Hikayeleri basit ama bir o kadar da karmaşıktır. Karakterleri de sıradandır. Derin diyaloglar, samimi, sağlam ilişkiler derken birden bire tempo hızlanır.
Vahşi hayvanların acımasızca iktidar savaşı verdiği bir belgesele dönüşüverir.
Güçlü olan ayakta kalacaktır. Ancak birden araya girer, itirazı vardır; "böyle gelmiş böyle gitmez" diye haykırır düzene.
O acımasız dünyanın içinden gelen biri olarak her zaman parayı ve iktidarı elinde tutanın kazandığını çok ama çok iyi bilir. Ama bazen pireler de filleri yutuverir.
Gizli servislerin soğuk savaş yıllarında yetişen John Le Carre geçen hafta vizyona giren İnsan Avı ile yine ortaya çıktı.
Soğuk Savaş'ın bitişiyle Demirperde de yıkılınca artık bitti gözüyle bakılan 83 yaşındaki Le Carre aradan geçen 25 yıla rağmen Anka Kuşu misali her kitabıyla küllerinden yeniden doğuyor...
Aslında kendini göstermek için bir şey yaptığı yok.
Reklamı, kalabalığı, gürültüyü sevmez. İngiltere'nin kırsalı Cornwall'daki yamaçta münzevi bir hayat yaşar.
Telefondan nefret eder, klavye kullanmaz, kitaplarını eliyle yazar.
Çok nadir röportaj verir, kitaplarından uyarlanan filmlerinin galasında bir iki görülmüşlüğü vardır.
Kendi deyişiyle bir şehirde en fazla üç gün geçirebilir.
Hayat felsefesini şöyle özetler: "Yazarım, yürürüm, yüzerim ve içerim."
Peki, 8 yıl önce yazdığı 2006'da yayımlanan "Aranan Adam" kitabından uyarlanan filmi niye bu kadar ilgi görüyor.
Çünkü günümüzün en acımasız oyuncusu terör vardır başrolde. Batı'nın 11 Eylül tramvasıyla yüzleşir. Müslüman bir Çeçen olan İsa'nın esrarengiz geçmişiyle bir Türk aile, idealist avukat, Rus mafyası, uluslararası para aklayıcıları, iflasın eşiğindeki bir İngiliz aile bankası ve tabii ki Alman, İngiliz ve Amerikan casusları ortaya çıkıverir.
Le Carre, 20'yi aşkın romanında olduğu gibi bu düğümü de ağır ağır çözerken sizi de beraberinde götürür.
Casusların dünyası çok farklıdır, öyle vurdulu kırdılı Hollywoodvari yapımlar ya da bizim dizilerdeki gibi silahlar ulu orta çekilmez.
Zekâ, sabır, ayrıntı, en küçük bir detay dahi gözden kaçırılmadan değerlendirilir...
Asıl adı David John Moore Cornwell olan John Le Carre daha 17 yaşında Bern Üniversitesi'nde öğrenciyken İngiliz Gizli Servisi'ne alındı.
O anı, "Bir partide ya da kilisede usulca yanına yaklaşırlar. Narin bir süreçtir, bir tesadüf, aşk gibi" diye anlatır.
Onu dünya çapında bir romancı olarak tanıtan Soğuktan Gelen Casus'u yazdığında Batı Almanya'nın başkenti Bonn'daki İngiliz elçiliğinde görevlidir. Kitabı yayımlamak için MI6'daki amirlerinden uzun bir süre onay bekler...
Tam da bu sırada gelmiş geçmiş en büyük çift taraflı ajan daha doğrusu o dünyanın jargonuyla söylersek Köstebek Harold Adrian Russell (Kim) Philby ortaya çıkar.
İngiliz Gizli Servisi MI6'nın iki numaralı adamı Philby aslında Sovyetler Birliği'nin gizli servisi KGB'nin adamıdır. Birinci adam olmak üzereyken Cambridge Beşlisi olarak da anılan Anthony Blunt, Guy Burgess ve Donald Maclean'la birlikte deşifre olur.
1960'ların başıdır, Philby Moskova'ya kaçar ve Le Carre dahil birçok ajanın adını açıklar.
Philby, Batı istihbaratına o kadar çok zarar vermiştir ki işinden ayrılmak zorunda kalan Le Carre, şaheser bir kitapla bu ihanetle hesaplaşır.
Bizdeki adıyla Köstebek ya da orjinal adıyla Tinker, Tailor, Soldier, Spy...
Unutulmaz George Smiley karakteriyle çifte ajanı ortayı çıkardı.
Bir Öğrenci Gibi romanında servisin başına geçen Smiley, Uzak Doğu'da bir operasyonu yönetti.
Sonra Smiley'in İnsanları kitabıyla da KGB'nin tepesindeki adam Karla'yı Berlin'de teslim aldı. Karla'yı beklerken bir Türk kahvesindeki diyaloglar ise unutulmazdır.
Küçük Trampetçi Kız da Avrupa'nın ortasında Filistinliler'in baskınını anlattı.
Son Casus'ta babasıyla hesaplaştı.
Rus Evi'nde meseleye bir de o taraftan baktı. (Kitap, Sean Connery ve Michelle Pfeiffer'in başrollerini paylaştığı bir filme çekildi)
Berlin Duvarı 1989'da yıkıldığında Le Carre ne yapacak diyenler, çok beklemedi. Yolun Sonu kitabıyla Smiley'e anılarını anlattırıp noktayı koydu.
Artık dünya değişmişti, Le Carre de yolunu çizdi.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla ortaya çıkan Rus, Osetya, Çeçenya, İnguş karmaşasına Bizim Oyun kitabıyla daldı. Hatta İstanbul üzerinden bile geçti.
Silah kaçakçıları ve uyuşturucu tacirlerini merkeze oturttuğu Gece Müdürü'nde eğlence ve hüzün, kötülük ve yüreklilik, aşk ve açgözlülük karşı karşıya geldi.
Panama Terzisi'yle Orta Amerika'ya uzandı. Politik oyunların bir terzihanenin kapılarından nasıl geçtiğini gösterdi. (Filminde başrollerinde Pierce Brosnan ve Jamie Lee Curtis oynadı.)
Single ve Oğlu'yla bir bankacılık serüveninin casusluk hikayesini dönüştüğünü gözler önüne serdi.
Bahçıvan'da yolu Afrika kıtasına düştü.
Birbiri ardına çıkan Sıkı Dostlar, Aranan Adam ve Gizemli Melodi'yle yolculuklar devam etti.
Son kitabı Hain'i bir süre önce Fransa'da bir öğrenci evinde okudum. Rus oligarklar ve İngiliz Gizli Servisi'nin adamları az ötemde İsviçre'de müthiş bir kovalamaca içindeydi.
Le Carre'yi terk edemezsiniz o sizi bir şekilde bulur...
Ancak üstadın uğramadığı bir Ortadoğu kaldı, halbuki İngilizler buraları çok iyi bilir...
Kürtler, Şiiler, IŞİD, Esad...
Yani malzeme çok, 83 yaşındaki Le Carre buradan çok ekmek yer...
Ahmet Ümit başta olmak üzere John Le Carre tutkunlarına sesleniyorum. Önce ustanın külliyatı yeniden yayınlansın sonra da buralara davet edip şöyle Boğaz'da rakı balık yedirelim artık o ne yapması gerektiğini anlar...
(SABAH Kitap ekinin Eylül 2014 sayısında yayınlanmıştır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder