Sayfalar

29 Haziran 2024 Cumartesi

Türkiye aşığı saatçi Alman ailenin öyküsü...


Tarih profesörü Serkan Yazıcı, Sultanın Saatçisi- Meyer Saatlerinin Asırlık Öyküsü'nde Türkiye'de yaşayan dede, baba ve torun üç kuşak Alman aileyi anlatıyor. Dünya ve Türkiye'de büyük toplumsal olaylar yaşanırken Meyer ailesinin saatçilikteki devrimleri ve ülkeye yaptığı katkılar ele alınıyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, başyapıtı Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabında dediği gibi; Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur.
İnsanoğlu zamanı anlamaya çalıştı sonra da ölçmek için uğraştı.
Yüzyıllarca su saati, kum saati ve güneş saatleriyle kendine yön bulmaya çalıştı.
Mekanik saatlerin temelleri 14. Yüzyılın başlarında Avrupa'da atıldı.
Değerli madenlerin işlenmesi bu süreci başlatmıştı.
Demirciler, silah-top imalatçıları ve çilingirlerden çıkan ustaların elinden çıkan dev saatler icat edildi.
Kilise ve krallar gücünü göstermek için saatler fırsat oldu.
Katedrallerin kulelerinde, şehirlerin meydanlarında görülen dev saatlerin bakımı, ayarlanması da başlı başlına bir işti.
Takip eden asırlarda saatler, yeni buluşlarla küçüldü, duvarlara, masalara ve nihayet ceplere kadar girdi.
Sanatçıların elinde süslendi, değerli taşlar eklendi.
İslam dünyası da namaz için güneş saatlerini kullanıyordu.

Ancak El-Cezeri gibi astronomi, matematikle uğraşan mekaniği kullanan ilim adamları vardı.
Osmanlı sultanları Fatih'in, Kanuni'nin saat merakı ve ilgisi bilinmektedir.
16. Yüzyılda Osmanlı sultanının müneccimbaşısı olan Takiyüddin Efendi, matematik, astronomi, fizik, optik, mekanik ve tıp konularında kitaplar yazan bir dehaydı.
Mekanik saatleri anlattığı bir eseri de vardır.
İstanbul'da olmasa bile Balkan şehirlerinde meydan saatleri vardır.
Ancak Osmanlı'nın saatlere olan ilgisi, Avrupalı ustaların İstanbul'a yönelmesini sağlar.
Galata semtinde görülmeye başlayan saatçi ustaları bir ekol haline dönüşecektir.
Osmanlı'da modernleşme hamlesinin mimarlarından Sultan 2. Abdülhamid, Almanlarla geliştirdiği iyi ilişkiler sayesinde, imparatorluğu sanayi devriminin atılımlarıyla donatmaya başladı.
Saatlere büyük önem veriyordu, tam da bu dönemde bir Alman çıkageldi.
Gelişinde iki rivayet anlatılır.
Sarayın isteği üzerine Sultan ve imparatorun dostluk çerçevesinde gönderildi.
Diğeri, sarayda çalışmak üzere bir ilana başvuru yaptığı şekildedir.
1876 yılında saat ustası Johann Meyer, İstanbul'a gelir ve sultanını saatçibaşısı olur.
Yıldız Sarayı'nın ayaklı, duvar ve masa saatlerinin dışında saltanat ailesinin cep ve koyun saatleri onun bakımı altındaydı.
2 yıl sonra saraydan ayrılan Meyer İstanbul'u terk etmez ve Galata'da bir dükkan açar.
Günümüze kadar gelen Meyer saatlerinin ilk adımı böylece atılır.
Johann Meyer yalnız saat bakımı ve tamiri yapmaz.
Alaturka ve alafranga saatlerin birleştirdiği bir saat tasarlar.
Bu namaz vakitlerinin de doğru takip edilmesini sağlayan ezani saattir.
Benzer bir sistemle çalışan Hamidiye saatini de tasarlayan Meyer, Sultan'dan Mecidi Nişanı ve İftihar Madalyası alır.
Dolmabahçe'deki meşhur saat kulesinin deniz tarafındaki yüzünde de Johann Meyer'in katkıları vardır.
Ünlü markanın bir sonraki kuşağında ise 1883 İstanbul doğumlu oğlu Emil vardır.
O da endüstriyel saat konusunda büyük işler yapar.
Türkiye'de güvenilir ve bilinir bir markayı uluslararası işbirliğine açarak büyük firmalarla ortaklaşa işler yapar.
Ünlü saat markalarının Türkiye'deki temsilciğini yapar...
Fabrikalarda çalışanların giriş çıkış saatlerini kontrol eden işçi kontrol saatleri, bant sisteminde çalışan fabrikalarda üretim zamanlayıcıları ve kronograflar, vardiya başlaması ve bitişiyle, çay ve yemek molalarını haber veren sinyal saatleri ki okullarda da kullanılıyordu.
İşçi kontrol saati, bekçi kontrol saati gibi işler Meyerler'in Türk ekonomisine katkılarıydı.
Ve babasının ölümüyle işin başına geçen üçüncü kuşak torun Wolfgang Meyer'den dönemin gazeteleri zaman bilgini olarak söz etmektedir.
O da babası gibi İstanbul doğumluydu.
Türkiye'ye ve Türk insanına aşk derecesinde bağlı olan Wolfgang Meyer, saat fabrikası kurarak onlarca usta yetiştirdi.
Alman disiplini ve çalışkanlığı dillere destandı.
Mütevazi kişiliği, entelektüel birikimiyle çok ünlü isimlerle de halkla da arası çok iyiydi.
2. Dünya Savaşı'nda Almanlar yenilince zorunlu sürgüne gönderilmişti.
O zaman bile Türkiye'ye terk etmemişlerdi.
Babası ile birlikte Çorum ve Kırşehir'deki uzun sürgün yıllarında Anadolu insanını tanımış, onların hayatına karışmış ve değerli dostluklar biriktirmişti.
Dedesinden babasından gördüğü üzere Topkapı Sarayı başta olmak üzere değerli saatlerin bakımını ücretsiz olarak bir gelenek olarak sürdürmüştü.
Meyer Saatçiliğin Türk sahipleri de bu işi günümüzde de gönüllü olarak devam ettirmektedir.
4 dilde hazırladığı Topkapı Sarayı Müzesi Saatleri Kataloğu ve İstanbul'daki Güneş Saatleri kitaplarını yıllarca büyük emek harcayarak hazırlayan Wolfgang Meyer'in Namaz Saatlerinin Kullanılması İçin Belirlenen Aletler başlığı ile hazırlanmış Türkçe sempozyum tebliği de bulunmaktadır.

1981'de vefat eden Wolfgang Meyer, dedesi ve babasının yanı başına Feriköy'deki Protestan Mezarlığı'na gömüldü.
Büyük bir katılımın olduğu cenazeden sonra ailesi teşekkür ilanı verdi.
Gazeteler ondan sitayişle söz etti.
Meyer Saatleri günümüzde de onların yetiştirdiği Türk sahiplerinin titizliği ve atılımlarıyla dünyadaki saygın yerini koruyor.
Tarihçi Profesör Serkan Yazıcı'nın arşiv, literatür ve hatıralarla kaleme aldığı çalışması değerli bir eser.
Zamanın felsefesi, insanın arayışları, saatin keşfi gibi tarihsel bilgilerin yanı sıra edebiyatçılardan şairlerden alıntılarla ilerlediği kitabında üç kuşak Alman ailesinin öyküsünü anlatıyor.
Arka planda ise 2. Abdülhamit dönemiyle başlayıp, Meşrutiyet yılları, 1. Dünya Savaşı, Cumhuriyet'in kuruluşu ve gelişimi, 2. Dünya Savaşı, Türkiye'nin 1980'lere kadar gelen inişli çıkışlı yılları kapsayan 150 yıl adeta resmi geçit yapıyor.
Önsüzü kaleme alan Prof. İlber Ortaylı'nın dediği gibi bu kitabı hazırlayanlara teşekkür etmek bir borçtur.
(Sabah Kitap, Mayıs 2023 sayısında yayınlanmıştır.)

İstanbul'un mahzun yılları...

İstanbul'un işgal yıllarına dair anılarını 'İngiliz Komutan Anlatıyor' kitabında aktaran General Harington'ın eseri, tarihimizin en önemli dönemlerinden birini, diğer tarafın gözünden okumamızı sağlıyor.

Birinci Dünya Savaşı'nın bitişiyle Osmanlı toprakları olan vatanımız 1918'de işgal edildi.
Başkent İstanbul dahil her yere Müttefikler el koydu.
Komuta İngiltere'deydi, İtalyanlar, Fransızlar da belli bölgeleri kontrol ediyordu.
O sırada Anadolu ise kaynıyordu, milli mücadele örgütleniyordu.
İşte tam da bu zamanlarda İngiltere, Müttefik İşgal Orduları Başkumandanlığı'na General Charles Harrington'u atadı.
Harrington 1920'den 1923'e kadar süren görevi boyunca önemli olaylara tanıklık edecek, büyük krizlerin, anlaşmaların, restleşmelerin arasında kalacaktı.
Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin'in İstanbul'dan ayrılması, Mudanya Ateşkes Anlaşması, Çanakkale'de karşı karşıya gelen iki ordunun sinir harbine varan restleşmesi, Mustafa Kemal'in askerleriyle patlak verecek savaşın son anda sürpriz bir şekilde engellenmesi, Lozan Anlaşması tanıklığı ve İstanbul'un Türk ordusuna teslim edilmesi gibi kader anlarında görevdedir.
İstanbul'un İşgal Yılları/ İngiliz General Anlatıyor kitabı, General Harrington'un ilk kez tamamı yayınlanan anılarını içeriyor.
Bizim için de önemli bir belge niteliği taşıyan kitap, tarihimizin en önemli dönemini öbür tarafın gözünden okumak, her şeyi daha iyi değerlendirip anlamamızı sağlayacaktır.
Parlak bir asker olan Harrington, savaşta birçok yerde görev yaptıktan sonra gönderildiği Konstantinopolis'te çok mutludur.
Teknedeki yemekleri, Boğaz'a vuran ay ışığındaki geceleri, koruları, erguvanları, anlatır.
Boğaz'ın iki yakası arasında yüzmeyi ihmal etmez.
Burada görmeye değer pek çok şey vardı diye yazar.
Herkes seveceği bir şey bulabilirdi: Av, polo, atıcılık, balık tutma, yatçılık, golf, kriket, hokey, tenis, squach ve niceleri...
İyi bir kulüp ve iyi kafeler.
Son derece dostane bir ruh hali hüküm sürüyordu.
Ancak işler bu kadar basit değildir.
O da bunun farkındadır.

"Sizi şimdi bir BBC spikeri gibi Anadolu'ya götürmeli ve neler olduğunu anlatmalıyım" diyerek bir askerin tanıklığına başlar.
Anadolu'da dalga dalga kabaran büyük bir mücadele vardır. Harrington, savaşın ilk zamanlarını bir asker ve kurmay olarak şöyle değerlendirir:
"Bu sıralarda Yunanlılar hücuma geçti ve biraz başarı kazandılar. O başarıyla yetinselerdi işler çok farklı olurdu ancak başlangıçtaki bu zafer onları öyle coşturdu ki savaştan haberi olmayan, ancak, "Ankara'ya doğru" savaş çığlıkları atan kurmayıyla Kral geldi ve sonrasında gayet yetersiz hazırlıkla, nizamsız ve vahşice atıldılar. Bu durum, gerçek bir asker olan ve onları Sakarya Nehri'nde kati suretle durduran Mustafa Kemal'in kalbindeki ateşi yakmış olmalı."
İngiliz General, Büyük Taaruz'dan sonra savaşın galibi Ankara hükümetiyle Mudanya'da pazarlığa oturur.
Karşısında daha sonra Cumhurbaşkanı olduğunda da birbirleriyle mektuplaşacağı General İsmet Paşa vardır.
Onların Çanak dediği Çanakkale'ye dayanan Türk askerine karşı gerekirse savaşması istenir.
Bir kez mağlup oldukları yer onlar için önemlidir.
Harrington, Londra'daki hükümetin savaşa girmesini emreden telgraflarla barış görüşmeleri ve müzakereleri sürdürdüğünü, hem Mudanya'da hem de Çanakkale'de az daha savaşın başlayacağı anları ayrıntılarıyla anlatır.
Londra'daki hükümetin düşmesinin ardından, kariyerinin mahvolduğunu kendisinin Genelkurmay Başkanlığı ya da Feldmareşal ünvanlarına bu yüzden kavuşamadığını belirtir.
Ve bunları umursamadığını barış için feda ettiğini yazar.
100 yıl önce bugünlerde gözbebeğimiz İstanbul hâlâ işgal altındaydı.
4 yıl 10 ay 23 gün süren esaret, 6 Ekim 1923'te sonlandı.
Harington'un kitabını o günleri unutmamak ve bir daha yaşamamak için okumalıyız.
(Sabah Kitap, Nisan 2023 sayısında yayınlanmıştır.)

Rasathanenin sarsıntılı tarihi...


Kandilli Rasathanesi toplumun güvendiği ve itibarlı bir yer haline gelinceye kadar neler yaşadı? Prof. Dr. Mustafa Aktar, Rasathane ile Bilimde Yüz Elli Yıl kitabında tarihi kurumu mercek altına alıyor.

İnsanoğlunun en büyük mücadelesi doğayla oldu.
Gökyüzüne ve yeryüzüne bakıp başına gelenleri anlamaya çalıştı.
Hiç kuşkusuz en büyük merakı ve korkusu da oydu.
Güneş ve ay tutulmaları, güneşteki patlamalar, yıldızlar, gezegenler...
İklimsel döngüler; fırtına, yağmur, kar, seller...
Ve en acımasızı depremler...
6 Şubat'taki çifte depremin ruhumuzda açtığı yaralar çok taze, daha 1999'daki Gölcük bile hâlâ tüm acısıyla zihinlerimizde duruyor.
Kandilli diye başlayan her haber içimizi hoplatıyor, rasathane artık hayatımızın bir parçası.
Bu kurum tarihi boyunca toplumun güvendiği ve itibarlı bir yer haline gelinceye kadar neler yaşadı...
Bu sorunun cevabını ve daha fazlasını deprem uzmanı Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Dr. Mustafa Aktar veriyor.
Ulusal Sismik Ağ Projesi'ni yürüten Prof. Aktar, Rasathane ile Bilimde Yüz Elli Yıl kitabıyla Kandilli'nin tarihini ele alıyor.
Kitap; anılar, bilgiler, teknik, bilimsel veriler gibi sadece uzmanların anlayacağı bir metin değil, kendi deyişiyle; rasathane-bilim-toplum üçgeninde yerel boyuttan küresel ölçeklere, bireysel duyarlılıklardan siyasi paradigmalara uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Bu yüz elli yılda hem dünyada hem de bizdeki isyanlar, toplumsal olaylar, savaşlar, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişteki sancılar, kültürel ve ekonomik değişimler rasathaneyi de etkiliyor.
Prof. Aktar, akademisyen titizliği, kapsamlı arşiv çalışmasıyla bir avuç insanla yola çıkan rasathanenin bugün geldiği noktayı anlatıyor.
Meraklı okuru bilgilendirmesi de cabası.
Kitabın arka planına yerleştirdiği tarihi olayları, bilim adamlığıyla harmanlayıp, bir edebiyatçı gibi üslubuyla zenginleştiriyor.
1577'de Sultan III. Murad'ın emriyle kurulan İstanbul Rasathanesi dünyada sayılı örneklerden biridir ve o döneme göre büyük bir adımdır.
Ortaçağ'da astronomi bilimi en çok İslam dünyasında gelişmişti ve en büyük deneyim bu coğrafyada birikmişti.
Başınada müneccimbaşı ünvanıyla anılan bir bilim adı Takıyyüddin Efendi getirilir.
Ancak, sadece bizde değil Avrupa'da bile şüpheyle karşılanan ve 'bilim ve din ikilemi' tartışmaları yüzünden iki yıl sonra kapatılan rasathane içindekilerle topa tutulup yok edilir.
Ve rasathane yaklaşık 300 yıl sonra sessiz sedasız bir salname ile yeniden açılır:
İşbu Rasathane 1868 sene-i miladiyesine müsadif olan 1285 sene-i hicriyesinde tesis buyurulmuş ve âlât ve edevâtı Avrupa'nın fabrikalarından mübâyaa olunmuştur.
Adı Rasathane-i Âmire olur ve başına Aristidi Coumbary getirilir.
İlk yeri Beyoğlu'ndaki İstiklal Caddesi olan rasathane uzun yıllar burada kalır.
Bir ara Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) bahçesine taşınması söz konusu olur.
Daha sonra Maçka'da bir yere taşınır ve Osmanlı'nın son döneminde İcadiye Tepesi'ne yani
Kandilli'deki bugünkü yerine kalıcı olarak yerleşir.

Başlarda hava durumu yani meteoroloji, gökyüzündeki gözlemler öne çıkar.
Takvimlerin ve zamanın belirlenmesinde rol alır.
Hele alaturka saatten alafrangaya geçişteki tartışmalar, gelenekselden evrenselliğe giden yolda dünyada ve bizdeki yansımalar kitabın en güzel bölümleri arasında.
Sultan Abdülaziz'in emriyle Osmanlı'da saatlerin doğru ayarlanması için öğlenleri 00:00'da Tophane'den bir top atılması gibi ilginç olaylar yaşanır.
Bugün kullanmakta olduğumuz Greenwich saat dilimleri sisteminin kabul edildiği toplantıda Osmanlı devleti de temsil edilir.
Tabii ki rasathaneyi danışma ve bilgilenme seviyesine getiren depremler olacaktır.
10 Temmuz 1894'te İstanbul büyük depremle sarsılınca en büyük iş rasathaneye düşer.
Büyük korkuyu ve söylentileri yatıştırmak için açıklamalar yapar, yurtdışından uzman getirerek raporlar hazırlatır.
Ve zaman içinde sismometreler başta olmak üzere teleskoplar ve bilimsel aletlerle zenginleşen rasathane, onlarca bilim adamının özverili çabalarıyla özellikle Cumhuriyet dönemindeki atılımlarıyla bugün saygın bir yer kurum haline gelir.
"Hocam deprem olacak mı?, Kuyrukluyıldız bize çarpacak mı?, Güneş patlaması bizi de patlatacak mı?, Gezegenler bir hizada hizalanınca dünya savaşı çıkacak mı?, Tsunami İstanbul'u yutacak mı?, İklim değişince Marmara Denizi çöl olacak mı?... gibi vatandaşın korku ve söylenti bile olsa her türlü sorusuna yanıt verilir.
Kandilli Rasathanesi'nin Osmanlı- Türk aydınlanmasının bir eseri olduğu belirten Mustafa Hoca'nın tespiti 150 yılı özetliyor:
"Rasathaneler özünde bilim için oluşturulmuş birer gözlem laboratuvarlarıdır. Ancak tarih boyunca bunun çok ötesinde bir anlam taşımışlardır.
Bunun sebebi, bazı kritik dönemlerde, evrene bakış açımızı değiştiren, toplumların en yenilikçi ve hatta en devrimci düşüncelerini üreten kuruluşlar arasında yer almalarıdır.
Gün gelmiş insan aklının ulaştığı en üst noktayı simgelemiş ve gün gelmiş şeytani düşüncelerin yeşerdiği bir sapkınlık yuvası olarak kabul edilmişlerdir."
(Sabah Kitap, Mart 2023 sayısında yayınlanmıştır.)

21 Haziran 2024 Cuma

'Hepsini yakın, Tanrı masum olanları ayırır!'


Ortaçağ'da başlayıp 1800'lerin sonuna kadar insan yakan, işine gelmeyene 'şeytan' damgası vuran Avrupa'yı anlatıyor 'Tarihteki Garip Vakalar'. Sürpriz ise, çevirmeninin Sabahattin Ali olması!

Roma'nın yıkılmasından sonra yaklaşık bin yıllık bir dönem Ortaçağ olarak adlandırılır.
Avrupa bugünlere, bu uzun dönemdeki savaşların yanısıra, sosyolojik, toplumsal ve kültürel şekillenmesiyle geldi.
Özellikle erken dönem Ortaçağ çok acımasızdı; kilisenin mutlak hakimiyeti her şeyin üstündeydi, kraliyet ve soylular, halkın canına okuyordu.
Alman tarihçi Max Kemmerich'in o dönemi anlattığı kitabı; kilise kayıtları, seyyahların notları, gazeteler, devletin resmi belgeleri ve vesikalara dayanıyor.
Kitap 1910 tarihli, Türkçe'ye 1936'da Tarihte Garip Vakalar olarak çevrilmiş.
Sağlık işleri ve temizlik, Roma Katolik kilisesi ve dinsizler, Ahlak, Harp ve Askerlik, Hak ve Adalet, Hekimlik, Fikir hürriyeti, İzdivaç, Şeref ve haysiyet, Misyonerler ve koloniler, Din ve iman, Seyahatlar, keşifler, icatlar, Mübarek eşya, Sihirbazlarla mücadele, Edep ve terbiye, eski zamanlarda modern şeyler başlıkları altında yüzlerce bilgi ve anekdot aktarılıyor.
Dinden çıkma ve afaroz gibi yöntemler başlarda çok acımasızdır.
Bir bölgede ne kadar insanın dinsiz olduğu konusunda ihtilaf çıkar, kesin emin değildirler.
Emir şöyle gelir: "Hepsini yakın, nasılsa Tanrı masum olanları ayırır."
Bu yöntem, sonraları hırsızlara, isyancılara uygulanmaya başlar.
1813 yılına kadar Berlin'de yakarak öldürme devam etmektedir.
Mezhepler arası çatışma da korkunçtur.
Protestan Almanya'da Katolikler ikinci sınıf sayılır, birçok haklarından mahrumdurlar.
Katolik Fransa'da ise Protestanlık şeytanla bir demektir.
Yahudiler ise tüm Avrupa'da en aşağıdaki sınıftır.
Sokağa çıkmaları bile izne tabidir.
Alman tarihçi bu konuda Müslümanlar'ın tavrını da yazmaktan geri kalmaz.
Wedel isimli müverrih kitabında; "Tek din muhakkak lazımdır çünkü insanları birbirine sevdiren ve birbirinden nefret ettiren dindir" yolunda mütalalaarda bulunmakla beraber Türklerin vicdan hürriyetine hürmetleri hakkında şunları söylemekten kendini alamamaktadır: "Türkler kendi dinlerine sadık ve bu din üzerinde münakaşa etmeyecek kadar imanlı iseler de hiçbir zaman başka dinde olanları zorla ihtida ettirmeye kalkmazlar, din düşmanlarını takip ve zulüm etmezler, bilakis herkesi kendi vicdanının istediği şeyi yapmakta ve istediği dine salik olmakta serbest bırakırlar. Bunun için birçok kimseler Türklerin hakimiyeti altına girmeye koşuyorlar ve bu yüzden onların devleti büyüyor.
Kitabın en ilgi çekici yanı ve süprizi ise çeviriyi yapanın ünlü edebiyatçımız Sabahattin Ali olması.
Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna gibi hâlâ en çok okunanlar arasında olan klasiklerin yazarı Sabahattin Ali, böyle dört çeviriye imza atmış.
Hapisten çıktıktan sonra işsiz olan Ali'ye dönemin bakanlarından birinin desteğiyle çeviri işi teklif edilir.
Çeviri o zamanlar adet olduğu üzere 1936'da partinin yayın organı Ulus'ta tefrika edildikten sonra Tercümeler Kütüphanesi serisinin on ikinci kitabı olarak yayınlanır.
Kitap, 1952'de Varlık Yayınları'nın cep kitapları serisinde yayınlandıktan 71 yıl sonra yeniden okurlara sunuldu.
Timaş Tarih'ten çıkan kitabı yayına hazırlayan Hüseyin Bargan, hem yazar hem de çeviren hakkında ayrıntılı bilgiler veriyor.
Edebiyatımızın büyük isimlerinden Sabahattin Ali'nin portresi, sanatçı kimliği, fikirleri ve genç yaşta hazin bir şekilde biten yaşamının ele alınması kitabı daha da zenginleştiriyor.
(Sabah Kitap, Şubat 2023 sayısında yayınlanmıştır.)

Polisiye Akdeniz'e indi...


İngiliz Michael Dibdin'in İtalyan müfettişi Aurelio Zen serisinin ilk üç kitabı yayımlandı. Mafya, yozlaşmış siyaset, entrikalar, Akdenizlilere özgü rahatlık, hantal bürokrasi ve suçluların dünyasında bir adam o. Polisiyeye yeni bir soluk getiren usta işi bir anlatımla Zen'in maceralarının tadı damağınızda kalacak.

Polisiye romanın yönü son yıllarda İtalya'ya çevrildi.
Komiser Montalbano, Brunetti derken Zen'de sökün etti.
Yayınevlerinin de hakkını teslim etmek lazım.
Eskiden olduğu gibi çok satarlardan birkaçını yayınlanıp bırakmıyorlar.
Dünyaca ünlü polisiye serileri en başından düzenli olarak basılıyor ve daha da önemlisi tamamlanıyor.
Montalbano serisinin yazarı Andrea Camilleri, adından da anlaşılacağı gibi İtalyan'dır.
Dedektifi ülke topraklarında değil Sicilya adasındadır.
Brunetti ise Venediklidir.
Yazarı Donna Leon uzun yıllar İtalya'da yaşamış bir ABD'lidir.
Burada dersler vermiş, klasik müzikle ilgilenmiştir.
1992'de başladığı serisi büyük ilgi görünce 30 kitabı aşmıştır.
Aurelio Zen'e gelirsek; onun çalışma sahası İtalya'nın her yeridir.
Yaratıcısı İngiliz Michael Dibdin, İtalya Perugia Üniversitesi'nde 4 yıl ders verdikten sonra ülkeden ayrıldı ve Komiser Zen'i yazmaya başladı.
Büyük ilgi gören ilk kitabı uluslararası bir ödül kazandı.
1988'de Altın Hançer Ödülü alan Fare Kral (Alfa Yayınları) romanıyla tanıştığımız dedektifimiz Zen, ötekilerin aksine öyle ahım şahım biri değildir.
Farklıdır, ötekilerden yani her şeyin dedikodusunu yapan, sürekli mızmızlanıp, şikayet edenlerden ayrıdır.
Neyin olup olmayacağının farkındadır, gerçekçidir, ayakları sağlam basar.
Öyle büyük beklentileri yoktur. 40'ını aşmış, başkent Roma'da emekli olsam da kurtulsam tadında takılmaktadır.
Ancak sezgileri kuvvetlidir, düşüncelerini sistematik bir şekilde ilerletip adım adım sonuca ulaşır.
Raporların, dosyaların bir işe yaramadığını bilir ancak satır aralarındaki bir ayrıntıyı yakalamakta ustadır.
Bir işe başladığında tuttuğunu koparır, gözü karadır.
Sonuç alıncaya kadar bazen sistemin dışına çıkar, yasadışı yollara başvurmaktan çekinmez.
Babası İkinci Dünya Savaşı'nda Rus cephesinden geri dönmemiştir, onu büyük zorluklarla, yoksullukla büyüten annesine sadakatla bağlıdır, kısa bir evlilikten sonra hâlâ onunla yaşamaktadır.
Venediklidir, memleketi burnunda tutar, annesinin isteğiyle eski mobilyalarına kadar her şeylerini Roma'ya taşımışlardır.
Gelecek vaat eden bir polisken onu masa başına mahkum eden olay ise İtalya Başbakanı Aldo Moro'nun 1978'de Kızıl Tugaylar Örgütü tarafından öldürülmesidir.
Moro, dünyanın da yakından takip ettiği kaçırılmadan 55 gün sonra bir arabanın bagajında öldürülmüş olarak bulunmuştu.
İşte kahramanımız da Moro'yu arayan ekiptedir.
Başbakanın izini bulacakken amirlerinin hatası onun başına patlar.
Sonrasında tepkileri dindirmek için kurban edilenler arasında Zen'de vardır.
1980'lerin başıdır, İtalya'da bir yandan silahlı örgütler bir yandan da mafya cirit atmaktadır.
Kaçırılıp fidye istemeler neredeyse sıradanlaşmıştır.
Hakimler, savcılar gözdağı vermek için işadamları, zengin çocukları da para sızdırmak için kaçırılır.
Büyük pazarlıklar sonunda yüklüce alınan paralara rağmen çoğunlukla da öldürülür.
Toplumda büyük bir yılgınlık ve umutsuzluk vardır.
Herkes şikayet etmektedir, geç gelen trenler, işini yapmayan savsaklayan görevliler ve bir de Akdenizli olmanın getirdiği rahatlık, vurdumduymazlıkla birleşince ortaya çıkan tablodan herkes gibi Zen de nasibini alır.
İşte böyle günlerden birinde bir telefon çalar.
Perugia'da ünlü işadamı Milleti kaçırılmıştır.
Kentin ileri gelenlerinden biri başkentteki siyasi bağlantılarıyla temas kurar.
Kitap bir dizi telefon konuşmasıyla başlıyor.
Daha isimleri karakterleri bilmeden neler olduğunu, olabileceğini anlıyorsunuz.
Telefondaki ses isyan ediyor:
"Mucize falan istediğim yok, senatör. Benim istediğim adalet. Yoksa bu ülkede adaletin sağlanması için mucize mi gerekiyor?"

Tıpkı Marguez'in Kırmızı Pazartesi romanındaki gibidir, herkes sonucun ne olduğunu bilir ancak kamuoyunu oyalamak gerekmektedir.
Nasıl olsa bir sonuç çıkmayacaktır, Zen yasak savmak için alalacele oraya gönderilir.
Daha varmadan ünü oraya ulaşmıştır.
Yani kızakta olduğu, iş olsun torba dolsun diye geldiği bellidir.
Yabancılara olan nefret de cabası...
Polis departmanından lokantalara kadar her yerde istenmediği hissettirilir.
Mafyanın "omerta" kuralları kentin her yerine sirayet etmiştir.
Dedikodular, imalar, bilir gibi yapmalar, uzun uzun konuşup aslında hiçbir şey söylemeyenler; bir şekilde herkes susarak, gizleyerek ya da açıkça olmasa bile onaylayarak kaçırılmaya dahildir.
Polis, yargı, diğer görevliler, kentin zenginleri, siyasetçileri hatta babaları kaçırılan Milletti ailesinin dört çocuğu bile bu durumdadır.
İçlerinden biri genç ve hırslı bölge savcısı farklıdır.
Her şeyin farkındadır.
Durumu bir metaforla açıklar.
Kitaba adını da veren Fare Kral'ın tarifini yapar:
"Fare kral, çok fazla sayıda fare çok küçük bir yerde ve çok büyük baskı altında yaşadığında ortaya çıkan bir şeydir (...) kuyruklarından birbirine bağlanmış otuz kadar fareden meydana gelen yaratığa fare kral denir (...) Hepsinin en belalısı, en yırtıcısı ve acımasızı (...) Fare kral kendi kendisini yönetir. Herhangi bir tehdide otomatik olarak ve etkili biçimde karşılık verir. Her bir fare, diğerlerinin çıkarlarını savunur. Her birinin gücü, diğerlerinin de gücüdür..."
Zen'e vakayı çözebilmek için işbirliği teklif eder, hatta kördüğümü çözmek için kuraldışına çıkılmasını gerektiğini açık açık söyler.
Siyasi entrikalardan en rezil cinsel sapkınlığa kadar onlarca mesele kentin tarihine eklemlenmiş bir canlı organizma gibi ortaya çıkar.
Karakterleri adım adım tanıdıkça olaylar birbirine bağlanır.
Zen ikinci kitap İntikam'da, ultra zengin yozlaşmış bir işadamının Sardunya'da çok iyi korunan villasında öldürülmesine el atıyor.
Tabii ki siyasi bağlantılar, haksız kazançlar, mafya, yerel polisle birlikte yeni bir maceraya atılıyor.
Üçüncü kitap Örgüt ise Vatikan'ın gizemli dünyasında geçiyor.
Prens Ruspanti, Roma'daki Aziz Petrus Şapeli'nde düşerek ölünce onlarca soru, bir cevap bekliyor.
Vatikan'ın ruhanileri cevabın intihar olmasını istiyor O gün nöbetçi olan Zen işe koyuluyor.
Michael Dibdin, iyi bir yazar, polisiyenin olmazsa olmazlarına sadık.
Kurduğu anlatımın gerek dil gerekse düşünsel olarak hakkını çok iyi veriyor.
Birden çok anlatımla kurduğu örgüler dikkatli bir okumayı gerektiriyor.
Eğer kaçırırsanız, Zen'in "ah ben bunu nasıl anlamadım" diyerek tökezlediği satırları okurken, kendinizi de o durumda bulabilirsiniz.
O ipucunu ıskaladığınız için dönüp tekrar bakmaya gerek duyabilirsiniz.
Kahramanı Zen'i de yavaş yavaş tanıtıyor.
Çocukluğunu, hayallerini, arzularını, savruluşlarını, duygularını, ironi dolu esprilerini atmosfere ustaca yerleştiriyor.
Yazar Micheal Dibdin, 1988'den öldüğü 2007'ye kadar 11 Müfettiş Aurelio Zen kitabı yazdı.
Her birinde dedektifini başka bir kente gönderdi. Lehçeleri, tarihi, birbirlerine olan bakış açıları, hissettikleri, duyguları, yemekleri, şarapları, pizzası, makarnası, futbolu ve daha birçok şeyiyle ülkenin ruhuna öylesine hakimdir ki, İtalyanlar'ı bile şaşırttı. Ekonomik, kültürel, siyasal, sosyolojik durumu da romanlarına ustaca katınca Zen serisi nefis bir Akdeniz salatasına dönüşüyor.
Tadı damağınızda kalacak.
(Sabah Kitap, Ocak 2023 sayısında yayınlanmıştır.)