Silva Özyerli Yemekli Diyarbakır Tarihi/Amida'nın Sofrası kitabında Hayr Abraham yani Halil İbrahim bereketini anılarla anlatıyor
Halil İbrahim bereketini bilir misiniz?Sofraların en güzel duasıdır.
"Halil İbrahim bereketi eksik olmasın" derler.
"Halil İbrahim bereketi eksik olmasın" derler.
Ol rivayete göre deyimin hikayesi iki
türlüdür; Hazreti İbrahim'in iyiliğiyle ve Halilullah yani Allah'ın dostu
olmasıyla anılması, diğeri de gözü- gönlü tok Halil ve İbrahim adlı iki kardeşin
şefkati...
Bugünlerde Müslümanlar'ın sofrası biraz mahzun, salgın yüzünden bir araya
gelip iftar sofraları paylaşılamıyor ancak Halil İbrahim bereketiyle her zaman
oradadır.
Ramazan'da iftardan sahura duaların arasına Halil İbrahim bereketi de
ekleniyor.
İşte o Halil İbrahim yalnızca Müslümanlar'ın değil, Anadolu'nun kadim
halklarının dualarından da hiç eksik olmaz.
Ermeniler'in, Süryaniler'in,
Keldaniler'in, Rumlar'ın, Yahudiler'in...
Sonuçta hepimiz Hz. İbrahim'in çocuklarıyız...
Silva Özyerli Diyarbakırlı bir Ermeni.
Tarihi surların içindeki Hançepek
Mahallesi ya da namı diğer Gavur Mahallesi'nde büyümüş. Ermeniler'in çok eski
zamanlarda kurduğu krallığın başkenti Diyarbakır onlar için Dikranagerd ya da
Amida'dır...
Özyerli 60'ların, 70'lerin Diyarbakır'ını anlatıyor.
Ancak her
kalabalık ailede olduğu gibi anne- babası, ninesiyle ve çevresindeki büyüklerin
yaşamlarının hikayesiyle büyük resim neredeyse yüzyıllara dayanıyor.
Silva Özyerli o küçük mahalledeki evlerinin Hayr Abraham yani Halil İbrahim
bereketi, Yemekli Diyarbakır Tarihi/Amida'nın Sofrası kitabında anılar
eşliğinde dile geliyor.
Bir Doğulu bir şey anlatacaksa, önce bir hikaye, bir meselden söz eder sonra
asıl konuya girer.
Bu kitap da yalnızca yemek, sofra ve tariflerden ibaret
değil.
Onlar büyük bir parçayı tamamlıyor. Her birinin hikayesi var.
En kutsal olan ekmekle başlıyor ilk hikaye.
Ermenice 'hats', Kürtçe 'nan',
Süryanice ya da Arapça'da 'khbız' denilen ekmeğin nimetiyle.
Yere düştüğünde öpüp
başa konan, sokakta kimse basmasın diye yüksekçe bir yere konan ekmeğin daha un
halinden sofraya gelene kadar zahmeti.
Ve artan hiçbir şeyin zayi edilmeden,
zingilik, lavaş ve patila denen gözlemelere kadar uzanan bereketi...
Bitmedi, "buğday çeken" diye bağırarak mahalleri gezen makine taşıyan ustalar
devreye girer sonra.
Elekler, kalburlar tek tek takılarak çekilmeye başlanır.
Bu
pilavlık, bu içli köftelik, bu çiğ köftelik diye öğütme, eleme ve ayırma
işlemleri yapılır.
Buğday ve unun hikayesinde; evin ayrıntıları, akrabaların huyu, suyu,
Diyarbakır'ın caddeleri, sokakları, pazarları ayrıntılarıyla boy gösteriyor.
Ve
hikayenin sonuna bizzat Silva Hanım'ın elleriyle yaptığı ve tarifini verdiği
yemeklerin fotoğraflı bölüm ekleniyor.
Kış hazırlıkları, ilkbahar, yaz, sonbahar her mevsimin hikayesiyle birlikte,
yemeği ve tarifi ardı ardına akıp gidiyor.
Yörenin gelenekleri, şarkıları, türküleri, manileri, ilginç kişilikleri, dini
günleri birbiri ardına boy gösteriyor.
Silva Özyerli'nin çocukluğu, 8 kardeşli evin neşesi, komiklikleri, aşkları,
meşkleri ve tabii ki acıları da bir hayatın içine sığıyor.
Ana dili
Ermenice başta olmak üzere Türkçe, Kürtçe'deki deyimler, atasözleri anlamlarıyla
yer alıyor.
Kitabı bitirince ünlü romancı Marguez'in Yüzyıllık Yalnızlık'ı aklıma geldi.
Kolombiya'nın Macondo kasabasından dünya çapında bir eser ortaya çıkaran Marguez
şöyle diyordu: Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni
etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak
istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği
sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları
birörnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir
dille ardımda bırakmaktı amacım. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile
kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı
öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki
zenginlik olduğunu kavradım. Kitabı, büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak
yazdım.
Silva Özyerli'nin kitabı yalnızca bir yemek tarifi değil.
Anadolu'nun binlerce yıllık
sözlü hikayecilerinin devamı.
Diyarbakır gibi kavimler göçünün tam
ortasında; Asurlular'dan Bizans'a, Araplar'dan Osmanlılar'a kadar onlarca kimlik
görmüş, geçirmiş bir yöreden dile gelenlere de şaşırmamak gerekir.
Temiz, duru
bir dille ortaya çıkan bu kitap aslında hepimizin ortak geçmişi...
Trabzon'un, Erzurum'un, Afyon'un, Edirne'nin de hikayesi...
Diyarbakırlı
edebiyatçı Mığırdiç Margosyan bir öyküsünde 4 dil bilen kedileri Mestan'ı
anlatır.
Mestan, Ermenice, Türkçe, Kürtçe, Zazaca anlar ama yine de laf
dinlemez, kilerden aşırırımış.
Silva Özyerli de hemşehrisi Margosyan'ın izinden
gidiyor.
Halil İbrahim bereketimiz bol olsun. Hem sofralarımızın hem de
bahtımızın...
(Sabah Kitap ekinin Mayıs 2020 sayısında yayınlanmıştır.)