8 Haziran 2013 Cumartesi
Biz geldik...
"Teknolojiye düşkünler ve yeni olanın peşindeler. Mücadeleci değil esnekler, büyük davaların peşinden koşmuyorlar zevk almak daha önemli. Aileye değer veriyorlar, arkadaş fikirleri de öncelikli. Marka seviyorlar ve aferin bekliyorlar. Onlara "Y Kuşağı" deniyor. Türkiye nüfusunun yüzde 20'sini oluşturan bu kuşak esnek bir tanımla 1980'le 2000 yılları arasında doğan kuşağı kapsıyor."
Bu notları çok değil 3 ay önce bu köşede yazmıştım. Başlığını da "Y Kuşağı ne istiyor ne bekliyor" diye atmak da ilginç bir tesadüf olsa gerek...
Bir araştırma şirketinin yalnızca ekonomik veriler açısından incelediği Y Kuşağı'nın nüfusa oranı ezici bir üstünlük gösteriyor. Büyüyen, kalkınan, ekonomisi şahlanan Türkiye'nin genç ve dinamik nüfusu dünyaya ve özellikle Avrupa'ya karşı en büyük kozumuz ve sloganımız değil mi... Dolayısıyla geçmiş kuşaklardan farklı dinamiklerle yaşaması, etkisini iş gücünden tüketime kadar her alanda hissettirmesi de bu kuşağın önemini ve vazgeçilmezliğini kanıtlıyor.
Bugüne kadar daha doğrusu kentleşme ve endüstriyelleşme çağıyla birlikte kuşaklar 4'e ayrılıyor.
1925-1945 arasında doğanlara Sessiz ya da Savaş kuşağı deniyor.
1950'den sonrakiler Baby Boomers diye anılıyor. Doğum hızındaki büyük artış terimiyle anılan kuşak, dünyayı politik olarak alt üst edip etkileyen 68'lileri de kapsıyor.
X Kuşağı ise 68'lilerin çocukları... Ekonomik krizler ve işsizliğe tanık oldukları için kayıp kuşak da deniyor.
Ve bugün 20'li ve 30'lu yaşlardaki Y Kuşağı... En önemli özellikleri teknolojiyi çok iyi kullanmaları ve kendilerine olan güven olarak tanımlanıyor. Onlara Millennials kuşağı da deniyor.
(Daha fazla bilgi için o yazının linki http://fikreteser.blogspot.com/2013/03/y-kusag-ne-istiyor-ne-bekliyor.html)
Bu araştırmaya bakarak eğilimleri, davranışları, hisleri, hayata bakışlarıyla ekonomik anlamda çok şey ifade edebileceklerini ancak meselenin sosyolojik boyutunun da ıskalanmamasına dikkat çekmiştim...
Ve 31 Mayıs itibarıyla Gezi Parkı'nda simgeleşen mesele Türkiye'nin yeni bir evreye girdiğini gösteriyor...
Bütün ezberlerin bozulduğu, siyasetçisinden medyasına, akademisyeninden yorumcusuna, iş adamından emekçisine, kentlisinden köylüsüne, Batı'dan Doğu'ya herkesin ama herkesin meseleyi tam anlamıyla kavramakta zorluk çektiği aşikar...
Provokasyon, vandalizm, faiz lobisi, çıkar çevreleri, dış el parmağı, örgütler yok mu var.
Ama bu ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırmak demek. Mesele çok daha derin ve bir o kadar da basit..
Artık eski soğuk savaş döneminin koşulları yok...
Dünyaya açık, eğitimli, daha 15 yaşında birçok ülke görmüş, 2.3 milyar insanın birbirine internetle bağlı bir dönemin çocukları onlar...
Anne ve babalarından daha çok şey biliyorlar...
Mücadeleci değiller saptamasını da yerle bir etmiş durumdalar...
Ta 30'lı yıllardan bu yana her daim şiddetle bastırılmış kuşaklarla buraya kadar geldik. Ya polis ya da asker üstlerine çullandı hak arama mücadelesinin...
Taksim Meydanı'na asılı sloganların ve örgüt bayrakları altındaki cılız seslere bakarak bir yere varılamaz.
Biraz ilerleyip Gezi Parkı'na girin ve orada başka bir hayat göreceksiniz. Kendinizi Jules Verne'nin Denizler Altında Yirmi Bin Fersah romanında gibi hissedeceksiniz..
Komik, eğlenceli, gülümseyen, sohbet eden, üreten, çevreye duyarlı, özgürlük isteyen, halaylar çeken, şarkılar söyleyen, yardımlaşan, yeni dostluklar kuran her türden her düşünceden gençler göreceksiniz.
Yeni Şafak gazetesi yazarı Murat Menteş'in "1980 ile 2013 yılı arasında 33 sene değil, 400 sene geçtiğini, devrin değiştiğinin fark edilemediği" saptamasını bir düşünün derim...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder