Sayfalar

17 Şubat 2016 Çarşamba

100 yaşında bir tarih sevdalısı...


Prof. Dr. Halil İnalcık, Tarihe Düşülen Notlar kitabının ilk cildinde tarih perspektifi içinde sanattan politikaya birçok konuda değerlendirmelerde bulunuyor. İkinci ciltte ise 100 yaşına giren hocaların hocasıyla yapılan söyleşiler var

Dostları, öğrencileri sevdikleri onun için bir doğum günü partisi düzenlemişlerdi.
Evinden katıldığı canlı yayında projelerini, hazırlıklarını hayata yönelik düşüncelerini anlatıyordu.
Ayrıntıları, nefis cümlelerle dile getiriyor. Yılların birikimiyle hafızası o kadar berrak ki gürül gürül akan bir ırmak gibi konuşuyor. Gereksiz bir kelimesi bile yok.
"Memlekete ve geleceğine güvenerek çok çalışmalıyız. Esas mesele fikir zenginliğidir" diyor.
Söyleşi sürerken alt başlığındaki yazıya bakıp düşünüyorum. Bir ömre insan neler sığdırır. Hele ki bu 100 yılsa.
Hocaların hocası olarak anılan Prof. Dr. Halil İnalcık'ın istikameti gençliğinde bir kitapla yönünü bulur. Goethe'yi okuduğunda kararını vermiştir. Kendini Osmanlı tarihine adayacaktır.
Ve o gün bugündür; okuyor, araştırıyor, yazıyor ve öğrenciler yetiştiriyor.
100 yaşında ama enerjisi ve hayata bakışı o kadar netti ki.
"Ben mutlu bir insanım. 15 yaşında kendime bir hedef koydum. O hedefe eriştim. Dünya beni okuyor. Dağa çıkmak gibi; zirveye ulaştım, şimdi zirveden bağırıyorum, herkes beni dinliyor" diyor. (Hürriyet Pazar- Gülriz Arslan'la söyleşi)
Kuyumcu titizliğiyle incelediği Arnavut arşivleriyle Osmanlı'nın kılıçla değil, uzlaşmayla Balkanlar'a geldiğini ispat ettiğinde yıl 1950'dir.
Halil Hoca yeni bir şey söylemektedir ve tarihçilerin arasında saygın bir yer edinir.
Dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerden aldığı fahri doktora unvanları, derslerde okutulan kitapları onun değerini göstermek için yeter.
Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi Halil İnalcık'ı dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim adamı arasında gösterdi.
Amerikalı ünlü sosyal bilimci Immanuel Wallerstein'ın sözleri ise 100 yıllık çınarın vardığı noktayı özetliyor: "Onu dar anlamda bir 'tarihçi' olarak düşünmek elbette yetersiz kalır. Bizzat tarih disiplinine şekil vermiş, kendi metodolojisini ve bilgi birikimini tarihçilik mesleğine kazandırmış bir kişi olarak İnalcık, bilim çevrelerinin üzerinde uzlaştığı seçkin bir isimdir... Yeni kuşak tarihçiler, Akdeniz, Osmanlı ve Balkan tarihi üzerindeki birçok yanlışın tashih edilmesini ona borçludur."
72 kitap ve 500'e yakın makalesiyle tarih bilimine damgasını vuran Halil Hoca'nın iki cilt halinde yayınlanan kitabı bilmediğimiz başka bir yönünü daha bize gösteriyor.
Birinde onunla yapılmış çeşitli söyleşiler var. Bunların birçoğu gazete ve dergilerde çıkanlar.

UFUK AÇAN SÖYLEŞİLER

Birçoğuna internette ulaşabilirsiniz. Asıl konuşmalar kitabı ise altın değerinde.
İnalcık, 1947'den başlayarak günümüze kadar Osmanlı tarihi başta olmak üzere, sanat, edebiyat, siyaset ve güncel politikaya kadar birçok konuda değerlendirmelerde bulunuyor.
Kitapta ilk yer alan 1947 tarihli Tarih Enstitüsü'nün Orta Anadolu Gezisi Raporu'nda kullanılan dil biraz ağdalı. Eski Türkçe sözcükler yer alıyor.
Ancak Halil Hoca işin farkında ki önsözde bu konuya da değiniyor. Bilimsel disiplinle çalışmak işte böyle bir şey.
"Türkçemiz memleketimizin siyasal ve kültürel gelişimleri dolayısıyla son yüzyıl içinde derin değişimler geçirmiştir. 1947'de kullandığım Türkçe ile 2014'te kullandığım Türkçenin ne kadar esaslı farklılıklar gösterdiğini okuyucu görecektir" diyor.
Halit Ziya Uşaklıgil, Peyami Safa, Refik Halid gibi romancıların kullandığı dilin önemini vurguluyor. O Türkçenin korunması gerektiğini, konuşurken yabancı kelimeler kullanmanın Türk kültürü ve diline ihanet olduğuna da dikkat çekiyor.
Bir sonrakinde ise Hoca'nın katıldığı bir kongre. 1956 İspanya'da yapılan V. Beynelmilel Onomastik (İsim Bilimleri) İlimler Kongresi'nde katılan İnalcık sunulan tebliğleri, konuşmaları, tartışmaları ayrıntılarıyla özetliyor. 
Kendisi de "Yer adları kaynağı olarak Osmanlı Tahrir Defterleri" tebliğini okuyor.
Kongre kapandıktan sonra herkes gezerken o bir hafta boyunca İspanyol arşivlerine girip Türkçe, Arapça vesikaları inceliyor.
"Türk ve İspanyol tarihleri arasında görülen paralellikler tesadüf değildir. Akdeniz'in biri bir köşesinde öteki öbür köşesinde her iki millet, biri İslamiyet'in diğeri Hristiyanlığın müdafii olarak ortaya çıkmışlar, XVI. asırda her ikisi de cihanşümul birer imparatorluğun sahibi olmuşlar, Akdeniz'de genişleyerek birbirlerinin karşısına çıkmışlar, bu denizin hakimiyeti için mücadele etmişler ve benzer şartlar altında iktisadi ve siyasi inhitata (gerileme) uğramışlardır" diye başlıyor ve sonrası ise tadına doyulmaz bir tarih okuması...
Kitaptaki başlıklarla ilerliyoruz. Geçmişten bugüne herbiri derslerle dolu.
Ağırlıklı olarak Osmanlı tarihi tabii ki: Aydos Kalesi Koceli Fethi'nde Kilit Noktadır, Yalova'daki Osman Gazi Anıtı, Osmanlı Tarihi Üzerine, Arşiv Belgelerinde Osmanlı ve Avrupa, Osmanlı Arşivlerinin Türkiye ve Milletlerarası Önemi, Osmanlılarda Vakıf ve Vakfiye, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Tarihi, Osmanlı'da İktisadi Sosyal Hayat, Osmanlı Devleti ve Lehistan Krallığı, Osmanlı İmparatorluğu ve İngiltere, Osmanlı Düşünce Tarihinde Dönüm Noktası...
Hele ki "O olmazsa Osmanlı da olmazdı biz de var olmazdık" dediği, Fatih Sultan Mehmed ve Anadolu bölümü...
Çok tartışılan sosyal konular: İslam Hukuku ve Devlet, İslam ve Modernleşme, Türk Aydınlanma Çağı, Tarih Boyunca Çağdaşlaşma, Tarih ve Politika,
Özellikle bugünlerde yaşanan Rusya krizinin de yer aldığı bugünün siyasal meselelerine tarihsel bakış:
Türkiye ve Japonya'nın Siyasi Moderneşmesi, Kıbrıs Ana Meseleleri, Milli Kültür ve Küreselleşme, Boğazlar ve İstanbul, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya Üçgeninde Türkiye'nin Politik ve Kültürel Perspektifleri, Jeostratejik Konum, Uluslararası İlişkiler, Avrasya Türk Denizcilik Tarihi...
Halil Hoca'nın ilgisizlikle ilgili yaptığı uyarıları da önemlidir. Osmanlı'nın kuruluşunun 1299'da Bilecik'in alınması değil de 1302'de Bafeus Zaferi olduğunu defalarca yazdı ancak bir müddet gündeme geldi, sonrası derin bir sessizlik.
Hoca da sanatçıların, bilim adamlarının en çok yakındığı umursamazlıktan müzdariptir. "Kaç kez yazdım ama okumuyorlar, tembellik"diyor haklı olarak.
Tarihçiler arasındaki lakabı Şeyhü'l-müverrihîn yani tarihçilerin şeyhi olan Halil İnalcık'ın kitabında biyografisi de var, aruz vezniyle yazdığı şiirleri de. İnalcık Hoca iyi tarihçi olmanın şifrelerini de veriyor:
"Tam bir tarihçi olmak çok güçtür. Bugünün tarihçileri hikâye anlatıyor. İyi tarihçi olmak için evvela altı dil öğrenilecek. Arapça, Farsça, Osmanlıca divan dili ile Fransızca, Almanca, İngilizcenin ileri seviyede bilinmesi lazım. Yoksa Avrupalı tarihçilerle boy ölçüşülemez. Makale yazarken arşive ve sağlam vesikalara dayanıyorum. Zaman ve mekân içinde toplumun hayatına tarih denir. Bunun için bir tarihçi sosyoloji, ekonomi, kültür, coğrafya, her şeyi bilmeli. İmajinasyon ve üslup için bir tarihçi olarak edebiyat bilmemin çok faydası oldu."
(Sabah Kitap ekinin Aralık 2015 sayısında ve sabah.com.tr'de yayınlanmıştır.)

KİTAPTAN....

Beyşehir'deki Hititliler'den kalan Eflatun Pınar üstüne:
"Yalnız şurası muhakkaktır ki en eski atalarımızı bu kaynak dibinde mukaddes bir yer yaptırmaya götüren hisleri insan, uzun yollardan hatta araba içinde bile olsa, buralara gelip de ağzını bu kayalardan fışkıran soğuk sulara vererek birkaç yudum içtiği zaman daha iyi anlayabiliyor. İnsan burada, tanrısal kudretlerin, hayatın başlıca şartı olan su kaynaklarında da tecelli ve tezahür ettiğini inanan bütün eski insanlığın manevi alemine nüfuz eder gibi oluyor. Bunları kitaplardan okuyarak öğrenmek elbette kabildir fakat bu gözle görüş ve hele bizzat hissediş, muhakkak ki daha derinliğine öğretiyor. Bu oldu mu, tarih bilimsel gezisinin bu manadaki gayesi tahakkuk etmiş demektir."

11 Şubat 2016 Perşembe

Bir operasyonun perde arkası...

Patlayan bombalar, nereyi kaldırsan oradan çıkan çokuluslu şirketler, manipüle haberler... John Le Carre, Nazik Bir Durum'da Cebelitarık'taki bir operasyonla ortaya çıkan kirli ilişkilerin arka planına odaklanıyor

"Le Carre'yi terkedemezsiniz, o sizi bir şekilde bulur..."
Bu satırları 13 ay önce Kitap ekinin Eylül sayısında yazmıştım.
Temenni değil, bir saptamaydı.
Çok geçmedi, elimde yeni bir kitabı ve yine aynı ruh haliyle iyi bir romancının usta işi hikayesinin içinde buldum kendimi...
İngiliz yazar John Le Carre'nin 2 yıl önce yazdığı Nazik Bir Durum kitabının Türkçe baskısı geç de olsa tutkunlarıyla buluştu.
Bir eleştirmen onun için "Yahu Le Carre hiç eskimiyor" demişti. Kitaplarını okurken her zaman bu sözü hatırlarım ve defalarca olduğu gibi bir kez daha yinelerim.
Evet, hiç eskimiyor...
Peki, sırrı nedir..
Le Carre her daim kendini yenilemeyi bildiği için güncel ve derin bir tutkuyla bekleniyor.
Pragmatist bir yanı var; dünyanın dinamiklerini, teknolojiyi, siyaseti, hayatın akışını iyi gözlemleyen biri aynı zamanda.
Hikayesini anlatırken hiçbir ayrıntıyı unutmaz; karakterlerinin ayakları yere basar, hiçbir şekilde şüphe duymaksızın benimseyeceğiniz kimlikler verir onlara...
Zordur onu okumak sizi de hikayeyi çözmeniz için davet eder...
Ağır ağır ilerleyen temposu öyle bir hızlanır ki nefes nefese kaldığınızı hissedersiniz...
Le Carre, Soğuk Savaş döneminde ünlendi. Köstebek, Soğuktan Gelen Casus, Bir Öğrenci Gibi, Smiley'nin İnsanları, Rus Evi kitapları büyük bir ilgiyle karşılandı. Her biri milyonlarca sattı. Dizilere, filmlere konu oldu.
Eski bir casus olması, İngiliz Gizli Servisi MI6'nın içinden gelmesi ve gizemli hayatı da kitapları kadar ilgi odağı olmasını sağladı.
1989'da Berlin Duvarı yıkıldığında, Demir Perde tarih sahnesinden çekilirken ünlü karakteri Smiley'i son kez sahneye çıkardı.
Top Secret'te eski bir casusun anılarını anlatıp yeni dünyaya yüzünü döndü.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla ortaya çıkan karmaşayı Bizim Oyun'da anlattı.
Silah kaçakçıları ve uyuşturucu tacirlerini Gece Müdürü'nde, Orta Amerika'da olan biteni Panama Terzisi'yle, bankalardaki kara para trafiğini Single ve Oğlu'nda ele aldı.
Bahçıvan'da yolu Afrika'ya düştü, Sıkı Dostlar, Gizemli Melodi ve Almanya'daki Türkler'inde içinde olduğu Aranan Adam'da günceli ıskalamadığını hep gösterdi.
Hain'de Rus oligarklar ve İngiliz Gizli Servisi'nin mücadelesi vardı.

VİCDAN DİYE BİR ŞEY VAR

Şurada burada patlayan bombalar, görünürde düzgün bir şirket gibi görünen ancak nereyi kaldırsan oradan çıkan çok uluslu şirketler, ağzında laf kalabalığı politikacılar, gazetelerdeki acayip manipüle haberler, manşetler...
Ve birgün mana veremediğiniz, anlamlandıramadığınız, ne olduğu nerden çıktığı belli olmayan olaylar.
İşte Le Carre, o kirli ilişkilerin arka planına odaklanıyor Nazik Bir Durum'da...
Cebelitarık'ta bir operasyon. Amerikalılar, İngilizler ve bir de paralı askerlerin dahil olduğu operasyon İslami radikal bir örgütün liderine yöneliktir ancak arkada dönen büyük bir tezgahtır.
Ruhunu çok uluslu şirketlere satmış, hırslı ve zayıf iradeli bir bakan ve yardım kuruluşu görünüşlü bir holdingin de işin içine karıştığı operasyonda, yanlışlıkla bir Müslüman kadın ve bebeği de ölür.
Olay örtbas edilir, bir zamanlar vatanseverlikle ortalıkta gezinenler, çoktan sus paylarını alıp bol maaşlı şirketlerde iş başı yapmıştır.
İngiliz hükümetinin üst kademelerindeki bu büyük tezgah karanlık koridorlarda, tozlu raflarda, zihinlerin en derinine atılmıştır ki...
Operasyonun askeri şefi, her türlü vaade rağmen isyan eder. Çünkü ortada bir terörist yoktur ve biri kadın diğeri bebek iki masum insan ölmüştür..
Adım adım şüpheli bir intihara sürüklenir.
Eski askerin düşürdüğü yerden bayrağı alan vicdanlı bir bürokrat ve pasif de olsa operasyona bir şekilde karışmış eski diplomat yeldeğirmenleriyle savaşmaya karar verip olayın peşine düşer...
Le Carre her zaman yaptığı gibi finali sakince yapar.
Orada mutlu bir son yoktur, pireler filleri yutmaz...
Ama vicdan diye bir şey var o usul usul kanamaya devam eder...
Fazlasıyla komplo teorisi mi geldi, öyleyse etrafınıza dikkatlice bakın derim...

KİTAPTAN BİR BÖLÜM

Güvenlik kurslarında her zaman bir saklambaç oyunu olurdu:
Pekala, bayanlar baylar, elinizde bu son derecede gizli, çok tehlikeli belge var ve gizli polis kapınıza dayanıyor. Onlar evinizi aramaya başlamadan önce tam doksan saniyeniz var.İlk düşündüğün yerleri hemen ele: Kısacası rezervuarın arkası OLMAZ, yerdeki gevşek kaplama OLMAZ, avize OLMAZ, buzdolabında buzluk ya da ilk yardım kutusu OLMAZ ve mutfak penceresinden dışarıya bir ipe bağlayıp sallandırmak ASLA OLMAZ, teşekkürler.
Peki öyleyse, neresi?
Cevap: Aklınıza gelebilecek en bariz yer, ya da onun en bariz arkadaşları.
Sandığında, Beyrut'la ilgili hiç düzenlenmemiş eşyanın biriktiği en alt çekmecede CD'ler, aile fotoğrafları, eski sevgililerin mektupları ve evet, plastik mahfazalarının üzerine el yazılı etiketle yapıştırılmış bir sürü flaş disk yatıyordu.
İçlerinden bir tanesi gözüne çarptı: ÜNİVERSİTE MEZUNİYET PARTİSİ, BRİSTOL.
Etiketi çıkardı, üçüncü flaş belleğe sardı ve diğer ıvır zıvırla birlikte çekmecenin içine bıraktı....
(Sabah Kitap ekinin Kasım 2015 sayısında yayınlanmıştır.)

İstanbul kazan, Remzi Ünal kepçe


Önce bir itiraf. Polisiyeden çok casus kitaplarını sevdim.
O dünyayın gizemi, heyecanı, ilişkileri her zaman favorimdi. 
Bir de kurgusu, hikayesi, karakterlerinin yanısıra dilinin de iyi olmasına dikkat ettim.
Niyedir bilmem ama polisiyede bir şeyler eksik gibi gelirdi.
Bugünden bakınca bunun tamamen önyargıdan kaynaklandığını çok iyi biliyorum...
O yüzden Celil Oker'i geç keşfettim, daha doğrusu ihmal ettim.
"Polisiye, bir hikâyeyi en demokratik anlatan yazımdır. Cinayete karşı edebiyatın adalet hayalidir" diyen yazar Şebnem Şenyener'in sözlerini unutmadan Celil Oker'in son kitabı Sen Ölürsün Ben Yaşarım'ı okudum...
Romanın kahramanı emekli pilot ve özel dedektif Remzi Ünal bir kez daha karşımızda...
İlk macerası Çıplak Ceset 1999'da yayımlanmıştı. Sonra Kramponlu Ceset (2000), Bin Lotluk Ceset (2000), Rol Çalan Ceset (2001), Son Ceset (2005), Bir Şapka Bir Tabanca (2005), Yenik ve Yalnız (2010), Ateş Etme İstanbul (2013) ile sürdü.
Remzi Ünal, yeni kitapta İstanbul'un devasa gökdelenleri, çılgın trafiği, birbirinden kopuk farklı mahalleleri, insanları arasında geziniyor...
Ve tabii ki ortada bir değil iki ceset birden var. Dedektifimiz olağan şüpheliler arasında bilmeceyi çözmeye uğraşırken ülkenin siyasi havası, racon kesen delikanlılar, artık yolların dar geldiği kaldırımlarda dehşet saçan moto kuryeler, gecekondular, villalar, fahişeler, ihtiraslı şirket çalışanları,
paranın gücü kendini gösteriyor. Galatasaray'ı, Fenerbahçe'si, Beşiktaş'ı bile aradan kafayı uzatıyor.
Ya Remzi Ünal'a eşlik eden müzikler...
Hepsi birbirinden harikaydı: Cem Karaca, Dervişan, Apaşlar, Kardaşlar, Cream, Robert Plant, Blues Brothers, Take Five, Jimmy Hendrix...
Remzi Ünal bana hep Komiser Kolombo'yu anımsatır nedense. Remzi Ünal, gamsız ve döküntü haliyle sevimli bir tipleme olan Kolombo (Peter Falk) gibi değil kuşkusuz. Ancak onun gibi katili ortaya çıkarırken finalde insanları toplayarak çözmesini çok severim ve hep onun yöntemlerine benzetirim.
Sen Ölürsün Ben Yaşarım'ın finali lezzetli bir yemeğin üstüne gelen tatlı gibiydi.
(Sabah Kitap ekinin Kasım 2015 sayısında yayınlanmıştır.)

4 Şubat 2016 Perşembe

Bir İstanbul masalı...


Tam bir İstanbul âşığı olan gazeteci Friedrich Schrader'in Konstantinopol (İstanbul) kitabı 100 yıl sonra ait olduğu topraklara Türkçe olarak döndü... 

"İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
Bir varmış, bir yokmuş."
Bedri Rahmi Eyüpoğlu


"Ne kaldı ki İstanbul üstüne söylenmedik" diyenlere aldırış etmem. Belki de binlerce kez geçtiğim, durup nefes aldığım veyahut anılar birikmiş köşelerinde bile her seferinde yeni bir şaşkınlık yaşarım. Bu kentte hayat başka türlü akar, sıradan hali bile bir başka türlüdür. Tarifi yok, hissedilir ve yaşanır...
İstanbul her zaman seyyahların gözdesi olmuştur, ressamlar, yazarlar, maceraperestler Doğu'nun gizemli kapısına buradan giriş yapmıştır. Onlardan biri de 400 yıl önce İstanbul'a yolu düşen rahip Salomon Schweigger'di. Roma- Germen İmparatorluğu'nun İstanbul'a gönderdiği elçinin maiyetindeki din adamı Salomon Schweigger, 1577'de geldiği başkentte geçirdiği dört yıldan izlenimleri "Sultanlar Kentine Yolculuk" adıyla Almanca'da yayınlanışından 400 yıl sonra Türkçe'ye çevrilmişti. Yaşadığımız, sevdiğimiz, tutkunu olduğumuz İstanbul'un geçmişinden hem de 400 yıl öncesine tanıklık eden Avusturyalı rahip, gündelik yaşama, yerleşim yerlerine, geleneklere, yönetime, saraya dair yorumlar ve çizimler bile yapmıştı. İtalyan Edmondo de Amicis'in İstanbul kitabı da bir başka tanıklıktır.
Ahmet Hamdi Tanpınar bütün romanlarında arka plan olarak İstanbul'u kullanır, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Rasim de öyle... Yahya Kemal Beyatlı'nın dizeleri, İlber Ortaylı'nın tarihle sarmalanmış İstanbul yazıları da unutulmazdır. Hayatını İstanbul'a ve Osmanlı'ya adamış Reşad Ekrem Koçu'yu da unutmamak gerek... Ve onlarca İstanbul aşığı yazar...
İşte bir İstanbul kitabı daha, hele eskilerden olursa değmeyin keyfime... Kitap tam 100 yıl öncesinden... Sade bir kapak ve Galata Köprüsü'nden tarihi bir fotoğraf. Arka kapaktaki sunuşta tanıdık bir isim. Gazeteci büyüğümüz Kerem Çalışkan'ın çevirisiyle tarihin tozlu sayfalarında unutulmuş bir kitap gün ışığına çıkmış.
1891-1918 yılları arasında İstanbul'da yaşamış gazeteci Friedrich Schrader'in 1917'de Almanya'da yayımlanan Konstantinopol (İstanbul) kitabından, Kerem Çalışkan'ın haberdar olmasının hikayesi de kitabın kendisi kadar ilginç ve şaşırtıcı... Kerem Çalışkan, öğrenim gördüğü Alman Lisesi'nin eski öğretmenlerinden biri olan Prof. Schrader'in kitabının varlığından bir sergide haberdar olur. Ve bir yıl içinde kitap ait olduğu topraklara Türkçe olarak döner.
Tam bir İstanbul aşığı olan Schrader, gündelik konuşma dili olan Türkçe'nin yanısıra Osmanlıca ve Arapça'ya çeviri yapacak kadar hakimdir. Batı'nın Oryantalist küçümsemeyle andığı Doğu'ya bir başka bakar.
"Kış rüzgarlarıyla coşup gelen ayaz, önünde hiçbir şeyin duramayacağı sert bir fatih gibi başkente girdi. Uzun, karanlık ayaz gecesi sona erdi. Sislerin arasından muzaffer bir güneş yükseldi...
Eğer küçük Türk mahallesinin sakinleri, karanlık, ıslak Çukurbostan'da, pencere parmaklıklarının arasından bakarlarsa, yakındaki büyük caminin devasa kubbesinin ve onun yanındaki mezarlıkta selvilerin güneşte parladığını görürler. Bu, ışık ve sıcaklık umududur..."
Kitap işte bu cümlerle başlar.
Kentin tarihine de hakimdir, Bizans'a oradan pagan dönemlere kadar uzanır. Gezip, notlar aldığı semtleri yazarken birden kiliseler, ayazmalar, tapınaklar, kulelere uzanır sonra tekrar o güne döner mescitli, camili İstanbul'a... Mimariye, evlerin konumlanışına, yemesine içmesine, giyimine kadar her bir detaya dikkatle bakar.
İstanbul ona göre bir efsaneler şehridir. Doğru, onlarca kültürün kavşağındaki bir kentte başka türlüsü olabilir mi. Hastalıktan büyü bozmaya, eş aramaktan iş bulmaya kadar her derde deva yatırları anlattığı bölümde Hıristiyan ve Müslüman kültürlerinin efsanelerini anlatır: Zembilli Ali Efendi, Karabaş Baba, Nalın Baba, Horoz Baba, Eskici Baba, Selamet Baba, Hululi Dede, Tezveren Sultan, Kutsal Dimitri Günü, Tokmak Dede, Bukağılı Dede ya da Havari Andreas ve Zuhurat Baba... O Zuhurat Baba ki hemen yanındaki toprak sahada oynadığımız maçlar ve bir zamanlar üç büyük takımda oynamış futbolcuları seyredişimiz geliyor aklıma..
Ve her biri roman kahramanı olacak insanlar ise unutulmazdır. Bugün Çarşamba olarak bildiğimiz semtteki Sultan Selim başlıklı bölümde birbiri ardına bağlayarak ele aldığı Hamal Mustafa, Aktar Tahir Hoca ve kalem memuru Tevfik Efendi'nin psikolojileri, ruh halleri, acıları, sevinçlerini okurken değme romancıya taş çıkartıyor.
Tevfik Efendi'nin kendisini terk eden eşinin ardından Hüseyni makamındaki şarkısını okurken bu kadar da olmaz diyorsunuz.
Friedrich Schrader'in tanıklığı Osmanlı'nın yeni bir dünya arayışında olduğu dönemdir. Eğitim, öğretim, hayat, yaşam tarzları değişmektedir. Sanayileşme çağıdır artık. O da bunun kaçınılmaz olduğunu bilir ve hakkını verir. Ancak şu sözleri de söylemekten kendini alamaz:
"Kahramanlar göçüyor ve imparatorluklar yok oluyor, her şeye hükmeden zaman hepsini parçalıyor. Ama yine de yok olmayan bir şey var. Uykuya dalsa da, üstünü süpüren güçlü bir fırtına, onu yeniden hayata döndürmeye yetiyor..."


KİTAPTAN...

Şaban Baba

Merdivenin kenarına yasladığı kocaman meyve küfesinin yanında duruyordu. Göğsündeki mintanının buruşuklukları arasından para kesesini çıkarırken, uzun beyaz sakalları arasından gülümsedi:
"Bu mangır hikayesi biraz zor" dedi.
"Ama sabır lazım, sabreden kazanır..."
"Sizin orada Anadolu'da işler nasıl Baba" diye sorduk.
"Allah'a şükür" dedi.
"Durumumuz fena değil, her şey iyi olacak. Çünkü bu defa iş ciddi. Olanlara bakınca bunu görüyorsun. Yönetimin kötülere karşı şakası yok-ona güveniyoruz..."
Sonra merdivenlerden birine oturdu...
"Gezmekten yoruldum, Efendi! Şaka değil. Konya'dan buraya eşeğimi sürdüm geldim. Ama sonra onu iyi bir fiyata sattım. En azından bir şey kaybetmedim hamdolsun! Şimdi en azından torunlarıma küçük bir "bayramlık" alır ve eve götürürüm... Zavallı kuzucuklar- Babaları orduda çavuş- Aşağıda Çanakkale'de kısmeti vardı bizim Mehmed'in. Şimdi Kafkasya'da kahrolası Moskoflara karşı... Yeter ki hayatta kalsın. Ama kaderde varsa, ölüm gelir bulur. Biz insanlar ne yapabiliriz ki!..."
Şaban Baba...
Yaşlının adı buydu, bütün heybetiyle kalktı. Küfesini sırtına aldı ve merdivenden aşağıya doğru yürüdü.
Dar sokakta onun gür sesi çınlıyordu:
"Kayısı! Kayısı!"
(Sabah Kitap ekinin Ekim 2015 sayısında yayınlanmıştır.)

3 Şubat 2016 Çarşamba

Bir limandır kütüphaneler...

Hakikatin Sesi'ni okuyan adamlar... 
Hakikatin Sesi'nin peşinde geçen ömürler 
Geçmişten geleceğe hakikati seslenen kitaplar...
Üç ay önceydi, Madrid'ten tarihi kent Toledo'ya doğru yol alırken kitabı yanıma almadığıma hayıflandım. Bir zamanlar Müslümanlar'ın, Hıristiyanlar'ın, Yahudiler'in birarada yaşadığı tarihi kenti kitabın rehberliğiyle gezmek güzel olacaktı.
Prof. Dr. İsmail E. Erünsal, Osmanlılarda Kütüphanecilik ve Kütüphaneler kitabında bugünü anlamak için geçmişi iyi bilmenin hakkını vermişti.
Kitap, Osmanlı'nın kitap ve kütüphane kültüründen önceki arka planla başlıyordu. İslamiyet'in kitap ve kütüphane birikimini okurken kendimi yeniden Toledo sokaklarında buldum.
Az ötede bir seyyah dolaşıyor, soylulardan birinin evinin önünde yükler boşaltılıyor. Doğu'dan getirilen onlarca kitap, kütüphanesinde yerini alacak.
Çünkü o dönemlerde kitap gerçek bir hazine, ona sahip olmanın tarifi yok. 
Notlar alarak okuduğum Erünsal, İslam aleminde ilk kütüphanelerin Kur'an-ı Kerim ve Hadislerin etrafında yoğun bir te'lif faaliyetinin başladığı Emeviler döneminde (661-750) aynı zamanda birer okul olarak da görev yapan mescidlerde ortaya çıktığını söylüyor.
Kutsal kitabının ilk emrini "Oku" diyerek alan bir dinin kültürü de inancı etrafında şekillenmiş.
Abbasi halifesi Harun Reşid'in Bağdat'ta kurdurduğu Beytü'l - Hikme'de binlerce kitabın yanısıra Arapça'ya çevrilmek üzere Grekçe, Süryanice, Farsça kitapların önemli bir yer tuttuğu, kitap temin etmek için Bizans'a sefer düzenlediği; Batı'da ise Endülüs Emevileri'nin büyük bir kültür yarattığı, Kurtuba (Cordoba), İşbilliye (Sevilla), Tuleytula (Toledo), Gırnata ( Granada), Belensiya (Valencia) gibi kentlerdeki kütüphanelerin birbiriyle yarıştığı dönemler...
Yemen'den Diyarbekir'e uzanan geniş bir bölgeyi elinde tutan Eyyübiler'in efsanevi hükümdarı Selahaddin Eyyübi'nin veziri Kadı'l Fadil'in özel kütüphanesinde bir milyonu aşkın kitap bulunduğu...
Selçuklu Sultanı Alpaslan'ın ünlü veziri Nizamülk'ün onlarca medresenin yanında kurdurduğu kütüphaneler...
Develerle gönderilen kitaplar, halkın ve idarecilerin bağışladıkları eserlerle oluşturulan onlarca kütüphane...
Sonra Anadolu Selçukluları'nın ilim ve irfan merkezi haline getirdikleri Konya'da 1200'lü yıllarda ilk kütüphanenin kurulması...
Ve nihayet Osmanlılar'ın ilk dönemleri dışında üçüncü padişah 1. Murad dönemiyle yükselen kitap ve kütüphane sevdası...
Fatih, 2. Beyazid, Selim, Kanuni ve ardından gelenler kitaba değer vermiş, kütüphanelerin kurulmasını bizzat teşvik etmiştir.
Gerçek bir kitap düşkünü olan I. Mahmud dönemi vakıf kütüphaneciliğinin altın zamanları olarak anılmaktadır. İmparatorluğun en uzak yerlerine kalelere bile kütüphane kurulmuştur.
Özellikle yönetici sınıfının sahiplenişi, zengin ailelerin evlerindeki kütüphaneler bir imparatorluğun iyi eğitime, bilgiye verdiği önemi de göstermektedir.
Osmanlı çöküş döneminde bile kitabı ve kütüphaneyi desteklemeyi sürdürmüştür.
Prof. Erünsal, büyük kütüphaneleri ve onların idarecilerini, görevlilerini, ne zaman açılıp ne zaman kapandıklarını, kitap alma şartlarını, koleksiyonları, katalogları bile titizlikle araştırmış...
Notlar alarak keyifle okuduğum kitabın ortalarına gelmiştim ki bir haber keyfimi kaçırdı.
"Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ilk kez açıkladığı Kütüphane İstatistiklerine göre resmi okul, özel okul ve özel kurs kütüphanelerinin sayısı 2014 yılında yüzde 9,4 azalarak 27 bin 948'e geriledi. Geçen yıl önceki yıla göre çeşitli nedenlerle 2899 kütüphane kapandı. 77 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti'nde halk kütüphanelerinin 1 milyon 209 bin 766 üyesi bulunuyor."
"Niye, neden, böyle mi olmalıydı" diye dostlarla konuşurken can sıkıntımı yine bir kitap aldı götürdü.
Bir öğle vakti Dış Haberler Müdürümüz Taha Kılınç bir kitap uzattı.
"Ali Emiri'nin İzinde..."
Fatih'teki Millet Kütüphanesi'nin eski müdürü Mehmed Serhan Tayşi ile yapılan söyleşi kitabının tanıtımında "örnekleri giderek yok olan farklı hayatlar" vurgusu bugün yaşadığımız tartışmaların özeti gibi...
Taha, kitap ve tarih sevdalısı Mehmed Tayşi'nin çocukluğundan başlıyor anlatmaya. Saatler, günler süren söyleşiler, onların yazıya dökülmesi tam beş yıl sonra nihayetleniyor.
Kitabı açtım ve bir anda kendi geçmişimde uzun bir yolculuğa çıktım...
Kitap, çocukluğumun ilk gençliğimin geçtiği Fatih'te, korna seslerinin, insan kalabalığının arasında Fevzi Paşa Caddesi'nin kenarında tarihi binanın öyküsüdür aynı zamanda.
Feyzullah Efendi'nin yaptırdığı medrese ve kütüphane 1916 yılında Ali Emiri tarafından Millet Kütüphanesi olarak hizmete açılır.
Ancak imar çalışmaları sırasında yıkılmak üzereyken Fransız büyükelçisinin eşi Madam Bompart devreye girer. Tesadüfen gördüğü çalışmayı Sultan Reşad'a çıkarak engeller.
Ve o kütüphane bizler gibi onca insana merhametle, sevgiyle kucak açıp kültür dünyamızı şekillendiren bir liman olur.
Mehmed Tayşi, kütüphanede memurluk, uzmanlık, müdür yardımcılığı ve müdürlükle geçen uzun yıllar boyunca birçok insan tanır...
Yerli, yabancı akademisyenler, kitap sevdalıları hepsi birbirinden renkli insanlar...
Verdiği ayrıntılar müthiş; giyim kuşamından düşüncelerine kadar her şeyi o kadar net hatırlıyor ki hayran olmamak mümkün değil...
Hatta ailemizin değerli büyüğü avukat ve yazar Şevket Beysanoğlu dayımız bile oranın müdavimiymiş.
Kütüphanenin kurucusu Diyarbekirli Ali Emiri ki, Balkanlar'daki İşkodra'dan Arabistan'daki Yemen'e, Türkistan'ın Cend şehrinden Hicaz'a, Orta Asya bozkırlarından, Horasan, Belh ve Azerbaycan'a kadar büyük bir coğrafyada kitap toplamış... Ancak aradığı bir kitapmış: Kaşgarlı Mahmud'un Divan-i Lügati't- Türk...
İşte Mehmed Tayşi o kitap sevdalısı adamın aradığı kitabını ve binlerce eseri günümüze kadar gözü gibi korumuş.
Eline, kalemine sağlık Taha kardeşim böyle bir kültür adamını bize tanıttığın için..
Belki kütüphaneye gittiğimde Mehmet Bey'den kitap istemiş belki de sohbet etmişimdir. Başımı okşayıp "bu kitap işine arar" demiştir kimbilir..
4 ay önce hayata veda eden Mehmet Tayşi bu dünyadan geçip giderken ne güzel izler bırakmış.
İmam-ı Rabbani'nin sözü tam da onun için söylenmiş gibi:
"İyiyi arayan ruhun muhtaç olduğu asil dost, hakikati seslenen kitaptır."
(Sabah Kitap ekinin Eylül 2015 sayısında yayınlanmıştır.)