Sayfalar

30 Ekim 2013 Çarşamba

Bu adamlar çoğaldıkça 'oyun' daha güzelleşir


İyi, dayanıklı ve kaliteli bir ürün için "Ne de olsa Alman" deriz. Bu konudaki ünlerini boşuna almamışlar. İki büyük dünya savaşında en büyük yıkımı yaşadıktan sonra böylesine ayağa kalkmak yalnızca onların altından kalkacağı bir iş. (Japonlar'ın da hakkını yememek lazım)
Geçen salı akşamı Londra'daki Şampiyonlar Ligi maçını izlerken bunlar geçti aklımdan. Arsenal ve Dortmund maçı bizim için Mesut Özil ve Nuri Şahin'i de seyredip gururlanma vesilesiydi. Ama cezalı olduğu için tribünde oturan bir adam vardı: Jürgen Klopp
O da bir Alman... Sarışın ve mavi gözleriyle ünü dünyaya yayılmış Alman kurt köpeklerine benziyor. Hırslı, mücadeleci ve tuttuğunu koparacak cinsten. Ama bir yandan da romantik ve duygusal biri... Peki ya insanlığı. İşte onu birçok meslektaşından ayıran şey de bu yanı. Çok mütavazı, özür dilemeyi bildiği kadar kendini de acımasızca eleştirmekten çekinmiyor.
Batmış bir kulübü önce Alman Ligi Bundesliga'nın şampiyonluğuna oradan da Şampiyonlar Ligi finaline taşıdı. Geçen yıl kaybetseler de herkesin gönlündeki şampiyon onlardı. Kaybettikleri de Bayern Mühih'ti. Yani başka bir Alman takımı...
Jürgen Klopp, bizim gibilerin yeni idolü.
Biz kim miyiz. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında bizim gibiler şöyle tarif ediyor:
"Tüm Uruguaylılar gibi ben de futbolcu olmak istedim. Doğrusu çok da güzel oynuyordum, hatta harikaydım bile denebilir; ama yalnızca geceleri rüyamda. Gündüzleri, ülkemin sahalarındaki çarpık bacaklı oyunculardan en kötüsü bendim. Taraftar olarak da pek iyi sayılmazdım. Yıllar geçti ve kimliğimi kabullenmek zorunda kaldım: Ben basit bir 'iyi futbol dilencisiyim'. Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum: "Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen!" Güzel bir oyun gördüğüm zaman da bunu sağlayanın hangi takım ya da hangi ülke olduğuna bakmaksızın bu mucize için şükranlarımı sunuyorum."
Türkiye'de futbol deyince, birbirlerine hakaret eden, spor sayfalarında, televizyonlarda fanatik gözlükleriyle yorumlar yapan, seyirciyi tahrik edip, sonra bir şey olmamış gibi yapan, dünyada olan bitenden habersiz, başka bir gezegenin insanı gibi yaşayanların yarattığı seviyesizlik gelip içime oturuyor.
İşte bu yüzden Klopp, son yıllardaki yaşadıklarımıza ilaç gibi geldi.
Klopp futbolculuk, spor yorumculuğu ve hocalık kariyerlerini iki şey üstüne kurmuş:
Öğrenmek ve öğretmek.
O da Galeano gibi güzel futbol istiyor ve oyuncularına bunu tavsiye ediyor.
2009'daki bir söyleşisinde, hata yapan bir oyuncusuna müteşekkir olduğunu söylüyor; zira bu hatanın üzerinde durarak bir meselenin altını çizebiliyor, bir ayrıntıyı anlatmak için fırsat buluyormuş. 'Öğrenmenin yolu budur' diyor.
Hani bizdeki gibi oyuncularını bir fırçaladı bir bağırdı ki soyunma odası çınladı haberlerine benzemiyor değil mi?
Frankfurt Üniversitesi'nden spor bilimi diploması olan bir adama da bu yakışır herhalde...
Hayata espriyle yaklaşıyor...
2-1 kazandıkları Arsenal maçından sonra İngilizler'in hocası Wenger'in doğum günü olduğunu sorulunca söylediklerine bakar mısınız: Maç oynandığı aylarda doğulur mu. En iyisi Temmuz'dur...

Bayramlarda aslında neyi özlüyoruz...


Yarın arife, salı bayram...
Büyük bir ihtimalle "ah o eski bayramlar nerede" diyenlerin sesi ortalıkta sıkça dolanacaktır.
Sokakta, televizyonda, bir dost meclisinde ya da yanıbaşınızda annenizden, babanızdan, büyük akrabalarınızdan duyabilirsiniz...
Sonra serzenişin ardından kısa bir iç çekiş eşlik ederdi "ahlar vahlar" arasında...
Acayip sıkılırdım "eyvah gene başladı" diye kendimi yakaladığım çok olmuştur.
Ne yani bayram bayramdır, adetler de sürüp gidiyordu işte...
Ancak hayat size bunun böyle olmadığını öyle güzel öğretiyor ki...
Dönüp geriye baktığınızda acayip geliyor.
Ve tuhaf bir şekilde kaçınılmaz olarak kendinizden küçüklerle konuşurken buna benzer şeyler söylüyorsunuz.
O zaman anlıyorsunuz ki, böyle böyle adam olunuyormuş.
Ramazan ve ardından Kurban Bayramı biz çocuklar için öncelikle okuldan stresten uzak kalmaktı öncelikle.
Sonra da harçlıktı. Bazen öyle para toplardık ki büyüklerin bile iştahını çekerdi.
Ama asla ve katiyen koklatmazdık önemli durumlar dışında...
Orta halli evlerimizde bazen masraflar çoğaldığı zaman borç bile verirdik büyüklerimize...
Sonra fazlasıyla tahsil ederdik tabii ki...
Ama en çok da evlerimizden sokaklara oradan ülkenin tamına yayılan hoşgörü ve mutluluk sarıverirdi her yanı.
Şöyle bir etrafınıza bakın, bir yerden bir yere koşuşturan hayatı farkında olmadan yaşayan milyonlarca insan göreceksiniz.
Farkında mısınız bilmem ama, gitgide daha hoşgörüsüz, öfkeli ve saygısız oluyoruz.
Bayram tüm bunları görebilmek için bir vesile olsun istiyorum.
Konuşulanlar lafta kalmasın hayatımızın bir parçası olsun...
Bu topraklarda biriktirdiğimiz değerler, gelenekler modern dünyaya ayak uydurmada engel değil ki...
Niye hep bunun arkasına sığınıp sizi siz yapan değerlere sırt çeviriyoruz ki.
Bugün en çok neyi özlüyorsunuz derseniz en çok bu ortamı derim.
Tarif edilmez, engin bir şeydi o hoşgörü...
Baki'nin sözleri ne güzeldir:
"âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal.
bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş."

(Karikatür: Latif Demirci)

Korkularımızla yüzleşmek...


İnsanoğlunun ahlak, erdem, adalet gibi yüce duyguları evrenselleştirmesi kolay olmamıştır.
Çünkü ilk ve en büyük kavga insanın kendisiyle olan kavgasıdır.
Üç tanrılı dinlerde, Budizm öğretilerinde bu konular özellikle ayrıntılı olarak vurgulanmıştır...
İslamiyet bunu nefis terbiyesi olarak özellikle belirtmiştir.
İsra Süresi 14. ayetinde; "Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter" denmiştir. (Diyanet Vakfı Çevirisi)
Çünkü bu yolda doğru ve düzgün yaşayan, davranan insanların oluşturduğu toplumlar her zaman örnek gösterilmiştir.
Bu uğurda büyük çatışmalar, kavgalar verilmiştir ki tarih nice örnekleriyle doludur...
Peki ya korkularımız...
İnsanoğlunun ve dolayısıyla toplumların en büyük hasletlerinden biri de korkularıdır.
Korkular yaradılıştan da olabilir, toplumdaki durumlardan da kaynaklanabilir.
YÜZLEŞME ZAMANI
Kurtulmanın yegane ve biricik yolu "yüzleşmektir."
Yani dönüp bu durumu ortaya çıkan nedenlerle hesaplaşmak gerekir.
Ne kadar gecikilirse içten içe sanki bir yara varmış gibi bir yerlerinizde sızlar durur.
Tıp diliyle söylersek, yarayı kesip atmanız gerekir yoksa kangren olur ve ölümcül hale gelebilir.
Bir insan, bir aile, bir mahalle, bir köy, bir kent ve nihayet bir devlet; en alttan en büyüğüne giden halkalar birbiriyle etkileşim halindedir.
Kültürler, değerler, dinler, diller, ırklar hepsi birarada yaşar.
Ancak biri diğerine baskın olduğunda korkular da başlar, o zaman da sorunlar başlar.
GEÇİŞ SÜRECİ
Türkiye, uzun süredir sancılı bir geçiş süreci yaşıyor.
Başta devlet olmak üzere kurumlar, kültürler, bireyler hepsi bir hesaplaşma içinde.
Yeni bir oluşumun eşiğindeyiz.
Bir zamanlar bırakın anlamayı, aklımızdan bile geçirmek istemediğimiz her şeyle yüzleşmeye başladık.
Bunca yıl ihmal ettiğimiz, yanıbaşımızda içiçe yaşadığımız kültürleri, insanları tanımaya anlamaya başlıyoruz.
Geçmişteki hataları, acıları tamir etmenin zamanıdır artık...
Mızrağın çuvala sığmadığı günler gelmiştir.
Ancak çözüm, diğerini ezmeden, hor görmeden yapılmalıdır.
Bu topraklarda nice kanlı, zor dönemler yaşandı, ders alıp bugünü de feda etmemeliyiz.
Anlayış, sabır, tevazu rehberimiz olmalıdır...
Gerçek demokrasi yolunda herkese büyük işler düşüyor.
En başta korkularımızla yüzleşeceğiz.
Önce bireyler sonra toplum, daha sonra da devlet...
Bize gereken, adalet, vicdan ve ahlaktır.

16 Ekim 2013 Çarşamba

Doğu'dan Uzakta...


İnsanoğlu'nun en kadim toprakları yine kan revan içinde...
Semavi dinlerin yeşerdiği, Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların kutsal mabetlerinin mekanı Ortadoğu, milyarlarca insanın manevi iklimini şekillendirdi. Peki bu acımasızlığı, zalimliği, ceberrutluğu nasıl tarif edeceğiz. Bu topraklarda kan hiç dinmedi "böyle geldi böyle gidecek" demek yeterli mi?
Tarihe bakıp istatistiklere sığınmak mümkün ama yüzlerce cesedin yan yana sıralandığı fotoğraflarla yüz yüze gelince ne yapacağız.
Üç din de "öldürme, zalim olma, haksızlık yapma, yoksa hesap sorulur" diye emrederken böyle bir şey nasıl yaşanır...
Hepsinden acısı ve yaralayıcı olan Müslümanlar'ın Müslümanlar'a zülm etmesi, gözünü kırpmadan topla, tüfekle yetinmeden toplu katliamlara yol açacak şekilde kimyasalla öldürmesi, yok etmesi...
"Bir kişiyi nedensiz öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibi olur" ayetini nasıl anlayıp nasıl yorumladılar acaba...
Petrol, güç, strateji, politik dengeler şu bu...
Her şey bu kadar basit mi... Olmaz olmamalı...
Ya dünyanın bugüne kadar neredeyse sessiz kalması. Artık vahşetin boyutu saklanamayacak hale gelip toplu bir katliama dönüşünce çıkan cılız sesler...

Bir süre önce okuduğum Amin Maalouf'un son romanı Doğu'dan Uzakta son günlerde yaşananların perde arkası gibiydi... Doğu'nun en güzel masallarını Semerkand, Afrikalı Leo, Tanios Kayası, Doğu'nun Limanları kitaplarında anlatan Lübnanlı yazar Maalouf bu kez kaderin ve tarihin acımasızlığında terk ettikleri yurtlarına dönen bir grup arkadaşın hikâyesini anlatıyor.
1970'lerde gençliklerinin en güzel dönemlerinden sonra, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılan ve yıllar sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi için tekrar ülkelerine dönen bir grup arkadaş...
Aralarında her dinden ve ırktan insan var...
Müslümanlığın ve Hıristiyanlığın değişik mezheplerine ait olanlar, Yahudiler, ateistler bile bulunuyor...
Sonra o güzelim vazo kırılıyor...
Maalouf, Lübnan İç Savaşı'nın getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu coğrafyasının kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlarına dair önemli gözlemler ve çarpıcı mesajlar veriyor.
Maalouf, Radikal gazetesindeki röportajında kitabın kahramanı Adam'ın (Adem) isyanının aslında kendi isyanı olduğunu itiraf etmiş. Maalouf, farklı mezheplerden gelerek dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan arkadaşlarının gözünden, Ortadoğu'nun geçmişini ve geleceğini eleştiriyor. Bunu yaparken yaşanan olayların, o topraklar üzerinde yaşayan insanlar üzerindeki etkilerini açıkça gözler önüne seriyor.

Eylül'dür bu gelen...


Mevsimlerin adı ne güzel ve anlamlıdır.
Yaz gelmeden ilkbahar, biterken de sonbahar...
Yaz birdenbire gelir, hayatın koşuşturması arasında tatil planları, izin derken daha da yorulursunuz...
Günler uzamış, güneş daha bir ısıtmaya başlamıştır...
Artık tatil zamanıdır...
Hayatın koşuşturması arasında kış boyu yapılan planları uygulamak için zaman gelmiştir.
Gidilecek ne çok yer, güzergah vardır.
Eğer ki istediklerinizin yarısını yapabildiyseniz şanslısınızdır.
Rezervasyonda, ulaşım araçlarında aksaklıklar derken kendinizi bir yere attınız...
Bir bakmışsınız yıl boyu yaşadığınız trafik, kalabalık, sizinle tatil yörelerine akmış...
Giderken neyse de dönüş de bir felakettir...
kızarsınız ama döner dönmez de bir tatil programı daha yaparsınız.
Tabi işin esprisi bir yana tatil bir başkadır.
Sıkıntılar bile keyifli gelir insana...
Doğa ilkbaharla başlayan canlılığını ve cömertliğini yaz boyunca da sürdürür.
Meyvesi, sebzesi ile hem gözler hem de gönüller doyar...
Sonra yavaş yavaş gündüzler kısalır birdenbire akşam erken inmeye başlar.
Artık sabahları ürpermeye başladıysanız, ya da geceleri...
Yatarken de camı kapatmaya başladıysanız tamamdır artık.
Sonbahar'dır ve aylardan Eylül'dür...
Hüzün ayı diye de anılır...
Şairler, özellikle sonbahar üstünden anlatırlar ayrılıkları...
Belki de biten bir yılın habercisi olduğu için iç burkan bir yanı vardır.
Doğa da bu tabloyu tamamlamak için yapraklarını döker, yeşil sarıya döner.
Birdenbire güneş çekilir, bulutlar ortaya çıkar.
Yağmur öyle başka yağar ki ıslanmak çoğu zaman umurunuzda bile olmaz...
Tatil yörelerinde de el ayak çekilmiştir. Deniz sakindir ve güneş yakmaz tatlı tatlı ısıtır...
Eylül'ün sebzesi ve meyvesini de unutmadım tabi ki...
Eylül, köprüden önceki son çıkış gibi kış bastırmadan toparlanıp güç kazanmadır biraz da...
Bence en güzel ay sonbahardır...

Kurumlar, kişiler, ilkeler, gelenekler...


Biz bize benzeriz...
Geleneklerden söz ediyorsak eğer tadından yenmez ve mutluluk vericidir.
Kökleri yüzyıllar ötesine dayanan medeniyetlerimiz var ve onun etrafında üstüne koya koya kuşaklar boyu oluşturduğumuz düzenlerimiz var.
Bu her toplum için farklı biçimlerde ve düzenlerde tanımlanır. Daha da altında yemek zevkimizden sofra adabına, insani ilişkilerimizden aile düzenlerimize birçok yapı vardır.
Sonra bir toplumu belirleyen vatan, din, toprak, aidiyet diyerek uzar gider...
Birey bu hiyerarşik düzenin başlangıcıdır ve temel taşıdır.
Zaman içinde ilkeler belirlenmiştir ve nihayetinde kurumlar oluşmuştur.
Ancak insanoğlu bugünkü duruma gelirken her yenilikte gelenekler ve ilkeler çatışmıştır.
Bu doğaldır ve olmasa gerekendir...
Eskiden kovboy filminden aşk filmine, aksiyondan maceraya her şeyin gösterildiği sabah girilip akşam çıkılan sinemalar döneminde afişte şöyle yazarmış:
32 tekmili birden
Lafı nereye getireceğimi anlamışsınızdır...
Galatasaray Teknik Direktörü Fatih Terim'in görevden alınmasıyla başlayan tartışmalar deminden beri söz ettiğim durumların hepsini birden içeriyor.
Galatasaray ve Terim örneğinden yola çıkarak bunu Türkiye'nin birçok kurum ve kişilerine uyarlayabiliriz.
Geçen salı akşamından beri tartışılan görevden alma, kurum saygınlığı, ilkeler vs konusunda belli ki daha almamız gereken çok yol var.
Bu mesele hala 25 yıl önce yanlış verilen bir korner kararını dün olmuş gibi tartışan spor basını ve etrafında kümelenen sözde yorumcularla çözülemez.
Bugün Türkiye'nin gelmiş geçmiş en başarılı futbol hocası Terim'in hem de Divan üyesi olduğu takımında başına geliyor.
Üstelik bu isim Avrupa'dan Türkiye'ye getirilen tek kupanın da sahibi. Ancak onun da zaafları var. "Her şeyi ben bilirim, kimseyi işime karıştırmam" diyor.
Kendi ilkelerini dayatıyor ve taraftara oynuyor...
Öte yanda gelenekleri, kökleri Osmanlı'ya dayanan bir eğitim kurumuna yaslanan 108 yıllık bir camia var.
Başında da bu okuldan mezun hayatını Batı'da geçirmiş, dünya zenginler listesinde kendine yer alan sürekli kurumsallaşma ve ekonomik değerlerden söz eden biri var.
Ve son iki yılın şampiyonu, rakipleri binbir sorunla uğraşırken ayağına kurşun sıkıyor...
Basın üzerinden konuşup kendilerini var eden, yaptıkları işi anlamlandıran kurumu hiçe sayarak ego savaşına giriyorlar...
Ve dillerinden gelenek, etik, ilkeler, kurum, değerler, saygı düşmüyor...
İyi de tüm bunlar birbirinden bağımsız değil ki. Her biri birbirini var eden tamamlayan şeyler...

15 Ekim 2013 Salı

Yeşilin dönüşü ve bayram...



Bir ülkenin gelişmişliği yalnızca kişi başına düşen dolar seviyesinin yüksekliği, sağlık, eğitim, bina, yol, ulaşım, kültür kadar halkına sunduğu yeşil alanla da ölçülüyor.
Türkiye aslında hiçbir şey yapmazsa da bu konuda çok şanslı bir ülke, doğa o kadar cömert ki bunca yıldır plansız yapılaşmanın hoyratlığı bile yeşili bitiremedi.
Artık insanoğlu küresel ısınmayla birlikte yeni bir evreye girdi. Ya hayat giderek bir cehenneme dönecek ya da dünyamızı kurataracağız. Başka bir yolu yok...
Çevre duyarlılığı son yılllarda Türkiye'de de büyük artış gösterdi. Artık insanlar evinin önündeki bir ağaç için bile mücadele ediyor.
Artık siyasetçi oy isterken yeşili gözetecek, doğaya saygılı projeleri gözardı edemeyecek...
ÖNCE İSTANBUL
Yüzyıllardır doğayla içiçe uyumla yaşanan bu topraklar modern kentler kurarken yeşili de kucaklamak zorunda...
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, kentin tam ortasında bir milyon metrekarelik bir park yapmak için harekete geçti. At yarışlarının yapıldığı ünlü Veliefendi Hidopromu'nunda bulunduğu bu devasa alan için özel sektörün elindeki yerler de kamulaştırıldı. Zeytinburnu'ndaki Çırpıcı Çayırı bir süre sonra sonra milyonlarca insanın mutlulukla nefes alacağı bir yer olacak.
Ha keza, Kadıköy bölgesinde AVM yapılmak istenen Kuşdili Çayırı'nda halkın isteği doğrultusunda imar planı iptal edildi. Burası da park haline gelecek.
Sonra Haliç çevresindeki Alibeyköy ve Anadolu Yakası'ndaki Elmalı Barajı havzası çevresindeki yeşil alanlar New York'taki Central Park gibi büyük park, dinlenme, gezi ve etkinlikler için ayrıldı.
ŞİMDİ DE YALOVA
Ekin manşetinde ve yan sütunlarda okuyacağınız gibi Yalova'da büyük bir projenin temelini atmak için kolları sıvadı. Belediye Başkanı Yakup Koçal, kent merkezindeki 700 dönüm gibi büyük bir alanı Central park için ayrıldığını açıkladı. Yürüme, gezi, bisiklet alanlarının bulunacağı park, bölgeye büyük bir hizmet ve örnek olacak.
Bir zamanlar İstanbul'un ilçesi olan Yalova sayfiye merkeziydi. Sonraki yıllarda büyüdü ve artık Marmara Bölgesi'nde önemli bir geçiş noktası oldu. Ve karşılığında da il oldu.
Kent bir yandan büyürken bir yandan da denizle olan yakınlığına yeşilin de eklenmesi çok anlamlı bir buluşma olacak.
Türkiye'nin bir ucundan bir ucuna klasik deyişle söylersek; Edirne'den Kars'a, Samsun'dan Mersin'e, İzmir'den Hakkari'ye her yerde yeşil çoğalsın. Çoğalsın ki çocuklarımıza suları temiz, denizi berrak, ormanı gür bir ülke bırakalım.
Bayramın güzelliği gibi bu haberlerin çok olması dileğiyle geçmiş Ramazan Bayramı'nızı kutluyorum.
Sağlık ve mutlulukla daha nice bayramlara...

Bir ibret vesikası: Balkan Savaşı



Matematik doçenti bir arkadaşım "Son yıllarda herkes Tarih bölümüne kayıt yapıyor biraz da fen bilimlerine gelseler" diye yakınmıştı. Resmi tarihle geçirdiğimiz uzun yıllardan sonra geçmişin her yönüyle tartışılması, bugünü de anlamamızı sağlıyor.
Ne olursa olsun en kötüsü bile olsa yalandan çarpıtmadan iyidir, sağlıklıdır.
Bu konuda en büyük pay hiç tartışmasız İlber Ortaylı hocaya ait. Konulara ve birçok dile hakimiyeti, sohbet tadındaki dersleri, kitapları akademik çevreden çıkıp gazete ve televizyonlarla geniş kitlelere ulaşınca tarih, sevilen, özenilen bir hale büründü.
Birbiri ardına çıkan dergiler ki NTV Tarih, Atlas Tarih ve yıllardır yoluna devam Toplumsal Tarih'e de çok şey borçluyuz. Üstü örtülen, tabu kabul edilen, halının altına süpürülmüş onlarca konuyu gün ışığına çıkarılmasına yardımcı oldular.
Elveda Rumeli kitabı tarih konusunda Türkiye'nin önünü açan önemli isimlerinden gazeteci büyüğümüz Taha Akyol'a ait. Balkan Savaşları'nın 100. yıldönümü için hazırladığı belgeselin kitabı öğretici ve daha da önemlisi bugünlere ışık tutan ibret verici bir vesika değerinde... Tarihin bir bölümünü cımbızlayıp çıkarmadan, ideolojik saptırmalar yapmadan, dönemin tüm şartlarını bütünüyle ele alarak mukayeseli olarak değerlendirilmesi herkesin harcı değil. Birikim, çok çalışma, emek, sabır ve her şeyden önemlisi vicdanlı bir objektiflik istiyor. İlber Hoca bu konuda Türkiye'deki en değerli isim... (Hocaların hocası tarihçilerin kutbu denen Prof. Halil İnalcık'ı da anmamak olmaz.)
Taha Akyol da tarafları kendi içinde yorum katmadan müdahale etmeden değerlendiriyor, belgeleriyle, uzman görüşleriyle destekliyor. Kaynakçaya bakıldığında titiz bir inceleme yapıldığı anlaşılıyor. Okuyucuya ya da izleyiciye deniyor ki, işte olaylar, bu da nedenleri...
Böylece bir roman ya da film gibi siz de birlikte düşünmeye, tartışmaya başlıyorsunuz.
Akyol araya girip yorum yaptığı zaman da özellikle insani durumlara atıf yaparak objektiflikten ayrılmıyor.
"Ayın kaçı. Bugün ne? Bilmiyorum. Benimle beraber kimse bilmiyor. Ne felaket Yarabbi! Ricatın inhidamın (çöküş) en çirkinini gördüm. Bugün burada Köprülü'nün önündeyiz. İkinci fırka kaçtı. Yalnız biz, nizamiye fırkası kaldık. Birden ricat emri verildi. Hep kendimizi galip sanıyorduk. Meğer müthiş surette mağlup imişiz. Toplar filan hep kaçtı. En nihayetinde bizim tabur kalmıştı. Biz de çekildik. Bütün gece, tam on iki saat yürüyerek sabaha karşı Kiliseli'ye geldik. Yolda uzun bir muhacir kafilesine tesadüf ettik. Oh, ne felaket! Kadın çoluk çocuk tam beş bin ev imiş." (15 Teşrinievvel 1328)

Ünlü edebiyatçı Ömer Seyfettin bir subay olarak katıldığı 1. Balkan Savaşı boyunca tuttuğu günlüğüne attığı tarih, miladi takvime göre 28 Ekim 1912'ye denk geliyor. Yani savaşın patlak verdiği 8 Ekim'den tam 20 gün sonrasına... Osmanlı İmparatorluğu'nun uğradığı en büyük felaketi teğmen olarak cephede yaşayan Ömer Seyfettin tarihe şunları da not düşmüş: "En büyük intizamsızlık, açlık, perişanlık içinde ricat ediyoruz. Artık Rumeli gitti muhakkak."
Ömer Seyfettin'in 100 yıl önce yaptığı tespiti bıraktığı yerden alan Taha Akyol, savaşın nedenlerini sorguluyor. Birinci Dünya Savaşı'nın provası, giriş bölümü olarak değerlendirilen Balkan Savaşı'nın ilk kıvılcımını bir yüzyıl daha geriye Rus Harbi'ne götürüyor.
Her şeyin 1877- 1878'deki Rus Harbi sonrası Kırım'dan Kafkas halklarının başta Çerkesler olmak üzere tehciri ve göçüyle başladığına dikkat çekiyor... O günden bugüne Anadolu'ya göçlerin bir daha durmadığını 20 yıl öncesine kadar sürdüğü bir gerçek. 1990'lı yıllarda Bulgaristan'dan sürülen tehcire zorlanan Türkler'in büyük dalgalar halinde Kapıkule'den girişleri hala anılarımızda duruyor. Güneydoğu'da Birinci Körfez Savaşı'nda Saddam'dan kaçan Kürtler'in de sığındığı topraklar yine Anadolu olmuştu.
Balkan Savaşları birçok ilkin de yaşanmasına neden oldu. O güne kadar yalnızca cephelerde ordular arasında yapılan savaşın nitelik değiştirmesiydi en korkunç olanı... Hepsinden önemlisi sivillerin yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden vahşice yok edilmeye çalışılması, katliamlar, sürgünler, tehcirler bu coğrafyanın görmediği şeylerdi. Hepsi art arda yaşanan Balkan Savaşları'yla oldu ve bir daha huzur gelmedi.
Taha Akyol'un tespiti de o geri gelinmez noktayı acı bir şekilde vurguluyor: "11 milyon km karelik Osmanlı imparatorluk coğrafyasının iki yüzyıl içinde Kafkasya'dan Kırım'dan, Tuna ve Balkanlar'dan 777 bin km kareye çekilmesi sadece toprak kaybı değildir. Asıl feci olan insani tarafıdır; katliamlardır, tehcir ve göçlerdir, savaşlarda nesillerin kırılmasıdır."
Tabi esir düşen askerlerin dramını, çektiği işkenceleri de atlamamak gerekir. Örneğin Edirne teslim edildiğinde anlaşmalara rağmen günlerce aç susuz bırakılan onlarca asker ağaçları kemirerek can vemiştir.
Kitapta sivilller ve askerlerin başına gelenler savaşı izleyen yabancı gazetecilerin izlenimleriyle aktarılıyor. Bunlardan biri de o dönem gazeteci olan Bolşevik Devrimi'nin önemli isimlerinden Rus Leon Troçki...
Ulus devletlerin ortaya çıkışı, milliyetçiliğin doruk noktasına ulaştığı bir dönemden söz ediliyor. Artık Avrupa başka bir dönemeçtedir. Ve birçok etnik unsuru bünyesinde barındıran imparatorlukta her toplumun hukuku, eğitimi, dini yaşamı ve cemaat hayatı olduğu için Osmanlı olan biteni yalnızca izliyor. Dağlarda Bulgar, Rum, Sırp, Arnavut komitacıların yanısıra Osmanlı'nın da çeteleri yaşıyordu. Birbirine ardına açılan binlerce okulda öğretmenler de komitacılarla birlikte milliyetçiliği örgütlüyordu. Müslüman kesim yalnızca yönetim ve askeri düzende olduğu için ticari hayat gayrimüslümlerin elindeydi. Bu da silah ve örgütlenme anlamında önemli bir destekti.
Karşı hamle İttihat ve Terakki'nin isyancı Osmanlı subaylarının bastırmasıyla olur. Daha fazla özgürlük ve eşitlik için 1908'de zorla da olsa Meşrutiyet ilan edildi. Bütün cemaatler mutluydu, Osmanlı toprağı bayram yerine döndü. Ancak herkes daha fazla pay isteyince milliyetçilik kaldığı yerden çok ötesinde durdurulamaz biçimde patladı...


Artık su taşmış, savaş adım adım geliyordu. Rusya'nın desteği ve kontrolüyle Yunanlar, Bulgarlar, Sırplar ittifak yaptı. Karadağ da onlara katıldı. Ve her cephede Osmanlı'ya karşı savaş başladı. İstanbul önlerine kadar gelen Çatalca'ya dayanan Bulgarlar'ı durduran yine milliyetçilik oldu. Osmanlı'yla savaşan Bulgar, Rum, Sırp ve Yunanlılar bu kez birbirlerine girdiler. Bulgarlar çekilince o zaman Albay olan İttihatçılar'ın önde gelen ismi Enver Bey'in gözükaralığı ve dayatmasıyla Edirne'ye kadar olan bölüm kurtarıldı.
Ancak masaya oturulduğunda 550 yıllık topraklar elden gitmiş, borçlu, yorgun ve milyonlarca göçmeniyle ne yapacağını bilmez bir imparatorluk vardı.
Kitabın en önemli bölümü ise payitahtın Osmanlı başkenti İstanbul'daki yönetimin ele alındığı başını İttihat ve Terakki'nin çektiği krizler...
Kendi içinde bölünen subay sınıfı, kayırmalarla rütbe almış ve en fecisi de siyasete bulaşmıştı. Artık suikastler düzenleyip hükümet deviriyordu. Meşrutiyet'in ilan edildiği 1908'le Balkan Savaşı'nın sona erdiği 1913 arasındaki 5 yıl 2 aylık sürede 10 hükümet değişmiş. Yalnızca bir yıl süren Balkan Savaşı'nda ise dört hükümet gitmiş gelmiş.
Ve tüm bunların sonucu olarak savaşın yaratığı şok yeni bir dalga yaratacaktır. Kadının öne çıktığı ağırlığını koyduğu, gençlerin kıpırdadığı bir değişim alttan alta dayatmaya başlar. Toplumsal hayat vatan tutkusu ve özlemiyle artık Osmanlıcılık, İslamiyet değil Türklük fikri öne çıkacaktır.
Kitapta, İttihatçılar'ın ağırlığını koyduğu dönemde Harbiye Nazırlığı'na yükselen Enver Paşa'nın onlarca hatasının yanında yaptığı en önemli işin de hakkı veriliyor...
Bozguna uğrayan, silahını bırakıp kaçan, şehirleri tek kurşun atmadan teslim eden orduyu tasviye eden Enver Paşa, yeni atamalarla Çanakkale'de tarih yazan Milli Mücadele'yi kazanan bir ekip yaratmıştır.
Taha Akyol kitabın sonuna belgesel için konuştuğu tarihçilerle (Prof. Şükrü Hanioğlu, Prof. Zafer Toprak, ABD'li Richard Hall ve Yunanlı araştırmacı Vasilis Nikolstos) yapılan söyleşilerin tam metnini koymuş. Uzmanların, belgesele serpiştirilen özet görüşlerinin çok iyi hazırlanmış sorulara verilen cevaplarını okumak iyi bir final olmuş...
Tarihe bugünden bakarak değerlendirmek zor "öyle olsaydı böyle olsaydı" deyip ahlanıp sızlanmaya da gerek yok. Yaşanmış ve bitmiş "önemli olan ders çıkarmak" gibi beylik bir cümleyi kursam faydası olur mu. Belli ki olmamış. Gözükara milliyetçilikle canı yananların dönüp Ermeniler'e yaptıkları, sonra Varlık Vergisi kanunuyla Museviler, 6- 7 Eylül olaylarıyla Rumlar hedeflenmiş. Sonra 1980'lerde Çorum, Kahramanmaraş, 1990'larda Sivas yaşanmış ve 2007'de Hrant Dink'in öldürülmesine kadar uzanmış. Yani o damar bir şekilde en ufacık kıvılcımla harekete geçiyor. Tuttuğu futbol takımlarına bile olmadık misyonlar yükleyip kahramanlık destanları yazanlar var... Şimdi önümüzde 30 yıldır canımızı acıtan Kürt meselesi duruyor. Son günlerdeki gelişmelere bakarak umutlu olmak için çok neden var. 50 bine yakın Türk ve Kürt can verdi ama hala mesele çözülmesin diye cenazeler üstünden konuşuluyor... Balkan Savaşı bu topraklara barışı getirmek için bir ibret vesikası gibi....O yüzden Elveda Rumeli'yi bir de bu gözle okuyun derim...
(Sabah Kitap Eki'nde yayınlanmıştır...)

Şiddet şiddeti doğuruyor...



Hoşgörülü olmakla övünen bir toplumun geldiği nokta çok manidar...
Bir zamanlar gazetelerin 3'üncü sayfalarında yer alan haberler oralara sığmıyor. Tahamülsüzlük, saldırganlık, şiddet ve öfke öyle bir hale geldi ki. Ölüm, cinayet haberleri artık daha geniş işlenmek zorunda kalıyor. Dereleri, denizleri, barajları yıkıp geçen bir sel gibi...
Ufak sıradan detayların bile büyük sorunlara dönüştüğüne tanık olmak, insanların bitmek bilmez bir kavganın içinde debelenmesi nasıl bir ruh halidir...
Bir gün içinde tanık olduklarımı düşünüyorum ertesi gün...
Büyük bir ana cadde. Trafik felç olmuş, akşam üstü saatleri sıcak da bunaltıyor. Bir taksi ve motosikletli kurye tartışıyor önce. Bizler de hemen yanıbaşında yaşa olarak yürüyoruz. El kol hareketleri, karşılıklı tehditleşmeler, öfkeli sözler derken taksici bir anda el frenini çekip duruyor. Arkada oturan müşterisi yaşlı kadın dehşetle bakıyor. İri yarı taksici, ufak tefek motosikletli gençle boğaz boğaza geliyor. Bir anda birbirlerine giren iki kişi yüksek tretuvardaki çimlerin üstüne devriliyor. Koşuşup zor ayırıyorlar... Taksici arabasına binip gidiyor. Kurye yere devrilmiş motosikletini kaldırıp bir şeyler söyleyip hereket ediyor.
Meraklı izleyiciler de yoluna devam ediyor. Belli ki kanıksanmış bir çoğu öyle bir göz atıp durmuyor bile...
Günün ilerleyen saatleri, 21.30 civarı nispeten boş sayılan bir belediye otobüsü... Dönecek dönemiyor, yolun iki tarafında araçlar park etmiş hele biri neredeyse yolun ortasına park etmiş. Ama Allah var dörtlüleri yakmış ne işe yarayacaksa artık! Kornalar, ileri al derken bir kadın koşa gelip arabayı olması gerektiği gibi park ediyor. Otobüs az ilerdeki durakta yolcu indiriyor.
Birden acı bir fren sesi ve çarpmayla herkes yerinden fırlıyor.
İçinde üç genç bulunan bir otomobil durağın içine dalıyor. Otobüsün arkasında dışarıya bakan görgü tanıkları "makas yapıyordu, duramadı otobüse çarpamamak için de durağa girdi" diyor.
Trafikte makas bayağıdır moda... Daha çok Bağdat Caddesi'ndeki lüks araçlar trafikte çapraz ve boş buldukları yerlere girerek ve sürekli şerit değiştirerek yarış yapıyor. İşte buna makas deniyor...
İşte tanık olduğumuz kaza buydu. Durakta o an kimse yoktu, yoksa o hızla kim varsa altına alıp büyük bir ihtimalle ölüme yol açacaktı.
Ya da son hızla otobüse arkadan çarpıp kendileri zarar görecekti...
Kimsenin kimseye tahamülü yok, kimse kimseyi dinlemiyor...
Ondan sonra yolda, işte, otobüste, maçta, evde her yerde kavga ve şiddet...
Bu böyle gitmez gitmemeli...

"Şimdi yeni şeyler söylemek lazım"

31 Mayıs'tan bu yana Türkiye'ye sarsan olayları konuşuyoruz Aslında birini halletmeden yeni bir durumla karşılaşıyoruz. Vakit kaybetmeden ringin karşılıklı köşelerindan yumruğunu sıkıp dişlerini sıkan öfkeli siyaset ve bu oluşuma körükle giden medya durumu iyiden iyiye içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Ancak hızla sakinleşip eski Soğuk savaş söylemlerini bir kenara bırakmamız gerekiyor.
Artık verilerle, somut elle tutulur bilgilerle konuşmanın, harekete geçmenin zamanıdır.
Bu topraklarda neler neler yaşandı. Ve bedeli de çok ama çok ağır ödendi
Geçen yazıda "yalnız ekonomiler değil insan da küreselleşiyor" diye bitirmiştik.
O küreselleşen kuşak bugün ekonomiden siyasete, değer yargılarından ülkeler arası ilişkilere kadar birçok konuda toplumların kaderini belirlemeye başladı.
Dünya Türkiye'deki hareketin ardından Brezilya'yı da dikkatle izliyor. Kendi ülkelerine de örnek teşkil edecek bir laboratuvar var önlerinde.
İki küçük bilgiyle ilerleyelim.
TÜİK'in verilerine göre Türkiye'de, 31 Aralık 2012 itibarıyla tam 37 milyon 719 bin 498 kişi henüz 30 yaşından gün almamıştı.
Bu 37.7 milyon insanın çok büyük bir bölümü tam rakamıyla 25 milyon 262 bin 731'i de 31 Aralık itibarıyla 19 yaşından gün almamış.
Yani henüz seçmen sıfatını kazanmamış.
Brezilya'ya gelirsek, son 10 yılda orta sınıfa 40 milyon kişi katıldı. Bunun da ezici bir bölümü gençler...
Yani o meşhur sık sık buraya misafir ettiğimiz "Y Kuşağı" denen büyük kalabalıklar...
Gezi Parkı meselesiyle daha çok gündeme gelen bu kuşakla hergün yeni şeyler öğreniyoruz.
Bu kuşağın yalnızca cep harçlığı 101 milyar lira gibi bir rakama ulaşıyor.
Aileleri tercih yaparken onlara soruyor.
Yani aile ekonomisini bu gençler yönlendiriyor.
Özgürlüklerine düşkün olmaları ve partilerin değil hareketlerin peşinden gitmeleri de olaya "dış mihrak" diye bakanların elini zayıflatıyor.
Ayrıca köklerine olan sadakatleri çok derin.
Küreselleşmeyle öğrendiklerini gelenekleriyle birleştirip mizah potasında karıştırıyorlar...
Yaratıcı ve girişimciler, doğru ve huzurlu bir yerde çalışırlarsa o şirketi uçuruyorlar...
Yani ne siyasi kavga ne yüksek maaş ne de rütbe peşindeler...
Özgür olmak, saygı görmek ve mutlu olmak istiyorlar...
Bu başka bir durum artık anlamak ve kulak vermek gerekiyor...
Geleceği onlar belirleyecek, dünya artık yepyeni bir yere doğru gidiyor...
Yüzyıllar ötesinden Mevlana'nın sözlerin kulak vermenin tam zamanı:

"Her gün bir yerden göçmek
ne iyi

Her gün bir yere
konmak ne güzel
bulanmadan, donmadan
akmak ne hoş

Dünle beraber
gitti cancağızım
ne kadar söz varsa
düne ait

Şimdi yeni şeyler
söylemek lazım"