İstihbaratçılığın tarihi MÖ 2000'li yıllara kadar uzanıyor.
En eski kanıtlara Mezopotamya'da Fırat kenarında bulunan bir kil tabletinde rastlandı.
Çinli Bilge Sun Tzu'nun "Düşmanını bilen, kendini bilir" sözleri de MÖ 5'nci yüzyıldan. İmparatorluklar, krallıklar, devletler her zaman istihbarata ihtiyaç duydu.
Ancak bu ihtiyaç kendilerine yönelik tehlikelere karşıydı.
İşler, 19. yüzyıla kadar örgütlü olmadan biraz amatörce ve kişisel becerilerle yürüdü.
Birinci Dünya Savaşı'yla birlikte istihbaratın önemi anlaşıldı, çünkü o zamana dek savaş cephelerde yapılıyordu.
Şehirler, yerleşim bölgeleri ve sivil halk zarar görmüyordu.
Taraflar bir yerde karşı karşıya geliyor ve savaşıyordu.
İlk savaşla (Birinci Dünya Savaşı) birlikte acımasız bir hesaplaşma ve katliam yaşandı.
Orduların sayısı, eldeki topun, tüfeğin, uçağın, tankın bilinmesi gerekiyordu.
Karşı tarafa üstünlük sağlayacak bilgiler, hedefin yerini de kapsıyordu.
Bu
yüzden istihbarat gerekliydi...
İlk zamanlarda gizliydiler, kelimenin tam anlamıyla yer altındaydılar,
başkentlerin karanlık odalarında planlar hazırlanıyordu.
Ancak İkinci Dünya
Savaşı ve dünyanın iki kutba bölünmesiyle istihbaratçılık acımasız bir hale
dönüşecekti.
Darbeler, suikastler, kalkışmalar, terör saldırıları, bombalamalar,
propaganda için yalan bilgi yayma, parayla satın alıp bilgi toplama, açığını
bulup tehditle çıkarları için kullanma, zaaflardan yararlanma, kışkırtma, karşı
tarafı yanıltma, yazılı ve görsel medyayı yönlendirme, sanatçıları, yazarları,
akademisyenleri kullanma, ekonomik olarak ablukaya alma ya da paraya boğma,
sorgulama, acımasızca işkence yapma dönemi başlamıştı.
Ve hepsinden önemlisi
ülkenin etnik ve dini durumunu kaşıyarak kaos yaratılıyordu.
Dünyada el atmadıkları yer kalmadı; milyonlarca ölüm, arada hiç suçu
olmayan masumların yitmesi, harap olmuş kentler durum gereğiydi!
Hak, hukuk,
insan hakları ise aforizma olarak kulağa iyi geliyordu.
Para ve makam sözü verip kullandıklarını ise işler sarpa sarınca
tanımazlıktan gelip ortada bırakıyorlardı.
Ancak yıllar geçtikçe afişe oldular ve her şey ortaya döküldü.
Bizim gibi
Osmanlı'dan bu yana suikastler, kalkışmalar, darbeler yaşamış, saldırılara
uğramış ve uğramakta olan ülkelerin üstüne kabus gibi çöktüler.
Gazeteci Ali Çimen, Tarihi Değiştiren kitaplar serisinde Gizli Servisleri
yazmıştı.
Şimdi CIA'yı daha ayrıntılı ve hacimli bir çalışmayla ele alıyor.
Başkanın Gözleri/CIA kitabında, Amerika Birleşik Devletleri Merkezi
İstihbarat Teşkilatı'nın üstüne projektör tutuyor.
1941'de Japonların Pasifik'teki ABD Deniz Üssü'ne saldırısıyla başlayan
istihbarat gereksinimiyle önce OSS adını alan birim kurulur.
İkinci Dünya
Savaşı'nın bitimiyle ihtiyaç büyür.
Ve nihayet Soğuk Savaş'ın başlamasıyla dağınık birimler bir araya
getirilerek CIA meydana çıkar.
Çimen, tek hedefi komünizmle savaş olan CIA'nın yaptığı operasyonların
perde arkasını, bilgi ve belgelerle destekleyerek tarihçeyle ilerliyor.
Her olay
bir sonraki adımın habercisidir.
Sovyetler Birliği'nin her adımına karşılık veren örgüt, işe ilk olarak
Avrupa'da başladı.
İtalya seçimlerine müdahale etti, ikiye bölünmüş Berlin'de
gençleri örgütledi, dinleme şebekesi kurdu.
Arnavutluk'a yüklendiler ancak
başarısız oldular.
Tabi ki Ruslar da boş durmuyordu, sızdırdıkları ajanlarla
durumu öğrenip yanlış bilgi veriyorlardı.
Sonra Ortadoğu; Suriye, İran, Mısır, Irak'ı boş geçmediler.
Petrol vardı
çünkü.
Ruslar'ın eline düşmesini istemiyorlardı.
Suikastler, darbelerle bir
ileri bir geri yaparak sürekli yüklendiler.
Sonra arka bahçeleri Latin
Amerika'ya geldi sıra.
Akbaba Operasyonu adını verdikleri sözde istihbarat
paylaşımlarıyla; Guetamala, Arjantin, Şili, Bolivya, Brezilya, Uruguay,
Paraguay'da her şeyi denediler.
Kendi adamlarını getirip darbe yaptırdılar,
seçilmiş hükümetleri devirdiler.
Burada Sovyetler'e karşı olmak kadar
Amerika'nın ekonomik çıkarları da söz konsuydu.
Uzakdoğu Asya'da nasibini aldı Soğuk Savaş'tan.
Tibet, Kamboçya, Vietnam,
Kore, Laos'ta tam anlamıyla vahşet yaşandı.
CIA o zamana kadar komünizm deyince
Sovyetler'i anlıyordu.
Burada Çin'de vardı artık.
İstihbaratları yanılmıştı.
Yaptıkları rezillikler ortaya saçıldı, soruşturmaya uğradılar, eski
çalışanları birbiri ardına yaptıkları pis işleri itiraf etti.
Kimileri de kitap
yazıp örgütün içyüzünü anlattı.
Ancak durmadılar...
Ardından Afganistan'daki Rus işgaline karşı destek verip
palazlandırdıkları Taliban'la çalıştılar. 2001'de dünyanın öbür ucundaki güvenli
kaleleri saldırıya uğradı.
Kendi elleriyle yarattıkları El Kaide can evlerinden
vurdu.
11 Eylül tramvasıyla çılgına dönüp, yalan bilgilerle dünyayı kandırarak
Irak'a girdiler.
Sonrasını hep birlikte yaşıyoruz.
Ali Çimen, tüm bunları ve daha fazlasını duru ve akıcı bir dille
aktarıyor.
Dizi film ve casus romanı kalitesindeki kitabın tek eksiği Türkiye...
Darbeler, suikastler, terör olayları yaşamış bu uğurda on binlerce vatandaşını
kaybetmiş ülkemize 3.5 yıl önce haince bir girişim yapıldı.
15 Temmuz'un
arkasında kimin olduğunu söylemeye gerek yok.
Belki de Türkiye-CIA bağlantısını
başka bir kitap olarak ele alır.
Ali Çimen, bu kitabın ardından Ruslar'ın
KGB'sini, İngilizler'in MI6'sını ve İsrail'in MOSSAD teşkilatlarını yazacağını
belirtiyor.
Son söz: Herkes kirli planları artık biliyor.
Belki de ağır bedeller
ödenecek ama yeni bir yol bulunacak.
Kimbilir...
(Sabah Kitap ekinin 2020 Mart sayısında yayınlanmıştır.)