Sayfalar

25 Ekim 2012 Perşembe

"Kurbanınızı keseyim mi?"


Bugün bayram...
Bayram namazı, kurban kesimi, eş dost ziyaretleri olacak...
Her gününüz böyle olsun diyerek, eski bayramları bir analım istedik.
Kılavuzumuz Ramazan'da olduğu gibi yine Sermet Muhtar Alus olacak.
Osmanlı'nın son dönemi ile Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşayan bir gazeteci Alus. Gelenekler, görenekler, kültür ve yaşayışa ait öyle güzel şeyler yazmış ki tadına doyulmaz. Lafı uzatmadan bayramınızı kutlayıp kurban kesimiyle sizi başbaşa bırakıyorum...
"Bu iş hemen kahya efendiye, baş ağaya, emekdar taya veya süt nine ayallerine muhavvel. Abdest alıp kurbanı kesileceklerinden her birini, en büyüğünden başlayarak vekaletini alırlar, haremdekiler için mabeyin kapısının önüne gelip aralıktan sorarlardı:
"Tarafınızdan vekiliniz olup kurbanınızı keseyim mi?"
"Kesiniz!.."
Cevabı verildi mi tamam.. Şu da var ki işe sabah başlanacağından alaca karanlıkta ifade almak lazım. Sinirli ve gece uykusu tedirgini hanımefendilerin, öğlenlere kadar uyuyan kerime ve mahdumların vekaletleri bir gece evvelden aradan çıkarılırdı.
İlk vazifesini savan vekil efendi ceketini atıp kolları sıvar, beline yollu peştimalı dolar, çukurun başına gelir. Bir kenarda bilenmiş bıçaklar, satırlar. Bir kenarda öd ağacı yanan buhurda; yanında değirmi değirmi, bir sere eninde verev katlanmış salaşpurlar; gül suyu şişesi; kase dolusu tuz.
Koçun yüzüne gözüne gül suyu serpildikten, ağzına tuzu sunulduktan, gözleri de salaşpurla sarıldıktan sonra (kanlı bezleri kullanıp hayvancağıza kan kokusu duyurmak kat'iyyen mekruh) tepinerek kolay can versin diye bir ayağı bırakılıp üçü bağlandı mı, tekbirle sahibinin namına kurban edildi gitti.
Bir bacağından üfleye üfleye şişirilip yüzüldükten ve ağaç dalına, duvardaki çengele asılıp ortadan ikiye bölündükten sonra sağ tarafı fukaraya, tekkelere, medreselere, imaretlere, komşulara; sol tarafı da çamaşır leğenleriyle eve... Postekilerin en tok ve tüylüleri kaşla göz arasında kahyanın, ağaefendinin, ahçıbaşının, geride kalanlar da Hicaz hattına toplayıcı Belediye kavaslarının.
Artık her konakta, her evde gelsin lop etlerden kavurma, inciklerden tatlı yahni, ciğerlerden külbastı ve tava, işkembelerden çorba, bumbarlardan dolma, paçalardan donma.
Kaç erkek aşçı bulunursa bulunsun, faaliyet harem bölügğü mutfağında. Bu işler hep ekdi büktü, çırak çıkmış kalfa, eski bacılarda.
Kurban etini pek taze et olduğu için midesi ve barsakları zayıflara imtila karın ağrısı yapışını, avuç avuç karbonatlara, papatya menkularına, zamk-ı arabi sularına yanaşışlarını da unutmayalım.
Büyük konaklardan aldıklarının kavurmasını, kıymasını yapıp toprak kavanozlarda senesine kadar idare eden yoksullar sayısızdı."
(Eski günlerde, Akşam, 23 Kanun-ı Sani (Ocak) 1940)

24 Ekim 2012 Çarşamba

"Anadoluyum ben anlıyor musun"*

Anadolu, dünyada en fazla kültürel çeşitliliği bulunduran bir coğrafya ve bu haliyle de başdöndürüyor. Neler neler yok ki içinde; yemek ve mutfak, halk oyunları ve müzik, el sanatları, destanlar, sohbetler, yaşam tarzı, mimari... Saymakla bitmez...
Yaklaşık 2.5 yıl önce, bir albüm dinlemiştim ve ardından da filmi gelmişti. Film derken bir belgesel... Anadolu'nun Kayıp Sesleri... Müzisyen Nezih Ünen 10 yıl önce, bir ekiple kendini Anadolu'ya vuruyor. Amacı modernize edeceği türküler derlemekti, kamera ve mikrofonlara aldığı kayıtlardan da bir film yapacaktı.
Ancak İstanbul'a dönüp kayıtları izleyince Anadolu'nun hala binlerce yıldır suskun kalan kültürleri, müziği, oyunlarına tanık olmanın şaşkınlığını yaşıyor.
Projeyi değiştiren Ünen, 2005'te yeniden yollara düşüyor. Senaryoyu bizzat Anadolu'nun yazdığı bir film için, çünkü onun da dediği gibi projeyi şekillendirmeye çalışırken, projenin kendini şekillendirdiğini görüyor.
Gittiği yerlerde provasız olarak herkes kendi dilinde, şivesinde türkülerini söylüyor. Örneğin Gazel, Barak Havası ve Stran gibi şarkı türleri dünya tarafından hemen hiç bilinmiyor. Nezih Ünen de onlara eşlik eden düzenlemeler yapıyor.
Ortaya gerçekten önemli bir iş çıktı. Geleceğe kalacak harika bir albüm ve belgesel bir film...
Her ne kadar beklenen ilgiyi görmese de bu toprakların sevdalıları onun değerini biliyor...
Bursa'da kılıç kalkandan Karadenizli dört teyzenin türküsüne, Burdur'un yörüklerinden Mardin'de rebap eşliğinde Kürtçe bir sevda türküsüne ki bu kadar olur...
Ya da Karslı aşıkların atışmasından Alevi dedelerin ağıdına, Tokatlı teyzenin güzelim yöre kıyafetleriyle söylediği; küçük yaşımdan beri, alnım kara yazılı" deyişi...
Bitmez ki, o halde sözü getirmek istediğim yere gideyim.
Bir gazetede okuduğum haber, "Bu Toprağın Renkleri, Bursa Köylerinde Yaşam Kültürü" kitabından söz ediyor... Haberi okuyunca işte bunlar aklıma geldi...
Kitap, Bursa'nın 71 köyünü mercek altına alıyor. Bir imparatorluğa başkentlik yapmış ve medeniyetlerin geçiş noktasındaki bir kent için çok değerli bir çalışma yapılmış.
Ayrıca dönemler değiştikçe toplumdaki farklılıklar da sosyoljik olarak ele alınmış.
Son söz Anadolu'dan Kayıp Şarkıları'ndaki Ahmet Yurt'un türküsü olsun:
"Bahçe bizde gül bizdedir
Biz de Mevlanın kuluyuz
72 millet dil bizdedir."
--------------------------------
* Ahmed Arif (Hasretinden Prangalar Eskittim)

22 Ekim 2012 Pazartesi

Bir trajedinin 100. yıldönümü



"Akın akın göçmen yığınları geliyor, kenti baştan başa dolduruyordu. Camiler, mescitler, tekkeler... yavaş yavaş doluyor; nerede bir koğuk, nerede bir delik varsa, oraya kucaktaki çocuklarıyla, hasta yaşlılarıyla, annelerinin bacaklarını kavrayarak sızıldanan bebeleriyle, bütün o savaşların ateşlerinden kaçarak sığınacak bir yer arayan Türk-Müslüman muhacirler dolduruyorlardı. (...) Biz bunları hep görürdük. Ah! Çocukluğumun bu acı günleri."
Ünlü romancı Halit Ziya Uşaklıgil'in, Kırk Yıl romanında dile gelen o günler Balkan Savaşı'nı anlatıyor. Üstünden 100 yıl geçmiş.
1912 yılında savaş çıktığında Osmanlı bir Balkan devletiydi. Ancak Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar birleşip birçok cephede yüklenince 22 Ekim'deki ilk kurşundan neredeyse 10 gün sonra savaşın kaderi de belli oldu. Trakya elden gitmişti. Bulgarlar Istranca Dağları'na dayanmıştı. Sırplar, Üsküp civarında yükleniyordu. Yunanlılar da Selanik'i almıştı.
Başkent İstanbul bile tehdit altındaydı; Bulgar güçleri, Trakya'yı boydan boya geçmiş Edirne, Tekirdağ düşmüştü. Sonra Çorlu'yu da alıp İstanbul'a doğru yürüyüşe geçmişlerdi.
Batılı devletlerin de devreye girmesiyle masaya oturuldu. Bağımsızlığını ilan eden ülkelerle yapılan anlaşmaların en sonu 1914'te yapıldığında 550 yıldır hüküm sürülen toprakların hepsi gitmişti.
Tek teselli Trakya'nın bir bölümü ve Edirne kurtarılmıştı. O da coğrafi ganimet üzerinde anlaşamayan Balkan Devletleri'nin aralarında savaşa tutuşması sayesinde olmuştu. Bunu fırsat bilen Osmanlı da 1913 Temmuz'unda Edirne'yi geri almıştı. Ama Ege adaları dahil Rumeli artık bir 'tarih' oldu.
Buraya kadar savaşın istatistikleri var ancak bu arada en büyük acıyı ise çoluk çocuk halklar çekti. Trakya, Makedonya, Teselya, Arnavutluk, Kosova başta olmak üzere elden çıkan yerlerden Anadolu'ya 600 bin göçmen geldi.
Ardından da Bulgaristan ve mübadeleyle Yunanistan'dan her şeyini bırakarak göç yoluna çıkan Müslüman ahali. Kurtarabildikleriyle perişan halde ve çeşitli zulümlere uğrayıp nasılsa sağ kalabilmişlerdi. Sivil katilamlar bugün daha yeni yeni gün ışığını çıkıyor ve konuşuluyor.
13 ay süren bu korkunç savaşta yalnız onbinlerce asker ölmedi, milyonlarca Müslüman da büyük acılar vererek göç etmek zorunda kaldı. Daha ayrıntılı bir okuma ve bilgi isterseniz bu trajediye Ekim sayısında geniş bir şekilde yer veren NTV Tarih'i öneririm.
Yalnızca fotoğraflara bakmak bile çok şey anlatıyor...