Sayfalar

24 Mart 2010 Çarşamba

Hoş bir seda


"âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal.
bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş"
Baki

Özhan Canaydın da veda etti şu fani dünyaya... Galatasaraylıların Özhan Abi'siydi o... Yıllar yılı tribünde ve camianın içinde bulundum. Onun kadar sevilen ve bir o kadar da eleştirilen bir başkanı hatırlamıyorum. Duygusal biriydi ve hep içine atıyordu... Benim de bazen çok kızdığım dönemler olmuştur ama centilmenliği gerçekten inanılmazdı. İki gündür ardından yazılanları okuyup, onu iyi tanıyanlardan dinleyince şimdi daha iyi anlaşılıyor... Çok emek verdiği yeni stadı göremeyecek olması da içime çok oturdu... Cenazesinin fabrikasının içine götürülüp işçilerden hellallik istemesi de gözlerimi yaşarttı.
Ona rahmet dilerken Hakan Şükür'ün yine bütün bunları fırsat bilip intikam duygularıyla konuşması da ne acı... Hayatı boyunca sürekli mağduru oynayan bu zavallı ne kadar acınacak durumdaydı yine. İnanamadım, her şeyi ama her şeyi kendi üstünden bir şeyler ima ederek mağduriyete çeviriyor.
"Özhan Canaydım ona neler neler söylemiş bir bilseniz" diye başlayıp konuyu kendine getiren bu adam Canaydın'ın mağrur, onurlu ve saygınlığını görüp ders almıyor mu, almayacak mı?
Girişte alıntı yaptığım Baki'nin, herşeyin gelip geçici olduğu bu fani dünyada, bireyin kendisini hatırlatacak, iyi bir şekilde anılmasını sağlayacak işler yapmış olmaktan başka geride bir miras asıl bırakmanın önemine ve bunun dışında her şeyin zaman içinde yok olup gideceğine vurgu yapan bir şiirini dönüp dönüp okusa... Ama o şişik egosu ve küçük hesaplar peşinde oldukça çok zor çok..

9 Mart 2010 Salı

Yusuf Üçlemesi: Yumurta, Süt, Bal


("Yanlış kapı çaldın erenler... Onlar sanat yapıyor. Biz sadece duadayız."
Galata Mevlevihanesi Neyzenbaşı Emin Dede
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur romanından)

Semih Kaplanoğlu'nun Berlin'de en büyük ödülü aldığı Bal filmi bir üçlemenin son halkası...
Yumurta ve Süt'ü izledim, Bal ise henüz gösterime girmedi...
Yusuf'un öyküsünde Kaplanoğlu'nun kamerası hayatı sondan başa doğru ele alıyor...
Yumurta'da 40 yaşındaki Yusuf annesinin ölümü üzerine memleketine dönüyor ve bir iç hesaplaşmaya giriyor...
Sahaflık yapan Yusuf, yıllar sonra döndüğü Tire'de taşa, toprağa, gökyüzüne ve her nesneye bakıyor...
Öyle bir bakıyor ki Kaplanoğlu, dingin, huzur veren kamerasıyla bizi de içine alıyor ve Yusuf'la birlikte hesaplaşırken buluyoruz kendimizi...
Süt ise Yumurta'dan daha oturmuş bir film... Hikaye daha da netleşiyor, Yusuf artık 20'li yaşlarının başındadır. Şiire, edebiyata, doğaya vurgundur. Annesiyle sütçülük yaparak hayatını kazanıyor.
Annesinin "Sabah uyanıyorsun, elinde kitap, yatıyorsun kitap... Havaya bak dur, çiçeğe böceğe bak, dur... Nasıl dönecek bu ev?" diye yakındığı Yusuf'un derdi şiirlerinin bir dergide yayınlanmasıdır.
Hele şiirlerini değerlendirmesi için edebiyat hocasının kahrını çektiği bir bölüm var ki müthiş...
Filmde manevi dünyaya yapılan göndermeler de önemli bir yer tutuyor.
Yönetmenin maneviyatla ilgisi kendisinin de söyleşilerinde belirttiği gibi çok yoğun ve anlamlı:
"Eğer siz başka bir dünyaya ve başka bir varlığa inanıyorsanız ondan ayrı düşüyorsunuz bu dünyada. Ona kavuşma arzusuyla harekete ediyorsunuz. Ona kavuşmak ve ona kavuşurken güzel olmak için yaşıyorsunuz. Yâr olmak öyle bir şey. Yâr olmak çünkü aynı zamanda güzel olmak, güzelleşmek demek... Bu her zaman mümkün değil tabii. Düşüyorsunuz, kalkıyorsunuz. Günah işliyorsunuz, kirleniyorsunuz. Önemli olan farkında olmak, farkında olarak yaşamayı sürdürmek."
İki filmi izlerken farkında olmamız için simgelerle, mimiklerle ya da bir sözle bunu çok iyi hissettiriyor.
Sinemasını "bir güzellik yaratmak" olarak belirten Semih Kaplanoğlu gazetecinin, "Size göre tüm bu çaba, gurbetteki insanın sılaya dönme çabası aynı zamanda" sorusuna verdiği yanıtı çok beğendim.
"Evet. Tam da o işte. Onu yapabilmek ve o anı genişletebilmek. Filmi seyretmeye başladığınız andan itibaren onun içine girebilmek ve o anın içinde kalmak. Bütün derdim o. Ama bunu da çok fazla müzik kullanmadan, diyalog kullanmadan yapmak. Bir hâl yaratmak... Film bittiğinde bir şükran duygusu, bir güzellik duygusu yaratmak... Ben artık sinemada güzellik duygusunun da yitirildiğini düşünüyorum. Çok fazla şiddetle, kanla dolu, sürekli entrikanın döndüğü bir sanat haline geldi sinema... Ama ben sanatta güzelliğin çok önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Hatta sinemada zanaatın önemli olduğunu düşünüyorum."
Semih Kaplanoğlu'nun sineması zor bir sinema, izleyiciyi de düşünmeye çaba sarf etmeye zorluyor.
Yusuf'un çocukluğuna döndüğü Bal'ı büyük bir merakla bekliyorum. Biliyorum ki bu üçlemeyi bitirdiğimde Tolstoy'un Savaş ve Barış'ını, Şolohov'un Don Kazakları'nı, Lawrence Durrell'in İskenderiye Dörtlüsü'nü, Vedat Türkali'nin Güven'ini okuduğum gibi hissedeceğim...
Bu üçleme kült bir klasik roman gibi olacak...
Ne güzel, Türk edebiyatının görkemli çıkışından sonra sinemada da büyük bir hava yakalandı. Üst üste çok iyi filmler çekildi. Geçen yıl Altın Portakal kazanan İngiliz yönetmen Ben Hopkins'in Pazar: Bir Ticaret Masalı, Fazıl Coşkun'un Uzak İhtimal'i, Nuri Bilge Ceylan'ın İklimler ve Üç Maymun'u, Reha Erdem'in Beş Vakit ve Hayat Var'ı, İnan Temelkuran'ın Bornova Bornova'sı ve çok sevdiğim Fatih Akın'ın bütün filmleri ilk anda aklıma gelenler...
Bu topraklardan binlerce yılın geleneğinden, kültüründen birikenler taştı kabına sığmıyor ve evrensellikle buluşarak yürüyor...
Mevlevi Emin Dede'nin dediği gibi, "Biz sadece duadayız."

Meraklısı için bir link...
Avustralya'daki SBS radyosundan Evrim Günce'nin Semih Kaplanoğlu'yla yaptığı söyleşiyi dinleyin. http://www.sbs.com.au/yourlanguage/turkish/highlight/page/id/73182/t/Golden-Bear-goes-to-Honey