Günahlar ve sevaplar birbirine denkse cennet ile cehennem arasında bir yerde bekletilirsiniz. Araf'ın anlamı Kuran'da böyle anlatılır... Bu sözcük iki durum arasında kalındığında gündelik hayatta da çok kullanılır. Benim Araf'ım da pandemi hastanesinde Enfeksiyon Servisi'yle Yoğun Bakım arasındaki yerdi.
Bir yılı aşkındır dünyayı kasıp kavuran Covid-19 en sonunda bana ve aileme de uğradı... Salgın boyunca sağlık çalışanlarının özverili çalışmalarını medya sıklıkla haber yaptı. Sancaktepe Prof. Dr. Feriha Öz Acil Durum Hastanesi'ndeki 18 günlük tedavim boyunca dostluk kurduğum bu muhteşem insanların çabalarına birebir tanıklık ettim ve içerden neler yaşadığımı anlatayım istedim. Onların görünür olmasını ve çok ama çok büyük bir saygıyı hak ettiklerini bilin istedim. Bu yazı onlara minnet ve bir saygı duruşudur... Bir sözüm de sokakta sorumsuzca maskesini çıkarıp, uyaranları tersleyene, asansörde aralara sıkışmaya çalışana, her yerde sırayı, mesafeyi hiçe sayana... Bakın çok kötü hastalıklar var ama onlar insanın kendi genleriyle ilgili biraz da... Siz ise aktif bir taşıyıcı olarak belki en yakın akrabanızın, arkadaşınızın ya da tesadüfen yanınızdan geçen birinin hayatıyla oynuyorsunuz... Yaşadıklarımı, ayrıntılı ve acımasızca yazdım ki bir kez daha düşünürsünüz diye...
"Haluk Bey,
Haluk Bey, iyi misiniz?"
Her yer
karanlık, bir kuyudayım, yavaş yavaş kendime geliyorum. Cılız sesler şimdi daha
belirgin...
"Haluk mu?"
Kim bana ilk adımla sesleniyor acaba diye gözümü açtım, okul arkadaşlarım böyle
çağırırdı o da neredeyse 30 yılı geçti.
Bilmiyorum,
hiçbir şey hatırlamıyorum, boşluğa bakar gibi gözümü açıyorum.
Yemyeşil
korunaklı bir elbise, maske ve üstüne siperlik çekilmiş bir yüz bana bakıyor.
Hemşire
"bırakmayın kendinizi" diyor...
Orhan Veli,
"Her şey birdenbire oldu" der ya gerçekten başka türlü açıklamak mümkün değil
yaşadıklarımı...
Nisan'ın ilk
haftası, hafiften bir kırgınlık var üstümde, üşüttüm herhalde.
Yazı
İşleri'ndeki bir arkadaşımız pozitif çıktığı için ona yakın çalışanlar 6
Nisan'da işyerinde test oluyor.
Sonuç:
Negatif.
11 Nisan
Pazar sabahı BioNTech aşısının ilk dozu vuruluyor.
İyi değilim,
önce çayın sonra da suyun tadı gidiyor; bir çorbayla karnım doyuyor, yemek
yiyecek halim yok.
12 Nisan'da
bir hastanede kan değerlerime bakılıyor ve PCR testi yapılıyor.
Kanımda
yüksek iltihaplanma var, yıllardır olduğu gibi geçiş mevsimlerinde yakalandığım
ağır bir grip herhalde.
Bir serum
takarlarsa atlatırım diye düşünüyorum.
Ağır bir
öksürük ve nefes alıp verirken zorlanıyorum.
Sağlık
Bakanlığı sonuçları telefonlara yolluyor: Pozitif.
Görevliler
kapıya COVİD-19 ilacı bırakıyor.
Sabah 8,
akşam 8 adet hapla başlıyoruz.
Ertesi gün
çok kötüyüm, 112'yi arayıp "zor nefes alıyorum" diyorum.
Öğlen
vakitleri iki sağlık görevlisi kapıda.
Halsizim,
ağzıma lokma koymamışım, aceleyle bir şeyler giyip ambulansın sedyesine
uzanıyorum.
Sol elimin
üstüne hemen damar yolu açılıyor ve oksijen maskesi takılıyor.
Bir süre
sonra eve çıkmayı beklerken ambulans hareket ediyor.
Ne soracak
ne konuşacak takatım var.
Siren
sesleri, "yolu açın" anonsu kafamda uğulduyor.
Ne kadar
süre geçti bilmiyorum, araç duruyor, ambulans açılıyor.
Ambulansın
sedyesiyle indiriyorlar.
Onlarca
insan, mesafeli sıra olmuş derdine derman arıyor.
Bir kapıdan
girip uzun koridorlarda sağa sola derken küçük bir odaya alınıyorum.
Son bir
hamle ve yardımla yatağa uzanıyorum.
Anında
balonlu daha büyük bir oksjien maskesi takılıyor.
Uzun ince
bir cam tüpte fokurdayan su var, oksijen takviyesi oradan gaz haline
dönüşüyor.
Artık o
maske bir parçam olacak, yatarken bile çıkarmak yasak.
Kan
alınıyor, hayal meyal hatırladığım serum bağlanıyor.
Uzun bir
süre yatıyorum, camekanlı odada ara sıra gözümü açtıkça koridordaki görevliler
ve hastaların koşuşturmasına rast geliyorum.
Dilim
damağım kurumuş; susuz, yemeksiz neredeyse 24 saat geçmiş.
Her şey
kontrolüm dışında, sadece ara sıra gözlerimi açabiliyorum.
Tomografi
çekilmeye götürülüp başka bir odaya naklediliyorum.
Belli ki
tahlil sonuçları çıkmış, doktorlar geliyor, "sizi yatıracağız" diyorlar.
Yanımda
telefon yok, güçlükle "aileme haber verebilir miyim" diyorum.
Çamaşır,
eşofman, terlik, gözlükler, diş fırçası, macun ve telefon istiyorum.
(Not bu
diyaloglar hep sis perdesi altındaydı, nasıl ulaştım, kim buldu beni diyordum
hep. Hastaneden çıktıktan sonra söylediler de sonra hatırladım.)
Kardeşim de
saatlerce haber alınamayınca gazetedeki dostlara ulaşmış ve nerede olduğum
kimlik takibiyle bulunmuş.
NEREDEYİM, SAAT KAÇ
Benim ise
nerede olduğum hakkında hiçbir bilgim yok.
Sol koluma
ıslanmayan ve yırtılmayan ince bir kurdela bant takılıyor.
O benim
künyem, üstünde adım yazılı, bir takım rakamlar ve barkod var...
Yürüyen
sandalyede koridorlar arasında Enfeksiyon Servisi'nde doğru uzun bir yolculuk
başlıyor.
E
tabelasının bulunduğu yerde, 3 nolu odaya alınıyorum.
Bir erkek
hemşire "geçmiş olsun" diyor.
Oksijen
tüpünün ayarlarını yapıp ateş, şeker, tansiyon değerlerini ölçüyor.
Bir ekip
gelip EKG'mi çekiyor.
"Neredeyim,
saat kaç acaba" diye inliyorum.
"Sancaktepe
Pandemi Hastanesi'ndesiniz. Saat 8.30."
"Bir şeye
ihtiyacınız var mı?"
"Çok açım ve
susuzum."
"Yemek
zamanı geçti ama bakayım."
Az sonra
hijyenik köpüklü tabldot kabında yemek geliyor.
Kana kana su
ve bir parça da olsa yemekle kendime geliyorum.
Odayı
inceliyorum, yanı başımda lavabo var.
Dezenfektan,
sıvı sabun ve havlu kağıt...
Bir de giysi
dolabı...
Ellerimi
yıkamam lazım, tuvalet ihtiyacım var.
Maskeyi
çıkarıp hamle yapıyorum.
Dünya
dönüyor, bir şekilde ayakta kalıp güçlükle kapıyı açabiliyorum.
Kapı
çalınıyor, bir görevli sırt çantamı bırakıyor. Saati soruyorum "11 diyor."
(Kardeşim
eve uğrayıp çantayı getirmiş)
Gün boyu
üstüme yapışan her şeyi atıp, temiz eşofman ve tişort giymek huzur veriyor.
GÜNLÜK RUTİNİM BAŞLIYOR...
Sabah 4.30 ışığım açılıyor, hemşire "günaydın" diyor.
Şeker, ateş, tansiyon ve parmaktan oksijen değerleri ölçülüyor.
Az sonra başka bir hemşire geliyor.
Tek tek anlatıyor: Bu mide koruyucu aç karnına alın. Bol su için.
2 adet özel bir sıvı, hazneli bir oksijen tüpüne dökülüp takılıyor. Akşam 2 adet daha...
Nefes sistemim ve boğazımı rahatlatmak için...
Bir süre sonra yapmayı öğrenip kendim hazırlayıp uyguluyorum.
Damar yolundan her gün iğne yapılıyor.
Evde başladığım Covid-19 ilacından her gün üç adet, ayrıca sabah akşam kan sulandırıcı iğne...
Gece 11'e kadar bakım ve kontroller yapılıyor.
Tansiyon, ateş, şeker, oksijen değerlerine bakılıp notlar işleniyor.
2 günde bir de kan alınıyor.
4 ayrı tüpe dağılan kanlarla iç organların durumu takip ediliyor.
İyi değilim, birkaç sabah oksijen değeri bayağı düşmüş olmalı ki, yan çevirip kürek kemiklerinden başlayıp belime kadar elle sertçe vuruluyor.
Hani birinin boğazına bir şey kaçtığında sırtına vurursunuz ya işte öyle...
Kadın hemşire bırakıp erkeğe devrediyor.
Değerler yükseliyor biraz...
Bir süre sonra balonlu oksijen yetmiyor.
Burun deliklerinden giren iki başlıklı plastik özel bir oksijen takılıyor ayrı bir tüpten.
Üstüne de balonlu oksijen maskesi...
En ağır olduğum o dönemde maskemi çıkarıp yataktan doğrulmuştum ki, erkek hemşire kapıyı tıklatıp içeri giriyor...
"Ne yapıyorsunuz."
"Tuvalete gidecektim."
"Aman sakın ha, bize haber verin, düşüp bayılırsınız."
Tekerlekli seyyar bir oksijen tüpü geliyor.
Tüpe bağlı maske takılıyor.
Yataktan 2 adım, kapıyı açıp içeri girmek 2 adım.
Yani tuvalet için toplam 4 adımlık yola bile oksijen takviyesiyle gidebiliyorum...
2 gün sonra çantayı bakacak gücüm olunca telefonu buluyorum.
Yüzlerce mesaj, yüzlerce arama.
Akrabalar, ailem, dostlar, iş arkadaşlarım, neredeyse yıllardır haber alamadığım iyi insanlar...
Haklılar, merak ediyorlar ama ben tek başına bir odada akıbetimi bekliyorum.
Her gün karanlığı yırtıp, düştüğüm kuyudan tırmana tırmana çıkmaya çalışıyorum.
Ne kadar çok böyle hata yapmıştım ben de olur olmadık zamanlarda birini ararken, demek başa gelince anlıyor insan...
Zaten konuşacak durumda değilim, gün içinde kendimi biraz iyi hissedersem mesajlara yanıt vermeye çalışıyorum.
Gözlüğüm yok, abuk subuk yanlış harflere basarak yazıyorum...
Ertesi gün çantaya bakacak bir güç bulup gözlüklerimi, bir sonraki gün de şarj kablosunu buluyorum...
Gece ışıklar kapanıp kendi kendinizle kalınca hesaplaşma başlıyor. Her şey bir hiçliğe çıkıyor ve çok anlamsız geliyor...
Zihnin en derinliklerinde olmayacak sorular: Ne olacak?
Yavaşlamak gerek, her anlamda...
Artık emin olduğum bir şey varki; tüm yollar her şeyin değerini bilmeye çıkıyor...
HAL VE
HATIR HEMŞİRESİ TUĞÇE...
Gel gitlerin
sarstığı o günlerde elinde not defteriyle bir hemşire içeri giriyor...
Adı Tuğçe,
gözlerinin içi gülüyor.
Görevi de
çok anlamlı: Hal ve hatır hemşiresi.
Sohbete,
"aman moralinizi bozmayın, bu hastalıkta en önemli şey o" diye başlıyor.
"Akşam güle
oynaya yanından ayrıldığım hastayı ertesi gün yoğun bakımda buluyorum" diye
devam ediyor...
"Neden?"
"Korku, ölüm
korkusu ve endişe."
Hemşire TV
kumandasını en nihayet bulup getiriyor.
Haberler,
spor, belgesel, müzik kanalları arasında gezinti iyi geliyor...
Arkadaşlardan
kitap istemiştim; onlar ulaşıyor...
Ardından
yeni kitaplardan oluşan bir paket daha...
Amin
Maalouf'un son kitabı, yabancı polisiyeler, Osmanlı tarihi, bir yerli casusluk
hikayesi.
Malta
Sürgünü Tanzimat dönemi aydınlarından Azeri Ahmet Ağaoğlu'nun Gözümün Nurlarına
Mektuplar'ında ilginç bir tesadüf yakalıyorum.
1918'lerde
ortaya çıkan ve on milyonlarca insanın ölümüne neden olan İspanyol gribine
yakalanmış iyi mi...
1919 yılında
14 gün boyunca kendini bilmez halde yatmış tam iyileşmeden işgalci İngilizler
tarafından tutuklanmış. Sonra da 78 kişiyle sürgüne...
Ailesine
yazdığı mektuplarda, tabii ki ağırlıklı olarak onlara olan özlemi ve vatan
hasretiyle birlikte memleketin ahvaline üzüntü var.
Gazeteci ve
siyasetçi Ağoğlu'nun zarif, lezzetli kalemine hayran olmamak mümkün değil...
Sosyal
medyayla işim yok, anlamam.
Telefondan
gazete haberleri ve köşe yazarlarını okuyorum.
Biraz TV,
gerisi geç vakitlere kadar kitap...
Burada en
bol şey zaman...
KURBAN
OLAYDIM YAVRUM, NASILSIN
Aile ve
akrabalarla tek bağlantım kız kardeşim, başından beri eli hep üstümde...
Günler sonra
annemle konuşabiliyoruz. Diyarbakırlı anam memleketimin ağzıyla, "Kurban olaydım
yavrum nasılsın" diyor.
Bizi, yokluk
ve zorluklarla büyütürken bir şahin gibi koruyan hiçbir şeyden korkmayan cesur
annem çaresiz ama toparlıyor: Allahıma şükürler olsun, sesini duydum.
Gözüm
yaşarıyor, boğazıma bir şey oturuyor, konuşamıyorum...
"Seni çok
yormayayım" diyor.
Fatih'ten 2
çocukluk arkadaşım "Elimiz kolumuz bağlı bir şey yapamamak bizi perişan etti.
Seni özel hastaneye aldıralım istiyoruz" mesajı atmış.
"Hiç gerek
yok" diyorum "çok iyi bakılıyorum."
Artık Tuğçe
hemşire ile 2 günde bir görüşüyoruz.
Fark
ediyorum, beni hastane ve hastalık ortamından çıkarmak için konuşturuyor.
Artık yatağı
dikleştirip oturma pozisyonunda durabiliyorum...
Kitaplardan,
yazarlardan, hayattan sohbetler ediyoruz.
Mevlana'nın
sözleri aklıma geliyor, ona "çok yaşa, senin de yaptığın işte bu" diyorum:
"Kardeşim,
sen düşünceden ibaretsin,
Geriye kalan
et ve kemiksin,
Gül düşünür,
gülistan olursun,
Diken
düşünür dikenlik olursun."
DAMAR
YOLUNDA GÜLEN EMOJİ...
Ahmet
Hemşire var bir de.
Genç sırım
gibi bir delikanlı, hem de oğlumla yaşıt.
Askerliğini
yapmaya hazırlanıyor, yeğenim de o günlerde terhis olmak için gün sayıyor...
İlk gün beni
odaya yatırıp ihtiyaçlarımı karşılayan da oydu...
Kimlik
kartını bağladığı kordelada Atatürk yazıyor.
Mustafa
Kemal'i konuşuyoruz, okumak ve daha çok anlamak üzerinde anlaşıyoruz.
Zeynep
hemşire kan almaya çalışıyor ama damarlarım çok ince, iğne damara girdiği an kan
akışı kesiliyor ve derinin altına yayılıyor.
Kollarım
mosmor...
Çok üzülüyor
ama işini yapmak zorunda, her gün ilaç verilen damar yolları da üç günde bir
değişmek zorunda, yoksa enfeksiyon kapabilir.
Elimin
üstüne, dirseğin alt bölümüne, sağ koldan sola yeni yerler açılıyor.
Zeynep
hemşire, en son damar yolunu açmak için gece 11'e kadar uğraşıyor.
Etrafını
bantla sararken tarihin altına adını yazıp bir de gülen emoji koyuyor iyi mi?
Hemşireler
24 saat çalışıyor kesintisiz.
Sabah
9.00'da işi devralıp ertesi gün bırakıyor, 2 gün dinleniyor.
Onlarca
hemşire var günlük işlerini titizlikle yapan kısa hal hatır sormalarla sohbet
ediyoruz.
İsimlerini
bilmiyorum yalnızca gözlerini gördüm. Her birine teşekkür gönderiyorum.
Her gün bir
doktorlar heyeti ziyaret ediyor. Anlık izlenen durum raporum ellerinde,
şikayetim olup olmadığını sorup ve tavsiyede bulunuyorlar.
Bol bol sıvı
tüketin, yemeği ihmal etmeyin. Hepsine minnettarım, sağ olsunlar...
(Taburcu
olurken genel durumumla ilgili uzun bir dosya veriliyor. İzleme notları altında,
18 gün boyunca hastalığımın evresi, doktorların heyetinin ayrıntılı raporları,
hangi ilaçlar kullanılmış vs...)
Günde 3 öğün
yemek bırakan, her gün temizliğe gelip odayı baştan aşağıya silen, çöpleri
boşaltan halimi hatırımı soran moral veren iyi insanlar sizleri de
unutmadım...
Hastane
yemekleri malum, porsiyonu az, tatsız- tuzsuz.
Başlarda
zorlanıyorum ama hiç aksatmadan yiyorum.
Çorba,
sebze, ya tavuk ya da et.
Ara
öğünlerde iki kez süt ve elma ya da yoğurt ve elma veriliyor...
Hareketsiz
sürekli yatmak zorunda kalan hasta için başka türlüsü mümkün değil, yemekler
böyle olmak zorunda.
Sindirim
sistemim hemen düzene giriyor.
Bundan
sonrası için bir hedef var önümde: Porsiyonları azalt; yağ, şeker, tahıl
dengesine dikkat et.
Başhekim
Prof. Dr. Nurettin Yiyit hasta ziyareti ve denetimde, bana da uğruyor. Halimi
hatırımı soruyor.
Üç
hastaneden sorumlu, "nasıl bir enerjidir" hocam diyorum. Hastaneyi ve
çalışmaları anlatıyor.
Görevlilere
danışıp onay aldıktan sonra, arkadaşlardan kuruyemiş istiyorum.
Bu koca
gövdeme biraz enerji verecek yiyeceklerden üç koca torba bırakıyorlar.
Her öğünden
sonra havlu kağıda, kurutulmuş incir, kayısı ve erikten birer adet; ceviz,
badem, fındık, antep fıstığından oluşan bir karma yapıyorum.
Ve ağır ağır
abartmadan her bir yiyeceğin hakkını vererek tüketiyorum...
"Başlarda
kritik durumdaydınız, yoğun bakıma alıp almama evresindeydik. Ama 2 gün daha
izlenmeye karar verildi, siz de toparlayınca vazgeçildi" sözlerini
hatırlıyorum.
Araf'ta
beklerken bilincim yerinde değil ama şimdi anlıyorum taşlar yerine
oturuyor...
14 gün sonra
balonlu oksijen maskesi çıkarılıyor, "iki buruna takılı olan oksijenle takip
edelim" diyor doktorlar...
"Hem yemek
yerken de daha rahat edersiniz."
ODADA
KISA YÜRÜYÜŞLER...
Kendimi çok
yormadan hareket etmemi istiyorlar.
Odada bir L
çiziyorum kendimce, gidiş geliş bir tur.
Ağır ağır
zorlamadan 5 turla başlayıp 15'e 20'ye çıkarıyorum.
Sonra
oksijen ölçeri parmağıma takıp ekrandan izliyorum.
Hareket
etmek değerleri de yükseltiyor.
İlk
geldiğimde 78'leri bile görmüştüm, şimdi olması gereken 93'lerde ve bazen daha
da yukarlarda.
Moralim
yükseliyor...
Son birkaç
gün sabah öğle ve akşama bölüp 25 tura çıkarıyorum yürüyüşleri...
Toplam
neredeyse 3 bine adıma yakın.
1.92 km'lik
bir mesafe kat etmişim...
Son iki
gündür burnuma takılı oksijen maskesini de çıkartıp izlemeye alınıyorum...
"Sizi
taburcu edebiliriz artık iyisiniz" diyorlar ama sonra bir gün daha beklemeye
karar veriliyor.
Ve 2 Mayıs
sabahı rutin kontrol ve ilaçlardan sonra taburcu haberi geliyor. Bir kan daha
alınıyor, son bir kontrol yapılacak.
Beni almaya
gelen kardeşime "bekleme, belki kalabilirim" diyorum.
BİN
HASTAYA BAKIYORUZ
TV'de
haberlerin başlamasını beklerken öğlen 12:00'de başhekim Prof. Yiyit odama
giriyor.
Kendisinin
tabip albay olduğunu da öğreniyorum.
Nasıl da
dikkatli ve titiz, penceredeki panjurun bir kenarı hafif eğilmiş.
Hemen
düzelttiriyor.
Gazetecilik
damarım tutuyor, uzun bir sohbet yapıyoruz.
"Burada
pandemiden tam 1000 hasta yatıyor" diyor.
Şaşırıyorum
"nasıl yani gerçekten mi?"
"Evet bin
hasta, hedefimiz onları bakım servisinde iyileştirmek. Yoğun bakımlarda özelden
ve diğer hastanelerden gelenler var çoğunlukla. Biz burada tedaviye
yoğunlaşıyoruz ve başarı oranımız çok iyi..."
Hastanenin
devasalığını hayal etmeye çalışıyorum...
Başhekim, bu
olağanüstü kurumun aksamadan yönetilmesini ve dijital sistemin verimliliğini
anlatıyor.
Başhekim
sahadaki çalışmanın önemine vurgu yapıyor. "TV'lerdeki tartışma programlarına
hep akademisyenler çıkıyor. Tamam, veriler, anketler şu, bu ama sahadaki emeği
de görsünler" diyor.
Ve son
olarak nerede oturduğumu sorup, kısıtlamadan dolayı evime bir araçla
bırakılabileceğimi söylüyor.
GÜNLER
SONRA AÇIK HAVA...
Damar
yolumdaki iğne çıkarılıyor.
Bir doktor
gelip, belgeler imzalatıyor.
Bazı
evraklarla birlikte reçeteyi veriyor.
Nefes
egzersizini ihmal etmememi, iyi beslenmeyi ve bol sıvı almayı hatırlatıyor...
"Her şey
tamam, borcunuz yok" diyorlar...
Eşyalarımı
toparlayıp yürüyen sandalyeye oturuyorum...
18 gün sonra
odadan çıkmanın mutluluğu, uzun çok uzun bitmek bilmeyen koridorlarda
gidiyorum.
A, B, C
levhaları, idare, personel yazıları derken kendimi açık havada buluyorum...
Çöl sıcağı
gelmiş, güneş yakıyor, hastanenin aracına biniyorum...
Sesler,
yüzler, sokaklar, caddeler hepsini ilk kez görüyorum sanki...
Başımı cama
dayayıp bu toprakların yüzyıllardır en içten en güzel duası aklıma geliyor...
Bir şehit
ailesinin dilinde, afette, kazada, iyilikte dillenen cümlesi:
Allah,
devlete zeval vermesin...
(Sabah Pazar ekinin 23 Mayıs 2021 sayısında yayınlanmıştır.)