanki yüzyıllar ötesinde kalmış gibi geliyor bana...
Tam da bu arada İngiliz yazar Philip Kerr beni gelgitlere sürükleyen bir kitapla karşıma çıktı.
Onu Dedektif Bernie Günther serisi kitaplarıyla tarihte gezinirken biliyorduk, bu kez futbola el atmış. Hem de yeni bir kahramanla.
Philip Kerr hukuk ve felsefe eğitim almış çok verimli bir yazar. 1989'da yazdığı dedektif Günther, 1930'lardaki Berlin'den yola çıktığında belki de kendisi de böyle ünlü olacağını bilmiyordu. Polisiye bir romanda tarihi anlatmak herkesin harcı değildir ancak iyi bir araştırmacı ve söz üstadı olduğunun hakkını vermek gerekiyor.
Mart Çiçekleri o dönemin Almanyası'nın özelinde aynı zamanda Avrupa'nın da siyasi eleştirisiydi. Bu tarzını bütün kitaplarında sürdürdü.
Sözleri kitaplarının amacını da çok iyi veriyor: "Aslında Avrupa siyaseti ve ahlaki değerleri üzerine yazıyorum. Ama romanlarım polisiye alanına girmiyor desem de saçma olur. Sadece biraz daha fazlasını amaçlıyorum. Arkada büyük planlı kitlesel bir katliam yapılırken, önde cereyan eden sıkıcı küçük bir cinayeti çözmenin büyüleyici olduğunu düşünüyorum."
Mart Çiçekleri'nin ardından üçlemeyi Solgun Suçlu (1990) ve Alman Usulü Bir Ağıt'la (1991) tamamladı.
Kerr ardından uzun bir ara verdi, 2. Dünya Savaşı ve Hitler dönemi üstüne yaptığı araştırmalardan bunalmıştı. "Kendimi Nazi işbirlikçisi gibi hissediyorum" diyordu.
Sessizliğini 15 yıl sonra bozdu, o kadar çok talep vardı ki...
Dedektif Günther'i uykusundan uyandırıp 7 kitapta daha maceradan maceraya koşturdu:
Biri ve Öteki, Sessiz Alev, Ölüler Dirilmezse, Sahra Grisi, Ölümcül Prag, Katyn Katliamı ve Zagrepli Kadın.Öykülerini Türk okurlarına ulaştıran ALFA Yayınları iki yıl içinde bütün kitaplarını yayınladı.
Ve dur durak demeden yazan çılgın İngiliz yeni bir kahramanı ortaya çıkardı: Scott Manson.
Bu kez merkezine futbolu alan Philip Kerr, bu işin de hakkını veriyor.
Son yıllarda İsveçliler ağırlık kazansa da polisiye ve casus romanlarında İngilizler hâlâ çok iyiler.
Bu türde hikaye önemlidir, okurun ilgisini canlı tutmak ve inandırıcı olmak gerekir. Gelişmelerin tutarlı olması ve sağlam temellere oturtulması gerekir.
İngilizler buna edebiyatın zenginliğini ve dilin kullanımı da kattıkları için daha öndeler.
John le Carre, Graham Greene'nin kitaplarındaki edebi lezzet, Kuzey Avrupalılar da yoktur.
Philip Kerr onlar kadar olmasa da müzikten filozoflara, teknik direktörlerden işadamlarına oradan siyasetçilere uzanıyor.
Zengin bir çevre, arka plan sunuyor.
Taraftarların karşılıksız sevgilerinin hakkını verirken bir ölüm karşısındaki acımasızlıklarını es geçmiyor.
Maçı kazanmak için fırsata çevirdiklerini anlatırken ahlakı ve vicdanı sorguluyor.
Dünya ekonomisinde önemli bir yer tutan futbol dünyasındaki menajer oyunları, vergiden kaçırılarak başka birilerinin cebini dolduran transferler, mafya, kara para, el altından tehditler, soyunma odaları da gerçekliğinden şüphe edilmez şekilde ortaya konuyor.
Dünya futbolunun efsane teknik direktörleri Sir Ferguson, galip gelmek için her şeyi yapabilecek Portekizli Mourinho, sistem adamı Katalan Guardiola bir yanda öte yanda Drogbalar, Messiler hatta Galatasaray bile boy gösteriyor.
Şaşırtıcı bir şekilde "a evet hatırladım" dedirten unutulmaz maçlar, sonuçlar, kupalar, kavgalar bir anda karşınıza çıkıveriyor.
Gelelim polisiye kısmına...
Philip Kerr; sorgu, adli tıp, araştırma, olay yeri inceleme ve şüpheler üzerine kurulan polisiye türünün olmazsa olmazları açısından iyi bir sınav verememiş. En azından öteki kitaplarına göre diyelim.
Cinayet ve katilin ortaya çıkarılmasını hızlı geçmiş, okuyucuya birlikte yolculuk etme fırsatını bırakmamış.
Bence bu kitap polisiyeden çok bir futbol güzellemesi olmuş ki hiç şikayetçi değilim.
Bir golü Picasso'nun çizgileriyle anlatmak ya da Bach'ın müziğiyle izlemekten söz eden bir adam, bahsettiğimiz.
Devre Arası kitabının kahramanı Scott Manson'a söylettiği şu sözlerin üstüne ne denebilir ki:
"Tüm futbol taraftarlarının kalbinde umut dinmek bilmez bir pınar gibidir. Futbolu harika yapan şey de budur; futboldan çok daha fazlası olmasının nedeni budur. Futbol izlemeyen insanların anlamadıkları şey de budur. Eğer böyle olmazsa kimse futbol izlemezdi."
(Sabah Kitap ekinin Ekim 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

18 Ekim 2016 Salı

Bir yemekten daha fazlası...


İnsanların olduğu gibi toplum ve devletlerinde kırılma noktaları vardır.
Büyük dönüşümler siyaseti, yönetim biçimlerini değiştirdiği gibi hayat tarzlarını da etkiler.
Yeme- içmeden yaşadığı mekanlara, giyim-kuşamdan alışkanlıklara uzanır.
Bu değişimler de iki türlü olur.
Ya alttan toplumsal bir itmeyle yukarı doğru olur ya da yukarıdan aşağıya....
Ancak kalıcı olanı hiç kuşkusuz ilkidir ve doğrusu da budur.
Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Avrupa...
Büyük savaşların, büyük savruluşların, büyük devrimlerin tanığı bir coğrafyadır ve biz de tam ortasında yaşıyoruz.
Bu topraklarda her ırktan her dinden her renkten topluluk boy göstermiş.
Askeri, siyasi ve kültürel izler bırakmış.
Osmanlı, bugün dünyanın peşinde koştuğu ve becermeye çalıştığı kültürel harmanlamayı 600 yıl boyunca büyük bir maharetle yönetmiştir.
19. yüzyılların sonuna doğru milliyetçilik ve ulus devletlerin doğuşu kaçınılmaz sonu da getirmiştir. Artık ömrünü tamamlayan imparatorluk cumhuriyete dönüşmüştür ancak yüzyılların mirası, gelenekleri ve kültürü başta olmak üzere birçok alanda yaşamayı sürdürüyor.
Topluma dayatılanlar zaman içinde kendi yolunu bulmuştur.
Siyaset ve rejim tartışmalarını uzmanlarına bırakıp uçsuz bucaksız bir okyanus gibi mutluluk veren kültürel dünyaya yolculuğa başlayabiliriz...     
Sermet Muhtar Alus'u bilir misiniz?
Osmanlı'nın son demleriyle yeni kurulan cumhuriyete tanıklık etmiştir.
Askeri Müze'nin kurucusu Topçu Feriki Ahmed Muhtar Paşa'nın oğlu olan Alus, 1887 doğumlu. 1952'de öldüğünde geride öyle bir İstanbul güzellemesi bıraktı ki o eşsiz uslübuyla bugün bile okundukça keyif verir.
Sokaklar, semtler, konaklar, yalılar, kır alemleri, ramazanlar, bayramlar, eğlenceler, vapurlar, gelenek ve görenekler, kabadayılar, hattatlar, satıcılar, lokantalar, balıklar, nargile, enfiye hayata dair ne varsa onun radarına girmiştir.
Tarihçi İlber Ortaylı'nın kitaba yazdığı önsözde dediği gibi; değişen ve değiştirilen tarz-ı hayat nostaljiyi davet etmişti. Kaybolmakta olan bu manzarayı ne tarihçilerin, ne de tarih belgelerinin resimleyemeyeceği açıktı. Edebiyatın ifade cömertliğine ustalıkla sığındılar. Kaybolan çocukluklarının dünyasını; rengi, kokusu ve tadıyla her biri kendi uslübunda canlandırdı.
Arada bir Sermet Muhtar'ın kitabını karıştırıp o cömertliğin içinde huzur bulmayı severim.
"Soframız Nur, Hanemiz Mamur" kitabının kapağını gördüğümde de aynı duyguları yaşadım. Editörlüğünü Suraiya Faroqhi'nin yaptığı kitap Osmanlı'nın yeme-içme ve barınma kültürü üzerine makalelerden derlenmiş. 
İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. Suraiya Faroqhi de Osmanlı tarihçiliğinde önemli bir isim.
Yeri gelmişken Osmanlı dönemine ait önemli araştırmalar yapan Faroqhi'nin Türkçeye çevrilmiş kitaplarını da belirtelim:
Anadolu'da Bektaşilik, Osmanlı Şehirleri ve Kırsal Hayatı, Hacılar ve Sultanlar, Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?, Orta Halli Osmanlılar, Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya, Osmanlı ve Balkanlar-Bir Tarih Yazımı Tartışması, Yeni Bir Hükümdar Aynası, Osmanlı İmaparatorluğu Tarihi ve Osmanlı'da Kentler ve Kentliler...
Faroqhi kapsamlı giriş yazısında, Osmanlı'nın yalnızca savaşlar ve Sultanlar'ın ihtişamından ibaret olmadığının tarihçiler tarafından anlaşıldığını vurguluyor.
Yemek ve barınmanın tüketim sektörünü ilgilendirdiği için pazar, mal ve hizmet kapsamında ele alındığını ve bu alanın tarihçilerce ihmal edildiğini belirtiyor.
1980'lerden itibaren Türkiye'deki tarihçiliğin saltanat ve savaş tarihi yerine kültür birikimi ve gündelik yaşama dönük araştırmalara yöneldiği bir dönemdir artık...
İşte bu kitap yerli ve yabancı araştırmacıların çalışmalarını bir araya getiriyor.
Prof. Faroqhi'nin çok yerinde saptamasıyla; tarihçiler idarenin sultanın rolünü meşru kılmak için kullandığı siyasi araçlar üzerinde de durdular.
Sanat tarihçileri de sultanın ihtişamının imgeleştirilmesinde mimarinin ve sanatın önemine dikkat çekerek araştırmalara katkıda bulundular.
Yayınların yanı sıra Avrupa ve Amerika'daki büyük şehirlerde saray sanatını tanıtan sergiler de buna katkıda bulundu.
Yemekler dahil yaşam sanatları da bu ilgiden payını aldı ve Osmanlı-Türk mutfağı sofistike Çin ve Hint, Fransız ve İtalyan mutfak kültürleri arasına yerleşti.
Osmanlı bürokrasisinin titizlikle tuttuğu defterler mutfağı da kapsıyordu, gün gün hangi sebze, meyvenin ya da etin, tavuğun alındığı işleniyordu.
Elçiye verilen ziyafetlerde yemeğin kalitesi değişiyordu.
Sultan lütfunu ya da hoşnutsuzluğunu böyle gösteriyordu.
Vezir ya da katiplere verilen yemeklerin çeşidi de değişiyordu.
Vezirlerin yemeği genellikle altı çeşitten oluşurken daha alt düzeydekiler iki çeşitle yetiniyordu.
Bir ziyafette şerbet ikram edilmesi yüksek rütbeye işaret ediyor alttakiler ise kaynak suyuyla idare ediyordu.
Tavuk suyuna çorba ve pilav yemeğin başında sunuluyor daha sonra tatlılar en son olarak da et ikram ediliyordu.
Osmanlı'nın başta askeri olmak üzere birçok alanda yenileşmesine öncülük eden ve uygulayan II. Mahmut'un yerde oturmak yerine Batılılar gibi masaya geçmesi, sofra takımları kullanması ve bunların o dönemin popüler porselenleri Dresden ve Sevres'i tercih etmesi Özge Samancı'nın makalesinde ayrıntılarıyla yer alıyor.
Hatta Batı usulü yemek pişirme yöntemlerini öğrensin diye sarayın aşçılarında Hüseyin'in Viyana'ya gönderildiğini de Samancı'dan öğreniyoruz.
Tarihçi Necdet Sakaoğlu, eski mutfak kültürüne eğildiği yazısında kaynaklardan alıntılar yapıyor ve kendi kişisel tarihinden de örnekler veriyor.
Saray Mutfağında Baharat, Osmanlı Elitinin Yeme İçme Alışkınları, Cennet Taamları, Şehzadenin Mutfağı, Kahvehaneler, Medresede Yaşam, 16. Yüzyılda bir Konağın Öyküsü, İstanbul Evleri, Osmanlı Metropollerinde evlerin Konfor ve Lüks Normları makalelerden bazıları...
Bu kitap mis gibi kokuyor, tadından yenmiyor...
Benden söylemesi...

KİTAPTAN BİR BÖLÜM:
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Kütahya:
"Üzümü olur, ama leziz olmadığındanmemduh (övülmeye değer) değildir ve yirmi dört gûne (tür) emrudu (armudu) sicillâtda mesbuttur (tescillidir) ve yedi güne abdar ve danedar (sulu ve tanesi bol) kirazı olur ve Kütahya paçası Arab ve Acem'de meşhuru âfâk (ünlenmiş) olub beyaz ve berrak ve leziz ilik gibi paçası olur ve tennur (tandır) kebabı ve gerdesi (yufka) meğer Bursa'da ola."
(Sabah Kitap ekinin Eylül 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

24 Eylül 2016 Cumartesi

"Öz tek, söz çok"

15 Temmuz gecesi memleket ihanetle sarsılırken Mendilimde Kan Sesleri'dir içime oturan. Bir yandan da şiir; limandır, sakinliktir, huzurdur, umuttur. İnsan var oldukça şiir de olacaktır. Kendini tanımak ve çoğaltmak için...


Önce şiir vardı, sanat ve edebiyat bu kökten filizlendi... Dünyaya sevgiyle, merhametle, inançla, akılla, bakanlar şiirde huzur bulur. Sabırdır ilacı bir de dünyaya, çevreye duyarlılıkla bakmasını bileceksin. Ahmet Haşim, "Şiir, bir hikaye değil, sessiz bir şarkıdır" diye tanımlar; Yahya Kemal Beyatlı da "Şiir, nesirden bambaşka bir kimliktedir. Musikiden başka türlü bir musikidir" sözleriyle Haşim'i tamamlar.
J. Cocteau, "Ne masayı anlatacağım diye masa kelimesini kullanacaksınız, ne kuşu anlatacağım diye kuş kelimesini, ne de aşkı anlatacağım diye aşk kelimesini" diye tarifini verir. Cahit Sıtkı Tarancı da "Şiir, kelimelerle güzel biçimler kurmak sanatıdır" demiştir. Melih Cevdet Anday ise, şiiri tanımlamaya çalışmanın boşuna bir çaba olduğunu düşünür. Çünkü "Tanım akıl işidir. Şiir ise akıl dışıdır."
Şair Arif Ay ise "İnsan var olduğu sürece şiir de olacak yazı da" diyor ve ekliyor: "İnsan şiirle, yazıyla özünü çoğaltıyor. Kendini tanımaya çalışıyor ya da tanıtmaya. Öz tek, söz çok."
Ne vakit darlansam, içimde fırtınalar kopsa Edip Cansever'in dizeleri gelir aklıma... 15 Temmuz gecesi memleket ihanetle sarsılırken Mendilimde Kan Sesleri'dir içime oturan...
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar. 
O gece yaşadıklarımız daha çok taze. Zaman geçtikçe nasıl büyük bir felaketten kurtulduğumuzu anlayacağız. Bazen bir yeriniz incinir ya da kanar. Farkında bile değilsinizdir acı daha çok yenidir, hemen hissedilmez, sonra kendini gösterir. 15 Temmuz'da öyle bir geceydi, taze bir yara gibi ancak boyutu gün geçtikçe anlaşılacak derin bir mesele...
15 Temmuz bir halkın genci, yaşlısı, kadını, erkeği, yurtsever askeri ve polisiyle dünyaya ders verdiği bir gündü aynı zamanda...
Erdem Bayazıt o güzel insanları anlatıyor, "Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair" dizelerinde...
Gözlerini kırpmadan tankların altına yatan, kurşun yediğine bakmadan yaralıları taşıyan, "beni bırakın siz nasılsınız" diyen bu toprakların güzel insanlarını...
Kadınlar bilirim ülkeme ait
Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak
Göğüsleri Çukurova gibi münbit
Dağ gibi otururlar evlerinde
Limanlar gemileri nasıl beklerse
Öyle beklerler erkeklerini
Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi. 
Siyasetçiler Yenikapı'da boy gösteren yeni ruhu şiirlerle süsledi, çoğalttı. Nazım'dan Mehmed Akif'e, Ahmed Arif'ten Necip Fazıl'a alıntılar yaptılar...
Meydanlar ve TV başındaki milyonlar "bu memleket bizim" dizeleriyle duygulandı, sarsıldı ve umutlandı...
Başbakan Yıldırım'ın "bu namustur künyemize kazılmış" dizeleriyle andığı Ahmed Arif o günlerden bugüne dik durmanın ne demek olduğunu da gösterir:
Öyle yıkma kendini,  
Öyle mahzun, öyle garip...  
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda,
derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile  
Dayan iş ile.  
Tırnak ile, diş ile,  
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni. 
Rahmetli Tuncel Kurtiz'in davudi sesiyle can verdiği Ümit İlter'in şiirinde Ortadoğu'yu bataklığa çeviren emperyalizmin acımasızlığına karşı bir destan vardır:
geçit yok amerika'ya
buralarda biz varız hey
türküz, kürdüz, arabız biz
sömürü, işgal, istila varsa
ya istiklal ya ölüm diyenler de vardı
varlar, varolacaklar hey
biz varken, geçit yok amerika'ya
buralarda biz varız
halkız biz
sömürü işgal istila varsa
kurtuluş kavgası olacaktır
biz halkız.

Şiir aynı zamanda; limandır, sakinliktir, huzurdur, umuttur... Sıkıntılı anlarımda hemen o limana yanaşırım.
Son sözü Sezai Karakoç söylesin:
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır 
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır 
Aşk celladından ne çikar madem ki yar vardır 
Yoktanda vardan da ötede bir Var vardır 
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır 
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır 
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır 
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır 
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır 
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır 
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır 
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır 
Gögsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır 
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır 
Sevgili 
En sevgili 
Ey sevgili.

(Sabah Kitap ekinin Ağustos 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

10 Ağustos 2016 Çarşamba

İthaflarla yazılan roman!


Eski kitapların en sevdiğim yeri ilk sayfasıdır. Hızlıca kapağı çevirip bakarım, bir ithaf var mı diye...
Özlü sözler, duygulu sözler, yüreklendiren sözler, aşkla dolu sözler...
Hiç tanımadığınız iki kişi arasındaki tarif edilmez bir ana tanıklık edersiniz.
Sahaflarda gezinirken ansızın karşıma çıkıverir...
Bu kitap da öyle oldu. Editörümüz Necla'yla sohbet ederken birden kitabı gösterip, "Fikret buna bakmalısın" dedi. Ölmeye Yatmak, Fikrimin İnce Gülü, Bir Düğün Gecesi gibi unutulmaz romanların yazarı Adalet Ağaoğlu'nun eşi Halim Ağaoğlu'na ithaflarından oluşan bir kitap...
Halim Ağaoğlu, eşinin ilk kitabını ona ithaf edeceğini söylediği zaman ona verdiği yanıt bu kitabın da anlamını ortaya çıkarıyor.
Bu onların arasında özel bir anlaşmadır. Eşine "Kitaba basılmasın da, baskıdan sonra bana elle yazacağın bir ithafla kitabı armağan et" der.
Adalet Ağaoğlu çok verimli bir yazar. Öykü, deneme, roman, oyun, çeviri, mektuplaşmalar, nehir söyleşi, anı-anlatı türlerinde yazdığı onlarca kitabını (bunlara her yeni baskı da dahil) eşine ithaflarla hediye eder.
Bu kitaplar bugün Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi'ndeki Adalet Ağaoğlu Araştırma Odası'nda bulunuyor.
Tabii ki büyük bir yazarın ithafları da ona yakışır olmuş. O dönemki gündeme uygunu da var, ruh halinin seyrine göre olanı da; kimi zaman sevgi ve aşk dolu, kimi zaman sitem dolu...
Halim Ağaoğlu, "İlişkimizin o anki durumuna göre yazıyordu" diyor...
Kitaptaki ilk ithaf 1962 tarihini taşıyor. 54 yılda yüzlerce kitap ve ithaf...
Twitter'da 140 karakteri geçmeyen mesajlar gibi yazmış Adalet Hanım.
Bu kadar bilgi yeter, okuma keyfini kaçırmamak için Fikrimin İnce Gülü'nün peşine düştüm... Almanya'daki Türk işçilerinin hikayesinin anlatıldığı ve filme de çekilen roman, Adalet Ağaoğlu'nun en çok basılan, bilinen eseridir.
1976'daki ilk baskıya şöyle yazmış:
"Halimciğim, bu romanın edebiyatımıza ve insanımıza katkısında en başta senin yazarlığıma güvenin büyük payı olduğunu hep bilerek, her zaman."
4.'üncüyü 1984'te yazmış:
"O kadar çığlık! İşte ancak 4. basım sekizinci yılda. Oysa seni de nekadar yoruyorum. Hoşgör."
7.baskı 1994 yılında aynı zamanda bir evlilik yıldönümü mesajı:
"Yolların kralı Halim'e
Romanların kraliçesinden 1 yastıkta 40 yıl armağanıdır.
Dantela gibi işlediğim sevgimle."
Her baskıda birbirinden müthiş cümleler ve yıllar sonra 28. baskı 2014 Temmuz'unda:
"Birtaneceğim
bizim şu Bayram, yıllar sonra yeniden ellerinden öpmekte!..
Bugünlerde memlekette son model arabaları alıp satan bir şirketi olduğu söylenmekte, biliyor musun? Bu buluşuma karşılık senden büyük bir kahkaha beklerim."
Adalet ve Halim Ağaoğlu'nu uzun bir ömür diliyorum...
Ki bizler de daha nice ithaflardan mahrum kalmayalım...
(Sabah Kitap ekinin Haziran 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

9 Ağustos 2016 Salı

Osmanlı'nın izinde...


 Avrupalı bir elçinin kabulü: Divan Salonu'nda Veziriazam tarafından verilen ziyafet (1757). Ünlü Osmanlı ressamı Jean- Baptiste van Mour...

Tarihiyle haklı olarak gurur duyan bir halkın tarih bilgisinin kulaktan dolma bilgiler, hurafeler ve dizilerle sınırlı olması hazin bir durum...
Yaşadığımız topraklar ilk insanın dünya üzerinde boy gösterdiği kadim topraklar.
Kimler gelip geçmemiş ki...
Hititler, Frigler, Lidyalılar, İyonlar, Urartular, Persler, İskender, Roma, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti...
Binlerce yılın medeniyetleri de gelenekleri, görenekleri, mimarisi, yemekleri, yaşam biçimleriyle kısacası kültürüyle bugünlere kadar izler bırakarak gelmiş.
Askeri ve devlet geleneğini de unutmamak gerekir.
Bunların içinde hiç kuşkusuz en önemlisi mirasçısı olduğumuz 623 yıl boyunca dünyaya hükmeden Osmanlılar'dır...
Ancak ideolojik pencerelerden bakarak, önyargılarla geçmişi değerlendirmek büyük haksızlık ve tek kelimeyle ayıp.
Arap çöllerinden Kırım'a, Afrika'dan Avrupa'nın içlerine kadar 3 kıtada boy gösteren bir imparatorluktan söz ederken şöyle bir yutkunmak gerekir.
Ne küçümsemenin ne de abartılı övgülerin anlamı yok.
Tarih orada duruyor; yanlışları ve doğrularıyla...
Mesele aktarılanların doğru, vicdanlı bir objektiflikle ve tabii ki titiz araştırmalarla ele alınmasıdır.
Osmanlı, camidir, çeşmedir, kervansaraydır, handır, hamamdır, çarşıdır, külliyedir...
Osmanlı müziktir, ebrudur, minyatürdür, çinidir, güzel sanatlardır...
Osmanlı büyük savaşlardır, fetihlerdir...
Osmanlı, ayaklanmalar, anlaşmalar, reformlar, hesaplaşmalardır...
Osmanlı padişahtır, sadrazamdır, validelerdir, vezirdir, kadıdır, din alimidir, hukuktur, adalettir, vicdandır...
Her dine ve kültüre kucak açmış büyük emperyal bir devlettir...
Bugünlerde Ortadoğu'da yaşananlar Osmanlı'nın önemini bir kez daha göstermektedir.
Gazeteci Kerem Çalışkan da buradan yola çıkarak "Herkes İçin Osmanlı" kitabında bu soruların cevabını veriyor.
Kerem Çalışkan, kitabı herkesin Osmanlı'ya dair bilgisini zenginleştirmek için yazdığını belirtiyor ve ekliyor: Özlü, derinlikli, kompakt, neden-sonuç ilişkilerini veren temel bir Osmanlı kitabı...
Yazar, tasniflere ve kronolojiye dikkat ederek akılda kalıcı tespitlerle ilerleyerek Osmanlılar'ı basit anlaşılır bir dille anlatıyor.
Örneğin her padişah hakkında önce kişisel bilgiler sonra da dönemindeki önemli olaylar birlikte verilmiş. Kurumlar, sosyal yaşam, gündelik hayat, Ramazanlar, kültürel aktörler, el sanatları, dini inanç- azınlıklar, ayrıntılı ancak gereksiz tefferuatlara girilmeden aktarılmış.
Osmanlı'daki meslekler bölümüne ya da ABD'ye giden Blue Jean'ın öyküsüne bir göz atın ne demek istediğimi anlayacaksınız...
Osmanlı kılavuzu, rehberi gibi okunabilen kitabı Google'la büyüyen nesil de çok sevecek yazın kumsalda tarih okumak isteyenler de...
Kısacası Herkes İçin Osmanlı...
(Sabah Kitap ekinin Haziran 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

10 Haziran 2016 Cuma

Her kitabın bir kokusu vardır...


İlk kez bir kitabın kokusunu duyduğumda “Acaba insan sevdiği şeylerin kokusunu mu duyar?” diye düşünmüştüm. Büyüdükçe anlayacaktım, gerçekten öyleydi...


Paketten iki kitap çıktı.
İkisi de Aşk-ı Memnu. Biri orjinal metin diğeri günümüz Türkçesiyle...
Her zaman olduğu gibi kitabın kokusunu duydum kapağını çevirmeden.
Türk edebiyatının çınarı Halid Ziya Uşaklıgil'in ölümünün 70. yılında Can ve Everest yayınları iki başyapıtını (diğeri Mai ve Siyah) yeni ve eski olarak bastı.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Halid Ziya'ya kadar, romancı muhayyilesiyle doğmuş tek muharririmiz yoktur. Hepsi roman veya hikâye yazmaya hevesli insanlardır" dediği Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu'su ilk olarak Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edildikten sonra 1900'lerin başında kitap olarak yayımlanmış.
Ve günümüze kadar onlarca baskı yapmış.
Aşk-ı Memnu'yla ilk karşılaşmamızı hatırladım, ortaokulda Türkçe dersi ödevimiz Çalıkuşu'nun özetini çıkarmaktı. Beyazıt'taki Sahaflar Çarşısı'nda Reşat Nuri Güntekin'in kitabını ararken ona rastladım. Kapağı yıpranmış, yer yer yırtılmıştı.
(Çok geçmedi TRT'de dizisi de yayınlanacaktı. Müjde Ar'ın başrolündeki oynadığı dizi büyük sükse yapmıştı.)
İlk kez kitabın kokusu olduğunu orada hissetmiştim. Tuhaftı çok anlam verememiştim acaba insan sevdiği şeylerin kokusunu mu duyardı.
Büyüdükçe anlayacaktım: gerçekten öyleydi...
Sahaflar ve eski kitaplar hayatımın bir parçası oldu, bir dönem izin günlerimi orada geçirirdim.
Cilt cilt, yaprak yaprak, dizi dizi kitaplar...
Eski resimler, gravürler, tıpkı basımlar, orjinal basımlar.
Bir aile kütüphanesinden sahipsiz kalmış ya da hayırsız evlatların, torunların gözden çıkardığı canım kitaplar...
İlk sayfalarda birbirinden değerli sözler. Doğum günü, hatıra ya da çok değişik nedenlerle hediye edilmişler...
Tarihler 1940'ların, 60'ların, 70'lerin değişik takvim yapraklarına rastgelirdi...
Bir öğlen Kadıköy'deki daimi mekanımız Akmar Pasajı'nın ikinci katında Murat Abi'nin Sahaf dükkanına uğradım.
Murat Abi'nin elinde Osmanlıca bir hatıra defteri yanındaki biriyle günümüz Türkçesi'ne çeviri yapıyorlardı. (Satın aldığı bir aile kütüphanesinden çıkmıştı)Sessizce bir kitap yığının üstüne oturdum ve huşu içinde dinlemeye başladım.
Yıl 1915, Osmanlı subayının Çanakkale cephesindeki günlüğü...
"Bugün bulgur, hoşaf yedik.. Yanımda bir bomba patladı, kemik parçaları her yanımızda" diye gidiyordu...
Yine o koku gelirdi...
Murat Abi cumartesi günlerinde konuklarını ağırlardı.
Tarihçi Alpay Kabacalı, Selahattin Hilav'in kardeşi Necmettin Bey, gazeteci, yazar ve sufi müziğin üstadı neyzen Nezih Üzel, yazarlar, çizerler o küçücük dükkana sığışırdık.
Beni onlarla tanıştıran tarihçi arkadaşım Melih Şabanoğlu'yla grubun en gençleri olarak arkada ya ayakta ya da kitapların üstüne tünerdik.
Doyumsuz sohbetler arasında bir kitap çıkarırdı Murat Abi, elden ele gezen kitabın hikayesi başlardı sonra. Eskiler birinin eline değerli bir kitap geçti mi "kitap ziyaretine gidermiş."
Ben yine o kokuyu duyardım. Yalnızca o kitaba özgü, çok eskilerden gelen bir koku sanki...
Şimdilerde önce Kadıköy'de daha sonra Moda Sineması pasajında sahaf dükkanı açan karikatürist arkadaşım Zafer Temoçin'in dükkanında alıyorum soluğu..
Kitap dağlarının arasında sohbet ederek, müşterilerle diyalogları izlerim.
Şurada Toltsoy'un Savaş ve Barış'ı orada Nazım'ın Memleketim'den İnsan Manzaraları, beri yanda Gogol'un Ölü Canlar'ı.. Red Kitler, Tentenler, Yüzbaşı Volkanlar, eski dergiler...
Her birinin kokusu vardır.
Yıllar ötesinden gelir..
(Sabah Kitap ekinin Mayıs 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

Bir kez daha: Kutülamare zaferdir


Kutülamare Savaşı üstüne kopan tartışmalar tarihimizi de ideolojik kavgalara feda ettiğimizi gösterdi. Savaşın bir yenileni bir de kazananı olur.
Osmanlı 1. Dünya Savaşı'ndaki Irak cephesinde önemli bir zafer kazanmıştır.
Diğer büyük zafer de Çanakkale'dedir.
Doğrudur, İngilizler'e karşı verilen mücadelede kazanılan savaşın sonucunda bu bölgeler masa başında yitirilmiştir.
Ancak bu iki cephedeki savaşı Osmanlı'nın kazandığı gerçeğini değiştirmez ki...
Zaten Kutülamare 1952'ye değin kutlanagelmiş NATO'ya girdikten sonra İngilizler'in baskısıyla vazgeçilmiştir.
Bu tartışmayı Meclis'in kurulduğu 23 Nisan'la karşı karşıya getirmek de hiç doğru değil.
İkisinin de değeri farklıdır ve tarihimizin altın sayfalarındandır.
Mart sayısında Unutulan Zafer'in 100. yılı başlığıyla Kutülamare'den uzun uzun söz etmiştik.
O günlerin tanıklarının yazdığı dört kitabı da tanıtmıştık.
Kutülamare kahramanı Halil Kut Paşa'nın Hatıraları, İngiliz komutan Charles Townshend'ın Mezopotamya Seferim, İstihkam subayı mühendis YüzbaşıSandes'in anıları ve İsmail Bilgin'in Osmanlı'nın Son Zaferi....
Şimdi elimizde bir kaynak daha var.
İngiliz askeri tarihçi Nikolas Gardner'in Kutülamare: Mezopotamya'da Bir Savaş kitabı İngilizler'in gözüyle Osmanlı'nın zaferini anlatıyor...
Tartışmalara ışık tutması dileğiyle...
(Sabah Kitap ekinin Mayıs 2016 sayısında yayınlanmıştır)

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Son Sultan'ın sırları...


Osmanlı'nın son padişahı Vahdeddin ihtişamlı imparatorluğun en trajik sultanıdır.
Devletin çöküşüne tanıklık etmiş 600 yıllık görkemli bir imparatorluğun işgaliyle karşı karşıya kalmıştır. Suçlu ilan edilmiş ve borç içinde gurbet ellerde son nefesini vermiştir.
36 padişah içinde en acı sonu hiç kuşkusuz o yaşamıştır. Tahttan indirilenler, boğdurulanlar, zehirlenenler, savaş kaybedenler olmuştur. Ancak Vahdeddin işbirlikçi damgası bir yana gurbet ellerde son nefesini vermiştir.
Cenazesi bir ay ortada kalmış ve binbir zorlukla uzun bir yolculuktan sonra toprağa verilebilmiştir.
Vahdeddin hakkındaki iddialar ve üzerindeki sis perdesi yeni belgeler ve kitaplarla dağılıyor.
Tarihçi ve gazeteci Murat Bardakçı, Şahbaba kitabıyla önyargıları yıkıp Vahdeddin'in gerçek hikayesini anlatmıştı.
Prof. Mete Tunçay, "Hain olması için en azından karşılığında bir şeyler alıp satması gerekir. Vahdeddin'in bir şey alıp sattığını kimse söyleyemez. Bu, cumhuriyetin kuruluş dönemi koşulları öyle gerektirdiği için dolaşıma sokulan bir söyleyiştir. Bugün artık bu meselelere çok daha soğukkanlı bakabilecek ve şefkatle yaklaşabilecek durumdayız" derken, Prof. Mim Kemal Öke'ye göre Vahdeddin ne haindir ne de Milli Mücadele'yi başlatan gizli kahramandır.
İtalyan tarihçi Riccardo Mandelli de bu tartışmaya "Son Sultan-Osmanlı İmparatorluğu'nun San Remo'da Ölümü" kitabıyla dahil oldu.
İtalyancası 2011'de basılan kitabın Türkçe çevirisi 5 yıl sonra Timaş Yayınları tarafından basıldı.
Kitabın önsözündeki "Eğer Sanremo Devlet Arşivi'nde bir tomar rastgele derlenmiş adli belge ile birlikte 6.35 mm'lik bir mermi içeren mavi zarfı bulmamış olsaydım, bu kitap biraz zor yazılırdı. Belgelerdeki soruşturmanın konusu, 14 Mart 1924 tarihinde Villa Nobel'de, kafatasına söz konusu mermi saplanmış halde bulunan Sultan Vahdeddin'in özel doktoru Reşad Paşa'nın ölümüydü" açıklaması polisiye roman gibi bir algı yaratıyor.
Ancak kitap 1900'lerin başından 1938'lere hatta günümüze kadar uzanan ayrıntılı bilgi ve belgelerle dolu.
Ülkesinde tarihi felsefe dersleri veren Mandelli, İtalyan arşivlerindeki titiz çalışmasında Son Sultan Vahdeddin'e yazılan ilaçların ayrıntılı reçetelerini dahi veriyor.
Yazar, bir kişinin hikayesine odaklanırken arka plandaki büyük resmin de hakkını veriyor.
Vahdeddin'i trajik sona götüren gelişmeler hem Osmanlı hem de Batı'daki gelişmelerle aktarılıyor. İttihatçı Paşalar Enver, Talat, Cemal'den İngiliz başbakanlara oradan Anadolu'daki bağımsızlık mücadelesine Mustafa Kemal'e kadar uzanıyor.
Yazışmalar, büyükelçilerin telgrafları, gazeteler de çıkan yazılar, romanın öyküsüne ustaca yerleştirilmiş.
12 Kasım 1922'de İstanbul'u terk eden Son Sultan'ın son gününü anlatırken yaptığı gibi birçok yerde tarih anlatımlarının içine tasvirler yaparak tempoyu ve ilgiyi yüksek tutuyor.
Gemiyle önce Malta'ya bir süre sonra Mekke'ye giden Vahdeddin ve ailesinin son durağı İtalya'nın San Remo şehri olacaktır.
Sultan aslında Lozan'ı istemektedir o sırada da Türkiye Büyük Millet Meclisi adına işgalci güçlerle konferans yürütülmektedir.
Böylesi tesadüflerin yanısıra Vahdeddin'in özel doktoru Reşad'ın intiharı ve maiyetindeki Zeki Bey'in bu olayla ilgili tutuklanmasının İtalyan polisi ve mahkemesinin zabıtları da kitapta önemli ayrıntılar olarak yer alıyor.
Mandelli, ülkesi İtalya'nın o dönemki siyasi atmosferini de es geçmiyor.
Faşist Parti'nin lideri Mussolini'nin ülkesinde ikamet eden Son Sultan Vahdeddin'e ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'e bakışını da belgelerle aktarıyor.
Bugün Ortadoğu'da yaşanan savaşların, göçlerin, acıların 100 yıl önce emperyalist devletlerce nasıl kotarıldığı belgeleriyle aktarılıyor. Musolli'nin özellikle Musul petrolleri için verdiği mücadeleyi ve İngiltere tarafından nasıl boşa çıkarıldığı da gözler önüne seriliyor.
(Sabah Kitap ekinin Nisan 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

Saray ressamı Fausto Zonaro'nun İstanbul'u...


Devlet adamı, asker, ressam, müzisyen, yazar tarihe mal olmuş değerli insanların hikayesi ilgi çekicidir. Derslerle doludur ve geleceğe de ışık tutar.
Köşenin ikinci kitabı da yine Osmanlı ve İtalya esintileri taşıyor.
Orhan Bahtiyar "Ateş Kırmızısı" kitabında İstanbul rüyasıyla Osmanlı başkentine gelen İtalyan ressam Fausto Zonaro'yu anlatıyor.
Hayran olduğum resimleri o günlerin Osmanlı hayatına ilişkin en değerli eserlerdir.
Böyle bir dönemi romanının konusu yapan yazar, kurgu ve tasvirlerle kitabı keyifle okutuyor.
İtalyan gazeteci Edmondo De Amicis'in kitabında İstanbul'u vapurla giriş bölümü şaheserdir.
Bir gemicinin "İnanın bana beyefendi, İstanbul'a güzel bir sabahta varmak, bir insanın hayatındaki en büyük anlardan biridir" sözlerini aktaran Amicis o anı şöyle anlatır:
"Baktım ve hayret dolu bir çığlık attım. Devasa bir silüet, uzun boylu ve hiçbir ağırlığı yokmuş hissi veren, sislerin arasında bir "tepenin zirvesinden yükselerek muhteşem bir şekilde göğe doğru yuvarlanan, gümüşi noktaları güneşin ilk ışınlarıyla parıldayan dört zarif, azametli minarenin ortasına kondurulmuş bir kütle: Ayasofya. Sis dört bir yanda aralanıyor ve gediklerinin arasından camiler, kuleler, yer yer yeşil alanlar ve üst üste binmiş evler parıldıyordu. Biz yolumuza devam ettikçe şehir de ayaklanıyordu sanki. Dalları olmayan dev palmiye ağaçlarından oluşan bir koru gibi bir arada toplanmış başka devasa kubbeler ve minareler de büyük bazilikanın önünde ve çevresinde parlamaya başlamıştı."
Daha sonra geçenlerde kaybettiğimiz ünlü yazar Umberto Eco da Amicis'in izinden giderek İstanbul'u yazacaktı.
Orhan Bahtiyar'da bu geleneği sürdürerek ressam Zonaro'nun İstanbul'a gemiyle girişini çok güzel anlatmış.
Yirmi yıl kaldığı İstanbul'da 2. Abdülhamid'in saray ressamlığına kadar yükselen Zonaro kitabın tanıtımında da aktarıldığı gibi "Osman Hamdi Bey gibi dönemin ünlü isimlerinin, büyükelçilerin, padişahın yakın çevresinin, Avrupa kültürüne hakim İstanbul beyefendilerinin, İttihat ve Terakki liderlerinin yanısıra sıradan tulumbacılarla bile yakın dostluklar kurmuştu, ki bu alışılmadık dostluklar onu Ayasofya'nın derinliklerinde bilinmeyen bir odaya kadar sürükleyecekti."
(Sabah Kitap ekinin Nisan 2016 sayısından yayınlanmıştır.)

18 Nisan 2016 Pazartesi

Kutülamare: Unutulan zaferin 100. yılı

Osmanlı'nın 1. Dünya Savaşı'nda zafer kazandığı iki savaştan biri Çanakkale diğeri de Irak Cephesi'ndeki Kutülamare'dir. İngilizlerin ağır yenilgi aldığı Kutülamare sempozyumlar ve yeni kitaplarla gün ışığına çıkıyor 

2014 yılında başladığımız tarihi olaylar eşliğindeki kitap yolculuğunda yeni durağımız 100 yıl önceki Irak Cephesi. 
O günleri Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması, Çanakkale Savaşı ve Ermeni Olayları başlıklarıyla 100'ncü yıllarında değerlendirmiştik. 
Osmanlı İmparatorluğu'nun Çanakkale'den sonra kazandığı ikinci zaferi Kutülamare'deki savaş İngilizlerin mağlubiyetiyle sonuçlanmıştı.
1916'daki Kutülmare'yi anlamak için o günlerin arka planını da bilmek gerekiyor. 1914'te başlayan Birinci Dünya Savaşı kesintisiz dört yıl sürmüş, büyük acı ve felaketlere yol açmıştı.
16 milyon insan hayatını kaybederken 20 milyon yaralı ve 8 milyona yakın esir savaşın acımasız bilançosuydu. Osmanlı'yla birlikte üç imparatorluk tarihe karıştı, sınırlar yeniden çizildi.
Bugünkü mülteci dramı da o günlerin mirasıdır. Osmanlı dördü ana, dördü de tali olmak üzere sekiz cephede savaşa girdi. Geniş bir coğrafyada yarım milyona yakın şehit verdi. 1 milyonu aşkın yaralı ve hastayla birlikte hem insani hem de ekonomik gücü çöktü.
Osmanlı bu felaket tablosuna ve Avrupa'nın hasta adam olarak nitelemesine rağmen iki büyük zafer kazandı. 
Çanakkale ve Kutülamare...
Gözünü Ortadoğu'nun petrollerine diken İngilizler, 1914'te Irak cephesini Basra'nın işgaliyle açtı. Bu aynı zamanda Bağdat'a bir adım daha yaklaşılması demektir.
Tarihler 22 Kasım 1915'i gösterirken İngilizler, Bağdat'ın güneyinde bulunan Selman-ı Pak'ta savunma için bekleyen Türk kuvvetlerine bir taarruz harekatı başlatır.
45'inci Tümen'in başında, Cephe Komutanı Albay Nurettin Bey'le aynı rütbede olan Enver Paşa'nın amcası Halil Bey vardı.
İngilizlerin cephe hattını yarma yolundaki çabası başarıya ulaşmak üzereydi.
Albay Halil, ihtiyat kuvveti olarak beklettiği beş taburuna şu emri verdi:
"Ateşle beraber süngü hücumuna kalkılacak ve düşman, sağ tarafından vurulacaktır. Çarpışma ölene kadardır."
İngilizler ağır kayıplar verir ve Kutülamare'ye çekilirler. Türk kuvvetleri Kutülamare'yi kuşatır. Tüm yetki Albay Halil Bey'e verilir.
Albay Halil Bey beş ay sürecek kuşatma boyunca İngilizlere nefes aldırmaz. İngilizler birçok kez saldırıya geçer ancak geri püskürtülür.
Abluka altındaki İngilizler açlıktan atlarını yemeye başlar. General Townshend, Halil Paşa'ya 1 milyon İngiliz sterlini rüşvet teklif eder.
Halil Paşa, "Bu teklifi başka şartlar altında yapsaydın sana cevabım silahımdan çıkan kurşun olacaktı" yanıtını verir.
Bir süre sonra ünlü casus Lawrence karşısındadır. Lawrence, teklifi 2 milyon sterline yükseltmiş, ancak bu sefer, "Bu parayı Türk hükümeti adına çekebilirsiniz" denmektedir.
Halil Paşa yine reddeder. O gece Kut'tan büyük infilak sesleri duyulur. İngiliz General Townshend, tüm cephanesini imha ettirmektedir.
Patlamalar kesilince Halil Paşa, Alay Komutanı Albay Nazmi'ye şehre girmesini emreder.
Ve 29 Nisan 1916'da Kut'taki İngiliz güçleri teslim olur. Kılıcını ve silahını masanın üstüne koyan General Townshend anılarında Halil Paşa'nın şu konuşmasını kaydeder:
"General, uzun zaman şan ve şerefle taşıdığınız silahlarınız yine sahibine aittir. Onları alınız. Üzülmeyiniz Plevne Kumandanı Gazi Osman Paşa ne muamele gördüyse siz de aynısını göreceksiniz." (Charles Townshend, Mezopotamya Seferim kitabından)
İşte tarihe Kutülamare zaferi olarak geçen ve yaklaşık beş ay süren kuşatmanın ardından, 13 general, 481 subay ve 13 bin 300 İngiliz askeri esir alınmıştı.
İngilizler 40 bin kayıp verirken Osmanlı birliklerinde ise 25 bin asker şehit olmuştu.
Tarihçi Orhan Koloğlu, İngilizlerin Kut yenilgisini "1842'deki Kabil bozgunundan beri İngiliz ordusunun yaşadığı en aşağılayıcı hezimet" olarak gördüklerini yazar.
Ancak bir yıl sonra Kutülamare İngilizlerin eline geçecekti.
Tarihimizin çok az bilinen bu safhası yine kitaplarla aydınlanıyor. Tabii ki en iyi kaynak o günleri yaşayan askerlerin anılarıdır.
Kutülamare kahramanı Halil Kut Paşa'nın Hatıraları (Timaş Yayınları) bu konuda en önemli kaynaktır.
VI. Ordu Komutanı Halil Paşa'nın ilk olarak 1967'de gazetelerde yayımlanan anılarında dönemin ünlü kişilerine ait görüşleri de bulunmaktadır. 
Karşı cepheden anılar ise İngiliz komutan General Townshend'a aittir. Mezopotamya Seferim (İş Bankası Yayınları) adlı kitabında cephelerdeki savaşın yanı sıra uzun tutukluluk döneminden anılar da yer almaktadır.
Anadolu'nun şehirleri ve İstanbul manzaraları generalin kitabında ayrıntılarıyla yer almaktadır.
Önümüzdeki ay Kutülamare cephesinden yeni bir anı kitabı daha yayımlanıyor.
İstihkam subayı mühendis Yüzbaşı Sandes hem kuşatma altındaki günleri hem de Anadolu'daki esaret günlerini yazdığı anılarıyla önemli bir eksiği kapatıyor. Bu konuda en kapsamlı kitaplardan biri de İsmail Bilgin'in Osmanlı'nın Son Zaferi (Timaş Yayınları) kitabıdır. Kutülamare'yi roman tadında bir kurguyla kaleme alan Bilgin, unutulan tarihe de sahip çıkıyor.
Genelkurmay da 100. yıl için Harbiye'deki Askeri Müze'de 29 Nisan'da bir sergi açıyor.
Sergide; Irak Cephesi'nde görev yapan komutanların üniformaları, madalyaları, alay sancakları, silahlar, haritalar, planlar ve krokiler, belge, fotoğraf ve döneme ait gazete haberleri yer alacak. 
Ayrıca Harp Akademileri'nde de Unutulan Zafer: Kutü'l- Ammare, 100'üncü Yılında Yeniden Anlamak konulu üç günlük bir sempozyum düzenlenecek.
(Sabah Kitap ekinin Mart 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

12 Mart 2016 Cumartesi

Kahramanlar ölmez!


Kitaplarının başarısını görmeden ölen Stieg Larsson'un kahramanları Lisbeth Salander ve Blomkwist yeni bir yazarla döndü. David Lagercrantz serinin dördüncü kitabı Örümcek Ağındaki Kız'la müthiş ikiliye yeniden hayat veriyor...

Üçlemenin son kitabını bitirdikten sonra, zeki, asi, çılgın kız Lisbeth Salander ve cesur gazeteci Mikael Blomkvist'le yıllar önce vedalaşmıştım.
Millennium serisinin yazarı İsveçli Stieg Larsson'un 50 yaşında hayatını kaybetmesiyle noktayı koymuştuk.
Dedektif, polisiye ve gerilimde usta yazarlar çıkaran, sıkı televizyon dizilerine imza atan Kuzey Avrupa ülkelerinin bir sihri olmalıydı.
Larsson da ne ilkti ne de son olacaktı.
Dramatik yanı dünyada 80 milyondan fazla satan, 50 dile çevrilen, filmleri iyi hasılat yapan yazarın bu müthiş ilgiyi göremeden hayata veda etmesiydi.
İlk kitabı Ejderha Dövmeli Kız çıktığında, "saatli bomba, hipnotize edici, tam bir dinamit, yerinizden bile kıpırdayamayacaksınız" diye karşılanmış ve "bir kitaptan daha fazlası, bağımlılık yaratıyor" sözünü de haklı çıkaracaktı.
Lisbeth Salander ve Mikael Blomkvist'le tanışıp neredeyse yarım yüzyıldır üstü örtülen bir cinayet ve entrikanın ortaya çıkışına tanık olan okurlar ikinci kitabı merakla beklediler.
Alman Bild am Sonntag gazetesi, "Üçlemenin geri kalan iki kitabı bunun yarısı kadar bile iyi olsa, Larsson bize müthiş bir miras bırakmış olacak" diyordu ve nitekim haklı çıktı.
Ateşle Oynayan Kız kitabında artık bir fenomen olan Lisbeth Salander'in hayatına odaklanılıyordu. Ortada iki cinayet, bir silah ve silahtaki parmak izleri Salander'i gösteren kanıtlar vardı.
İsveç Gizli Servisi, polisler, Rus Mafyası, ihanet eden ajanların ortasında bilgisayar dehası, dinlenmek için matematik ve fizik kitapları okuyan, boks yapan zayıf çelimsiz bir genç kız var. Geçmişinde yaşadığı travmalar onu güçlendirip bir kaya gibi yapmış.
Hercai, kafasına göre yaşayan kural tanımaz ama işinde bir numara olan özgür gazeteci Mikael Blomkvist'le sıkı bir ikili oluşturuyorlar...
Ancak Salander ve Blomkvist arasındaki ilişki nefret, aşk, öfke, kızgınlık, kıskançlık, karşılıklı birbirini kullanma arasında gidip gelen tuhaf bir seyir izliyor.
Şu an sohbet ediyorlar ama her şey olabilir, bir sonraki bölümde durum tam tersine dönebilir ki hakikatten dönüveriyor.    
İkinci kitap öyle bir yerde bitiyor ki başka bir şansınız yok, gelsin üçüncü kitap:
Arı Kovanına Çomak Sokan Kız.
Finalin nefes nefese ve uykusuz kalma pahasına yapıldığı konusunda hiçbir şüphem yok.
İngiliz gazetesi Daily Express'in "Bu kitabı da gecenin ilerleyen saatlerine dek okuyacaksınız. İsveçli bir bilgisayar manyağının bizi soluksuz bırakabileceğini kimi düşünebilirdi ki" yorumunun emin olun eksiği var fazlası yok.
Üçlemeyi okuyan çevremdeki birçok kişiden böyle tepkiler aldığımı da eklemeliyim.
Dünya edebiyatının çınarlarından ünlü yazar Mario Vargas Llosa, üçlemeyi roman tarihinin klasikleriyle karşılaştırıyordu: Kasırga gücünde bir roman. Alexandre Dumas'ın Üç Silahşörleri'ni veya Charles Dickens'in romanlarını aynı hararetli heyecanla okumuştum. Olağandışı, hiç gocunmadan söylüyorum: Muhteşem.
Kitabı okumayanlar ise filmlerini izledi. Seri, İsveç-Danimarka ortak yapımı üç film oldu. Amerikalılar Ejderha Dövmeli Kız'ı bir daha uyarladı. Başrolünde de James Bond Daniel Craig oynadı.
Stieg Larsson'un ölümünün üzerinden 12 yıl geçti, son kitabı da 8 yıl önce yayınlandı. Bu süreyi hayranları şehir efsaneleriyle geçirdi:
"Taslaklar hazır, kız arkadaşı bilgisayarındaki notlardan serinin dördüncüsünü yayınlayacak. Aslında 10 serilik bir kitap olarak tasarlandı, dördüncüsünü diğerleri izleyecek."
Ve geçtiğimiz yıl serinin dördüncü kitabı yayınlandı: Örümcek Ağındaki Kız.    
Yazarı kriptolog Alan Turing ve ünlü futbolcu İbrahimoviç'in hayat hikâyelerini kaleme alan David Lagercrantz...
Ancak Larsson'un babası ve kardeşlerinin isteğiyle kitabı yazan Lagercrantz'ın kendisi ve tabii ki kitabı birçok tartışmanın da ortasında kaldı.
Daha önce de James Bond, Sherlock Holmes ya da Hercule Poirot da başka yazarlar tarafından yeniden yazılmıştı ancak Lagercrantz'ın durumu biraz farklıydı.
Daha kitap yazılırken olumlu, olumsuz birçok eleştiri yapıldı, daha da sürecek gibi görünüyor. Tartışmalar okura saygı, ticari kaygılarla devam etti hatta boykot çağrısı yapan bile vardı.
Larsson'un 32 yıllık kız arkadaşı Eva Gabrielsson da kitaba sert tepki gösterdi:
"Üçleme olduğu gibi kalmalıydı, okurlar eski bir dost haline gelen şahane bir yazarla tanıştılar. Şimdi onlara 'eski dostunuz gitti ama size kör bir randevu veriyoruz bununla mutlu olun deniyor."
Kitap yayınlandıktan sonra da içerikle ilgili tartışma alevlendi: Kuru, anlatımı yavan, çok fazla ayrıntıya boğulmuş...
Ancak kitabı beğenenler de az buz değil...New York Times ve Guardian gazetesi Larsson hayranlarının son kitapla hayal kırıklığına uğramayacağını belirtiyor.
Salander- Blomkivst ikilisinin emin ellerde olduğuna yapılan yorumlarla Lagercrantz'ı destekleyenler de var.
Yazar, Örümcek Ağındaki Kız'da Salander- Blomkivst ikilisinin merkezinde olduğu, İsveç gizli polisi, Rus mafyası, teknoloji şirketleri, Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı'nın (NSA) da dahil olduğu bir mücadeleyi anlatıyor.
Okurken "Romanı Larsson'un yazmadığını unuttuğum anlar oldu" diyen İngiliz gazetesinin yorumu doğru bir tespit olmuş.
Bazı ayrıntıların gereksiz olduğuna ben de katılıyorum ancak kitabın iyi bir roman olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Dördüncü kitapta yazar, Salander'in ikizi ve can düşmanı Camilla'yı öne çıkarmış.
Ondan gelen "Bir dahaki sefere, kardeşim, bir dahaki sefere" SMS'nin ve uzun bir zaman sonra Salander'le Blomkvist'in yazışma ve konuşmalar dışında yüz yüze gelmesi de yeni maceraların ve kitapların geleceğine işaret ediyor.
(Sabah Kitap ekinin Şubat 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

KİTAPTAN BİR BÖLÜM

"Lisbeth bilgisayarının başına oturdu, Edelman'ın yazdığı birkaç makaleye hızla göz gezdirdi. Somut bilgilerin bile içine sızan kurumlu, gülünç bir dille karşılaşacağını düşünüyordu. Ama adamın dilinde ne böylesi abartılı ifadeler ne de psikolojik saflıklar vardı. Gayet kesin konuşuyordu. Tekrar e-postaya döndü, SMTP-sunucusunun arkasını kontrol etti ve yerinden sıçradı. Bordino diye bilmediği biri sunucuydu, olamazdı. Ne olduğunu anlamak için bir dizi komut gönderdi, hemen cevap aldı. Sunucu open mail relay tarafından destekleniyordu. Yani gönderen istediği adresi kullanabiliyordu. Başka bir deyişle Edelman'dan gelen e-postalar sahteydi."

Bir başka Yavuz Sultan Selim...


Tarihçi Mustafa Armağan Osmanlı sultanlarından Yavuz Sultan Selim Han kitabı Han kitabıyla tartışmalı birçok konuya parmak basıyor.
Daha önce Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı, Ufukların Sultanı Fatih Sultan Mehmed kitaplarıyla Osmanlı sultanlarının hayatlarını inceleyen yazarın yeni kitabı bugünlerde birçok vesileyle gündeme gelen önemli bir isim: Yavuz.
Fatih gibi bir efsanenin torunu olan Yavuz Sultan Selim, bir başka ünlü ve değerli padişah Kanuni Sultan Süleyman'ın da babası.
Yavuz'un farklı bir özelliği var. Saltanat için babası Beyazıd'la girdiği mücadele ve iki kardeşiyle süren amansız savaştan galip çıkmıştır.
Osmanlı sultanları fetihlerde hep Batı'ya doğru giderken o Doğu'ya yönelmiştir. İslam'ın kutsal toprakları Mekke ve Medine'yi aldıktan sonra halifeliği elinde bulunduran Mısır'daki Memluklular'ın üzerine yürümüştür.
Ve hilafeti devralmıştır.
İran'ın hükümdarı Şah İsmail'le uzun süren mücadeleden galip çıkmıştır. Bunun sonucu olarak da 40 bin Aleviyi kılıçtan geçirdiği de günümüze kadar gelen tartışmalar arasındadır. En son olarak İstanbul Boğazı'na yapılan üçüncü köprüye adının konmasıyla bu tartışma daha alevlenmiştir.
İşte Mustafa Armağan bu tartışmalara açıklık getirmeye soyunuyor.
Aynı zamanda Derin Tarih dergisinin yayın yönetmeni de olan Mustafa Armağan dergiye kapak konusu yaptığı bir konuyu da burada ayrıntılarıyla açıklıyor: Portekizliler Peygamberimizin Medine'deki mezarını kaçırmak istemişti. Bu oyun nasıl bozuldu?
İnsan olarak nasıl bir padişah olduğu, musiki ve şiire düşkünlüğü, sıkı bir okur yazar olduğu da kitapta alıntılarla yer almış.
Yavuz'un ünlü fotoğrafındaki küpesiyle ilgili bir ayrıntı da ilginç bir detay olarak anlatılıyor.
(Sabah Kitap ekinin Ocak 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

7 Mart 2016 Pazartesi

Önce kelime vardı...


Hissikablelvuku, tumturaklı, tahayyül, mütehayyil... Banu ve Onur Ertuğrul çiftinin "Lûgat365 bazı kelimeler çok güzel" kitabı, kelimelerin unutulmayacağını, her daim yaşayacağını ve bizi mutlu edeceğini gösteriyor.

Kitabı elime alıp karıştırınca oğlumla yaptığımız sohbet aklıma geldi.
"Nass" diyor s'leri uzatarak...
Ne dediğini anlamaya çalışırken "ne o küsmüyüz" diye ekliyor gülerek.
Boş ve anlamsız baktığımı görünce "nasılsın, dedim ya" diyor.
Mail kutusunda ya da telefon mesajında iki harf:
"tm', bir başka mesaj daha uzun o da üç harfli: "nbr".
İlki "tamam" ötekisi de "naber" in kısaltılmışı...
Akıllı telefonla, tabletle, wi-fi'yle büyüyen bir nesil onlar. Bırakın iki dakika sohbeti ya da bir cümle yazmayı, bir sözcüğü bile tam yazmaya tahammülleri yok. Artık o harflere de ihtiyaçları yok, bir süredir "emoji"yle yani sembollerle işlerini görüyorlar.
Ancak işleri düşünce hemen tedavüle soktukları afilli sözcükleri de dağarcıklarında duruyor.
(Haklarını da vermek lazım; çok zekiler, pratik ve yaratıcılar...)
Oğlumla sohbetim şöyle dursun, "Lûgat365 bazı kelimeler çok güzel" başlıklı kitabı karıştırmaya başladım. Cildi özenli, kaliteli kağıda basılmış. Yüzlerce sözcük, birçoğu eskilerden kalma, estetik biçimde sıralanmış ve altlarında da anlamları var.
Önce tuhaf geldi, "sözlükten ne farkı var" demekten kendimi alamadım.
O sırada yazıişlerindeki arkadaşlar kitabı görünce sökün etti...
"Herkes bu kitabı konuşuyor, ben de alacağım.
"Bu kitabın çok ilginç bir hikayesi var."
"Bu sözler slogan oldu, çanta, poster yapıldı."
Bu sohbetlerin üstüne kitap eklerinden birinde Erol Üyepazarcı'nın Osmanlı'nın tarihine bir ömür vermiş Reşad Ekrem Koçu'yla diyaloğunu anlattığı yazısına rastgeldim.
Üyepazarcı tarih hocası Koçu'dan kitap önerisi istemiş ancak isimlere anlam verememiş.
Koçu, "Ne o bülehây-ı ümetten gibi yüzüme bakıyorsun?" diye çıkışmış.
Yani "eblehler gibi bakma" diyor.
Yeni bir sözcük öğrenmek çok mutlu eder beni.
Yahya Kemal Beyatlı'nın "Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebek'te" şiirindeki gibi...
O ahenk, müzik nasıl da sarar insanı, üstüne ne çok konuşmuştuk.
Hadi gelin "Hayal eden, kuran" anlamına gelen mütehayyil'in yerine bir sözcük koyun.
İşte Banu ve Onur Ertuğrul'da böylesi bir tutkunun peşinden giderek yola çıkıyor.
"Lugat365 fikri ilk olarak tek bir kelimeye inanarak başladı: Hissikablelvuku...
İnsanın içinden defalarca tekrar etmek geliyor. Adeta efsunlu bir kelime. Tek kelimelik bir şarkı gibi nağmesiyle akıyor ve hülyalara gark ediyor insanı. İnsan bu kelimeyi bir kere duyunca, hep duymak istiyor. Düşündük ki, bizim gibi bu kelimenin heyecanını yaşayan başkaları da vardır. Az da olsa vardır... O azıcık kişiye ulaşabilirsek de, bu kelimenin ve diğer kelimelerin güzelliğini anlatmamızda bize yardımcı olurlar. Öyle de oldu."
Ertuğrul çifti 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren her gün bir kelimeyi Twitter, Facebook ve Instagram üzerinden paylaşmaya başlıyor.
Proje kar topu misali büyüyerek katılımlarla kitap haline geliyor.
Ben de öyle yaptım kitabı okurken her sabah bir kelimeyi çantam, cüzdanım ve telefonumla birlikte yüklendim.
Ve gün boyu onunla hasbıhal ettim.
Çok keyifliydi çok, bu sıkıntılı günlerde nasıl da iyi geldi bilemezsiniz.
Keyifli, hüzünlü çağrışımlarla birlikte anılar da canlandı.
Örneğin, Binâenaleyh'i Süleyman Demirelsiz düşünmek mümkün mü. Çocukluğumuzdan itibaren bu kelime bizimleydi hep.
Kitaptaki kelimelerin kullanıldığı şiir ve romanlardan alıntılar da okuma zevkini arttıran iyi bir çalışma olmuş. Yazarlarımızın emeğine saygı duyarak bazılarını buraya almadan edemedim. Ne söylense ne yazılsa o harika cümlelerin yerini tutamaz.
Hayalde canlandırma anlamına gelen "tahayyül" mü dediniz
"Bu artık bir hakikattir, halbuki ben şimdiye kadar bunu tahayyül etmekten bile çekiniyordum." Sabahattin Ali (İçimdeki Şeytan)
Gösteriş, ihtişamlı anlamlarındaki "tumturak"a buyrun:
Ah nerde gençliğimiz,
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün.
Attila İlhan (Elde Var Hüzün)
Zahmet, sıkıntı mı dediniz. Meşakket ne güne duruyor:
Dünya meşakkatinden kurtulmamış hiç yoktur, ama sırayladır. Meşakkatten kurtulmayı özleyeceğimize yaşamaya bakalım Alişar Bey, yaşama meşakkatine kurban olayım!
Kemal Tahir (Devlet Ana)
İşte projenin başlangıcı olan sihirli kelime: Olacak bir şeyi gerçekleşmeden önce hissetmek anlamındaki hissikablelvuku.
Kamil o adamlardan biridir ki hayatının her anında harikülade bir vakıanın hissikablelvukuunu taşır. Her adımında başına mühim bir şey geleceğini hisseder.
Peyami Safa (Bir Akşamdı)
Banu ve Onur Ertuğrul hayatımızdan çekip gitmeden bu kelimelere son bir saygı duruşunda bulunmak istediklerini söylüyorlar. Bence bu çalışma bile o kelimelerin unutulmayacağını, yaşayacağını ve bizi mutlu edeceğini gösteriyor...


Kitabın yazarları Banu ve Onur Ertuğrul.  (Fotoğraf: Cumhuriyet)

KİTAPTAN SEÇMELER...

 Seni kendi kendimden, hayatımdan, muhtelif saadetlerini birbirinden kıskanıyordum. Reşat Nuri Güntekin (Çalıkuşu)
 Kalbin kapıları vardı. Korunması kolaydı. Ama vesvese, kapıları aşarak girmiyor, kalpte doğuyordu. Nazan Bekiroğlu (Lâ: Sonsuzluk Hevesi)
 Velhasıl onlar vurdu, biz büyüdük kardeşim. Ece Ayhan (Yalınayak Şiirdir)
 Saf olana, bozulmamış olana, sahih şeye ulaşmak istiyorsun. Ama yok öyle bir başlangıç. Orhan Pamuk (Yeni Hayat)
 İnsan kendi kendini arındırdığında kendini bağışlar. İşte o zaman insan yeniden doğar, pirüpak olur.. Yaşar Kemal (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana)
 On yedinci asrın nihayetine doğru İngiltere'de, tenha bir bahçenin sessiz bir köşesinde münferit bir elma ağacı vardı. Ömer Seyfettin (Harem)
 Sen de koş, sen de düş, sen de yaralan, Kalbimin duracağı bahtiyar güne kadar seninle beraber yaralanmaktan başka ne yapabilirim? Cemil Meriç (Jurnal-1)
 Merhamet!.. Lûgat kitabında bir kelime!
Onu öğretmek... İnsanlara acımayı belletmek. Necip Fazıl Kısakürek (Reis Bey)
 Dert çok, hemdert yok. Fuzûli
 Senin dışında düşünememek hastalığına müptelâyım. Ahmet Hamdi Tanpınar (Huzur)
 Zulüm hiçbir zaman payidar olamamıştır. Yaşar Kemal (İnce Memed)
 Bu fakir ve mert insanların arasından allahaısmarladık diyerek ayrılıyoruz. Düşüyoruz tozlu yollara. Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
(Sabah Kitap ekinin Ocak 2016 sayısında yayınlanmıştır.)