Sayfalar

25 Kasım 2022 Cuma

Elveda Hıncal abi...


Türk basının duayenlerinden Hıncal Uluç, sinemadan spora, müzikten tiyatroya, seyahatten siyasete kaleme aldığı yazılarıyla öncü oldu. Anısına saygıyla...

Herkes tatile çıkarken o bayramda köşesini açık tutardı.
Her zamanki gibi yazacaktı.
Son yazılarının yer aldığı 24 Nisan 2022 Pazar günkü köşesinde meşhur Abbas'ına bilgi notu eklemişti:
Efendim Abbas, çok ama çok güzel bir şey için yolcu.. Ankara'ya gidiyorum.
Atatürk'ün en sevdiği opera Tosca, onun çok sevdiği ilk Türk sopranosu Semiha Berksoy anısına sahneleniyor.
Sahneye koyan da, Büyük Semiha'nın kızı Zeliha Berksoy!.
Mustafa Kemal'in en sevdiği opera aryası E Lucevan le Stelle bu operada..
Ve onu da dünya çapındaki tenorumuz Murat Karahan seslendirecek..
Tosca'ya, Ata'ma ve Semiha'ya gidiyorum, tabii Murat ve Zeliha'ya da..
Büyük ailemizin büyük kısmının yaşadığı yer Ankara ve pandemiden beri onları, oraları yeniden görmek de cabası..
Yani dostlar, haftaya dükkân kapalı.. Ben bayramları da çalışırım. İlk günü bilgisayarımın başındayım.
2 Mayıs Pazartesi.. İkinci gün, salı, kepenklerin açılması için..
Ama ben gene şimdiden, küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden öper, kutlu, mutlu, uğurlu, hayırlı, bol "Şeker"li bayramlar dilerim, tüm ülkeme ve tüm insanlarıma, dünyanın her neresinde iseler..
1 Mayıs Pazar günü gazeteye giderken 11.00 gibi Hıncal Abi aradı. "Düştüm Fikret, ambulans bekliyoruz. Yazımı yazamayacağım" dedi.
Kedilerine mama verirken halıya takılıp düşmüş, telefonu uzakta olduğu için kimseye haber verememiş. Yardımcısı Caner yerde bulmuş. 
Can yoldaşı ve asistanı Yasemin'in devreye girmesiyle hastane, ambulans ayarlanmış.
Başarılı geçen kalça kemiği ameliyatından sonra eve çıkarıldı. 
Rahatsız etmemek için aramıyor, mesaj atıyordum. "İyiyim, sağol" diyordu.
Ancak ayağa kalkması gerekiyordu, yürümesi gerekiyordu.
Geçen yıl sonu küçük kardeşi Kemal de düşmüş, aynı şekilde ameliyat olmuş, ancak kalkamadığı için hayatını kaybetmişti.
Bence kardeşinin vefatı, psikolojisini çok bozdu.
Ve Hıncal Abi sanki ölmeye yattı...
Zor adamdı Hıncal Abi, ama aklı, kalbi ve dili yakın olanlardandı. 
İnandığı şeyi eğip bükmeden doğrudan söylerdi, kavga ederdi.
Kimseye eyvallahı yoktu.
Sanatçısından sporcusuna, siyasetçisinden işadamına herkesle polemiğe girdi.
Sert eleştirileriyle kendisini mahkemeye veren Galatasaray'ın eski başkanı rahmetli Özhan Canaydın evinden çıkmazdı.
Dostluk başka, gazetecilik başkaydı onun için.
En çok da meslektaşlarını eleştirirdi, mesleğin tabiriyle hepimizi kılıçtan geçirirdi.
İyi gazeteciydi, mesleğe en alttan başlayıp yükselmişti. 
Dizgisinden matbaaya, haber toplamadan yazı işlerine her kademeyi bildiği için külyutmazdı.
Gazeteyi satır satır okur, küçücük bir haberdeki imla yanlışını, dil bozukluğunu, başlıktaki özensizliği yüzümüze vururdu. 
Bunu da öyle mesajla, telefonla gizli saklı yapmaz, köşesine taşırdı.
Yalnızca eleştirip bırakmaz, neyin nasıl yapılacağını gösterir, anlatır, yazardı...
Satır arasında kalmış bir insanı, bir hikâyeyi, olayı alır, günlerce işlerdi.
Bir çalışanda ışık görürse, teşvik eder, zorlar, tavsiyelerde bulunurdu.
Arardı, yüreklendirirdi.
Bugün basın dünyasındaki birçoğu ünlü olan isimlerin üstünde emeği vardı.
Şövalye ruhluydu, bazen istenmeden de olsa öyle yanlışlar olurdu ki, duyulsa işinizden olurdunuz belki de...
O zaman kimselere şikâyet etmez, editöre kısa bir notla "Çocuklar dikkat" derdi...
Yaşama tutkuyla bağlıydı, her anını değerlendirmeyi, şükretmeyi tavsiye ederdi.
Vatanını, insanını, ailesini, Atatürk'ü çok severdi.
Müzik, sinema, tiyatro, yeme-içme, doğa, seyahat, hayvan sevgisi olmazsa olmazıydı.
AKM açıldığında yaşadığı mutluluğu anlatamam.
Zaten yazdı, okudunuz...
Konserleri, filmleri, oyunları kaçırmazdı; ışıkçısından yönetmenine, sanatçısından orkestraya kadar anlatır, çoğunlukla övgüler yağdırır ya da sert eleştiriler yapardı.
Ya spora olan sevgisi, o bambaşkaydı. 
Biliyorum, futbol taraftarları çok sevmezdi, hatta onun gibi sözümü esirgemeyeyim, nefret ederdi. Ancak onunkiler gibi olimpiyat yazıları okudunuz mu; aklıma ilk gelenler atletizm, tenis, basketbol. Nice amatör sporlara sayfalar ayırırdı.
Onunla 20 yıllık anılarımız geliyor aklıma.
Odasında, yolda, asansörde, telefonda sohbetlerimiz.
Yazılarına bakıyorum.
Yıl 2007, İstanbul metrobüsle tanışıyor. 
Hıncal Abi, ilk duraktan binip birbuçuk saatlik yolculuk yapıp izlenimlerini yazıyor.
İstanbul'daki görkemli Çamlıca Kulesi açılıyor. 
Bakanla birlikte geziyor.
Sokaktaydı, halkın arasındaydı, Balmumcu'daki binadan dışarıya çıktı mı herkesle sohbet ederdi.
Köşedeki simitçiyle tatlı tatlı futbol atışması yapar, meşhur kahkahasını atıp dostlarıyla buluşmak için Ortaköy'deki mekâna giderdi.
Biliyorum, kızgın olanlar var, ardından öfkeli laflar eden, sosyal medyada yeri göğe katanlar...
Bir gazeteci Hıncal vardı, bir de insan Hıncal...
O kadar çok insana maddi ve manevi desteği oldu ki, kimse bilmez.
Okuttuğu çocuklar, yardım elini uzattığı niceleri...
Bu da burada dursun...
1 Kasım doğumlu Hıncal Abi'yi yine bir kasım günü toprağa veriyoruz.
Baki kalan bu kubbede hoş bir sada bıraktı.
Hoşça kal Hıncal Abi, giden dostlarının ardından yazdığın gibi, ışığın ve rahmetin bol olsun... 
(Sabah gazetesinin 23 Kasım 2022 sayısında yayınlanmıştır...)

9 Eylül 2022 Cuma

Altın çağın kraliçesinden bir klasik


Polisiyenin altın çağının en önemli kalemlerinden olan Dorothy L. Sayers'in ilk kitabı Bu Kimin Cesedi?, Sahi Kitap'tan çıktı. Çevirisini Sevin Okyay'ın yaptığı kitap günümüzde bir klasik olarak kabul ediliyor.

Polisiye kitapların Altın Çağı olarak adlandırılan dönemin kraliçelerinden biriyle daha tanışmak yılın sonuna doğru güzel bir sürpriz oldu.
Birleşik Krallık'ta, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından başlayan bu akımın kuşkusuz en meşhuru Agatha Christie'ydi...
Özel dedektifi Hercule Poirot, meraklı komşu Miss Marple, zeki polis Müfettiş Jaap'la dünyayı kasıp kavurdu.
Dorothy L. Sayers'in dedektifi ise bir aristokrattı: Lord Peter Wimsey.
Kare asın diğer isimleri Margery Allingham, Josephine Tey de yarattığı karakterlerle döneme damgasını vurmuştur.
"Katil kim" polisiyesi suç ve gizem üzerine kuruludur.
Katil ne kadar dikkat ederse etsin muhakkak bir açık verecektir.
İpucu şuralarda bir yerdedir.
Bakış açısı, dikkat, merak ve analitik düşünceyle yol alınmalıdır.
Olaylar akıl yürütmeyle ve zekice çözülmelidir.
Diyaloglardaki derin, entelektüel sohbetler, mizahın da katılmasıyla sıradan günlük bir işi halleder gibi ilerleyen cinayet vakası, finalde sıradan patırtısız gürültüsüz hallolur: "Ah siz yok musunuz, nasıl da herkes başka birinden şüphelenirken meseleyi çözdünüz. O zaman bunu kutlayalım."
Sonra herkes günlük hayatına döner.
Turkuvaz Yayınları bünyesindeki Sahi Kitap'ta yayımlanan "Bu Kimin Cesedi" Doroty L. Sayers'in ilk kitabı.
Okuru aristokrat dedektifi Lord Wimsey'le tanıştırdığı hikayesinde Altın Çağ polisiyesinin tüm öğeleri mevcut.
Bir mimarın banyosundaki küvette erkek cesedi bulunur.
Çıplak ve iri yarı bir adam, gözünde şık ve pahalı bir monokl. (tek gözlük, yalnızca bir gözde görüşü düzeltmek için kullanılırdı)
Ancak el ve ayaklarındaki durum yoksul birine işaret eder.
Polis ev sahibini suçlar, çelişkili konuşmakta ve bir şeyler saklamaktadır.
Tam o sırada ailenin tanıdığı Yahudi bir işadamı da ortadan kaybolmuştur.
Eşi perişandır.
Yani ortada bir ceset ve kayıp biri var.
Düşes annesinin ricası üzerine olaya dahil olan Lord Peter ise bir fırsatını bulup cesedi ve çevreyi incelemiştir.
Muammayı çözmek tam ona göredir; zevkten çıldırır, dedektif arkadaşı ve uşağıyla birlikte vakaya balıklama dalar.
Üçü arasındaki sohbetler, takılmalar, espriler, ince dokundurmalar ise kitaba lezzet veren bir sos gibi...
Dönem yazarlarının olmazsa olmazları, Dorothy L. Sayer de bu sosu eksik etmemiş.
Kayıp ve ceset arasındaki bağlantının adım adım çözülmesi, İngiliz soğukkanlılığı ve kibriyle final yapılıyor.


Bu kadar özet yeter; polisiye tutkunlarının okuma zevkinden mahrum bırakmadan kitabın yazarı Doroty L. Sayers'in başına buyruk, ilginç hayat öyküsünü de es geçmemek gerek.
1893 doğumlu, roman ve oyun yazarı, şair, eleştirmen, teolog ve çevirmen.
1957'de ölene kadar edebiyatla haşır neşir olmuş.
Ölümünden elli yıl sonrasına kadar biyografisinin yazılmasını istememiş, buna gerekçe olarak bunca zaman eserlerinin hala okunup okunmadığı, kendisinin de hatırlanmaya değer olup olmadığını belirlemek için yeterli bir süre olduğunu belirtmiş. (221B Dergisi Tülay Güneş Kılıç)
Bir papazın kızı olan Sayers, Oxford'un ilk kadın mezunlarından biri, evlatlık olarak bilinen oğlunun ise evlik dışı gerçek çocuğu olduğu yıllar sonra ortaya çıkmış.
Fırtınalı hayatı böyle bir gizemi tercih etmesine neden olmuş.
İkinci Dünya Savaşı'na kadar olan dönemde amatör dedektifi Lord Peter Wimsey ve bir kısmında Harriet Vane'in de yer aldığı on dört polisiye romanla kısa hikayeler yazmış.
1920'lerde başladığı polisiye serisinde yıllar içinde zamanın ruhuna göre, dedektifi de ayağı yere sağlam basan, görüşleri ve fikirleriyle başka bir karaktere bürünür.
Alanında bir klasik olan Bu Kimin Cesedi kitabının çevirmeni Sevin Okyay'ı da anmadan geçmek olmaz.
Harry Potter külliyatını Türk okurlarıyla buluşturan Okyay; çevirmen, gazeteci ve her şeyden önemlisi polisiye tutkunu.
Yazarı kadar çevirenin de kimliği kitaba başka bir boyut katıyor.
Sevin Okyay; yıllardır köşe yazıları, radyo programları, paneller, oturumlarda polisiyeyi anlatan, yaşayan ve bize sevdiren bir isim.
Köşe yazısı tadındaki tanıtım yazısını okuyunca ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Polisiyenin kraliçelerinden, bugün de hala varlığını sürdüren Dedektiflik Kulübü kurucularından Altın Çağ'ın yazarı Dorothy L. Sayers'i bir güzel hatmettiniz.
Artık içeri girip Lord Peter Winsley'le tanışmaya hazırsınız.
Teşekkürler Sevin Hanım, yeni maceraları da dört gözle bekliyoruz.
(Sabah Kitap ekinin 2021 Ekim sayısında yayınlanmıştır.)

23 Ağustos 2022 Salı

İnsanın savaşla sınavı...


İnsanoğlu ezelden beri savaşmaktan vazgeçmiyor. Peki bu savaşlar neden ortaya çıkıyor, çözümler neden silahla yapılıyor? Muharebelerle Kısa Dünya Tarihi kitabı, hem tarihi değiştiren savaşları anlatıyor hem de savaşların yıkıcı tarafını ele alıyor.

Savaş ne çağrıştırır: Strateji, taktik, liderlik, hücum, siper, zırh, miğfer, ok, kalkan, karargâh, emir, alt, üst, er, subay, general, komutan, füze, top, denizaltı, tank, tüfek, namlu, anlaşma, sürer gider...
Savaş, savaşmak insanoğlunun ortaya çıkışından beri var oldu, değişti, gelişti, büyüdü.
Ölüm, yıkım, yok etme üzerine kurulu bir şeyden söz ediyoruz sonuçta.
Ancak paradoks bir şekilde teknolojiyi, ticareti ve toplumlar arası işbirliğini de geliştiren ilerleten de savaşlar oldu.
İlkin Başar Özal, verimli ve çalışkan bir akademisyen...
Neredeyse her yıl yeni bir çalışmasıyla ortaya çıkıyor.
Bu kez de hacimli bir kitapla karşımızda: Muharebelerle Kısa Dünya Tarihi...
Emek ve sabır isteyen, çok okuma, arşivlerde uzun zamanlar geçirmeyi gerektiren bir konu olmasının yanı sıra tüm bunları anlaşılır bir şekilde özetlemek kolay iş değil.
Üniversitede Uygarlık Tarihi ve Dünyayı Değiştiren Muharebeler dersleri veren İlkin Başar Hoca, bu konuda kitap yazmanın zorluğunu çok iyi bildiğini söylüyor.
Ancak, önceki kitaplarında olduğu gibi büyük meseleleri özümseyip anlatmakta usta bir isim ve hakkını da veriyor.

Kısa 1. Dünya Savaşı Tarihi, Kısa 2. Dünya Savaşı Tarihi, İstihbaratın Kısa Tarihi: Gölge Oyunu, Kısa Soğuk Savaş Tarihi kitaplarında iki büyük dünya savaşıyla, gizli servislerin mücadelesini yazmıştı.
Bu kez de insanoğlunun yerleşik düzene geçtikten sonra düzenli ordular kurmasıyla başlayan savaşını anlatıyor.
Kılıç, Barut ve Tüfek başlıkları altında 154 savaş ele alınıyor.
MÖ 1274 Kadeş Muharebesi ile başlayan kronolojik sıralama yakın tarihimizin kapsamlı savaşı sayılabilecek 2003'teki Irak'la bitiyor.
Ansiklopedik bilgilerle ya da internette araştırmayla ulaşılabilecek bir kaynakça gibi görülebilir, ancak öyle değil.
İlkin Başar Özal, bir gazeteci gibi 5N 1K ilkesini uyguluyor.
Ne, nerede, neden, nasıl, ne zaman ve kim soruları cevaplanıyor.
Her bir savaşın sebebi, kullanılan teknoloji, o coğrafyadaki gelişmeler, tarihin önemli anlarının vurgulanması ve en önemlisi sonuçların değerlendirilmesi kitabı değerli kılıyor.
Mısır ordularının başındaki II. Ramses, Hitit Kralı Mütavalli, Roma Cermen İmparatoru Barbarossa, Selçuklu hükümdarı Alp Arslan, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed, Fransa Kralı Napolyon, Kurtuluş Savaşı'nın Başkomutanı Mustafa Kemal, ABD Başkanı Bush, Kartaca, Roma, Hun, Çin, Arap, Bizans ve Sasani orduları...
Birbirini tetikleyen icatlar, teknolojideki atılımlar, sanayiye yapılan yatırımlar, hala en büyük giderleri oluşturan devasa savunma bütçelerinin tek amacı var: Havada, karada ve denizde üstünlük sağlamak.
Kitabın son cümlesi yüzlerce asır geçmesine rağmen savaşın acımasız gerçeğini yüzümüze vuruyor: Sanayinin ve teknolojinin gittikçe daha karmaşık silahlar üretmedeki kudretine rağmen, hiçbir ilerleme şu gerçeği durdurmuyor: Savaşta insanlar öldürür ve öldürülürler.

Öfkeli ve yılmaz bir Paşa...

Milli Mücadele döneminden iki hatıra kitabı geçtiğimiz günlerde ardı ardına yayınlandı.
Gazetemizin yazarı tarihçi Prof. Dr. Erhan Afyoncu'nun yayına hazırladığı Ali İhsan Sâbis Paşa'nın Milli Mücadele Hatıraları ilginç bir şahsiyeti tanıtıyor.
Osmanlı'nın parlak askerlerinden biri olan iyi eğitim görmüş Ali İhsan Paşa, askeri okulları birincilikle bitirerek genç yaşında liderlik kabiliyeti, dirayeti ve öngörüleriyle generallik rütbesi almış.
Ordu komutanlığı görevine getirilen Paşa'nın en büyük sorunu ise iletişim sorunudur.
Nitekim kitabı okudukça zaman zaman eleştiriyi aşıp, öfke giderek nefret haline gelen sözlerle karşılaşılıyor.
Erhan Afyoncu da karakterindeki zorluğu; kendini antipatik hale getirmişti diyerek belirtiyor: Öyle ki nitelikli insan gücüne olan ihtiyacın had safhaya ulaştığı Milli Mücadele yıllarında kendisinden vazgeçilmek zorunda kalınmış ve Türk ordusu Cumhuriyet döneminde dahi istifade edebileceği çok önemli bir değerden yararlanamamıştır.

Ali İhsan Paşa'nın hedefindeki isim Osmanlı döneminden başlayarak, Milli Mücadele yılları, daha sonra Cumhuriyet döneminde hep İsmet İnönü olmuş.
Bu yüzden bir süre hapiste yatmış.
DP'den milletvekili olduktan sonra karşısına siyasi olarak çıkıp mücadeleyi sürdürmüş.
Osmanlı'nın işgalinden sonra Paşa'nın İngilizler tarafından Malta'ya sürülmesi ve burada yaşadıklarıyla, kaçış hikayesini anlattığı bölümleri bir nefeste okudum.
Bir İtalyan ticaret gemisinin ambarından Sicilya'ya varmaları, Napoli üstünden Roma'ya trenle gidişi.
Ardından Yunanistan'a ulaşıp, gemiyle Anadolu topraklarına varması bir aksiyon filmi gibi aktarılmış.
Kaçış planını yapanlar Paşa'yı 14'ncü kişi olarak son anda kafileye dahil etmiş, çünkü onun gibi parlak bir isme savaşta gerek vardır.
O da bunu böylece aktarıyor.
Mustafa Kemal'in sınıf arkadaşı olan Ali İhsan Paşa'nın önemli görevlere geldiğini birçok kararda dahli olduğunu da görüyoruz.
Sonrası ise tarihin bir cilvesi, savrulmalar, öfkeler, kızgınlıklar, belki de haksızlıklar...
Ancak net bir şey var ki, tarihi bir sopa gibi kullanamayız, dersler çıkarmalıyız.

İlk kez ortaya çıkan hatıra...

Milli Mücadele'nin öteki tanığı da doktor Muzaffer Alatur.
İlk kez ortaya çıkan anıları önemli bir belge niteliğinde...
Alatur, günlüğünde birebir olayları aktarmanın yanı sıra yorumlar, saptamalar da yapıyor.
Ölümünden sonra 1972'de kız kardeşi Hüsniye Hanım'ın İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Müzesi'ne bağışlanan hatıraların hakları Timaş Yayınları tarafından satın alınıyor.
Bu değerli eseri yayına hazırlayan tarihçi Dr. Selim Ahmetoğlu, hatıratların orijinallerini bire bir karşılıklı olarak veriyor.
Birinci Dünya Savaşı'nda dört yıl askerlik yapan Alatur, Mondros Mütarekesi'nden sonra terhis olup İstanbul'a gelir.
İşgal altındaki başkentteki duruma dayanamayarak tayinini ister.
İlk bulduğu devlet memurluğuna başvurup Denizli'nin Tavas ilçesine hükümet tabipliğine atanır.     
Alatur'un 27 Mart 1919'da yazmaya başladığı anıları başlarda Tavas'taki halkın gündemlik yaşamına ilişkindir:
"Beş senelik harpten kurtulan delikanlılar yurtlarına geldikten sonra düğünlerin adedi herhalde eskisine nispetle çoğalmaya başlamıştı; artık hekim ve hakimin muamelesinden kurtulan izinname kağıtları hep hükümet konağının kapısına yapıştırıla yapıştırıla tahta kapının üzerinde ayrıca zamkla karışık bir kağıt tabakası husule getirmişti."
Tabip Alatur'un günlüğü daha sonra Yunanlılar'ın işgaliyle yaşanan acılara, Rumlar'ın ve başıboş çetelerin halka verdiği zulümlere eğilmektedir.

1920'de yine askere alınan Muzaffer Bey'i, Milli Mücadele saflarında görürüz.
Artık 57. Fırka'nın 39. Alayı'nın 2. Taburu'nda bir askerdir.
Birinci ve İkinci İnönü, Eskişehir-Kütahya ve Sakarya savaşlarına katılan Muzaffer Bey, süreci ayrıntılarıyla anlatıyor.
Komutanların tutumlarından askerlerin ruh hallerine kadar kapsamlı tanıklıklara yer veriyor.
1922'de Sıhhıye Vekaleti'ne emrine verilen Alatur'un askerliği sona ermiştir.
Konya Hükümet Tabipliği'ne atanan Muzaffer Bey, yazmayı bırakmaz.
Büyük Taaruz'un safhalarını bu kez bir gözlemci olarak yazar.
Kurtuluş Savaşı'nın nihayete ermesiyle düşüncelerini ve dünyadaki yankılarını yabancı basından alıntılarla günlüğüne yansıtır.
1923'te Ayvalık'a yerleşen Muzaffer Alatur, 1957'de burada vefat etmiştir.
Tarihe ışık tutan üç iyi kitap için emeği geçenlere buradan koca bir teşekkür olsun.
Var olsunlar, akıllarına ve ellerine sağlık...

(Sabah Kitap ekinin 2021 Eylül sayısında yayınlanmıştır.)

12 Temmuz 2022 Salı

Uygarlıkların güç mücadelesi...


Saatin hikayesi bize uygarlıklar arasındaki güç dengelerinin nasıl değiştiğinin serüvenini de anlatır. İtalyan tarihçi Carlo M. Cipolla Zaman Makineleri kitabında saatten yola çıkıyor, toplar ve yelkenlileri de işin içine katarak teknolojik gelişmelerin dünyanın kaderini nasıl değiştirdiğini ele alıyor

Başlarda özellikle Müslüman Ortadoğu bilim ve sanatta çok öndeydi, Avrupa'ya barbar gözüyle bakılıyordu.
MS 807 yılında Harun Reşid'in Fransız Kralı'na gönderdiği saat onları dehşete düşürmüştü.
Hayal bile edemiyorlardı.
1200'lü yıllarda Diyarbakır'da yaşayan El Cezeri'nin teknoloji konusundaki çalışmaları olağanüstüydü.
Ancak 13. yüzyıldan itibaren Avrupa zanaatkarları özellikle İtalya'dan başlayarak devrim sayılacak bir dizi iş başlattı.
Oradan Fransa, Almanya, Güney Hollanda'nın başını çektiği müthiş bir hareketlenme oldu.
Saatler önce meydanlara sonra kiliselere konmaya başladı.
Çok büyüktüler ve zaman ayarı büyük güçlük yaratıyordu.
Ve çok da pahalıya mal oluyordu.
Zemberekin icadı ardından da sarkaç keşfedilince devasa saatler artık kişiselleşmeye başladı.
Ceplere girmeye başladı.
Neredeyse 3 yüzyıl boyunca Avrupa, iç savaşlar, kıtlık, ekonomik krizler, dini kavgalar ve hastalıklarla savruldu.
Zanaatkar takımı da göçlerle ülkeden ülkeye taşındı durdu.
Saatçilik İngiltere, İsveç ve İsviçre gibi ülkelerde gözde oldu.
İsviçre'nin günümüze kadar gelen ünlü saatleri işte bu göçlerle doğdu.
Ünlü İtalyan tarihçi Carlo M. Cipolla, Zaman Makineleri/ Saat ve Toplum 1300-1700 kitabında, kolumuzdaki, duvarımızdaki, meydanlardaki saatin icadını, üretimini, ekonomisini, toplumsal kültüre olan etkisini ve dünyaya nasıl yön verdiğini anlatıyor.
Avrupalılar, Uzakdoğu'ya baharat için gitti ancak çok daha büyük bir şeyle karşılaştı.
Japon bakırı, Hindistan pamukluları, İran ipeği ve halıları, Çin ipeği, porseleni ve çayı.
Birçok mal onlara muazzam bir ticaret ve kâr fırsatı sunmuştu.
15, 16, 17'nci yüzyıllarda saat, top ve ateşli silahlar, devasa gemiler yapan Avrupa nihayet 18. yüzyılla birlikte Sanayi Devrimi'ni başlattı.
Üretim ve teknolojik üstünlükleriyle böbürleniyorlardı.
Ancak baharat ve ticaret için gittikleri Doğu'ya hiçbir şeyleri cazip gelmiyordu.
Bolca hammadde ve hazır ürüne sahip Doğu'ya verecek bir şeyleri yoktu.
Oysa, toplarla donatılmış yelkenlileriyle okyanuslara hakimlik sağlayıp Müslümanlar'ın elinden ticareti almışlardı.
Asya ticaretinin büyük bölümünü yönetiyorlardı.
Japon gümüşünü Çin'e, Japon bakırını Çin ve Hindistan'a, Baharat adalarının karanfilini Hindistan ile Çin'e, Hint pamuklu dokumalarını Güneydoğu Asya'ya, İran halılarını Hindistan'a pazarlayarak aracılıktan büyük kazanç elde ettiler.
Bu gelirle, Asya'dan ithal edilen ürünlerin bir kısmını karşıladılar, geri kalan için değerli maden transferi yapıldı.
Doğu altın ve gümüş paralarla ilgileniyordu.
Ucuz Asya malları, Avrupa'ya zarar vermeye başlamıştı.
Rekabet baltanıyordu, örneğin İngiliz tekstili sıkıntıya girince kota ve yasaklar kondu.
1701 yılında Doğu Hindistan'daki bir İngiliz şirketinin yetkilisi, Londra'daki merkezine, "Ekselanslarına buralara ne göndermeyi önereceğimizi bilmiyoruz, çünkü yerliler altın ve gümüşten başka bir şeye önem vermiyorlar" diye yazıyordu.
Ve neredeyse yüzyıllar süren döngü bir gün kırıldı: Mekanik saatlerle tanışan Uzakdoğu, büyüye kapıldı.
Güneş, kum saatleri kullanan Çinliler için bu olağanüstü bir şeydi.
Hele hele kendi kendine çalan çanlar...
Valiler ve üst düzey yetkililere hediyeler verildi, önemli imtiyazlar koparıldı.
İmparatorluk sarayına kadar uzanan saatlerle ticaret, misyonerlik faaliyetinde bulunan Cizvitler eliyle daha da büyüdü.
Çünkü Avrupa'daki saat üretiminde din adamları önemli rol oynuyordu.
İtalyan tarihçinin, bilgi ve belgelerle zenginleştirdiği, bir belgesel izler gibi keyifle okunan kitabında, loncalar, meslekler, ustalar ve bilim adamlarının başarıları da isim isim yer alıyor.
"Saatin tarihi ilk hassas ölçüm makinesinin tarihidir" diyen Cipolla, önemli bir saptamayla son noktayı koyuyor: "Neolotik çağın cilalı taşından uzay mekiğine kadar her alet, insanın gücünü arttırdı."
İtalyan tarihçinin Alfa Yayınları'ndan çıkan diğer kitabı ise mekanik saatin icadıyla at başı giden yenilikleri anlatıyor: Yelkenler ve Toplar.
Sunuş yazısına İstanbul'un fethiyle başlayan yazar, Bizans'ın düşüşüyle Avrupa'nın yaşadığı büyük korkunun etkilerini ele alıyor.
Panik ve endişe yüzyıllarca sürecektir, karada hep yenilmek kaderleri olmuştur.
Bunu da Uzak Asya keşifleri, ateşli silahlardaki buluşlarla aşacaklardır.
Dövme demirden, bronzdan ve nihayet dökme demirle yapılan topların aşaması aynı zamanda gelişmenin ve ticaretin de öyküsüdür.
Her bir dönemde zaaflar ortaya çıkmış ve bir sonraki aşamada yeni bir şey denenmiştir.
Top atölyeleri, fırınları ve fabrikaları Avrupa'nın her yanını sarar, ülkeler arasındaki rekabet savaşlarla büyür.
Top yapan ustalar önce demircilerdir sonra bu konuda uzmanlaşma başlar ve standartlar belirlenir.
Osmanlı da bu dönemde toplara ilgisiz kalmaz, kılıç kullanma, at binme ve göğüs göğüse çarpışmada bileklerini kimse bükemez.
Ancak, kuşatmalarda çaresiz kalırlar, bu teknolojiyi benimsemekte tereddüt etmezler.
Bu toplar İstanbul'un fethinde olduğu gibi büyük işe yarar.
Uzakdoğu'da ise topların imtiyazını uzun süre elinde tutan Avrupalılar, teknolojiyi öğretmek istemedikleri için neredeyse tekme tokat buralardan kovulur.
Uzlaşma yapılır, Japonlar başta olmak üzere top ustalarını dereye sokarak teknolojiyi aktarma zorunda kalırlar.
Sonraki aşama ise sahra toplarıdır.
Taşınması zor, atıştan sonra soğuması beklenen eski toplara göre büyük kolaylık sağlanır.
Daha pratik, küçük ve hareket imkanı geniş olan sahra topları üstünlüğünü hemen gösterir.
Avrupalılar, eş zamanlı olarak denizleri hakimiyetine alacak yelkenlilerde de büyük yeniliklere girişir.
Dümenler, direklerle oynandı, rüzgara ve fırtınaya dayanaklı gemiler yapıldı.
Toplar önce yanlara, arkalara ya da ön tarafa kondu, daha sonra bir alt kata orta bölümlere taşındı.
Başarısızlıklar, yenilgiler ve zaaflar yeni yolların keşfine yol açtı.
Deniz savaşlarındaki taktikler değişmeye başladı..
Artık Sanayi Devrimi'nin taşları döşenmiştir.
Özetle; İtalyan tarihçi Carlo M. Cipolla'nın birbirini tamamlayan iki kitabı, teknolojinin, kültürün, toplumsal gelişmenin, ekonominin, birbiriyle bağlantılarını ve uygarlığımızın temellerini anlamak isteyenler için başyapıt niteliğinde...
(Sabah Kitap ekinin Eylül 2021 sayısında yayınlanmıştır.)

4 Haziran 2022 Cumartesi

Bol mizahlı, entel polisiye...


Yazar Edmund Crispin'in Kaybolan Oyuncak Dükkanı, hınzır bir polisiye. İngiltere'de iki kafadarın cinayet çözme macerasına bol bol mizah bulaşması da cabası...

Ortada bir cinayet var, görgü tanığı tesadüfen girdiği olay mahallinde başına darbe alıp bayılmış, polise gidip ihbar yapıyor.
Ancak ortada ne cinayete tanık olduğu oyuncakçı dükkanı var ne de ceset.
İkisi de kayıplara karışmış.
Polis, 'kendinizi toplayın, biraz uyuyun, bir şeyler yiyip için' diye tavsiye ediyor.
Bildiğiniz deli muamelesi yapıyor.
Eh, böyle başlangıcı olan bir polisiye roman nasıl sürecek, diyorsunuz haliyle.
Bilirsiniz, polisiyelerin olmazsa olmazları vardır ama bu başka türlü bir polisiye...
Burada işi çözmesi gereken emniyet işin dalgasında; olayın tanığı bir şairle, biraz çatlak, hıza tutkun, amatör dedektif, akademik titizliğini elden bırakmayan İngiliz Dili profesörü arkadaşı işin peşine düşüyor.
Ve arka planda İngiltere'nin ünlü Oxford kentinin sokakları, caddeleri, okulları, kiliseleri, kafeleri, restoranları, köprüleri, binalarında müthiş bir kovalamaca başlıyor.
Bu koşturmacaya eşlik eden ve her duruma ve ana uygun ünlü şairler, yazarlar, müzisyenlerden alıntılar eksik olmuyor.
Olay yerini incelerken, katilin peşinde koşarken, araştırma yapılırken oradan bir ünlü başını uzatıp duruma uygun bir söz söylüyor.
Tabii ki mekan Oxford olunca ağırlıklı olarak ünlü İngiliz şair ve tiyatro yazarı, oyuncu William Shakespeare arka arkaya sökün ediyor.
Bir şairle, Oxford profesörü ana karakter olunca zekice diyaloglar, sanat dünyasından alıntılar, göndermeler sanki cuk oturuyor.
Örneğin bir yerde beklerken ki süre uzamaktadır, iki arkadaş bu süreci eğlenceli bir hale getirmek için Romanlardaki Tiksindirici Karakterler'i birbirlerine söyleyerek vakit geçiriyorlar.
Ya da kendilerini kovalayanlar tarafından bir odada bağlı halde hapis durumundalar.
Endişeye gerek yok, durumu sıradanlaştırmak için gelsin Okunması Güç Kitaplar Oyunu...
Cinayet, silahlar, entelektüel konuşmalarla dolu bir kitabı kaplayan mizah ise anlatılacak gibi değil.
İnsanı sinir eden İngiliz nezaketini elden bırakmadan her an ve her durumda mizahın, eğlencenin eşlik etmesi ise doyumsuz bir tat bırakıyor.
Koro ve atlı karınca maceraları kitabın en muhteşem bölümleri.

Tempoyu o kadar arttırıyor ki takip etmekte zorlanıyorsunuz.
Karakterleri tasviri o kadar iyi ki, bir şey anlatırken ya da bir duruma müdahil olurken eh bu adam-kadından da başka türlü bir davranış beklenemezdi diyorsunuz.
Kitabın yazarı Edmund Crispin'in hayat hikayesini okuyunca bu kitabı ancak böyle biri yazar demekten kendinizi alamıyorsunuz.
Asıl adı Robert Bruce Montgomery.
Oxford'daki modern diller okulundan mezun, piyanist ve bestekar, bir süre ders verip koro şefliği yapıyor.
Daha sonra ünlü bir edebiyat grubuna katılarak kitaplar yazıyor.
1944'ten 1951'e kadar dokuz polisiye roman ve 42 hikâye yazdıktan sonra başarıyı yakaladığına kanaat getirerek yazarlık kariyerini noktalıyor.
Müzik alanına geçerek çok sayıda film müziği besteliyor.
1967'den sonra bir gazete için polisiye kitap eleştirileri yazıp, bilimkurgu antolojilerinin editörlüğünü üstleniyor.
Hayatının son yıllarında son bir roman yazıp hayatı boyunca bağımlı kaldığı alkol yüzünden genç yaşta hayata veda ediyor.
Crispin'in Kayıp Oyuncakçı Dükkanı (Yapı Kredi Yayınları) keyifli ve tadına doyulmaz bir kitap.
Yazın sıcağında, korona ve orman yangınlarıyla kaçan huzurumuza bir nebze iyi gelecek bir okuma...
Çevirinin de hakkını vermek gerekiyor, Burçin Karamercan dildeki ince ayrıntıları Türkçeye çok iyi aktarmış.
Çılgın, amatör dedektif Profesör Gersave Fen'in diğer maceralarını da dört gözle bekliyoruz, tadı damağımızda kaldı...
(Sabah Kitap ekinin Ağustos 2021 sayısında yayınlanmıştır.)

26 Mart 2022 Cumartesi

İçerden ve dışardan kuşatma!..


2. Dünya Savaşı'nda en trajedik olaylar Leningrad Kuşatması'nda yaşandı. Almanlar'ın Rusları açlıktan öldürme stratejisine karşı bir de Stalin'in sivil halka karşı hezeyanları devreye girince olaylar çığırından çıkar. Yazar Anna Reid insan odaklı yaklaşımıyla bu kuşatmanın bilinmeyenlerini anlatıyor

Koca Avrupa'yı çok kısa sürede istila eden Hitler liderliğindeki Nazi Almanya, Barbarossa Harekatı ile ezeli düşmanı Stalin liderliğindeki Sovyetler Birliği'ne yönelirken 2. Dünya Savaşı'nın seyrinin bu cephede değişeceğini öngörememişti.
Moskova'yı iki koldan istila etme üzerine kurulu bu harekatın iki önemli noktası vardı: Stalingrad ve Leningrad.
Savaşın kaderi Stalingrad'da değiştiği için tarih anlatısını da bu savaş şekillendirdi.
Ama bir de Leningrad Kuşatması var.
Batı refleks olarak kendi trajedileri dışındakilere bakmayı bilmediği, Sovyetler Birliği de Stanlingrad'daki direnişi öne çıkardığı için Leningrad'da yaşananlar uzun yıllar boyunca yalnızca askeri bilgilerle aktarıldı.
Lakin tarih uzun bir yolculuk...
Kuşatmadan yaklaşık 80 yıl sonra hukukçu, gazeteci ve Rus tarihi uzmanı Anna Reid, Leningrad: Kuşatılmış Bir Şehrin Trajedisi 1941-1944 (Vakıfbank Kültür Yayınları) kitabında savaşın karanlık yüzünü ortaya çıkardı.
Kuşatma; tanklar, toplar, tüfekler, uçaklar, taktikler, Hitler'in saldırısı, Stalin'in karşılık vermesi, bombalar, yıkımlar arasında hep eksik kalan, insan unsuru üzerinden anlatılıyor.
Sovyetler Birliği çöktükten sonra Rus arşivleri açılmaya başladıkça savaşın yeni boyutları ortaya çıkıyor.
Rus tarihine hakim olan Anna Reid; günlüklere, hâlâ yaşayan tanıklara, resmi belgelere ve birçok kaynağa ulaşarak bu kuşatma sırasında insanların neler yaşadığını aktarıyor.
Kuşatma altındaki 750 bin Leningrad'lının yaklaşık 900 günlük trajedisinin çağımızdaki hiçbir kuşatmada yaşanmadığını ve oradaki ölümlerin onda birinin bile olmadığını tespit eden yazar, Londra hava saldırılarından 35 kat daha fazla, Nagazaki ve Hiroşima bombardımanlarının toplamından dört kat daha fazla sivil öldüğünün de altını çiziyor.
Kuru bir dille tarih anlatımından uzak, iyi kurgulanmış, edebi bir dille kaleme alınan kitapta; bir yandan da tarihi kenti tanıyorsunuz.
Meydanlar, caddeler, müzeler, saraylar, köprüler, parklar, limanlar, hastaneler, duraklar insan hayatlarına değen yaşam alanları kitabı roman havasına sokuyor.
Almanlar'ın saldırısının geldiği ilk günle başlayan kitap, sonuna kadar çarpıcılığını bir an bile yitirmeden ilerliyor.
Odağına akıp giden hayatlar alınarak, savaşın kritik hamleleri, askeri birliklerin durumu ve adım adım ilerleyişi ya da cephedeki durumları da sırasıyla yer alıyor.
Bu bilgiler adım adım yaklaşan trajediyi de kavramayı sağlıyor.
Önceleri şaşkınlık ve anlamaya çalışmakla başlanan durum, işler ciddileştikçe başka bir boyut kazanıyor.
Müzeler boşaltılıyor, yarım milyon eser paketlenip iç bölgelere gönderiliyor.
Karne sistemine geçilmesi ve yiyecek içeceğin azalması ilk şoktur ardından çocukların tahliye edilmesi isteniyor.

ÇOCUKLARIN DRAMI

Binlerce aile korku içindedir; trenlerle taşınan çocukları açlıktan, hastalıktan ya da bombardımandan ölebilir.
Nitekim öyle olacaktır, binlerce çocuk ailesine kavuşamayacak ortada kalacaktır.
Bir süre sonra da sivillerin kenti terk etmesi isteniyor:
Çaresizlik, Yelena Skryabina adlı kadının günlüğüne yansıyor: Ciddi bir sorunla yüz yüze kaldım. Bu her ne kadar Dima'yı ve Yura'yı yanıma alabilsem de annemi ve yaşlı büyükannemi geride bırakmak zorunda kalmamdı. Bu haberle eve döndüğümde annem gözyaşlarına boğuldu... Büyükannem sessiz ve sakindi. İki ateş arasında kalmıştım. Bir tarafta çocukların kurtarılması gerektiğini gayet iyi biliyordum, öte yandan bu biçare yaşlı kadınlara acıyordum. Onları kaderin insafına nasıl bırakabilirdim.
Sovyet ordusu ise korkunç bir haldeydi, bozgun halinde geri çekiliyordu, askerler ya kaçıyor ya da kendilerini vurup cepheden uzaklaşmaya çalışıyordu.
Ancak, Almanlar kadar bir başka tehlike daha vardı.

Stalin'in halkına yıllardır acımasızca uyguladığı baskı savaşta bile devam ediyordu.
Leningrad'da; Troçkistlerden Zinoyevtçilere, Menşeviklerden Anarşistlere, rahiplerden Katoliklere, çarlık ordusundaki eski subaylardan eski zengin tüccarlara, beyaz haydutlardan kulaklara (köylülere), yurtdışı bağlantısı olanlardan bölücülere, sabotajcılara, anti- sosyal unsurlara, adi hırsızlara,fahişelere kadar 29 kategoriye ayrılmış 2248 kişi ya tutuklanmış ya da ve sürgüne gönderilmişti.
Toplama noktasındaki bir gözlemcinin notları her şeyin özeti gibi:
Yaklaşık yüz kadar insan sürgüne gönderilmeyi bekliyordu. Çoğunlukla yaşlı kadınlardı, eski moda harmaniler ve yıpranmış kadife kabanlar giyen yaşlı kadınlar. Hükümetimizin savaşmaya gücünün yettiği düşmanlar bunlardı-ve daha sonra savaşabildikleri yegâne düşmanlar oldukları ortaya çıktı. Almanlar kapıya dayanmıştı, Almanlar şehre girmek üzereydi ve biz de yaşlı kadınları-yalnız, savunmasız, zararsız yaşlı insanları tutuklamak ve sürgün etmekle meşguldük.
Ve en acımasız en kötüsü ise kapıya dayanmıştı: Açlık.
Olga, bir akşam üstü ölmek üzere olan oğlu için ayçiçek yağı isteyen komşusunu tersliyor.
Karnesiyle aldığı 100 gram yağla annesini beslediği için vermiyor.
Hesaplaşmayı günlüğüyle yapıyor: Ona hayır demek azap verici bir utançtı. Sabah oğlu ölmüştü. Kendimi katil gibi hissettim.
Elektrik, su, yakacak kısıtlanıyor.
Açlık hastalığından yüzlerce insan ölmeye başlıyor.
Sayı her geçen gün artıyor, sokakta insanlar yere devriliyor.
Hayvan kemikleri ve toynaklarından yapıldığı için, tutkal yemeye başlıyorlar.
Yiyecek ve yiyecek karnesi için hırsızlık ve cinayet işleniyordu. En kötüsü ise yamyamlıktı.
2004'te yayınlanan polis kayıtlarına kadar insan etinin yenmesi hikayelere dayanıyordu.
Ancak ayrıntılı raporlar 2015 kişinin yamyamlıktan tutuklandığını gösteriyor.
Ceza kanununda yamyamlık diye bir hüküm olmadığı için birçok suçu içeren eşkıyalık maddesi kullanılıyor.
Birçok kişi asılıyor ya da hapse atılıyor.

ÇARESİZLİK, AÇLIK VE....

Dmitriy Lihaçev günlüğündeki satırlar tüyleri diken diken ediyor:
Gerçek hayatın açlık olduğunu ve geri kalanının bir serap olduğunu düşünüyorum. Kıtlık zamanında insanlar gerçek yüzlerini ortaya çıkarırlar, benliklerinden sıyrılırlar, tüm sahteliklerinden kurtulurlar. Bazıları muhteşem, eşsiz kahramanlara dönüşür, bazıları da-alçaklara, hainlere, yamyamlara. Ortası yoktur. Her şey gerçektir. Cennetin kapıları açılır ve içinden Tanrı görünür...
Günlüklerdeki yazılar öylesine detaylı ve dehşet verici ki, okuyunca nefes alamaz hale geliyorsunuz.
Bir bardak su içmeye bile eliniz gitmiyor.
Sanki hakkınız yokmuş gibi.
Yazar Anna Reid de "Tüm bunları yaşamak nasıl bir şeydi?" diye sormaktan kendini alamıyor.
Birçok günlük o acımasız Ocak ve Şubat kışından sonra sona eriyor.
"Ya yazamayacak kadar bitkindiler ya da kelimeleri tükenmişti" diyor.
Almanlar geriliyor artık kaybediyorlar, kuşatma kalkıyor.
Ancak içerdeki terör ve baskı bitmiyor.
4.5 milyon esir askerden 1.8 milyonu geri dönüyor.
Stalin'in demir yumruğu "neden ölmediniz, kaçtınız mı, ajan mısınız" diye üstlerine çullanıyor.
Daha sonra aydınlara yönelen rejim, üst düzey yöneticileri de tasfiye ediyor.
Çoğu öldürülüyor.
Bir Rus'un deyimiyle; iki kez kuşatıldık, hem dışardan hem de içerden.
(Sabah Kitap ekinin Temmuz 2021 sayısında yayınlanmıştır.)

4 Ocak 2022 Salı

Hasan'dan 'Kalan' kitaplar...


Hasan Saltık, yaşarken Kalan Müzik ile koskoca bir külliyat inşa etti. Anadolu'nun zengin tınısının görünür olmasını sağladı. Ama onun çabalarını sadece müziğe indirgemek ne kadar doğru? O albümlerin kitapçıkları bir kitap işlevi de gördü. Bu albümlerin çoğunun hâlâ kütüphanelerde tutulması da bu yüzden. Onlar bize Hasan'dan 'Kalan kitaplar'dı aslında.     

Hasan'ın (Saltık) sesi hâlâ kulağımda yankılanıyor.
Geçen hafta vefat haberini aldığımdan beri 20 yıllık dostluğumuzun anılarıyla avunuyorum.
Çoğunlukla yaptığımız telefonlaşmalar, bir ocak başında, bir sohbette, konserlerdeki hallerimiz geliyor aklıma.
Vefatından sonra onun hakkında çıkan her şeyi okudum, ne çok seveni varmış demedim, çünkü onun herkese bir iyiliği dokunduğu bilirim.
Hasan Saltık demek Kalan Müzik demektir aslında.
Ki Kalan Müzik'le kültür ve düşün hayatımıza kattıkları tarihe kazındı.
1991 yılında başladığı bu yolculukta yüzlerce işe imza attı, albümler yayınladı.
Ama onun yaptıklarını sadece müzikle sınırlamak doğru gelmiyor bana.
Her bir albüm aynı zamanda okunası bir kitaptı benim için.
Albümleri; masraftan kaçınmadan, kapağından fotoğraflarına, stüdyo kayıtlarından grafik düzenine, uzmanların kaleme aldığı çalışmalara varıncaya kadar emekle kotarılmış işlerin öyküsüydü aynı zamanda.
Sonra insanlarla konuştukça fark ettim, Kalan Müzik'ten çıkan o albümleri kütüphanelerinde tutuyorlar.
Onlar da benim gibi o albümleri aynı zaman da kitap gibi görüyor.
İşin aslı Kalan Müzik'ten çıkan bir albümü dinlerken bir taraftan da albüm kartonetini elinize alır okur da okursunuz.
Ben de her birini kitap gibi okudum, yüzlerce sayfalık bilgiler arasında gezinirken, fotoğrafları incelerken, müzik başka bir anlama büründü hep.
Çok şey de öğrendim.

GİZLİ HAZİNELERİN KİLİDİNİ AÇTI

Kütüphanemin bir tarafına özenle koyduğum kitap albümlerinden birkaç örnek derdimi daha iyi anlatacaktır sanırım.
1867'de Kraliçe Viktorya'nın davetlisi olarak İngiltere'yi ziyaret eden Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz onuruna verilen bir konsere katıldı.
Şerefine 1600 kişilik bir İngiliz korosu Londra'da Crystal Palace'ta Türkçe olarak bir kaside okudu.
İtalyan besteci Luigi Arditi'nin Inno Turco adını taşıyan bu eser Emre Aracı tarafından bir buçuk asır sonra Prag Senfoni Orkestrası ve Prag Filarmoni Orkestrası ile kaydetti.
Aslında eser Sultan Abdülmecid'e ithaf edilmişti.
108 sayfalık kitapçıkta Londra Belediyesi tarafından Sultan Abdülaziz'in portresi bulunan bronz madalyası da yer alıyor.
Yine Emre Aracı'nın Osmanlı Sarayı'ndan Avrupa Müziği, Savaş ve Barış: Kırım 1853-56, Boğaziçi Mektupları'nda Sultan Portreleri kitap albümleri de bilgilerle donatılmış.
Türk Valsleri'nde Avrupa'dan bize ulaşan bir akımın hikayesi var.
Padişah'ın huzurunda dinlenen bu yeni müzik türü büyük ilgi görmektedir.
Eski alışkanlıklar terk edilir, buna çok üzülen Hamamizade İsmail Dede Efendi "ben de yaparım" diyerek o ünlü şarkıyı besteler.
Yine Bir Gülnihal...
Ve nice vals şarkılarının öyküleri...
Tarihi Türk-İslam Müziği, Sultan Bestekarlar, Harem'de Neşe başlıklı albümlerde Osmanlı dönemine saygı niteliğinde...
Taş plaklardan titizlikle seçilen Gazeller serisi. 3 albümde uzmanların yorumları...
Türk müziğinin vazgeçilmezleri Ney, Ud ve kemençe her biri birer albüm ve kitapçık olarak kültürümüzdeki yerleriyle ilgili bilgiler eşliğinde...
Meviltahn, gazelhan ve hanende Hafız Kemal Bey, ünlü makber gazeliyle her kuşağın içini ürperten Hafız Burhan, Tanburi Cemil Bey, Mesut Cemil, udi Yorgo Bacanos, Sadun Aksüt, neyzen Aka Gündüz Kutbay, neyzen Niyazi Sayın ve tanburi Necdet Yaşar ortak çalışmaları, Şerif Muhittin Targan, Safiye Ayla, Alaaddin Şensoy ve Zeki Mürenler...
Sanatçıların hayatı ve kültürümüze katkıları eşliğinde dinlenebilir.
Ya halk müziği orası sonsuz bir derya gibi...
Urfa sıra gecelerinin ustaları; Kel Hamza, Mukim Tahir, Bekçi Bakır, Cemil ve Ahmet Cankat ve 145 sayfalık kitapçıkla hem türkü hem de sanat müziğinin ustası Tenekeci Mahmut'un hayatı...
Harputlu Enver Demirbağ, Ege'nin sevimli güzel insanı Özay Gönlüm bunlardan birkaçı...
Tabii ki Anadolu'nun çınarları Aşık Veysel Usta ve daha çok yeni yayınlanan Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş...
Hakkari Geleneksel Müziği, Kürtçe, Zazaca, Çerkezce, Lazca albümlerle bu toprakların köklerine selam verilen bilgi hazineleri...
Aleviler, Kızılbaşlar, Kerbela'nın öyküsü ve ezgileri de çoktan yerini aldı...
Bu toprakların kadim halklarına gelirsek...
Süryaniler, tarihçesi, dilleri, kültürleri, müzikleri, gelenekleriyle fotoğraflar eşliğinde...
Türkçe, İngilizce ve Süryanice dillerinde 143 sayfalık kitapçık.
Şevahat Lael/ Allah'a Övgüler albümü, Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de İbrani Ayinlerinin Müziği.
Osmanlı- Türk ve Osmanlı- Yahudi Musıkisinin Büyük Sesi İzak Algazi Efendi...
Türk müziği hakkında tartışmalar sırasında Atatürk tarafından fikrini almak için Dolmabahçe Sarayı'na davet edildiğin kitabından öğreniyoruz.
139 sayfalık Yahudice albümü...
İngilizce, Türkçe ve İbranice dillerindeki kitap anlatımlarıyla, Osmanlı dönemindeki İstanbul, İzmir, Selanik ve Kudüs kent müziklerini ele alan Sefarad müzik merkezlerinde gezinti niteliğinde...
Osmanlı döneminde yaşamış Ermeniler'in büyük müzisyeni Gomidas Vartabedin,'in Anadolu'yu gezerek Ermenice, Kürtçe ve Türkçe derlemelerinin yer aldığı tam bir kitap boyutundaki 62 sayfalık albüm...
İçinde ezan bile var.
Yine Ermeniler'in Lusavoriç Korosu'nun albümü.
Kitabi bilgiler eşliğinde 1929'da kurulan koronun İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası sanatçılarıyla verdiği konserin CD ve DVD kayıtları...


NİNNİLERİ BİLE DERLEDİ


Doğu Karadeniz'de yaşayan Rumlar'ın 1930 yılı kayıtları...
Pontus Şarkıları...
Doğum tarihleri 1900 yılı öncesine giden müzisyenlerin biyografisi ve şarkıların öykülerine eşlik eden siyah beyaz fotoğraflarla 104 sayfalık bir kitap albüm daha...
Kıbrıs'ın Sesi...
Kıbrıslı Türk ve Rum müzisyenlerin adadaki müzik geleneklerini birlikte sunduğu bir çalışma.
Bizans Müziği.
İstanbul Rum Patrikhanesi'nin 1910-1939 arasında kaydedip 60 plaklık bir seri halinde yayınladığı ilahiler.
5 Cd ve karton kapağın içinde bilimsel bir çalışmanın da yer aldığı külliyatlı bir kitapçık...
Mübadeleyle Yunanistan'a giden Rumlar'ın aşk, gurbet, hapis ve tekke şarkıları: Rembetiko...
Siyah beyaz fotoğraflar ve belgeler eşliğinde Rembet müziğinin hikayesi 83 sayfada anlatılıyor.
Yezidiler ya da kendilerinin tabiriyle Ezidiler'in; üç semavi dine, Şamanizme, Zerdüştlüğe, Aleviliğe benzer ritüel ve ortak yanlarıyla melez karma bir dine inandığını öğreniyorsunuz...
247 sayfada fotoğraflar, dini, kültürel ritüellerin tanıtımı bulunuyor.
Ninni bile var, bebeğin annesinden ilk duyduğu ezgilerin en güzelleri; hüzünlü, coşkulu...
Anadolu Ninnileri albümünün ikinci CD'sinde Yahudice, Zazaca, Lazca, Ermenice, Çingenece, Arapça, Rumca ninniler var.
20 yıllık bir çalışmanın ürünü ninniler 77 sayfalık bilgilendirme notlarıyla birlikte...

KAYIP ŞARKILAR İÇİN NE EMEK VERDİ


Anadolu'nun Kayıp Şarkıları ise Hasan'ın çok emek verdiği bir projeydi.
Anadolu'yu karış karış gezerek derlemeler yapan ve belgesel hazırlayan Nezih Ünen'in projesini çok sevmişti.
Film olarak da gösterildi ancak ilgi görmedi.
İzleyin ya da dinleyin, çok seveceksiniz...
İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti olduğu 2010 yılı için hazırlanan Pera Güzeli Laterna ise başlı başına efsane bir işti.
Hasan'ın eşi Nilüfer Saltık'ın yapımcılığını üstlendiği eski sokak eğlencesi Laterna'nın hikayesi belgesel olarak da çekildi.
1.5 kitap boyutundaki kartonetten çıkan müzik CD'sine, DVD belgeseli ve laternayı tanıtan kitapçık eklenmiş.
İstanbul'dan Yunanistan'a uzanan anlatımlar ve fotoğraflar ise muhteşem...
Beyoğlu'nda gezersin, Hatırla sevgili, Telgrafın tellerine, Üsküdar'a gideriken şarkılarına Rumca ezgiler de karışıyor.
Daha film müzikleri, Yeşilçam şarkıları, onlarca klasik müzik, türkü, genç ses, ustanın albümlerine sıra gelmedi...
Başlıkta Hasan'dan Kalan Kitaplar demem boşuna değil, birazına değindiklerim bile koca bir kütüphane doldurur...
Şu kubbede hoş bir sada bıraktı Hasan... Onun çabalarıyla zenginliği görünür olan Anadolu'nun tınısı dinledikçe ve bu tınının arkasındaki gerçekleri okuyup öğrendikçe adı hep anılacak Hasan'ın....

(Sabah Kitap ekinin Haziran 2021 sayısında yayınlanmıştır.)