Sayfalar

27 Mayıs 2020 Çarşamba

Âlim, âlemi aydınlatıyor

100 yaşında aramızdan ayrılan Halil İnalcık'ın Fâtih Sultan Mehemmed Han'ı tarihçilerin pirinin 1950'lerde başladığı Fatih çalışmalarının 60 yıllık birikimini gözler önüne seriyor

Her 29 Mayıs'ta çocukluğuma dönerim.
Fatih Camisi'nin heybetli yapısının yanındaki padişahın türbesine girerken Peygamberimiz Hz. Muhammed'in sözlerini okur, dua eden devlet ricali ve vatandaşların arasına karışırdık.
Mehteran bölüğünün gösterisinden sonra dev kazanlarda limonata dağıtılırdı.
İstanbul'un fetih kutlamaları bizler için bir bayramdı.
Bu bayramı bize armağan eden, tarihçilerin piri Halil İnalcık Hoca'nın "O olmazsa Osmanlı da olmazdı biz de var olmazdık" tespitiyle andığı Fatih Sultan Mehmed'ti.
Yaklaşık 3.5 yıl önce 100 yaşında kaybettiğimiz Halil Hoca, ölümünden önce Türkiye İş Bankası Yayınları'na teslim ettiği Fatih'i konu alan dev bir külliyatla kültür hayatımızı yine aydınlatıyor.
Üst başlığında; İki Karanın Sultanı, İki Denizin Hakanı, Kâyser-i Rûm sözleri yer alıyor.
Başlığı ise Halil İnalcık isteğiyle Fâtih Sultan Mehemmed Han olarak konmuş.
Hayatını Osmanlı'ya adayıp tarihini yeniden yazan ve dünyada ufuk açan İnalcık'ın 1950'lerde başladığı Fatih Sultan Mehmed çalışmalarının 60 yıllık birikimi bu kitapta yer alıyor.
Hiçbir yerde yayınlanmamış bölümlerin de yer aldığı 827 sayfalık kitap; hem tarihle amatör olarak ilgilenenler hem de akademik çalışmalar yapanlar için vazgeçilmez bir kaynak niteliğinde...
İmparatorluğun kurucusu Osman Gazi'den başlayarak, sırasıyla Sultan Orhan, I. Murad, Yıldırım Bayezid, Fetret Devri'ndeki iki başlı saltanat, II. Murad ve nihayet II. Mehmed'e kadar bütün Osmanlı sultanlarının Bizans'la ve İstanbul'un fethiyle olan ilişkileri ayrıntılarıyla yer alıyor.
Dönemin tarihçileri ve belgeleriyle desteklenen bu okuma adeta bir belgesel filme dönüşüyor.
"Konstantinopolis, Osman Gazi döneminden başlayarak Osmanlıların uzaktan hayranlıkla seyrettikleri ve bir gün ele geçirmeyi tasarladıkları büyük efsanevi şehir, Kızıl Elma idi" diyen yazar, İstanbul'u ele geçirme planlarının ilk başlangıcı olarak 1305-1306 yılları arasında Aydos Tepesi'ndeki kalenin akın merkezi olarak kullanılmasını gösteriyor.
Sonraki en önemli kazanım ise 1329'daki Palekanon Savaşı'dır.
Gebze yakınlarındaki bölgede, Bizans'a karşı kazanılan bu savaşla Pendik'ten Üsküdar'a kadar bütün sahil boyu Osmanlılar'ın eline geçer.
İkinci tehdit I. Murad'ın Silivri fetihleridir. İlk ciddi kuşatmayı Yıldırım Bayezid yapar sonra, Musa Çelebi ve II. Murad.
Ve nihayet Fatih Sultan Mehmed'le şehir düşer.
Ezcümle Halil Hoca diyor ki, dünya tarihini değiştiren bu büyük olayda yüzyıllara dayanan bir arka plan vardır. Diplomasi, denge politikaları, bazen bir adım geriye bazen de iki adım ileri atılarak fetih sonucuna ermiştir.
Kuşatmadaki kritik üç gün; 20, 21 ve 22 Nisan 1453 tarihlerinde yaşanan bozgun ve moral bozukluğunun ardından genç Sultan'ın bunun altından nasıl kalktığı da ibret verici bir bölüm oluşturuyor.
Fethin kronolojisi ve o dönemin gözlemcilerinin raporu, tarihçilerin notları ayrı bir başlık olarak ele alınıyor.
Bu bahsi kuşatma ve fethi anlatan Osmanlı tarihçisi Neşrî'nin Cihânnüma'sındaki bir beyitle taçlandırarak bitirelim:
Feth-i Konstantiniyye fırsat bulamadılar evvelûn
Feth idüp Sultan II Mehemmed yazdı târih âhirûn.

Osmanlı'yı gerçek anlamda Fatih Sultan Mehmed'in kurduğunu söyleyen Halil İnalcık, imparatorluk tanımını da yapıyor:
"Osmanlı İmparatorluğu öncelikli olarak Türk devlet geleneğini temsil ettiğinden, sonra bir İslam devleti olduğundan ve son olarak da Doğu Roma İmparatorluğu'nun yerini aldığından, imparatorluk anlayışı ilk bakışta bu üç kaynağa dayandırılabilir. Başka bir ifadeyle hakanlık, hilafet-saltanat ve imperium, bize tarihi ipuçlarını verecektir. Osmanlı İmparatorluğu tarihi bir varlık olduğuna göre, onun imparatorluk karakteri bizim soyut tanımlarımızdan değil, tarihi gerçeğini çözümlenmesinden meydana çıkacaktır."
Halil Hoca'nın bugüne kadar hiçbir yerde yer almamış yazıları da ikinci bölümde yer alıyor.
Osmanlı'nın sağlam bir temel üzerinde emperyal bir güç olmasının, Fatih'in önceki dönemlerden gelen gelişmiş bir bürokrasiyi benimsemesinden kaynaklandığı vurgulanıyor.
Osmanlı bürokratik sistemi olan belgeler, tahrir defterleri, kadı sicilleri, kanunnameler ve vakfiyeler ele alınıyor.
Önemleri dolayısıyla Fatih'in devlet teşkilat ve reaya kanunnameleri metinleri de aynen veriliyor.
Osmanlı döneminin sosyal ve hukuki hayatını yansıtan en önemli kaynaklardan biri de kadı sicilleridir.
Fatih döneminde Bursa kadı sicili burada orijinal haliyle birlikte aktarılıyor.
Araştırma ve İncelemeler bölümünde Fatih döneminde derviş tarikatları, Oğuzculuk, ateşli silahlar, kölelik, Rumlar, Yahudiler ve Cem Sultan hakkında daha önce yayınlanan makaleler de yer alıyor.
"Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir" derler ama âlim, âlemi aydınlatmaya devam ediyor.
Tarihçilerin şeyhi, kutbu olarak anılan Prof.Dr.Halil İnalcık, çok sevdiği Fatih Sultan Mehemmed Han'ın türbesinin haziresinde toprağa verilmişti.
Koca Sultan'a ve büyük alime rahmet ve selam olsun...
(Sabah Kitap ekinin Ocak 2020 sayısında yayınlanmıştır.)

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Gölgedeki büyük oyunlar

İlkin Başar Özal, İstihbaratın Kısa Tarihi/Gölge Oyunu kitabında istihbarat dünyasına el atıyor. Kitapta istihbarat ağının önemi tarihten örneklerle anlatılırken kurulan casusluk teşkilatlarına, kullanılan istihbarat yöntemlerine de yer veriliyor.

İstihbaratçı ya da gizemli adıyla casuslar kimdir.
James Bond gibi aksiyonu bol, entrikalarla uğraşan, maceraperest tipler mi, yoksa Sherlock Holmes gibi zekasıyla olayları birbirine bağlayan, bulmacayı çözen biri mi...
Film, dizi ve kitaplardaki kahramanlar o dünyanın ne kadarını aydınlatabilir.
İstihbarat; yeni bilgi ve belge toplamaksa eğer bu işi yapanlar da sırlarla dolu bir hayatın parçasıdır.
İnsanoğlu her daim karşı tarafın ne yaptığını merak etmiştir. 
Bu merak hiç geçmez ve bitmez.
İlkin Başar Özal'ın, İstihbaratın Kısa Tarihi/ Gölge Oyunu kitabı, bilgi sahibi olma merakının insanoğlunun başlangıcına kadar gittiğini gösteriyor.
Akademisyen tarihçi- yazar Özal, Kısa Birinci Dünya Savaşı ve Kısa İkinci Dünya Savaşı kitaplarından sonra istihbarat dünyasına el atıyor.
İlk iki kitabı okuduktan sonra bu konuya girmesi kaçınılmazdı gibi geliyor.
Öyle ya; savaşın bir kendisi vardı bir de öncesi ve sonrasıyla toplumun yaşadıkları. 
Hepsi birbiriyle bağlıdır, hayatın akışı gereği bir önceki sonrakini etkileyerek ya tarih sahnesinden çekilir ya da başka bir şeye dönüşerek ilerler.
Bilgi buradaki bağlantıdır, o da istihbarattır. 
Bu kadar basit mi değil elbette, ama onu iyi kullanan her zaman öne geçmiştir.
İhmal edenleri ve olması gerektiği kadar ciddiye almayanların düştüğü durumu da işin hakkını verenleri de tarihler yazıyor.
İlkin Başar Özal, en eski istihbarat kanıtlarının Mezopotamya'da Fırat kenarında bulunan bir kil tabletinde bulunduğunu söylüyor. 
Tarihe bakar mısınız: MÖ 2000. 
Eh, kitabın dili ve üslubu edebi bir roman lezzetinde olunca da tarih, bilgi, istihbarat iç içe geçiyor.
Senaryosu, çekimleri, oyuncuları müthiş bir film gibi akan kitapta; Eski Mısır, Yunan, Çin, Hindistan'da istihbarat ağının önemi örnekleriyle yer alıyor.
Büyük İskender'in ya da Roma İmparatorluğu'nun güçlü imparatorları Sezar ile Agustus'un casusluk teşkilatları, kurdukları birimler ve zaafları.
Din adamlarının hatta peygamberlerin kullandığı istihbarat yöntemleri.
Amerikan iç savaşında Kuzeyliler ile Güneylilerin çekişmeleri, birbirlerine karşı kullandıkları taktikler... 
Örneğin köleleri ciddiye almayan Güney'in başına gelen felaketler, siyah adamların iç savaştaki rolleri, İngilizler'e karşı kazanılan bağımsızlık savaşında yurtsever kadınların rolü...
Orta Çağ Avrupası'nda; İngiltere, Fransa, İspanya ve Venedikliler'in birbirlerine karşı hasmane tutumları...
Japonya'daki Ninja teşkilatı...
Çarlık Rusyası'ndaki casusluk teşkilatı, Almanlar'ın sahneye çıkışları.
Osmanlı'nın İttihat ve Terakki'si döneminde başlayan casusluk faaliyetleri.
Ve yüzyılın başında patlayan Birinci Dünya Savaşı, ardından görece barış içinde geçen ancak casusluğun zirve yaptığı dönemler.
Ve kaçınılmaz son olarak İkinci Dünya Savaşı'nda yaşananlar.
Bolşevikler'in iktidarında Sovyetler Birliği'ndeki yapılanma, ünlü istihbarat kuruluşu KGB'nin temellerinin atıldığı vahşi dönemler.
Stalin'in acımasız teşkilatlarınca katledilen milyonlarca insan...
Dünyanın iki bloğa ayrıldığı Soğuk Savaş dönemindeki Berlin Duvarı, komünist Çin...
Ekonomik casusluğun öne çıktığı teknoloji çağı, internetle birlikte sırların güvensizliği...
Tabii ki, Arabistanlı Lawrence'den Mata Hari'ye, Rosenbergler'den Aldirch Ames'e, Berişa'dan Julian Asange'a, ünlü Cambrige Beşlisi; Harold Kim Philby, Anthony Blunt, Guy Burgess, Donald Mclean ve John Cairncroos'a kadar bu soğuk ve acımasız dünyanın aktörleri de baş oyuncular olarak yerini alıyor.
Teknik alandaki bütün gelişmelere rağmen insan istihbaratı bilgi toplamada vazgeçilmezdir diyen yazar, bir insanı casus olmaya iten beş faktörü şöyle sıralıyor: Para, ideoloji, uzlaşma imkanı yaratmak, ego ve uğradığı şantaj.
Gizli eylemler, operasyonlar, karşı casusluk, yanıltma, insan zaaflarından yararlanma, çift taraflı ajan kullanma, araç ve gereçler, gelişen teknoloji, telgraf, balonlar, tren, uçak, şifreler, dinleme cihazları, gizli kodlar, kameralar, ayakkabı topuğuna konulan cihazlar, hediyeliklere ustaca yerleştirilmiş böcekler, ucu zehirli şemsiyeler, casus uçaklar, bilgisayarlar derken internet ve siber casusluğa kadar geldik. 
Hepsi de savaşların ve politikanın araçları olarak kullanıldılar ve kullanılmaya devam edecek.
Peki, insanoğlunun bunca yıllık kazanımları ne olacak. 
Özgürlük, bağımsızlık, insan hakları, hukuk vs...
İlkin Başar Özal bir Latin ozanın dizeleriyle beni endişelendiren duruma yanıt veriyor:
Gözetleyenleri kim gözetleyecek?
(Sabah Kitap ekinin Aralık 2019 sayısında yayınlanmıştır.)