31 Mayıs 2012 Perşembe
Bu ne şiddet bu ne celal
Futbol sezonunun finalindeki olayları izlerken bir an film olsun kurgu olsun diye iç geçirdiğimi anımsıyorum... Biber gazından perişan olmuş 5 yaşındaki çocuklar, kadınlar, gazeteciler, polisler... Kızıltoprak'ın savaş meydanına dönmüş sokakları, Saracoğlu Stadı'nın perişan hali... Biliyorum ilk kez mi oluyor diyeceksiniz ama her seferinde "bir daha olmayacak biz üç imparatorluğun mirası üzerinde oturan gelenekleri olan bir toplumuz" ruh haliyle bunu da atlatırız demiştim. Ama olmadı olmuyor...
Atinalılar'ın olimpiyatları düzenlediği günden beri spor yenmek ve yenilmek üzerine kuruludur... Yarışmanın ruhu budur.
Yenen, sevincini karşısındakini rencide etmeden saygıyla yaşar..
Yenilen ise bükemediği eli sıkmayı bilir..
Atinalılar şuna inanırdı:
"Yenilen, toprak anadan aldığı güçle ayağa kalkar ve yeniden yarışa başlar..."
Yani yenilmek ayıp değildir...
Ancak Ahmet Altan'ın da işaret ettiği gibi, "yenersen itibarlısın, yenilirsen itibarsızsın" anlayışı tüm toplumu kuşatmış durumda...
Biz mahallelerimizde, oturup kalkmayı, saygıyı, sevgiyi, kısaca her anlamda yaşama kültürünü yaşardık, yaşatırdık...
Osmanlı'dan aldığımız miras buydu ve çok mükemmeldi.
Bir çocuk, kendi akrabalarının yanısıra, komşu teyze, amca, arkadaş, ağabey, abla ve kendinden küçüklerle adam olmayı ilk orada öğrenirdi...
"Bize ne oldu" sorusunun yanıtı yaşanan birçok tramvayı da içeriyor... Yani iç göçler, terör de bu durumu tetikledi...
Ancak adı ne olursa olsun aynı evde bile çok farklı takımı tutup sahada kendinden geçmek kabul edilemez..
Çok uzağa gitmeye gerek yok mahallelerimiz, ailelerimiz, geleneklerimiz bize "yakışmıyor" diye sesleniyor.
Sofra hazırlığı ve adabı...
İyi yemek bir kültür göstergesidir...
Yemeği pişirmek ve yenirken de vakit geçirmek insanların iltifat ettiği önemsediği bir uğraştır...
Üstünde oturduğumuz topraklar bu konuda çok zengindir ve hiçbir komplekse girmeden dünyaya övünçle sunacağımız bir değerdir.
Özellikle Osmanlı'yla doruğuna varan yemek kültürümüzün zenginliği hiç kuşkusuz kültürlerin kavşağında bulunmamız ve birçok dil, din, milletin asırlarca içiçe yaşamasından kaynaklanmaktadır.
Sofranın hazırlanması da başka bir uğraştır ki XI. yüzyıl Türk evindeki durumu şair ve devlet adamı Yusuf Has Hacib'ten izleyelim:
"Evin barkın, sofran ve tabakların temiz olsun. Odan minderlerle döşenmiş, yiyecek ve içeceklerin de seçkin olsun. Yine, gelen misafirlerin arzu ile yiyebilmeleri için, yiyecek ve içecekler temiz ve lezzetli olmalıdırlar. Yemekte, yenilecek ve içilecek şeyler birbirine denk ve bol olmalıdırlar. Misafirin içeceği asla eksik tutulmamalı ve biri biter bitmez diğeri hemen hazır bulundurulmalıdır. Çeşitli içeceklerden ister fııka, ister mizab, istersen cülengbin (gül balı, reçel) ve cülab (gül şerbeti) ikram et. Yemek ve içecek faslı bittikten sonra ise çerez ve meyve ver. Kuru ve yaş meyvenin yanında çerez olarak simiş de bulunmalıdır. Gücün yeterse ipekli kumaşlar armağan et. Mümkün ise diş kirası da ver ki gelenlerin ağzı kapansın".
Yusuf Has Hacib, ziyafetlerde uyulması gereken sofra adabı hakkında da şunları söylemektedir:
"Senden büyükler başlamadan, yemeğe başlama. Yemeğe besmele ile başla ve sağ elin ile ye. Başkasının önündeki lokmalara dokunma, kendi önünden ye. Sofrada bıçak çıkarma ve kemik sıyırma. Çok obur olma ve pek de sünepe oturma. Fakat, ne kadar tok olursan ol, ikram olunan yemeğe haz ve arzu ile elini uzatıp ye ki, o yemekleri hazırlayan evin hanımı memnun olsun. Böylece, zahmet edip sana ziyafet hazırlayanların bu zahmetini de boşa çıkarma. Ağzına aldığını ısır ve ufak ufak çiğne. Sıcak yemeği ağızla üfleme. Yemek yerken sofra üzerine sürünme ve etrafındaki insanların huzurunu kaçırma. Yemeği ölçü ile ye, zira insan her vakit az yeyip az içmelidir".
Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen atalarımız, daha sonra Selçuklu ve Osmanlı olarak devam ettirdikleri büyük siyasi gücü üç kıtaya kadar yaymışlardır.
Bir ucu Avrupa'nın içlerine bir ucu Yemen'e bir ucu Kafkaslar'a bir ucu Afrika'ya uzanan bir imparatorluğun kendi kültürüyle getirdiklerini de düşünürsek yiyecek, içecek konusundaki karşılıklı alışverişin muazzam etkisini anlayabiliriz.
Saray mutfağı da, Osmanlı İmparatorluğu'nun büyümesine paralel olarak büyük bir gelişme göstermiş, saray ileri gelenlerinin bir sofra etrafında toplanması devrin en büyük sosyal hareketlerinden biri olmuştur.
Bu nedenle, aşçıların bütün yaratıcılıklarını ve becerilerini gösteren çok zengin ve lezzetli yemek türleri ortaya çıkarılmıştır. Sultanlar ve devlet büyükleri, yabancı misafir ve elçileri, saraya gelen konukları doyurmak ve ziyafet vermek amacı ile aşçılarına çeşitli yemek tarifeleri de geliştirmişlerdir.
Sarayda ve konaklarda aşçılar çok itibar gören sevilen kimselerdi. Kaynaklara göre, Fransız devlet adamları, Sultan Abdülaziz'in Paris ziyareti sırasında yanında götürdüğü aşçılarını, alıkoymak için padişaha ricada bulunmuşlardı.
Yükselme devirlerinde de fethettikleri her yeni yörenin mutfak kültürünü de kendi mutfaklarına katan Osmanlılar bu konuda çok zenginleşmiş ve 18'nci 19'uncu yüzyıllarda doruğu ulaşmış...
Farkındaysanız, daha yemeklere gelmedik, yalnızca hazırlık ve adab konusunda yapılması gerekenleri ele aldık...
Onu da bir başka sefere...
Yağmur'un dili 'aşk' kokuyor
"Kişiyi nasıl bilirsin, kendin gibi" demiş atalarımız... Bu "garip" adam da böyle yaşamış böyle anlatıyor. Ne reklamı var, ne bir köşesi, ne de televizyonda bir programı... Gördüğü bildiği gibi, içindeki aşk ateşiyle yola çıkmış...
"Ben sende kendimi aramışım,
Ben bende seni kaybetmişim,
Neden daha fazlasını arayayım?
Oysa ben seninle aynıymışım."
diyerek "tasavvuf"un izinde kendini yollara vurmuş... Afganistan'a Tebriz'e kadar gitmiş...
Aramış da aramış sonra "tamam" demiş. Vakit o vakittir... Almış kâğıdı kalemi yazmış da yazmış...
Sonra yazdıkları deryayı ummanı doldurmuş... Bir değil birçok kitap olmuş...
Kitapları hiçbir yerde tanıtılmamış, internet, uydu, bilgi çağında hiçbir yerde sözü edilmemiş...
Ancak dervişlerin, velilerin, çulsuzun, garibin, âşıkların, kahramanların yurdu Anadolu'nun vicdanı onu anlamış, sevmiş...
Kalpten kalbe bir yol bulmuşlar, yazdıklarını fısıltıyla birbirlerine söylemişler. Kitapları elden ele gezmiş...
Adı Sinan Yağmur... Bir öğretmen, Konya'da yaşıyor...
Forbes Dergisi'nin araştırmasına göre 2011'de kitapları 850 binden fazla satmış... Kitapları İngilizce ve Almanca'ya çevrilmiş...
Bir yıldır Türkiye'nin dört bir yanından davetler alıyor, söyleşiler yapıyor... Öğrendiklerini paylaşıyor...
Sinan Yağmur, gazetemizin Pazar ekindeki söyleşisinde, gösterilen ilgiyi hoş bir tevazuyla anlatıyordu.
Yoldaşları, Mevlâna, Tebrizli Şems, Yunus Emre, Kimya Hatun, Veysel Karani ve nicelerinin ruhuyla bir zamane dervişidir Sinan Yağmur...
Peki, Yağmur'un sırrı ne?
Sırrı yüzyılların ruhunu bugünle birleştirip çağdaş bir yorum yapmasında...
Anadolu, destanlar, menkıbeler yurdudur aynı zamanda...
Urfa'daki Sıra Geceleri, Eğin'deki Sıra Odası, Antep'teki Barak Köy Odası, Diyarbakır'da Velime Gecesi, Elazığ'da Kürsübaşı, Edirne'de Helva Sohbetleri, Adıyaman'da Dereağzı, Şebinkarahisar'da Sedir Kenarı Havaları, Artvin'de Arfona, Avanos'te Gale Binnik, Bolu'da Ateş Gezmeleri, Trabzon Maçka'da Kusku, Konya'da Barana, Keskin'de Muhabbet Geceleri diye bilinen toplantılarda yalnızca türkü söylenip yemek yenmezdi ki...
O toplantılarda dini ve milli destanlar, hikâyeler anlatılır, yorumlanırdı... İster Müslüman, ister Ermeni, Süryani, Rum, Keldani, Yahudi olsun... Bu topraklarda her toplum kendi kutsal kitabının izinde menkıbelerle yol almıştır...
İşte Sinan Yağmur da bu geleneğin bir temsilcisidir...
O dünyaların büyüklerini ermişlerini birer roman kahramanı yapıp önümüze koyuyor. Tebrizli Şems, Mevlâna, Yunus Emre ete kemiği bürünüp bizimle sohbet ediyor...
Sinan Yağmur, Kuran'ın öğretilerini tasavvufla taçlandırarak Anadolu halkının binlerce yıllık destanlarıyla harmanlıyor...
Dostluğu, sevgiyi, tevazuyu, sabrı, iyiliği anlatıyor; kısaca insana kaybettiği değerleri hatırlatıyor....
"Sende o var, bu var; falan dedi var, falan anlattı var,
Peki sende senden ne var Mevlâna?"
diye yazarken her şeyin insanın içinde olduğunu ve kendini bulmasından söz ediyor...
Öğrenmeyi, bilmeyi gerçek manada kavramayı anlatırken de bakın ne diyor:
"Cehalet seni senden almayan
ilimden yüz kere daha iyidir."
Peki ya karşılıksız ve hiçbir çıkar aramadan kurulan arkadaşlık nasıl bir şeydir...
O da böyle dile geliyor:
"Dostluk gül olmaktır,
yaprağı ile de dikeni ile de."
Mevlâna bugün asırları ve kıtaları aşan bir dünya değeridir. Birleşmiş Milletler'in Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı UNESCO'nun 2007'yi Mevlâna Yılı olarak dünya çapında kutlaması da bunun göstergesidir... Pop sanatçısı Madonna'nın bile dilindedir.
Ve kaçınılmaz olarak da ticari bir meta haline gelmiştir.. Turistler için olur olmadık yerde, ya da sportif bir karşılaşmada yapılan sema gösterileri ne yazık ki işin ruhuna aykırı duruyor. Sonra Mesnevi'den alıntılarla çalakalem yazılan romanlar...
İşte Sinan Yağmur'a bunun için de kulak vermek gerekiyor... Hayatını bu yola hiçbir beklenti olmadan adayanlara selam olsun...
Ne diyordu koca Yunus...
"Bilmeyen ne bilsin bizi
Bilenlere selam olsun."
Not. Menkıbe: Din büyüklerinin veya tarihe geçmiş ünlü kimselerin yaşamları ve olağanüstü davranışlarıyla ilgili hikâye.
17 Mayıs 2012 Perşembe
Şehirlerimiz ve dönüşüm...
Toplu Konut İdaresi'nin Kuzey Ankara Projesi öncesi ve sonrası....
Başbakan Erdoğan, ustalık dönemim dediği üçüncü seçim galibiyetinde "Çevre ve Şehircilik Bakanlığı" ihsas ederek çok önemli bir adım attı. Belki de 19. yüzyıllarda yapılması gereken bir düzenleme 1.5 asır sonra hayata geçti. Somut olarak görmediğimiz için tam olarak algılayamıyoruz ancak yolun doğru olduğunu söyleyebiliriz... Şehircilik bir bilim ele alınarak yola çıkılmalıydı ancak bugüne kadar iyi bir sınav verilemedi. Şimdi "zararın neresinden dönülürse kardır" desek de çıkılan yolun çok zahmetli olacağı görülüyor.
Osmanlı'nın cami, kervansaray, han, hamam, kulliyelerinin etrafında şekillenen şehirlerimiz mutevazıydı. Yeşille çevrelenmiş mahallelerimizde eş, dost, akraba iç içe yaşardık. 18. yüzyıldan itibaren başta payitaht İstanbul olmak üzere, Selanik, İzmir gibi şehirlerde Avrupa'nın etkileri hissedilmeye başlandı. O zamana kadar sadrazam, beylerbeyi, paşaların görkemli evleri vardı. Paranın gücüyle yükselen yeni bir sınıf iyi yaşamak istiyordu. Konaklar, yalılar yapılmaya başlandı. Merkezdeki mahallelerde imar hamleleriyle değişmeye, çağa uymaya başladı. Örneğin, Eminönü'ndeki Yeni Cami ve Mısır Çarşısı civarında oturan gayrimüslümler oradan gitmek zorunda kaldı... Beyoğlu ve civarı İtalyan kökenliydi, binalarda Venedik ve Milano'nun esintileri vardı. Cumhuriyet dönemiyle birlikte Ankara yeni baştan kuruldu, yeni başkentin şansı çevrenin boş olması ve nüfusunun azlığıydı. Peki, İstanbul, Bursa, Trabzon, Adana, Diyarbakır gibi ülkenin dört bir yanında Osmanlı kimliği sinmiş şehirler ne olacaktı. Ne yazık ki o güzelim eski dokular birer birer yok edildi. Önce yeşile kıydılar, sonra sofalı, havuzlu, avlulu, kilerli, ince işlemeli evlerin canına okudular. Sanki geçmiş ayıp bir şeydi. Bugün Avusturya'nın başkenti Viyana'nın merkezinde 300 yıldır çivi çakılmadığını bilmek, Hollanda'nın Amsterdam şehrinde 400 yıllık evlerin tepesinde eşyayı iple taşımak için kullanılan dev çengellerin durduğunu görmek içimizi acıtıyor.
Osmanlı coğrafyasındaki üç kıtada, Bosna'dan Mekke'ye, İstanbul'dan Diyarbakır'a, Antakya'dan Trabzon'a kadar sayısız eser inşa etmiş Mimarbaşı Sinan Ağa'nın yaptıklarını unutmamak gerekiyor. Geçmişimiz bize ışık tutuyor.
Şehirlerimizi yıllar içinde ur gibi saran gecekondular, yoksulluğun ve terörün sonucuydu. Merkezlerde sözüm ona dikilen yapıların depremde ne hale geldiğini de gördük.
Şimdi zor bir işe kalkışan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar bir yandan inşaat sektörüne bulaşmış olumsuzlarla uğraşacak bir yandan da halka karşı sorumluluğu var.
Modern dünyanın gereklerine uygun, çevreyle uyumlu, iyi evlerde yaşamak artık insan haklarından sayılıyor...
2 Mayıs 2012 Çarşamba
Futbol aşkımıza kıyanlar tarih önünde hesap verecek
Taraftar olmak hiç ama hiçbir şeye benzemez... Tarifi çok zordur... İnsanlar hayatlarında birçok şeyden vazgeçerler ancak taraftarlıktan asla. Çünkü o karşılıksız bir sevgidir. Yenmek ya da yenilmek önemli değildir. Hangi konumda olursanız olun o büyük ailenin bir parçası olmak beraber üzülüp beraber ağlamak tarifi zor bir meseledir...
Ancak burada çok ince bir çizgi vardır. Hak, hukuk, adelet deyince akan sular durur, durmalıdır... Taraftarlık bile bir yana bırakılır, gerekirse bağrına taş basarsın...
Ama yaklaşık bir yıldır kendimizi iyi hissetmiyoruz, kötüyüz, ringte arka arkaya yumruk yiyen boksör misali nakavt olmak üzereyiz..
Gözümüzün içine baka baka yapılanları bir köşe yazarı çok iyi özetlemiş: TFFT.
Yani Türkiye Futbol Federasyonu Tiyatrosu...
Geçmişten bugüne birçok konuda sorunu halının altına süpürüp görmezlikten gelmeyi marifet sanmışız. Bir süredir bunlarla hesaplaşıyoruz ancak yetmez yetmemeli.
Peki Futbol Federasyonu'nun 30 Nisan'daki açıklamasını nasıl hazmedeceğiz; hak, hukuk, ahlak, adalet nerede. Başta ailemiz olmak üzere, bizi yetiştiren öğretmenlerimiz, hocalarımız, din konusunda öğüt veren büyüklerimiz, okuduğumuz kitaplar, dostlarımız, hepsi yanlış biliyormuş demek ki...
Üç maymunu oynarsın. Görme, duyma, üçüncüsü de 'konuşma'dır...
Doğru, konuştular ama örtbas ederek, görmezden gelerek ve bugüne kadar olan biteni duymamazlıktan gelerek...
Büyük bir torba açıp haklı haksız 16 takımı birden Disiplin Kurulu'na verip bir yandan o ünlü 58. maddeyi değiştirmeye kalkışmanın adını siz koyun.
Yani buradan bir adalet çıkar mı, tabii ki çıkmaz...
Tamam Fenerbahçe, Trabzonspor ve Beşiktaş'ı anladım, çünkü iddianamede adı geçiyor.. Galatasaray'a da gözdağı vermek istediniz. Peki o sezon ligi üçüncü bitirmiş Bursaspor'un ne işi var... Yani kurallar işletilse belki de 2011 şampiyonluk kupasının verilmesi gereken Bursaspor'a ne mesaj verilmek isteniyor... Başkan İbrahim Yazıcı'nın, "Mağdur kulüplerin en başında Bursaspor'un ismi varken ve ortaya çıkan bu mağduriyetin karşılığında, söz konusu süreci haklarımızın teslim edilmesi beklentisiyle takip ederken neyin savunmasını verebiliriz" demesi doğru bir tavır... Keza savunma vermeyeceğini açıklayan Kayserispor'un da bu kepazeliğe ortak olmayacağını belirtmesi takdire şayan...
Kaldı ki, daha açıklamanın üstünden 24 saat geçmeden Federasyon'un iki üyesinin karara şerh koydukları ve 58. maddenin değiştirilmesine karşı oldukları ortaya çıktı. Yani kendi içinde bile baştan kokan bir acizlik ve sorumsuzluk var ki evlere şenlik...
Etik Kurulu'nun raporunu açıklamayan ve yalancılıkla suçlanan Başkan Yıldırım Demirören kendi kulübünü enkaza çevirdikten sonra Türk futbolunu da batırmaya çalışıyor. Ancak Avrupa ve dünya futbolunun patronları UEFA ve FIFA her şeyi görüyor...
Hele UEFA daha play- off'lar başlamadan Federasyon'a mektup yazarak dolambaçlı yollara sapılmaması konusunda uyarısını yapmıştı.
Ayrıca FIFA'nın disiplin talimatının 70. maddesi de çok açık ve hiçbir 'ama'yı kabul etmeyecek kadar net: "FIFA kendine üye federasyonların hak ihlali yapması ve hukuk kurallarına uygun karar almaması durumunda yaptırım hakkını saklı tutar."
"Kimse bize bir şey dayatamaz" diyenlere de Türkiye Futbol Federasyonu'nun ana statüsündeki maddeyi anımsatmak istiyorum:
"... kendi üyelerinin, kulüplerin, futbolcuların ... FIFA, UEFA ve TFF'nin statü, talimat ve kararlarına ... uymalarını sağlamak."
Ya işte böyle...
Anayasa Hukuku'nda sayısız eser vermiş binlerce öğrenci yetiştirmiş Prof. Tarık Zafer Tunaya, "Bugünü yaşayanlar gelecektekiler tarafından yargılanacaklarını bilmekle ödevlidirler. Nasıl ki kendileri öncekileri yargılamışsa..." diyor.
Bugün geçmişte yapılan onlarca haksızlığın hesabı görülüyor haksızlık kimsenin yanına kar kalmıyor...
Bilsinler ki bu topraklarda delicesine sevilen futbol sevgimizin canına okuyanlar hiç de iyi anılmayacaklar...
Vicdanlar bir kez kanarsa onu kimse durduramaz...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)