Fausto Zonaro.... Galata Limanı
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık yarısı kuş
İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
Bir varmış, bir yokmuş..."
"Baylar yarın sabah şafak sökerken İstanbul'un ilk minarelerini göreceğiz..."
İtalyan gazeteci Edmondo De Amicis'in vapuru Marmara Denizi'nde ilerlerken kaptan bekledikleri müjdeyi işte bu sözlerle verir. O geminin yolcuları arasında Ruslar, İngilizler, İtalyanlar, Yahudiler, Çerkezler, Rumlar, Ermeniler, Müslümanlar vardır.
Onlarda da bir heyecan dalgası yaratır bu sözler...
İstanbul'u görmek... Şehrin ilk silüetlerinin tadını çıkarmak...
De Amicis bu sözden sonra hiç uyuyamadığını heyecandan ne yapacağını bilemediğini yazıyor kitabında... Ve sonra İstanbul'u anlatan onlarca gezginin anılarını tek tek anımsıyor...
"İstanbul insanda en ufak bir şüphe uyandırmaz; en tedbirli yolcular bile, orada herhangi bir hayal kırıklığı yaşamayacaklarını bilirler... Söz konusu olan nostaljik anılar ya da alışagelmiş bir hayranlık değildir. Bu, önünde şair ve arkeologların, büyükelçilerin, dükkan sahiplerinin, prenses ve denizcilerin, kuzeyin ve güneyin evlatlarının hayretle eğildikleri, evrensel ve egemen bir güzelliktir. Bütün dünya, buranın yeryüzündeki en güzel yer olduğunu düşünür."
Amicis bu ünlü övgüleri tek tek sıraladaktan sonra gemi mürettebatına yani onun deyimiyle sıradan insanlara soruyor. Böyle insanların kelimeler yetersiz kaldığında hayretlerini göstermekte kullandıkları ağır ve abartılı jestlere sığındıklarını aktarıyor.
Başdümenci son noktayı koyuyor:
"İnanın bana beyefendi, İstanbul'a güzel bir sabahta varmak, bir insanın hayatındaki en büyük anlardan biridir."
Fakat sis vardır, yoksa yanıp tutuştuğu hayali gerçek olamayacak mıdır?
Kaptan, siste bile başka güzeldir der ama ya o kuşku..
Adalar geçildikten iki saat sonra ilk silüetler görülür ama bir şey ifade etmez...
Sonrasını Amicis anlatıyor:
Baktım ve hayret dolu bir çığlık attım. Devasa bir silüet, uzun boylu ve hiçbir ağırlığı yokmuş hissi veren, sislerin arasında bir "tepenin zirvesinden yükselerek muhteşem bir şekilde göğe doğru yuvarlanan, gümüşi noktaları güneşin ilk ışınlarıyla parıldayan dört zarif, azametli minarenin ortasına kondurulmuş bir kütle: Ayasofya. Sis dört bir yanda aralanıyor ve gediklerinin arasından camiler, kuleler, yer yer yeşil alanlar ve üst üste binmiş evler parıldıyordu. Biz yolumuza devam ettikçe şehir de ayaklanıyordu sanki. Dalları olmayan dev palmiye ağaçlarından oluşan bir koru gibi bir arada toplanmış başka devasa kubbeler ve minareler de büyük bazilikanın önünde ve çevresinde parlamaya başlamıştı."
Sonra bütün haşmetiyle Topkapı Sarayı, ardından Galata ve Pera hemen arkada Üsküdar, az ötede Kadıköy...
Ve işte orada elinizi uzatıp tutacak mışsınız gibi Haliç...
Amicis bütün bunları öyle anlatıyor ki, nefesiniz kesiliyor...
Ve sonra bir çağrı yapıyor. Öyle bir çağrı ki kıskançlık yanında ne kelime:
"Krallar, prensler, hükümdarlar, zenginlik ve talihle kutsanmış hepiniz, size nasıl acıdım bir bilseniz: O anda güvertedeki yerim, sizin bütün hazinelerinizin bir araya gelmesinden bile daha değerliydi. Gözlerimin önündeki manzarayı, bir imparatorluğa bile değişmezdim."
Ah unutmadan bu satırlar İtalyan gezginin 1874 yılındaki seyahatinden.
Ne değişti ki İstanbul böyledir işte yüzyıllar geçse de her haliyle sarıp sarmalar. Aynı görüntüye, silüte; günün farklı saatlerinde, farklı mevsimlerde baktığınızda her zaman ilk kez bakmış gibi olursunuz. Ya İstanbul'un ruhuna girmek... Arkeolojik bir kazı yapar gibi keşfetmek...
O da sizi bekliyor...
Yazımıza eşlik eden Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun şiiriyle son noktayı koyalım:
"İstanbul deyince aklıma
Binlerce insanın aynı anda
Aynı şeyi duymasından doğan sevincin
Heybetini düşünürüm
Birbirine eklenir kafamda
Binler yüzbinler milyonlar
Sonra bir mısra havalanır ürkek
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar"
İSTANBUL'UN GELECEĞİ
De Amicis yüzyıllar öncesinden İstanbul'un güzelliğini kaybedeceğini tasvir ediyor. Yemyeşil Bakırköy'ün doğal tarih müzesine dönüşeceğini varsayıyor. Ne bilsin oraların böyle bir taş yığınına döneceğini...
"Valide Sultan köprüsünden İstanbul'u seyrederken aklıma sıklıkla aynı soru geldi: Acaba bu şehir bir iki yüzyıl içinde ne hale gelecek? Çok yazık... Güzelliğin modern medeniyet kurban edilmesi süreci o zamana kadar çoktan tamamlanmış olur. İstanbul'u gelecekteki haliyle görebiliyorum, yeryüzünün en güzel şehrinin kalıntıları üzerinde, Doğu'nun Londrası, kesvetli ve tehdiktar bir görkemle yükselecek. tepeler bir hizaya gelecek, korular kesilicek, parlak renklere boyalı evlerin yerinde yeller esecek, ufuk her taraftan yüksek ve sert hatlı apartman bloklarıyla kapanmış olacak, işçilerin konutları ve atölyeler binlerce fabrika bacası ve çan kulesinin arasında tek tük kalacak. Uzun, düz ve düzenli caddeler İstanbul'u ızgara gibi on devasa semte bölecek, telgraf telleri, gürültülü kentin çatıları üstünde, tıpkı kocaman bir örümcek ağı gibi, çaprazlar örecek, Valide Sultan köprüsünün üstünden gün boyunca silindir şapkalar ve kasketlerden oluşan siyah bir sel akacak, Topkapı'nın gizemli tepesi bir zooloji parkına, Yedi Tepe kalesi bir hapishaneye, Hepdomon (Bakırköy) bir doğal tarih müzesine dönüşecek. Hepsi biraraya gelince sonuç sımsıkı, geometrik, faydalı, gri ve çirkin bir şehir olacak. Kocaman karanlık ve daimi bir bulut Trakya'nın güzel ve artık ne dindarların dualarının, ne aşıkların şefkatli bakışlarının ne de şairlerin şarkılarının yükselmeyeceği göğünü örtecek... Bu imge gözümün önünde canlanınca, kalbim ağırlaşıyor, ama sonra kendimi şu düşünceyle teselli ediyorum: Kimbilir belki de yirmibirinci yüzyılda balayını bu şehirde yapacak bir İtalyan gelin 'İstanbul'un bu kadar değişmesi ne kadar yazık olmuş. Büyükannemin dolabında rastladığım kurtçukların yediği o kitapta anlatılan şehirle hiç alakası yok' diye haykırmaz."