Sayfalar

29 Ekim 2009 Perşembe

29 Ekim 1923: Ahmed'ini arayan ana


Cumhuriyet'in 86. kuruluş yıldönümü için bir şeyler söylemek istiyordum ki... Sevgili arkadaşım Melih Şabanoğlu'nun yazısını gördüm... Bugünlere dair çok mesajı olan bir yazı...

Falih Rıfkı Atay. Büyük savaşların birincisi patladığında henüz 20 yaşında idealist, kalemi kuvvetli bir İttihatçı’ydı Falih Rıfkı. O da her okumuş Osmanlı genci gibi askere yazıldı seferberlik ilan edildiğinde. Harbiye Mektebi’nde (bugün İstanbul Harbiye’deki Askeri Müze Binası) yedek subay (ihtiyat zabiti) eğitimi görürken Kudüs’teki 4. Ordu karargâhına tayin edildi, ordu komutanı Cemal Paşa’nın ısrarıyla.
Aynı zamanda Bahriye Nâzırı da (Denizcilik Bakanı) olan 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa iktidardaki İttihat Terakki’nin en etkili üç paşasından birisiydi, Enver ve Talât Paşalar’la birlikte. Cemal Paşa’nın özel kaleminde çalışırken Süveyş Kanalı’ndan Hicaz’a, Lübnan’dan Şam ve Halep’e kadar bütün Suriye Cephesi’ni gezdi, dolaştı komutanıyla birlikte.
“Karargâhın içinde “Kudüs düştü!” sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Haleb’e gözyaşlarımızı hazırlamak lâzımdı.
Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk.İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine allahaısmarladık!
Zeytindağı’nın çamları arasından, güneşi hiç sönmeyecek, hiç akşam gölgesi görmeyecek gibi bakan Lût çukuru, şimdi bütün imparatorluğu içine çeken bir mezar gibi genişleyip derinleşiyor.
Eşyamı ve kâğıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam’dan ayrılıyoruz. Cemal Paşa İstanbul’da istifa edecektir.
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
- Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.
Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun , boş ve terkedilmiş vatan parçasının üstünden geçseydi!
- Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu’da çalışmaktır.
Eğer kalırsa, bırakılırsa… Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüzbinlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz.
İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
- Benim Ahmed’i gördünüz mü? diyor.
Hangi Ahmed’i, yüz bin Ahmed’in hangisini?
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor.
- Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdad’a mı?
Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa Ahmed’ini görsen ona da soracaksın:
- Ahmed’imi gördün mü?
Hayır. Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü.
Şimdi Anadolu’ya, Batı’dan, Doğu’dan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş oğlunu arıyor.
Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.
Anadolu Ahmed’ini soruyor… Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed….
Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek…”
Falih Rıfkı Atay, 1918 Ekimi’nde bozgun havası içinde Şam’dan İstanbul’a dönerken gördüklerini böyle aktarmıştı adını Kudüs’te görev yaptığı karargâhın bulunduğu Zeytin Dağı’ndan alan kitabında.
Cumhuriyet 86 yıl önce Ahmed’in, yüz bin Ahmed’in harcanmaması için ilan edilmişti. Ahmed’le ne kazanacağımızı anasına anlatmak için. Ahmed’in anasına onu övündürecek bir haber verebilmek için.
Ama. Onca sene geçti aradan ama, hâlâ veremedik galiba Ahmed’ini, Ahmedler’ini arayan anaya, analara onları övündürecek bir şey.

25 Ekim 2009 Pazar

Nice yıllara...


Bugün 25 Ekim, oğlumun doğum günü... Artık büyüdü 13'ü bitiriyor, fotoğraftaki gibi sıra dışı olsun. Kitapları, doğayı, müziği, insanları sevsin.. Saygılı ama haksızlık karşısında da bükülmesin....
Ona Bülent Ecevit'in çevirisiyle Rudyard Kipling'in Adam Olmak şiirini armağan ediyorum...

Çevrende herkes şaşırsa,
Bunu da senden bilse,
Sen aklı başında kalabilirsen eğer,
Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır,
Hem kendine güvenirsen eğer,
Bekleyebilirsen usanmadan,
Yalanla karşılık vermezsen yalana,
Kendini evliya sanmadan
Kin tutmayabilirsen kin tutana,
Düşlere kapılmadan düş kurabilir,
Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer,
Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir,
İkisine de vermeyebilirsen değer,
Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz,
Kandırabilir diye safları, dert edinmezsen,
Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz,
Koyulabilirsen işe yeniden,
Döküp ortaya varını yoğunu,
Bir yazı turada yitirsen bile
Yitirdiklerini dolamaksızın dile
Baştan tutabilirsen yolunu
Yüreğine, sinirine dayan diyecek
Direncinden başka bir şeyin kalmasa da,
Herkesin bırakıp gittiği noktada,
Sen dayanabilirsen tek
Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen,
Unutmayabilirsen halkı, krallarla gezerken
Dost da düşman da incitmezse seni
Ne küçümser ne büyültürsen çevreni
Her saatin her dakikasına
Emeğini katarsan hakçasına
Her şeyi ile dünya önüne serilir
Üstelik oğlum, adam oldun demektir...

Öğreten güzel adam için...


1980 darbesinin karanlık yıllarıydı. Üstünden 5, 6 yıl geçmişti. O günlerde bir ışık gibiydi Ünsal Hoca... Bir anda ortaya çıkmış haktan hukuktan, özgürlükten söz etmeye başlamıştı. "Kör olmayın" diyordu "çevrenize iyi bakın ve anlayın." İletişim kavramını onunla pekiştirdik biz. Bahariye Moda Sineması'ndaki bir panelde salonun tıklım tıklım halini hatırlarım, sarı bir kazak vardı üstünde... Makaleleri, konuşmaları, kitapları, çevirileri bizim gibi daha 20'li yaşlarının başındakiler için bulunmaz bir nimet gibiydi. Zihnimizi açıyordu, gelecek aydınlık oluyordu. Okuyorduk, tartışıyorduk ve inanıyorduk...
Prof. Ünsal Oskay'ın ölüm haberini aldığımda işte bunları düşündüm... Ve onun şahsında o zor günlerde müziğiyle, yazılarıyla, konuşmalarıyla, dürüstlükleri ve onurlarıyla dimdik duran eğilip bükülmeyen nice değerli insanı anmak istedim..
Oskay'ın gazeteci oğlunun dokunaklı ve anlamlı veda yazısının finali çok ama çok anlamlıydı:
"Eğer gerçekten bir Tanrı varsa, ondan tek bir isteğim var. Babamı Melville'in, Cervantes'in, Ece Ayhan'ın, Aşık Veysel'in, Baudelaire'in, Walter Benjamin'in yanına götür. Babamın başını okşasınlar. Ona sarılsınlar..."

Terim'in istifası: Şeyh uçmaz, müritleri uçurur


Fatih Terim en sonunda ayrıldı. Ayrılmalıydı çünkü milli takımda misyonu bitti. Aslında farkında değil ama Türkiye'ye döndüğünden beri  sürekli düşüyor. 2002'de Galatasaray'ın başına geçtiğinde basın toplantısında gözlük sapını ağzına koyarak soruları yanıtlarken ki görüntüsü aklımdan gitmiyor. İçimden bir an "bu kibir iyi değil, hiç de iyi olmayacak" diye geçirdiğimi anımsıyorum. Nitekim öyle oldu, başarıya ve öğrenmeye aç Terim gitmiş yerini "her şeyi bilirim ve öğretirim" diyen birine bırakmıştı. Kötü transferler ve kötü sonuçlarla sezon sonu beklenmeden 2004 sezonunun sonuna dağru ayrılmak zorunda kalmıştı. Yeniden milli takıma döndüğünde de işler iyi gitmedi. 2006 Dünya kupası play of maçında İsviçre ile çıkan gerginliğin baş nedeniydi. Zor da olsa gidilen 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda Hıncal Uluç'un deyimiyle 7-7 atılan zarlarla yarı final oynattı. Birçok maçın son dakikalarda çevrilmesi başta türlü nasıl açıklanabilir. Bu eleştiriler onun hala Türkiye'nin gelmiş geçmiş en büyük ve en başarılı teknik direktör olmasını engellemiyor ama ego ve kibir orada durdukça işi çok zor.
Birikimi ve inanılmaz hırsıyla daha çok şey yapabilir ama önce kendiyle hesaplaşması lazım...
Yunus Emre'nin dediği gibi
"Sen kendini bilmezsin
Bu nice okumaktır..."

21 Ekim 2009 Çarşamba

NEYSE


Arşivimi karıştırırken yıllar önceden kalan bir yazıya gözüm ilişti. Başlığa bakmak bile okumak için yeterli bir neden olur sanırım. Yazı şair Haydar Ergülen'in... Bir sözün anlamı üzerine düşünmek için...

'Neyse' demek iyidir, 'bu da geçer' demek gibidir, geçmez, herkes bilir geçmediğini, geçmiş gibi yapılır. Bazen 'gibi yapmak' da iyidir, bazen öyledir, bazen geçer, hiçbir zaman geçmez. İnsan 'neyse' demeyi hayli geç öğrenir, belki de geç değildir, tam vaktindedir. Kimi bunda bir olgunluk bulsa da, bulunan şey zorunluluktan başka bir şey değildir. Uzatacak ne var, insan 'neyse' demeye başladığında, 'ne sabahtır bu mavilik ne akşam' duygusunun da, yavaş yavaş ondan geçtiğini kabul etmeye de başlamış demektir. İkindinin akşam alacası dediğimiz o garip vakte değdiği yerdedir. Hiçbir şey 'neyse' demenin niye bunca dokunaklı olduğunu o ıssızlık anı kadar iyi anlatamaz.
Sizin de 'neyse' demekten, 'peki' demekten yorulduğunuz olmuyor mu? 'Neyse' demenin, sanki her şeyi, herkesi, hayatı bağışlıyormuş gibi görünen, oysa unutmaktan, sineye çekmekten, uzaklaşmaktan başka bir şey olmayan kolaycılığı ağır gelmiyor mu? İnsan, ne kendini bağışlıyor gerçekte, ne de bir başkası gibi gelen hayatı, yalnızca unutmayı seçiyor. Unutma! Unutarak yaşayabilirsin diyor, içimizde varsa bir ses, belki de yaşarsan unutursun. Unutarak yaşamak: 'Neyse' demek mi? Her şeyi unutmak, kendini de unutmak için. Geri alıyorum söylediğimi, 'neyse' demek 'Bu da geçer ya hu' demek değil, kimse beni hatırlamasın, ben kendimi çoktan unuttum demek.
Çok yorgunum hatırlamaktan demek, belki de başka hiçbir şey dememek. Attila İlhan'ın dediği gibi: "İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur/ tutsak ustura ağzında yaşamaktan" demek. Yazı da yorar bazen insanı, 'neyse' diye yazmak bile ağır gelir, kelimeler eline gelmez olur, 'nasip' diye baktığın kelimeler bile gönülsüz, uzak durur yazıya. (Bakınız: 'Neyse' adlı bu yazı.)
Yalnızca yazı mı, şiir de yorar, şiir de yorulur, hiç başlanmamış, yarım kalmış şiirlerden söz etmiyorum, onlara heves yetmemiştir ya da heves o kadardır. Şu tamamlanmış gibi duran, yayımlanmaya hazır, hatta yayımlanmış şiirler de bazen 'neyse' yorgunluğunu taşır. Tomris Uyar'ın unutulmaz hikâyesi 'Metal Yorgunluğu'nu okuduysanız, beni daha iyi anlarsınız. Uçakların yorgunluğunu anlatmak için kullanılan bu deyimden, insanın düşmesini, kelimelerin düşmesini de anlayabilirsiniz. Metal yorgunluğu sürtünmeden kaynaklanıyorsa, insanın yorgunluğu da karşılaşmaktan, çarpışmaktan, kelimelerin yorgunluğu, insanın acısını alır diye, ağır cümlelere, dizelere bir teselli olarak yerleştirilmekten neden kaynaklanmasın? 'Neyse' diye başlayan bir yazı ne anlatabilir?
'Neyse' diye bir yazıyı okuyan bunda ne bulabilir? 'Neyse' diye yazan, yazmış bulunmakla kurtulabilir mi bu duygudan? 'Neyse' diye yazmanın ne faydası var? Hiç. Şimdi 'neyse' demek iyi midir? İsterseniz iyi olsun, biri 'hiç' diye, biri 'terörist' diye öldürülen iki çocuğun henüz sıcak gözleri üstümüzdeyken...
Burası da kalbin, vicdanın, hiç yorulmasını beklemediğimiz şeylerin yorulduğu yerdir, insan hatırlamaktan, hatırlatmaktan yorulur.
Belki bu yazıyı unutmak en iyisi, ben unutmaya hazırım, isterseniz siz de unutun. Kelimeler beni bağışlasın, cümleler özrümü kabul etsin, siz de üzerinde durmayıp 'neyse' derseniz... 'Hali pür melal'im anlaşılmş olur: İnsan bazen en çok kendinden yorulur!

20 Ekim 2009 Salı

Bugün söyle yarın unut



Bu topraklarda en çok konuşulan üstünde en çok yorum yapılan yegane şey futbol… Ama en çok da maç sonrası bitmek tükenmek bilmeyen futbolla alakası olmayan muhabbetler… Hele televizyonda ve basındaki yorumlara bakınca sokaktaki taraftar daha mantıklı deme noktasına geliyoruz ki pes…
Yaz, söyle nasıl olsa unuturlar zaten önümüzdeki maça kadar daha çok şeyler olur.

Biri bir yere transfer edilir, onun üstünden de birçok polemik çıkar.
O arada gelecek hafta bambaşka şeyler yazılabilir çünkü sayın yorumcumuz da çoktan unutmuştur yazdıklarını söylediklerini...
Basındaki bu ufuksuzluk ve kendini yenileyememe yalnızca sporda değil her alanda hissediliyor. Bunu daha ayrıntılı ele alıp konuşmak ve tartışmak lazım…
Yeri gelmişken anımsatalım…
Sevgili Ragıp abi (Duran) “apoletlimedya” blogunda bu konuda gazeteciler için önemli ve ders alınacak uyarılar yapıyor.
Konuyu dağıtmadan pazar akşamı oynanan Galatasaray Trabzonspor maçını dönelim...
Maçı izlerken bir an bile sonucun farklı olacağını düşünmedim. Durum 2-2’ye geldiğinde bile… Bizim bütünden cımbızlama yöntemiyle yazan spor adamlarımız Trabzon’un maç berabere iken kaçırdığı üçüncü gol fırsatını konuşuyor.
E peki daha maçın ilk 15 dakikasında Kewell’in iki, Gökhan’ın direkte patlayan şutunu ne yapacağız, bir anda sonuç 5-0 olabilirdi…
Yani o olasılıksa bu ne…
Tabi ki Galatasaray’ın zaafları var oyundan düşüyor şu bu...
16 maçta bir beraberlik bir yenilgi alan Rijkaard gibi dünya çapında bir hocaya yapılan eleştirilere söyleyecek çok sözümüz var ama daha yeni yeni ısınıyoruz. Sıra oraya da gelecek...
Neyse...
“B planı yok” diye iki haftadır Galatasaray’a yüklenen ahkam kesicilerin bu hafta da yenildi diye Fener’e yöneldiklerini görünce ne diyeceğini şaşırıyor insan…
Balık hafızalı topluma balık hafızalı medya...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Güneşin sofrasındayız



Siteyi öğrenme aşamasında yayınlanmış eski yazılarımı yükledim. Hem bir arşiv oluşsun hem de yararlanmak isteyenler için bir anlamda belge olsun diye… Eski yazıların birçoğu kitap, müzik ve spor tarihi ağırlıklı, bu anlamda belki karınca kararınca katkı sağlayabilirse ne mutlu… Bundan sonra hayatın her alanında yazıp çizeceğiz tartışacağız... Blogu oluşturma aşamasında teşvik edip neredeyse başımın etini yiyen Bilge ve Sezgin’e de teşekkür borçluyum… Onlar olmasaydı çok zor olurdu. Hem içerik hem de dizaynı hazırlarken çok emekleri var. Sağ olsunlar. Onların da çok güzel blogları var... Şık ve zekice işler yapıyorlar... Artık yeni bir şeyler söylemek söyleme zamanı artık...
Yüzyıllar öncesinden seslenen büyük ozan Yunus Emre'dir ışığımız...
"Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu alem birdir bize"

18 Ekim 2009 Pazar

Kader'ler kaderlerine başkaldırıyor



"Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız...
... ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen...
"Nazım Hikmet bu dizeleri yazalı yarım asırdan fazla olmuş... Bunca çaba, eğitim reformları, gayri safi milli hasılanın, kişi başına düşen dolar hesabının artışı şu bu gibi etkenleri bir çırpıda sayabilirsiniz. Gelişmişlik ölçütleriyle istatistiklere bakıp çok şeyler de söyleyebilirsiniz. Ama Diyarbakır'da gördüklerimiz gösteriyor ki, bir şey yapılacaksa elele verip yılmadan usanmadan çaba göstererek yapılacak.
AÇEV (Anne Çocuk Eğitim Vakfı), KAD-ER (Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği) ve ERG'nin (Eğitim Reformu Girişimi) ortaklaşa düzenlediği "Eğitimde ve Toplumsal Katılımda Cinsiyet Eşitliğinin Sağlanması Projesi" kapsamında yapılanları yerinde görmek için Güneydoğu'dayız. Avrupa Birliği'nin de büyük destek verdiği proje Ocak 2005'te başlamış bu yılın Aralık ayında sona erecek. Üç yıllık proje için seçilen yerler de İstanbul, Diyarbakır, Mardin ve Şanlıurfa olarak belirlenmiş. Destek veren Sivil Toplum Kuruluşları'nın bölge temsilcileri görevlileri, danışmanları (aralarında Diyarbakırlı yazar Şeyhmus Diken de var) üniversiteden akademisyenler de oradalar... Sabah başladığımız kurs gezilerini onlarla son bir değerlendirme yaparak tamamlayacağız...
Bir grup gazeteci ve STK temsilcisi Polatlar Mezrası'na doğru yola çıkıyor. 13 haneli 145 nüfuslu mezrada 15-35 yaş arası 25 kadın kursa devam ediyor... Bir grup da bir zamanlar Diyarbakır'ın gecekondu semti olan Kayapınar yolunda. Şimdilerde belde olan ve yoğun göçle nüfusu 250 bine çıkan Kayapınar'da Peyas Eğitim ve Kültür Evi'ne konuk oluyoruz.
Ortalık cıvıl cıvıl kimi kitap okuyor kimi öğretmenleriyle sohbette... Bir grup da OKS sınavına hazırlanıyor... Gençlere bilgisayar, resim, müzik, halk oyunları ve sportif alanlarda da hizmet veriliyor.Küçük bir sınıfta genç bir öğretmenin dersini dinliyoruz. Hem alfabeyi hem de kadın ve insan olarak haklarını öğreniyorlar.Okuma yazma öğretilirken kahramanlarımız olan Ali ve Ayşe burada Kader olmuş.Kader onlar için hazırlanan kitapta neler yapmıyor ki... Okuma yazmanın yansıra; Kader'le birlikte kadının bedeni üzerindeki haklarını, evlenme, boşanma, annelik, doğurmama, şiddet, miras ve seçme seçilme haklarını da öğreniyorlar...
Tedirginliklerini attıktan sonra sohbet ediyoruz. Hepsinin başı kapalı, geleneksel Güneydoğu örtüsü yok artık. Çoğu türbanlı. 12 ila 40 yaş arasındaki kadınlar kızlar anlattıkça anlatıyor. Kimi 4. sınıftan kimi babası 'kapanacaksın' dediği için okulu bırakmış. Yaşı daha büyük olanlar da yoksulluktan ve okulsuzluktan eğitim görememiş. Ama şimdi buradalar ve öğrenmek istiyorlar hem de deli gibi..Genç öğretmen sabırla anlatıyor, konu da güncel. Seçme ve seçilme. Soruyor öğrencilere: Kader muhtar olmak için ne yapmalı?..
Gözlerindeki ışıltıyla espriler yapa yapa biraz da bizleri süzerek konuşuyorlar...Peyas'tan sonra kent merkezine biraz daha yakın bir yere gidiyoruz. 1960'lardan sonra gecekondu bölgesi olan ama şimdi dev bir merkez haline gelen Bağlar'dayız. Buranın belediye başkanı da bir kadın... Kardelen Kadın Evi'nin merdivenlerini tırmanırken İstanbul'u, Ankara'yı, İzmir'i, Trabzon'u, Yozgat'ı, Erzurum'u düşünüyorum.Kadınlarımız, kızlarımız bir tek burada değil her yerde aynı sorunlarla karşı karşıyalar...
Eğitimsizlik, yoksulluk ve şiddet... İşte bu üç sorun yalnız kadınları ilgilendiriyor gibi görünse de aslında toplumu derinden yaralıyor.Kardelen daha bakımlı ve derli toplu. Her odada bir faaliyet var. Anneler, yaşlı teyzeler, genç kızlar; onlara sunulanların farkındalar ve kıymetini biliyorlar. Kiminin çocukları da yanında... Panosunda "Namus Cinayetleri ve Kadın İntiharları" başlıklı bir panelin duyurusu olan bir sınıftayız. Altında konuşmacılar, Prof. Yakın Ertürk (BM Kadınlara Karşı Şiddet Özel Rapörtörü) Prof. Nükhet Sirmen (Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü) olarak duyurulmuş.Burada da Kader başrolde. İnsan haklarını anlatıyor genç öğretmen. Yaşam, barınma, nefes alma, giyinme diye sıralıyor...
Kardelen'in sorumlusu ve Ka-Der Süpervizörü Çağlar Demirel, yaşadıkları sıkıntıları ve varılan sonuçları özetliyor... Ve sözlerin havada kalmadığın göstermek için 1. kademeyi bitirenlerle biraraya getiriyor bizi. Bir genç kız, "Ailemde herkes okudu, ben şeker hastası anneme bakmak için okuyamadım. Burada çok uygun bir ortam vardı. Çok şeyler öğrendim" diyor ve tam karşısında kucağında çocuğuyla oturan birini işaret ediyor.
Kader'in haklarını öğrenen bu kadın eşine yaptığı baskılar sonucu resmi nikah kıydırmış... Gülüyor, çok mutlu... Biri de sessizce içeri süzülüp duvar dibinde ayakta sohbeti dinliyor. Ona konuş diyorlar. Tam 13 yıl evlilikten sonra çocuğu olmadığı için terk edilmiş. Resmi nikahı olmadığı için ortada kala kalmış.Ne yapsın baba evine sığınmış. "Ah" diyor içini çekerek "Haklarımı daha önce bilseydim..."
Kadınların şimdi bir isteği var... İkinci kademeyi okumak...
Halk Eğitim'le yapılacak ikinci kademede sıkıntılar var bürokrasi aşılmaya çalışılıyor.Çünkü ikinci kadame ilkokula denk... Üçüncü kadame ise orta bölüme karşılık geliyor.Hepsini aşama aşama geçmek istiyorlar...Ancak babalar, kocalar ancak buralara güveniyor.
Kadınlar da öyle. Çünkü ocaktaki yemeği, evdeki hastayı, çocuğu ayarlayıp geliyorlar. Yani zaman problemi var.. 6 milyon kadının okuma yazma bilmediği bir ülkede projeyle 7 bin kadına ulaşılması hedefleniyor. Şiirle başladığımız yazıya Diyarbakırlı ozan Ahmed Arif'in "Anadolu" şiiriyle nokta koyalım...
"Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile.
Dayan rüsva etme beni."

PSİKOLOJİK BASKI

Ka-Der'den Çağlar Demirel'in anlattığı sevimli bir anekdotun tam sırası:25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü'nde bir kahvahaneye gidiyorlar. Devlet yetkilileriyle birlikte sohbet başlıyor. Erkeklere kadınların haklarını bir bir anlatıyorlar.İçlerinden biri diyor ki, "Saatlerdir bize psikolojik baskıdan söz ediyorsunuz. Peki bize yaptığınız psikolojik baskı değil mi?"

GELENEKLER VE TÖRELER

Gazi Köşkü'nden çıkıp Hevsel Bahçeleri'nin oradaki tarihi On Gözlü Köprü'nün üstünde kadim Dicle'nin Mezopotamya'ya doğru yolculuğunu seyrediyoruz. Ekipteki kadınlar dileklerini bir kağıda yazıp Dicle nehrinin sularına atıyor. 'Hani o kadar haklar hukuk falan bu ne' diyecek oluyorum ekipteki tek erkek olarak... Ka-Der Temsilcisi Çiğdem Aydın güzel bir yanıt veriyor: "Gelenekleri kadınlar korur ve sahip çıkar. Her ne kadar töre gibi kötü örnekleri olsa da bu böyle..."

Zidane hayalleri gerçek yapıyor


"17 yıl profesyonel futbol oynadım. Çok heyecan yaşadım gerek Türkiye'de gerek yurtdışında oynadığım takımlarda... Ama bugünkü kadar heyecanlanıp, duygulandığımı hatırlamıyorum..."
Kanada ile oynanan yarı finali belirleyen maç sonrası Hami Hoca'yı (Mandıralı) dinliyoruz sahanın kenarında... Geleceğin yıldızlarının boy gösterdiği bir anlamda Mini Dünya Kupası olarak da tanımlanan finallerde oynanan maçlar nefes kesiyor... Dünyanın 40 ülkesinden 10-12 yaş grubundan çocuklar 8. Danone Uluslar Kupası için Fransa'da bir araya geldi. Geçtiğimiz hafta üç gün boyunca 1500 kişi aralarında aileler, resmi görevliler, gazeteciler, futbol otoriteleri hep birlikte Lyon'da gerçekten inanılmaz bir gösteriye tanık olduk. Organizasyonun mükemmel işlemesi bir yana, çocukların ve izleyicilerin yarattığı ambiyans görülmeye değerdi...
 Milli Eğitim Bakanlığı, Futbol Federasyonu ve Danone işbirliğiyle Türkiye'nin 81 ilinde yüz bini aşkın çocuğun katılımıyla geçen yıl başlayan elemeler sonunda seçilen çocuklar göğsümüzü kabartıyor.Buralardan geçen ünlüleri duyunca işin ne kadar ciddi olduğunu anlıyorsunuz...
Katalogta kimler yok ki... Bugün Barcelona'da oynayan Brezilyalı Edmilson, Liverpool'dan Crouch, Bayern Münih'teki Lahm, Dinamo Kiev'den bir ara Fener'de de oynayan Rebrov ve 2000 yılındaki kupada boy gösteren Galatasaraylı Aydın Yılmaz ve diğerleri...Üç beş seneye kadar bu çocuklardan birçoğu da yıldız olacak...Zaten turnuvaya gelen üç çocuğu şimdiden Fenerbahçe kadrosuna katmış bile..Bizim çocuklar A grubunda Meksika, İtalya, Uruguay ve Ukrayna'nın önünde yenilmeden ve gol yemeden 10 puanla lider oldu...Bize yapılan övgülerle tribünde havamızdan geçilmiyor...
Daha sonra B grubunun ikincisi Portekiz ne olduğunu anlayamadan 6 gol yiyor Türkiye'den...
Çeyrek finaldeyiz.. Akdenizli dostlar gelip bizi tebrik ediyor... Birlikte fotoğraflar çekiliyor ve bayrak değiştiriyoruz...Öğleden sonra rakip Kanada... Takımda iki de kız oynuyor biri siyahi...Tek kale oynadıkları maçı berabere bitiriyor çocuklar. Penaltılarda 2-0'lik üstünlükle ver elini yarı final... Gece hepimiz rüyalarımızda kupayı kaldırıyoruz...Fransa'da 2002 yılından beri 6 kez üst üste şampiyon olan Lyon'un stadındayız. Stade de Gerland'da yaklaşık 25 bin kişi ikiye bölünen sahada maçlar izliyor. Ama bir yandan gözler soyunma odasında. Ve beklenen adam öğlene doğru yağmurla birlikte sökün ediyor bir gazeteci ordusuyla... Stadyum inliyor"Zizu... Zizu..."Evet o, Zinedine Zidan... Geçen yıl futbolu bırakan Zidan çocuklar yararına olan her şeye koşmaktan geri kalmıyor...Ne yapıp edip bu turnuva için oraya geliyor. Aynı zamanda turnuvanın geliri MS hastası çocuklar yararına harcanacak. Zizu kendini bu işe adamış...Zizu tribüne çıkınca maçlara konsantre oluyoruz...Yarı finalde rakip Güney Afrika... Maç 0-0 bitiyor. Ve final penaltılarla uçup gidiyor...Öğleden sonra Zizu yeniden sahada... Önce 3'üncülük maçının izliyor şiddetli yağmur altında...Bizim çocuklar Renion Adaları'yla oynuyor... Moralleri de yerinde... Sahaya çıkar çıkmaz Zidan'a koşuyor sarılıyorlar. Ve kaptan Recep'in golünden sonra sevinci de onunla yaşıyorlar maçın bitişini de...Finali ise Fransa'yı deviren Güney Afrika kazanıyor...
Üçüncülük kupasını ve hiç gol yemeden turnuvayı bitiren kalecimize iki ödül veriyor Zidan...
Platformda Brezilyalı ünlü forvet Sony Anderson ve bir zamanlar Trabzon'da da oynayan Belçikalı Jean-Marie Pfaff bile var... Farklı kültürlerden, dinlerden, dillerden gelen bir araya gelen bu çocuklar "Hayallerini Yakala" sloganıyla dünyaya önemli bir mesaj verdiler...
Barışa, kardeşliğe ve sevgiye olan inancımızı bir kez daha tazelediler...
Yaşasın futbol ve kardeşliği...
2007/SABAH

Antep'ten gemiyle yola çıktı, dünyayı dolaştı...

Sanki dördü birden teknenin dalgalarda süzülürken çıkardığı sesi dinlemek için sözbirliği etmişlerdi. Çıt çıkmıyor, engin denizden başka hiçbir şey görünmüyordu. Sertel, dümenden geriye doğru başını çevirdi, tam da bu anda derinden bir ses çalındı kulağına. Ya da öyle geldi.Karısıyla birbirlerine baktılar. "Duydun mu?" dedi fısıltı halinde. Diğerleri saçmaladığını düşünürler diye korkmuştu. "Evet" dedi karısı "Sanki denizden bir inilti geldi." Çok geçmeden tekrar duydular; belki bir inilti, belki bir feryat. Ama kesinlikle bir insan sesi...
Yıl 2001, Yer, Akdeniz... Tekne, Odessa'dır.
Denizden Gelen Adam... Yaşanmış deniz hikayeleri" kitabında bu ve benzeri tam 20 öykü var. Yerli hikayeler ağırlıkta. Ancak 2003'te Uzakdoğu'da yaşanan Tsunami felaketi ve Avustralya'da iki gencin köpekbalığıyla olan öyküsü de gerçekten müthiş...
Yazarı Turgay Noyan... Gazetemizin Turgay abisi...
Hani on parmağında on marifet derler ya sanki onun için söylenmiş...
Müzisyen, gazeteci, dergici, köşe yazarı, Yeni Asır İstanbul temsilcisi, denizci... Yazı işleri toplantılarının en sıkıntılı anlarında patlattığı fıkralarıyla neşe kaynağımız...
Çok eskidir onunla tanışıklığımız. Antepli olduğundan hemşehrim, Pertevniyal Lisesi'nden abimiz ve sıkı bir Galatasaraylı...
Ama denizciliğe sevdasını bilirdim de kitabını okuyunca anladım ki bu başka bir şey...
"Antep'te deniz mi var abi" diye takıldığımız Turgay Noyan memleketinden İstanbul'a geldikten sonra 1960'ların başında sandal alarak başladığı deniz macerasını hiç ara vermeden büyük bir tutkuyla sürdürmüş. Kitabın önsözünde anlattığı daha sonra eşi olup ona iki evlat verecek kız arkadaşı Sevgi Hanım'la çıktığı bu yolculuk hala sürüyor.
Gözleri de mavidir Turgay abinin deniz gibi. Hayatla dalga geçer ama başına gelen en büyük dalgalardan birini hem de 10. evlilik yıldönümlerinde kitabında öyle bir anlatıyor ki. Sanki o fırtınaya siz yakalanmış gibi oluyorsunuz. 1974 yılında geçen "Sırıksıklam bir yıldönümü" öyküsünde öyle bir an var ki. Yine yapmış yapacağını diyorsunuz. Can havliyle kendilerini bir limana atmak isterken 4 yaşındaki kızı Tuba uyanır. Turgay abi de ne yapsın. Onu eğlendirir. Dalgalar geldikçe...
"Hoooop geliyooor... Bırrrrr...""Hoooop geliyooor... Bırrrrr..."
Peki ya Gavur Ali'nin öyküsüne ne demeli... Halikarnas Balıkçısı'nın nefis hikayelerinden biri sanki... Zaten ünlü dalgıç reisi Gavur Ali de Bodrum'da Cevat Şakir'in arkadaşıymış. Bodrum'daki en iyi süngerlerin yerini bilen adam olarak ün yapmış. Gavur Ali'yi Türkiye'nin en eski ve en ünlü balıkadamlarından Berk Or'un yaşadıklarıyla anlatıyor. Dipte yediği vurgundan Gavur Ali'nin onu nasıl koşturarak kurtardığını öğreniyoruz... Asıl mesleği mimarlık olan Berk Or daha sonra aralarında Turgay Noyan'ın da olduğu yüzlerce kişiyi yetiştirecektir...Ama öyle bir öykü var ki gelip göğsünüze yumruk gibi oturuyor:Seher'le Ömer...
Seher ünlü gazeteci ve deniz adamı Necati Zincirkıran'ın oğlu Sedat'ın teknesi... Bodrum'daki gemiyi İstanbul'a getirtmek için iyi bir denizciyle anlaşır. Ömer Özuzun. Yola çıktıktan az sonra fırtına patlar Ege Denizi'nde... Kuşadası, İstanbul, Bodrum tüm tanıdıklar seferber olur. Sahil koruma gider ama Ömer tekneyi bırakmaz. Finalda son konuşması var avukat kız arkadaşıyla...
"-Ne haber neredesin.
-Denizdeyim.
-Sesin kötü geliyor. Bir aksilik mi var?
-Yok. yok bir şey. Sadece bir sesini duyayım dedim.
-İyi ettin. Bir şey olmadığından eminsin değil mi?-
Yok dedim ya, sadece seni çok seviyorum, onu söyleyeyim dedim.
-Ben de seni seviyorum."

Sonra cep hiç açılmıyor... Öykü burada bitiyor ama Turgay Noyan her birinin altına bugün diye bir bölüm eklemiş. Bu öykülerin devamını öğreniyorsunuz. Seher'le Ömer üç yıldır bulunamadı. Hala da kayıplar... Turgay abinin maaile deniz tutkusu evlatlarına da bulaşmış. Eşi Sevgi'den sonra adını Deniz koyduğu oğlu, kızı Tuba (birlikte çıkardıkları Naviga'nın yayın yönetmeni) gelini Özlem ve torunları Cem ile Can mavi suların büyüsüyle yaşıyorlar...
Ah unutmadan girişteki öykü yarım kalmıştı... Gemide, dümendeki Sertel ve eşinin dışında, Boğaziçi Üniversitesi yelkencilerinden oluşan 12 kişilik ekip başlarında hocaları Prof. Refik Erzan'la Odessa'yı alıp yelkenciler için alan armatör İhsan Kalkavan bulunuyor. Gece karanlığındaki iniltiye sonunda ulaşıyorlar. Üzerinde sörf kıyafetleri olan bir adam... Sonra bağlantı kurularak Yunan Adası Karpaz'a götürülüyor. Kazazede adada kamp yapan Bulgar Milli Sörf Takımı'nın kaptanıymış. Odasse adada sevinçle karşılanıyor. Onların saatlerdir aradığı kişiyi bulmuşlardır. Herkes çok gururludur. Gözler dolmuştur. Bir can kurtarmanın sevinci vardır...İşte böyle, hani öyle bakıp geçtiğiniz denizden ne hikayeler çıkarmış bilin diye yazmış Turgay Noyan...
Denizciler gibi yapalım lafı bağlayalım:
"Eh be Turgay abi, Antep'te deniz yok, bir de olsaydı ne yapardın..."

16 Ekim 2009 Cuma

Diyarbakır'da Gavur'duk İstanbul'da Kürt olduk


Saro nenem Heredan'daki evlerinde tarhana hazırlayıp kuruması için dama sermiş; aynı gün, bahçeden topladığı sebzelerle turşu kurmuş; ama o yıl hem damdaki tarhana, hem de kilerdeki turşu kurtlandığı gibi, bir de o kara haber köye ulaşmış:
"Ermeniler köylerini boşaltıp Kafle'ye çıkacak!"
İşte o yıl köyü boşaltıp "Kafle" yollarında birbirlerini kaybettikten sonra ölen oğullarının ardından kızı Mirye ile oğlu Sarkis'i yıllar sonra bulduğunda, İncil'e el bastırıp, öğüdünü tutacağına dair yeminini alarak, babama iki şey tembih etmiş:
"Oğlım, sen sen olasan, Heredan'a bi daha ayağ basmiyasan! Getsen, diyerler ki gelmiş toprğhlarına sehab çığhacağ, seni öldırırler! Bi de, bızım evımıze tarğhana yapmağ, turşi kurmağ oğırsızlığ getıri, bılesız! Evde turşidır, tarğhanadır, yapmiyasız!"
Anadolulu bir Ermeni olan Mıgırdiç Margosyan babaannesinin öğütünü böyle anlatıyor son kitabı Tespih Taneleri'nde Diyarbakır şivesiyle... O uzun yolculuk haberi geldiğinde yani 1915'te biri memede, biri kucağında tam beş çocuğu vardır Sarig nenesinin... Diyarbakır'ın Dicle ilçesine bağlı (oralılar hala eski adı olan Piran diye anıyor) Heredan köyünden yola çıkıyorlar. Adını taşıdığı büyükbabası Mıgırdiç, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusuyla kimbilir hangi cephede savaşmaya gidiyor ve dönmüyor. Yürüye yürüye Diyarbakır'a geldiklerinde işin rengi anlaşılınca sekiz yaşındaki Yeğisapet'i onların deyişiyle Dacig (Müslüman) bir aileye emanet ediyor. Aşağılarda Siverek yolunda dört yaşındaki oğlu Sarkis'i çeşme başında kaybediyor. 12 yaşındaki büyük oğlu Apraham'ı Zaza bir manifaturacı hacının yanına çırak veriyor. Urfa'da artık emzirecek bir şeyi kalmayınca oğlu Nışan ölüyor. Yanındaki tek oğlu Haçadur ile sığındıkları bir kilisede top mermisinin başına değmesiyle 12 gün sonra onu da kaybediyor... Çok zaman sonra Diyarbakır'da evlatlarına tek tek kavuşuyor. Ancak büyük oğlu zehirlenip ölüyor. Mıgırdiç'in babası Sarkis ise Ali adını almıştır. Sünnet olmuş beş vakit namazında niyazındadır. Kızı da kara çarşaflara bürünmüş bir Müslümandır... Kendi dinlerine dönmeleri ise uzun zaman alacaktır...
Ermeniler yıllar yıllar sonra bir araya geldikleri gecelerde sohbetlerde hep o günleri konuşuyorlar seslerini çok yükseltmeden:
"Ben büyüktüm, anamdan su isterdim o da 'tükürüğünü yut' derdi. Söz dinlerdim tükürügümü yutardım ki susuzluğum geçsin."
"Sen Kafle'ye katıldığında beş yaşındaydın."
Sonra hep birlikte Diyarbakırlılar'ın yani Müslümanı, Yahudisi, Türkü, Kürdü, Süryanisi, Keldanisi'nin bir felaket karşısında söyledikleri sözle anıyorlar o günleri...
"Gideydi, bi daha geri gelmiyeydi o günler..."
Margosyan yeni kitabında, Gavur Mahallesi, Söyle Margos Nerelisen ve Biletimiz İstanbul'a Kesildi öykü kitaplarından da alışık olduğumuz o günlerin yani 1940'lı 50'li yılların Diyarbakır'ı ve İstanbul'unda tadına doyulmaz bir gezintiye çıkarıyor okuru. Seferberlik, tehcir, kafle diye değişik adlarla anılan o günlerin etrafında müthiş bir yaşam akıyor bir yandan da gürül gürül... Yoksul ama binlerce yılın birikimiyle yoğrulmuş onlarca kültürün üste üste geldiği bir hayat bu aynı zamanda... Yörenin şivesiyle bazen kahkahalarınızı tutamayacağınız espriler arka arkaya patlıyor. Mıgırdiç Margosyan anadilini öğrenmesi için birkaç arkadaşıyla İstanbul'a Ermeni Yetimhanesi'ne gönderilmesiyle başladığı kitabında zaman zaman çocukluğuna Diyarbakır'da doğup büyüdüğü Gavur Mahallesi'ne dönüyor... Ustalıkla ördüğü konular birbirine geçerken sade ve pırıl pırıl bir Türkçe kullanıyor...
Diyarbakır'da kendi deyişiyle; bizim oralarda "Fılla" idik yani öteki "Ermeni."
İstanbul'a geldiğimizde yetimhanedeki çocuklar yani Ermeni arkadaşları şivelerine ve hallerine bakıp damgayı bastılar:
"Koşun Anadolu'dan Kürtler geldi."
Gavur, Fılla, Ermeni ya da Hay (Ermeniler kendilerine öyle söyler) çocuğu Mıgırdiç Margosyan İstanbul'un o koca şehrin Bizans'ın şaaşası içinde büyülenmiş gibidir. Deniz, vapurlar, tramvaylar, neon ışıkları, vitrinler, dükkanlar, her şey ama her şeye şaşkınlıkla bakar Diyarbakır'dan geldiği Hay arkadaşlarıyla.Ama oturup kalkmadan, yemek yemeye oradan da konuşmalarına kadar artık yeni bir dönem başlamıştır onun için. Burası İstanbul'dur çünkü. Okulundaki öğretmenlerinin de dediği gibi:
"Oğlum şu lisanını düzeltmek için biraz gayret etsen."
Zordur ama zodrluk Hay'ların kaderidir yaşamlarının bir parçasıdır... Kafle'deki acıları anımsayan ailelerinin anılarını dinlerken bir yandan da başından geçenleri anımsar.Diyarbakır'daki papazları Der Arsen, kavun karpuz ya da mevsimine göre değişen meyve çöplerinin sağanağı altında kendini korumaya çalışarak kiliseye giderken acaba içinden "Ya Sabır" duasını nasıl okuyordur. Ya da kendisine yağmur gibi yağdıran çocukların tekerlemesini dinlerken: "Keşiş keşiş, götüne bir şiş..
"Ya da kendisini bir kenarda sıkıştırıp döven çocukların ellerini haç yapıp
 "Tükür ulan üstüne ve eşhedin getir gavur oğlu gavur"
sözlerine karşı çıkınca nasıl dayak yediğini ve yine kendisini kurtaran Müslüman bir kadının o çocuklara söyledikleri:
"Utanmısiz o da sizin gibi Allah'a inani."
O çocuk ana dilini öğrendikten sonra memleketine döndüğü ilk yaz yaşlı Hay'lar ondan mektuplar yazmalarını ister. Başlıklar hep aynıdır:
"Aranıyor."Kimi mi... "Baba adı Hovsep, ana adı Şuşan... Erzurum Narman'dan yedi yaşındayken tehcir olunan ve Malatya'dan sonra yolda kaybolup kendisinden bir daha haber alınamayan Satenik aranmaktadır..."
"Tekirdağ'dan sürgüne çıkan...
" Üç çocuğuyla Tokat'tan tehcir edilen Ağavni..."
"Harput'un Perçenç köyünden Der Zor'a sürgüne giderken..."
Bu ilan gibi mektuplar dünyanın dört bir yanına bir şekilde ulaşmaktadır.Hele bu vasıtayla öyle biri ortaya çıkar ki. Hikayesi çok ilginç.. Amerikalı bir adam çıkar gelir bir gün uçakla. Gözleri masmavi... Şişman tombul kırmızı yanaklı bir adam bu ...
Adı Bill Nacaryan...
Diyarbakır -Elazığ il sınırlarında yer alan Dicle'nin etrafından kıvrıla kıvrıla aktığı bir ilçe olan Maden'lidir Nacaryan. Ailesini aramaktadır. Bir iz, bir haber almıştır. Erkek kardeşinin Ergani'de olduğunu ve iki çocuğu olduğunu duymuştur... Acaba Diyarbakır'daki Hay'lar ona yardım ederler mi?
Sözü mü olur: "Başım gözüm üstüne" derler. "Biz ne güne duruyiğh."
Ailesini kaybeden Bill Nacaryan bir şekilde Suriye oradan Fransa'ya ve sonra Amerika'ya gitmiştir. Çok zengindir artık...Kardeşi ölmüştür ama iki oğlu yaşamaktadır. Onları bulunur. "Sizi Amerika'ya götüreyim" der gitmezler. Çünkü artık Müslüman olmuşlardır ve kendi hayatları vardır..
Ve böyle nice hikayeler...
1948'de Moşeler'in büyük göçüne de tanık olur yazar... Yani Yahudiler'dir Diyarbakırlılar'ın Moşe dediği... Kafile kafile terk edip memleketlerini yeni kurulan ülkeleri İsrail'e giderler...Sonra meşhur "Atatürk'ün Selanik'teki evi yakıldı" porovakasyonuna İstanbul'da tanık olur... Rum kökenlilere olan kızgınlıktan bütün Hırıstiyanlar da nasibini alır. Gece yarısı yetimhane ve kilisenin taşlandığını ve 'çabuk bayrak asın" bağırışlarını da anlatıyor yazar. Ve sırf bu yüzden sevgilisi Zulal'le bir daha görüşemediğini de... Çünkü babası yerle bir edilen dükkanını görünce tasını tarağını toplayıp ailesiyle Amerika'ya göç etmiştir..
Biliyorum, Balkanlar'daki Müslümanlar'ın nasıl savrulup katledildiğini söyleyeceksiniz. Anadolu topraklarında öldürülen Türkler'i söyleyeceksiniz. Karabağ'daki durumdan. Şehit edilen diplomatlardan. Biliyorum hepsini biliyorum haberdarım... Ama işte ne olursa olsun mızrak çuvala sığmıyor...
Yazının finalini yine kitaptan Mıgırdiç Margosyan'ın babasının sözüyle yapmak de farz oldu artık:
"Bu dünyada en güzel şey yaşamaktır oğlum.."

İSTANBUL'UN KUMKAPISI

Benim de çocukluğumda ucundan bucağından tanıklık ettiğim bu renkli semt, kitapta meyhane ve lokanta karışımı bir yerin sahibi Vartan ustanın yerinden tanıklıklarla anlatılıyor. Hepsi de Ermeni balıkçılar, zenatkarlar ve diğerleri. Yüzlerce yıldır İstanbul'da yaşayan bu insanların çoğu fakirdir ama neşeleri ve eğlenceleri hiç eksik olmaz. Anımsıyorum babamın GedikpaşaYokuşu'nda Diyarbakırlı Ermeni bir terzisi vardı. Bana da pantalon dikerdi ara sıra. Kekemeydi ve şivesi de tam yerindeydi. O zamanlar İspanyol paça moda, ben biraz geniş olsun diye mızırdayınca kulağıma şöyle fısıldamıştı:
"Akıllı ol oğlım, böyük sözü dinle, babandır."

ŞU ŞİVE MESELESİ

Hiç dikkatinizi çekti mi bilmem... İstanbullu bir Rum'u, Ermeni'yi, Yahudi'yi ya da diğer azınlıkların konuşmalarını şivelerinden hemen anlarsınız. Ya da dışardan buraya gelen Kürdü, Arabı, Gürcüyü, Lazı her neyse... Ancak Diyarbakırlı bir azınlığı asla ayırt edemezsiniz... Şiveleri, cümle yapıları, kurguları hep aynıdır. Kürdü, Türkü, Ermenisi, Süryanisi, Keldanisi, Yahudisi, Zazası zor bir iş için "gücüm takatım kalmadı" demez.Onlar "Edemezler yapsınlar..."Ya da anneler yemeği "sıcak eder" asla ısıtmaz.Onlar kendi kendilerine konuşmazlar. Özi özlerine konuşurlar...

Bu dünyadan bir Kazım geçti

Devrimi düşünürsün, düşünebilirsin, şöyle olsun böyle olsun hatta bir sistem bile kurabilirsin.Ne zaman yaparsın. Devrim yaptıktan sonra... Bok devrim yaptıktan sonra... Şu anda bunu düşünüyorsan yaparsın, bunu yapmaya başlarsın. Ve böyle yaşamaya başlarsın. Hayatla da böyle anlamlı bir ilişki kurarsın... Yolda yürürken de adımların ona göre olur, insanlara baktığın göz değişir. Herkes de bakar bu adam niye böyle yürüyor. Sana bir puan yazmazlar ama bir şey verirsin bu hayata... Bakkaldan manavdan bir şey alırken tuhaf bir ilişki kurarsın hoş bir ilişki kurarsın... İşte hikaye bu..."
Aramızdan erken yaşta ayrılan Kazım Koyuncu, kendisine adanan belgeselin en başında bunları söylüyor... Gazeteci Ümit Kıvanç, iki yıl boyunca yüzlerce bilgi, belge, kaydı elden geçirip 3 DVD'den oluşan 3.5 saatlik bir belgeselde Kazım'ı "Şarkılarla Geçtim Aranızdan"la selamlıyor. Ümit Kıvanç, onunla hiç tanışmadığını ama kaybettiğimizde bir arkadaşını yitirmiş gibi üzüldüğünü söylüyor. Ne tuhaf benim de duygularım hep böyle oldu...
Fatih'te mahalle, Pertevniyal Lisesi'nde sıra arkadaşım Ender Şeşen de Kazım gibi Hopalıydı. Lazca bilirlerdi. Ben de Güneydoğuluydum. Yıllar önceki devrimci sohbetlerimiz arasında en çok Karadeniz'i konuşurduk. Dağlarını, yeşilini, denizini anlatırdı. Planlar yapardık, gidip gezecektik oraları... Ama bir türlü olmadı... Kazım sanki o yıllardan mirastı bana...
Hopa'nın Pançol köyünde doğan Kazım Koyuncu'nun 34 yıllık yaşamında müzik her şeyi oldu. Kazım, Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) topluluğuyla Lazca Rock yaptı ve çok sevildi... Müzik yolculuğundaki arayışları sürerken Lazca rock'a varışını ise "İçimizden geldiği gibi yaptık" diye anlatıyordu... Ölüm haberi geldiğinde, onu seven Karadenizli bir editör arkadaşımız çarpıcı bir başlık peşindeydi. Ona önerdiğim başlığı sevdi ve kullandı:
"Uşaklar artık Kazım yok."
Şimdi belgeseli izlerken Kazım bu başlığa tepki gösterirdi gibi geldi bana... Diyarbakır'daki bir Nevruz kutlaması ve Kazım'ın Kürt meselesi üzerine söyledikleriydi bunu düşündüren...Yüzbinlerce insanın doldurduğu bir alanda politik bir ortam var. Kazım gitar, kemençe ve tulumla Lazca Uy Aha-Koçari'yi söylüyor, büyük bir koro eşliğinde. Oradan Didou Nana'ya geçiyor; aynı kalabalık gür sesiyle arkasında... Artık Cilve Loy Nanay'a geçildiğinde zılgıtlar, halaylar ve horonlar eşliğinde ortalık inliyor... Kazım Koyuncu konserlerinde Diyarbakır'ı hiç atlamadı. Orada iyi bir dinleyici kitlesi vardı. Dürüst ve sağlam bir ilişki kurdu onlarla... Kazım bugünlerde çok ihtiyacımız olanları öyle güzel özetliyor ki;
"Benden ısrarla Kürtçe şarkı söylememi istiyorlar. Ben o müziği çok seviyorum sempatimi de dünya biliyor. Ancak 'merhaba' bile demedim. Bu sembolik bir şey belki. Ben sizin yanınıza kendim olarak geldim. Ve siz de beni görün. Birbirimizi kabul etmemiz için, birbirimize benzememize ihtiyacımız yok. Aynı dilde söylememize gerek yok.. Birbirimizi kabul edebiliriz... Benim cesaretim oydu...Bunu orada anlayan çok insan oldu..."
Şimdi Diyarbakır surlarının dibinde Dicle'ye bakan bir mezarlıkta sonsuz uykusunu uyuyan Salim eniştemin ruhu da duymuştur muhakkak. Ordu Fatsalı mavi gözlü, sarışın bir Laz'dı o da... 1950'lerin sonunda Diyarbakır'da askerliğe gelmiş ve teyzemle evlenmişti. Çalışkan, konuşkan bir Karadenizliydi... Hiç yüksünmeden herkesin işine koşardı...
"Kabardı Karadeniz
Bu yana taştı...
Haber verin yarime
Gözlerim doldu taştı"
Kazım Koyuncu yumuşak sesiyle söylüyor; bir yandan da kanser ilerliyor vücudunda ağır ağır... Kemoterapiden çıkıp konserler veriyor. Orkestra arkadaşları da saçlarını kazıtıyor, destek olsun diyerek. Kazım'a sorsalardı istemezdi belki de. Farklı olanı severdi de ondan aynı tipte olmasını istemezdi hiçbir şeyin... Kazım belgeselin bir yerinde diyor ki;
"Dünyayı ses kurtaracak"
Ne kadar doğru, bir söz, bir kelime, bir tını, bir akord illa ki bir ses... Ümit Kıvanç, Kazım'ın müzikal yolculuğunu da çok iyi takip etmiş... Bunu belgeselin akışı içinde çok iyi anlıyorsunuz ancak internet sitesinde müziğiyle ilgili bölümde önemli ayrıntıları da bizlerle paylaşmış. Rock müzik, etnik kökenler ve türküler arasındaki ilişkiyi tartışıyor. Ve uzun analizlerin sonunda da, yüz saatlik malzemeyi defalarca dinlemesine rağmen hiç bıkmadığını söylüyor ve ekliyor:
"Bunu sağlayan elbette Kazım'ın o müziğe kattığı şeydi. Bu tılsımlı bir şeydi. Bu yüzden, sizi bunun etrafında dolandırıp duruyorum ama bunun ne olduğunu somut olarak anlatamıyorum. Çünkü onu yazıyla anlatamayız. Duyabiliriz."
Ümit Kıvanç hiç tanımadığı Kazım için bu belgeseli hazırladı; ben de hiç tanımadığım ama sevdiğim arkadaşım için yazdım... Acaba Ender beni yine çağırır mı? 'Hadi gel birlikte Hopa'ya gidelim' der mi?.. Kimbilir...
Not: Kalan Müzik'ten çıkan DVD'de Kazım Koyuncu 3.5 saat boyunca, çalıyor, söylüyor hem de hayatını, müzikal macerasını ve sisteme itirazını anlatıyor. Filmin geliri tam da onun isteyeceği gibi Umut Çocukları Derneği'ne verilecek.
O SÖZLER Kİ..
.hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne
günün karanlık saatlerine
arasıra kopsa da fırtınalara
bir gün boğulacağımız denizlere
eski günlereneler olacağını bilmesek de geleceğe
kötülüklerle dolu olsa bile tarihe
tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara
Donkişotlara, ateş hırsızlarına,
Ernesto 'Çe' Guevara'ya
yollaara, yolculuklara, sevgililere, sevişmelere
sadece düşleyebildiklerimiz, olamadıklarımıza
üşünürken ısınmalara
her şeyden sıcak annelere, babalara
ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz.
Kötü şeyler gördük, savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük.
Kendi kültürünü, kendi dilini, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük.
Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük.
Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük.
Biz de öldük.
Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.
Teşekkürler dünya...

Sırrını klarnetine söyledi

Kıbrıs Barış Harekatı'nın kahramanlarından Prof. Turan Güneş var ekranda. Bülent Ecevit başbakanlığındaki hükümetin Dışişleri Bakanı. 70'li yılların ortaları daha. Avrupa'da yapılan Kıbrıs görüşmelerde uzlaşma sağlanamayınca Ankara'yı arayarak, 'Ayşe tatile çıkabilir' demişti Ecevit'e. Bu şifre Türk askeri Ada'ya çıkabilir demekti.
İşte o ciddi adam siyah beyaz ekranda keyifli bir sohbet yapıyor. Sunucu, 'Şimdi size bir şey dinleteceğiz. Bakalım tanıyacak mısınız' diyor. Bir klarnetin nağmeleri yankılanıyor arkadaki paravandan. Turan Hoca gülüyor ve hafif yana dönerek, 'Mustafa' diyor Kandıralılar gibi. Hemşehrisini tanımaz mı...
O adam Mustafa Kandıralı idi.
Ben daha küçüktüm ama o sahne hep aklımdadır bir de klarnetinin sesi... Müzik piyasasının ya da o dünyanın diliyle Unkapanı'nın Don Kişot'u Kalan Müzik'in sahibi Hasan Saltık'ın yaptığı gibi bir kitap cd var önümüzde. Bir süre önce Aşık Mahzuni Şerif'in külliyatını yayımlayan Uzelli Müzik Şirketi şimdi de Mustafa Kandıralı'yı selamlıyor. Uzun yıllardır rahatsızlığı nedeniyle klarnetinin sesini duymadığımız Mustafa Kandıralı'nın 70'li 80'li yıllara ait kayıtlarından hazırlanan 15 seçme eseri CD formatında piyasa çıktı.
Müzisyenin hayatı, eserleri, icrası, o markanın nasıl oluştuğu ve onun üzerine yorumların da bu album kitapta yer alıyor.
Mustafa Kandıralı, Melih Duygulu'nun kaleme aldığı yaşam öyküsünde 'yarım yüzyıllık yareni klarnetiyle yola çıkışını' bakın nasıl anlatıyor:
"Bir gece vakti üzerimde beyaz bir takım elbise, elimde si bemol klarnetim Kandıra'dan çıktım İzmit'e geldim. Yayan tabi... Gecenin karanlığı Allah bana cesaret verdi. İzmit'e zar zor ulaştım. Orada bir handa kaldım. Bir tarafta atlar bir tarafta insanlar yatıyor. 50 kuruş geceliği. Oradan Gebze'ye geldim, derken kendimi Haydarpaşa'da buldum. 'Heh İstanbul'a geldim dedim ben.' Oradan bir yaşlı adam dedi ki: 'Burası İstanbul değil. Buradan vapura binecek, karşıya geçecen, İstanbul orası' deyince adamcağızın sözünü dinlemekten başka çare kalmadı tabii ki... Vapura bindim, Karaköy'de indim, o zaman bilmiyorum. Allah'ım sağıma mı gideyim soluma mı gideyim' diye düşünüyorum; Necatibey Caddesi'ne doğru yürüdüm. Müzisyenler kahvesini yani esnaf kahvesini sordum. Oraya doğru gittim. Orada müzisyenlerle falan konuştum işte. Ama çocuğum, pek sahiplenmediler beni..."
Abartmıyor gerçekten çocuk 12-13 yaşlarında ama öyle bir giriş yapıyor ki müzik alemine ... Tutabilene aşkolsun. Düğünler, sirkler, hatta arada bir Malatya'da ekmek parası için yapılmış bir yıllık macera bile var. Sonra ver elini yeniden İstanbul. Onu o küçük yaşlarda yola düşüren büyük klarnet ustası Şükrü Tunar'ın yanındadır artık.
Kimlere kimlere çalmıyor ki.
Hamiyet Yüceses, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, liste uzayıp gidiyor.
Ama varsa yoksa Zeki Müren, onunla tam 30 yıl çalışıyor.
Ama dramatik bir olaydır Zeki Müren'le onu buluşturan:
"1962 senesiydi. Şükrü Tunar, Zeki Müren Beyefendiye eşlik ediyordu. Yaz aylarıydı. Peşrev bittikten sonra Zeki Müren bir şarkıya girdi. O sırada Şükrü Tunar yere yığılıp kaldı. Üzerine beyaz bir masa örtüsü örttüler ve bir karanfil koydular. Şükrü Bey'den sonra Zeki Müren'e ben eşlik ettim. Aynı yıl küçük kızım Kısmet dünyaya geldi. Onun ismini de Zeki Müren koymuştur. Kısmeti açık olsun, etrafına kısmet dağıtsın diye..."
Bayram sabahları unutulur mu? Önce radyodan sonra da televizyondan yayılan sesler bu toprakların en güzel klarnet çalan adamı ve arkadaşlarını bize sunardı. "Şimdi Mustafa Kandıralı ve arkadaşlarından oyun havaları..."
New York New York filmine rastladım geçenlerde kanallar arasında gezinti yaparken... Liza Minelle ve Robert de Niro'nun o unutulmaz filmi bir caz güzellemesidir. Saksofoncu bir adamın tutkulu müzik aşkını anlatan filmi izlerken aklıma Mustafa Kandıralı geldi. O filmdeki gibi tutkuyla sevdiği şeyleri yapan bir adam Kandıralı. Yıllar içinde 90'ı çiftetelli ve roman havalarından oluşan 150 plak, 20'den fazla kasedi yayımlanır. Şimdi 76 yaşında, sağlık problemleri nedeniyle artık o çok sevdiği çalgıya dokunamıyor. Aktüel dergisindeki söyleşisinde arkadaşımız Göksan Göktaş'a öyle güzel anlatmış ki. O klarnetiyle geçen hayatının bir özeti sanki:"Ne sırlarım var onda bilseniz. Her şeyimi ona söyledim, ona üfledim ben. Ah bir de o anlatsa beni size...
"Eline sesine sağlık Mustafa Kandıralı... Ellerinden öperiz...



ANADOLU'NUN GIRNATACILARI...
Anadolu'daki yaygın adıyla gırnatacılardır onlar... Elazığ'da hoyrat olur, uzun havayla gözyaşı döker. Oradan Akdeniz'de yörüklerin çadırında konaklar. Sonra başını yukarı kaldırıp Ege'ye doğru yola çıkar. Orada bir başka çalıp söylerler. Bergama'nın bu konuda üstüne yoktur. Marmara'nın doğu tarafları ve Trakya'da baş tacıdır düğünlerin... Ama illa ki Romanlar. Klarnetin bugünkü en önemli ismi hiç kuşkusuz Hüsnü Şenlendirici. O sokakta, pavyonda, gazino sahnelerinde gezinen asi ruhlu çalgıyı yüksek sosyetenin salonlarına, Açıkhava'daki cazcılarla binlerce kişiye ve oradan da ta Amerikalar'a taşıdı. Selim Sesler'i de unutmamak lazım. Selim Sesler'in Fatih Akın'ın Köprüyü Geçmek filmindeki solosunu unutmak mümkün mü... Memleketi Keşan'daki köy düğünü ve bir meyhanedeki fasılı bir kez daha dinleyin derim...

ONUN İÇİN SÖYLENENLER...

Müzeyyen Senar (TSM Sanatçısı): Biz Kandıralı'yla hem gazinolarda çalıştık, hem de plaklarda refakat etti bana. Mesleğine bağlı, disiplinli bir arkadaşımızdır. Oturup kalkmasını bilir, güzel giyinir. Bakar kendine... Daima yüksek sanatçılara refakat etmiştir. amanında gelip herkese emsal teşkil etmiştir. Seçici olmuştur bu hususta. Sahnede ciddiyetle yapar işini ama şakacıdır aslında. Onun yaptığı taksimler insanın ruhunun derinliklerine işler. Musikiyi bilmekle kalmaz- yani repertuarı falan- onun özüne nüfuz eder.
Selim Sesler (Klarnet sanatçısı): Mustafa Kandıralı bana göre gelmiş geçmiş en büyük klarnet üstadıdır. Bizim kuşak onu dinleyerek büyüdü. Onu kendimize örnek aldık. Biz onu plaklardan, radyodan dinlerken evde çıt çıkmazdı.
Burhan Öcal (Perküsyon sanatçısı): Mustafa Kandıralı denince aklıma hep çocukluğumdaki bayram günleri gelir içime ferahlık ve coşku dolar. Sonradan bir virtüöz olduğunu anladım, Avrupa'ya gidince. Bence hala öyle ve 1 numara "Turkısh Benny Goodman" diyebilirim.
Mark Hudson (London Daily Telegraph gazetesi world müzik eleştirmeni): İtalyan besteci Donizetti, Osmanlı Saray Mızıkası'na klarneti tanıtan ilk kişidir. Ancak tanıttığı bu klarnetin, bir gün çingene ustası klarnet ustası Mustafa Kandıralı'nın "blues" parlak icrasına kavuşacağını hayal bile etmemiştir. Mustafa kandıralı son yirmi sene boyunca Türkiye'de halk arasına nadiren çıksa da hala büylük saygı ve hayranlık görüyor. Kuşkusuz onun 20. yüzyılın esas müzik dahilerinden olduğunun dünya çapında kabul edilmesi sadece zaman meselesi...

7 Yahudi'nin 58 yıl meçhul kalan katledilme öyküsü

Anadolu Ateşi'nin ağır konuğu anons edildiğinde elimdeki kitaba ara veriyorum. İbrahim Tatlıses memleketi Urfa'nın "Ayağında Kundura"sı televizyon ekranlarından Türkiye'ye yayılırken yeniden kitaba dönüyorum. Gazeteci Mehmet Faraç, "Son Gavur" kitabıyla beni 58 yıl öncesinin Urfa'sına götürüyor. 30 Ocak 1947'ye... 7 bin yıllık kent sele teslim olmuş. Şimşeklerin gürültüsüne bir evden gelen müzik ve nağme sesleri karışıyor. Çakeri Mahallesi'nde ünlü sıra gecelerinden birindeyiz. Çiğköfte yenmiş sıra tatlıda. Çalgıcılar türküden türküye geçiyor; eşlik edenler de neşenin doruğunda... Müslüman ve Yahudiler'den oluşan 20 kişilik bir topluluk türkülerin coşkusunda harman olmuş... İbrahim Tatlıses de bir ağıta başlıyor. Dinleyiciler, jüri, TV başındakiler ağlıyor. Sanki 58 yıl önceki Urfa'daki yaşananlara ağıt yakılıyor. Yahudi kızı Nazlı, ağabeyinin evinin kapısını aralayıp bağırıyor: "Mazel!.. Kız Mazel!.." Her zaman çocuk seslerinin yükseldiği ev sessizliğe bürünmüş. Kapıyı açmasıyla donup kalıyor. Yakup kanlar içinde... Çığlık boğazında düğümleniyor, diğer odalara bakamadan sokağa fırlayıp anne ve babasını haberdar ediyor. İshak'ın 65 yaşındaki kayınvalidesi Semha ile 17 yaşındaki oğlu Yakup (Yakov) kanlar içindeydi. Boğazları kesilmişti. Güneye bakan soldaki odaya girdiğinde oğlu 42 yaşındaki İshak ile 40 yaşındaki 6 aylık hamile gelini Mazel de öldürülmüştü. İshak'ın ayak ucunda yatan oğlu 15 yaşındaki Yusuf (Yosef), kızları 8 yaşındaki İster (Ester) ve 6 yaşındaki Raşel'in cansız bedenleri de kanlar içindeydi. Olay 36 bin nüfuslu Urfa'da kısa sürede duyuldu. Kim, niye, neden? soruları arka arkaya geldi. O zamanlar kapıların kilitlenmediği, kimsenin gizlisi saklısı olmadığı dönemlerdi... Yahudisi, Ermenisi, Süryanisi, Müslümanı kendi bölgelerinde yaşardı. Bir arada aynı mahallelerde oturulduğu da olurdu. (Babam 1950'lerin Diyarbakır'ında yıllarca farklı dinden insanlarla bir arada yaşadıklarını anlatırdı) Ancak çarşı, pazar ve eğlencede daha çok birarada olunurdu. Güneydoğu'da onlara "komşu" derlerdi. Yahudiler cumartesi günü paraya el sürmezdi, ateşe el sürmezlerdi. Komşularını çağırır gaz lambalarını yaktırırlardı!.. Daha çok ticaretle uğraşırlardı. Adliyenin tozlu raflarında 58 yıl bekleyen "faili meçhul" dosyasını aralayan Mehmet Faraç'ın titiz bir araştırmayla hazırladığı kitabından izlemeyi sürdürüyoruz. O gün Urfa'da herkes ayaktaydı. Şorkaya ailesinden 7 kişinin öldürülmesi kentte buz gibi bir hava estirmişti. Cinayet kadar işleniş tarzı da halkı şaşkına çevirmişti. Burun ve kulaklar kesilmiş, gözler oyulmuştu. İki çocuk hariç şehadet parmakları da kesikti. Dedikodular tüm kente yayılırken, polis Çakeri Mahallesi ve çevresindeki yerleşim birimlerinde büyük bir operasyon başlattı. Yahudiler ve Müslümanların evleri didik didik arandı. Yüzlerce eve operasyon düzenlendi, çok sayıda insan gözaltına alındı. Kuşkular Yahudi cemaatinin üstünde yoğunlaşmaya başladı. Nedenini 4 şubat 1947 tarihli yerel Akgün gazetesinden okuyalım: "Yahudi mahallesinde vaktiyle bir oğulları Müslüman olmuş bir Yahudi ailesinin 7 nüfuslu efradı ailesi evinde parçalanmış bir halde bulundu. Yapılan soruşturma neticesi bu Yahudi ailesinin büyük oğullarının Müslümanlığı kabul etmiş olduğu ve halen askerde bulunduğu anlaşılmıştır. Bu Yahudi ailesinin Yahudilikle olan dini bağlarının da gün geçtikçe çözülmekte olduğu ve hatta cumartesi günü dükkan açan ve alışveriş eden bu Türkleşmiş ailenin gerek mücevharat ve gerekse paralarına el uzatılmadığına bakılırsa bu kuvvetli bir ihtimalle dini bir hadise olduğu tahmin ediliyor." Cemaatin ileri gelen saygın adamları gözaltına alındı. Falakadan geçirildi, işkence yapıldı. Ancak bir türlü sonuç çıkmadı. Vali Kamuran Çuhruk, Emniyet Müdürü Nafiz Bey'i çağırdı sonuç istedi. Çünkü Ankara'da sonuç istiyordu. Dünyadan da tepkiler yükseliyordu. 7 kişinin öldürülmesi Türkiye'de yüzlerce Yahudi'nin katledildiği şeklinde yansıyordu. Dünya Yahudi Kongresi (WJC) Türkiye'nin Washington Büyükleçiliği'ne başvurarak konunun araştırılmasını istedi. Elçilik, olayı yalanlayan bir açıklama yaparak eylemin sıradan bir cinayet olduğunu duyurmuştu. Ancak yabancıların tepkisi azalmıyordu... Bu arada kentteki kopuş da hızlanmıştı. Yahudiler korkudan evlerinden çıkamıyor, dükkanlarını bile açamıyordu. Perişan durumdaydılar... Müslümanlar ise olayın iç hesaplaşma olduğunu ileri sürerek, "Din değiştiren aileyi" katlederek kendilerinin töhmet altında bırakılmak istendiğini savunuyordu... Gözaltına alınan Yahudiler günler süren sorgunun ardından mahkemeye sevk edildiler. Polise göre zanlılar suçlarını itiraf etmişlerdi. 1889 doğumlu Azzur Bilgin, 1889 doğumlu Yusuf Hamuz, 1884 doğumlu Davut Hıdır Yeşil, 1881 doğumlu Azzur Bozo ve 1890 doğumlu Nesim Binler birden fazla kişiyi planlayarak öldürmek suçundan tutuklandılar.

MÜFTÜ'DEN GÖRÜŞ ALINDI

Mahkeme, Şorkaya ailesinin Müslüman olduğu için öldürdüğü iddiasından yola çıkarak Müftü Hasan Efendi'den bir rapor istedi. Müftü Tevrat'ı inceledi. 162. 163. ve 164. sayfalarında Tesniye faslının 13. babının 6. ayetinden 18. ayetine kadar olan bölümü kaynak göstermişti. Burada; "Her kim dinini değiştirir ise onu mutlak katl ve taşlarla recm edeceksin" deniliyordu. Yöre halkı Müftü'nün bu açıklamasıyla Urfalılar'ın zan altında kalmaktan kurtulduğunu düşünüyordu. Ve bu yüzden Yahudi cemaatine yönelik öfke de artıyordu. Ancak yüzyıllarca birlikte yaşadıkları komşularına sahip çıkmayı da unutmamışlardı. Katliam sanıkları Nesim Binler ile Azzur Bozo 25 Nisan 1947'de salıverildi. Diğer sanıkların dosyası ise kamu güvenliği açısından 4 Haziran 1947'de Malatya'ya aktarıldı. İddiaya göre sanıklar Urfa'daki Yahudi aleyhtarı ortamdan yakınarak davanın başka bir kente naklini istemişlerdi. Tam da o sıralar Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1947'de Filistin topraklarının Araplarla Yahudiler arasında paylaştırılmasına ilişkin bir karar aldı. 9 Nisan 1948'de Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin köyüne yapılan baskında 245 kişi öldü. Yahudi İrgun militanları bu katliamdan sorumlu tutuldu. 14 Mayıs 1948'de İsrail devleti ilan edildi. Bu gelişmelerin ışığında Urfa'daki katliamla ilgili açılan dava, 1 Eylül 1948'de Malatya Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülmeye başlandı... Yahudi tanıklar ısrarla, ailenin din değiştirmediğini söylüyordu. Müslümanlar ise, ailenin din değiştirdiğine tanık oldukları olaylarla anlatıyordu. Ancak Şorkaya ailesine konuk olan adamlar esrarını koruyordu.

MÜSLÜMANLIĞA DÖNDÜ URFA'DA ORTALIK KARIŞTI

Ve olaydan 20 ay sonra karar verildi. Azzur Aka ve Yusuf Büyüktosun, "Hüviyetleri belli olmayan ve Filistin'den gelen Arapların Şorkaya ailesini planlayarak öldürme eyleminde yardımda bulunduklarından hareketle" TCK'nın 450. maddesinin dördüncü bendi gereğince ölüm cezasına çarptırıldı. Ancak mahkeme, sanıkların "fiili hareketlerinin fer'an zimethal mahiyetinde kaldığını" gerekçe göstererek onar yıl ağır hapisle cezalandırılmalarını, kamu hizmetlerinden men edilmelerini kararlaştırdı. Azzur Bozo'nun İsrail'deki çocukları Dünya Yahudi Kongresi'ne başvurarak hükümlülerin serbest bırakılmasını istedi. Örgütte, Türkiye'nin Washington ve Londra büyükelçiliklerine başvurarak konuyla ilgilenmesini talep etti. Bir müddet sonra Yargıtay 1. Ceza Dairesi, Malatya Ağır Ceza Mahkemesi'nin bu kararını bozdu. Dosya 9 Şubat 1950'de yeniden açıldı. Dinlenen şahitlerin samimiyetleri sorgulandı, ifadelerin hangi şartlarda alındığı da gözönünde tutularak iki mahkumun beraatına karar verildi. Ve gerçek faillerin aranmasına da hükmedildi. O olaydan sonra Yahudiler, 7. yüzyıldan beri yaşadıkları Harran topraklarını terk ettiler. Geriye bir tek katliama uğrayan ailenin çocuğu din değiştirerek Müslüman olan Ahmet Kemal Esmeray kaldı. O da zor günler geçirdi. Taşrada işten işe savrulup nafakasını çıkardı. Nice sonra Bıçakçı Pazarı'ndaki dükkanını ve Çakeri Mahallesi'ndeki evine mahkeme kararıyla kavuşabildi. Kutsal topraklara gidip hacı da oldu. 2000 yılında 77 yaşında öldü. Şimdi oğlu İsmail babasının dükkanında manifaturacılık yapıyor. Kendi oğluna da babasının adını koydu: Ahmet Kemal... Gazeteci Mehmet Faraç'ın polisiye bir roman gibi kaleme aldığı bu belgesel kitapta yörenin rengini, atmosferini de bulacaksınız. Son söz: Güneydoğu'nun yazgısı sanki. 33 kurşun, Hizbullah cinayetleri, kontra failleri derken bugünlerde PKK'nın infaz ettiği Kulp'taki 11 ceset ve Kızıltepe'de öldürülen baba ile oğulun yazgıları... Sanki buralarda zaman durmuş gibi... Harranlı toprak ağası Übeyit'in oğlu karayağız Berho katliamdan sonra Urfa'yı terk etmek zorunda kalan Yahudi kızı Sara'ya şu dizeleri yazmıştı: Sen bilmisen Saf kehribar taşların En nadide tanesi En ince iplere dizmişem sevdamı Sen bilmisen, seni nasıl sakladığımı...

DÖNME HIRİSTİYAN HALİT!

Cumhuriyet Gazetesi'nde çalışan Mehmet Faraç'ın kitabında inanılmaz bir olay da yer alıyor. Babası hacı olan ve kendisi de imam hatipte okuyan 5 vakit namazında niyazındaki bir Urfalı'nın öyküsü. Ailesinin geçmişte Ermeni olduğunu iddia eden Halit, İncil okumaya başlıyor. Kentteki misyonerlerle temasa geçiyor. İstanbul'da bağlantıları sonucunda vaftiz ediliyor. Çınarcık'ta denize girip çıkarak ritüel ayin sonunda Hz. İsa'nın dinine Hıristiyanlığa giriyor. Ailesi ve en yakınları kendisinden uzaklaşıyor. Tehditler alıyor, evinden çıkamaz oluyor. Ancak bir dahaki görüşmelerinde annesinden Özbek kökenli olduğunu öğrendiğini anlatıyor ve ekliyor. Ailemizden 8 kişiyi Ermeniler katletmiş. Halit'in bu kafa karıştıran hikayesinden yola çıkan yazar, asıl öyküyü yakalıyor. Yani 7 Yahudi'nin öldürülmesini... 31/01/2005 Sabah pazar eki

Asrın Casusu, Askari'den önce İstanbul'dan geçmişti


İran'ın Eski Savunma Bakan Yardımcısı Ali Rıza Askari'nin, Şam'dan İstanbul'a geçtikten sonra "hassas nükleer" sırlarıyla birlikte ortadan kaybolması, uzun yıllardan sonra CIA'nın gerçekleştirdiği "en mükemmel" operasyon olarak niteleniyor. Ailesi 'kaçırıldı' dese de gelen haberler artık deşifre olan ve İran'ın yakalaması an meselesi olan Askari'nin CIA köstebeği olduğu yolunda... Askari ne ilk ne de son olacak... İstanbul her zaman casusların en gözde yeri oldu. Osmanlı'dan bu yana özellikle İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş döneminde sokakta yürüyen 5 kişiden biri casustu dendiği günler oldu.Ama biri var ki onun gibisi gelmedi:
Harold Adrian Russell (Kim) Philby...
Cambridge Beşlisi olarak anılan ekibin yıldızıydı.
Anthony Blunt, Guy Burgess ve Donald Maclean da diğer aslar...
Beşinci adamın kimliği ise hala tartışılır...
Hepsi de genç yaşlarda 1930'lu yıllarda Sovyet saflarına katılıp kömünizm için çalıştılar. Philby, İngiliz Gizli İstihbarat Servisi MI5'in o zamanki adıyla SIS'de kademe kademe yükseldi. 1949'da Washington'a atandı. Görevi İngilizlerle CIA (Merkezi Haberalma Örgütü) ve FBI (Federal Araştırma Bürosu) arasında irtibatı sağlamaktı. Ve bu görev Batı istihbaratının Sovyetler Birliği'ne açtığı savaşın tam kalbindeydi. Philby'i C görevine yani İngiliz Gizli Servisi'nin başına geçirmek için eğitiyorlardı. Oysa Philby bu sırada KGB'de görevliydi. Ruslar onu Cambridge'den mezun olduktan kısa bir süre sonra işe almış ve ömür boyu sürecek bir görev vermişlerdi. SIS'e sızma görevini...
Bu olağanüstü aldatmaca Philby'i en başarılı sızma ajanı durumuna getirdi. Bütün İngiliz ve Amerikan sırlarını özel olarak öğrenebilen bir Sovyet casusu durumuna. Ancak Philby C olamadan içyüzü ortaya çıktı ve Köstebek 1963'de Moskova'ya kaçtı.
Batı istihbaratına müthiş bir zarar verdi. Yıllar sonra Philby'nin gerçek rolü açıklandığında onu tanıyan bir CIA ajanı şöyle diyecekti: "Philby'nin diğer zamanlarda öğrendiklerini bir tarafa bırakıp 1944-1951 arasındaki süreye bakalım. Batı istihbaratı büyük bir çaba göstermişti bu sırada. Ama bütün bunlar boşa çıkmıştı. Hiçbir şey yapmasaydık daha iyi olurdu.
"İngiliz Gizli Servisi'nin içinde 1944'te Dokuzuncu Bölüm kuruldu. Başbakan Churcill'in emriyle... Bölüm Komünistlere karşı operasyonlar hazırlayacaktı. Sonraları istihbarat konusunda saldırı operasyonları da düzenleyecek bölümün başına da Kim Philby getirildi.
KGB'ye sızma ajanı. Bu görevi sayesinde kendisi de dahil bütün Rus köstebeklerini koruyabilecek ve Moskova'ya İngiltere'nin Sovyetler Birliği aleyhine girişebileceği faaliyetlerini bildirecekti. O da, bir tek kişinin çalıştığı tek odalı bölümü otuzdan fazla memurun çalıştığı ve bütün bir kata yayılmış önemli bir birim haline getirdi. Philby, 1945 ve 1946 kışında Fransa, Almanya, İsveç, İtalya ve Yunanistan'ı ziyaret ederek SIS istasyon şeflerine Dokuzuncu Bölüm'ün planlarını ve gereksinimlerini açıkladı. Komünizm aleyhindeki şebeke yeniden canlandırılacaktı. Tabii bu ajanların hiçbiri tahmin edebileceğiniz gibi asla başarılı olamayacaktı. Asrın Casusu olarak adlandırılan Philby 1947 Şubatı'nda Türkiye'ye tayin oldu. İstanbul'daki Başkonsoluslukta birinci katip olarak çalışacaktı ama aslında SIS'ın buradaki istasyonunu yönetecekti. Anadolu yakasında Beylerbeyi'nde güzel bir yalı buldu. Manzarası şahaneydi. Ev büyük ve bahçesi deniz kıyısına uzanıyordu. Vapur iskelesinin çok yakınındaki bu yalıya daha sonra eşi ve dört çocuğu da taşınacaktı... Çocuklar için burası iyi bir tatil oldu. Bahçede oynuyor, Boğaz'da yüzüyorlardı. Onlarsa partilere, ziyafetlere katılıyordu. Keyifleri yerindeydi. Philby daha sonra buradan Washington'a atandı. CIA ve FBI ile ortak çalışacaktı. Burada tahmin edileceği gibi müthiş işler yaptı. Deşifre olan Blunt ve Mclean'ı uyararak Moskova'ya kaçmalarını sağladı. Ve 1963 yılında Beyrut'ta görevliyken durumu açığa çıkınca KGB apar topar onu Moskova'ya kaçırdı. 25 yıl orada yaşadı. Phliby, 1988'de kendisiyle Moskova'da görüşen bir İngiliz gazetecinin vatanına ihanet ettiği için pişman olup olmadığını sormuştu. Yanıt tam bir İngiliz soğukkanlıığı ve küstahlığındaydı:"Ben kimseye ihanet etmedim. Her zaman aynı fikirdeydim ve aynı işveren için çalıştım. Ben bir sızma ajandım. Karşı taraf oynadığım role inanacak kadar gülünçse bu sadece onları ilgilendirir."İşte böyle, istihbaratın centilmence, soğukkanlılıkla ve müthiş bir zekayla yapıldığı Soğuk savaş günleri geride kaldı. Kendisi de eski bir MI5 çalışanı olan ünlü casus romancısı John Le Carre'nın bile eski tadı yok artık. Ey Soğuk Savaş geldiysen kapıyı üç kere vur...

Philby'nin İstanbul'daki büyük oyunu....

Philby resmi olarak atanmadan önce bir operasyon için 1945 yılında İstanbul'a gelmişti. O yılın ağustosunda İngiliz Başkonsolosluğu'na bir Rus gelir. Bu Sovyet Başkonsolosu Konstantin Volkov'dur... Aslında KGB'nin bir subayıdır ve Batı'ya iltica etmek istemektedir. Karısıyla kendisini Kıbrıs'a göndermelerini ve 27.500 sterlin de para talep etmektedir. Karşılığında İngiltere'de çalışan üç Sovyet ajanının gerçek adlarını açıklayacaktı. Volkov, "İkisi Dışişleri Bakanlığı'nda biri de Londra'daki karşı casusluk örgütünün başında" der. Bilgiler Volkov'un isteği üzerine Londra'ya bir çantada kuryeyle gider. Tabi doğru Philby'nin önüne... Açığa çıkma ihtimali üzerine zaman kazanmak için oyalama taktiğine başvurur. Sonra da İstanbul'a doğru yola çıkar. Philby'nin şansı yaver gider, fırtınadan uçağı Tunus'a iner. Kahire'deki İstanbul uçağını kaçırır. Geldiğinde hafta sonudur ve elçinin tatil planlarını bozmak istemez. Volkov'u aradıklarında, "Gürültü ve çarpma sesleri arasında 'o Moskova'da' yanıtı verilir. Üç haftalık bekleme süresinde haber Moskova'ya ulaşmış ve onlar da gerekeni yapmıştı. Birkaç hafta sonra bir Sovyet askeri uçağına sedyeyle, yüzü gözü iyice sarılmış birini bindirirler.Yıllar sonra Philby bu olay hakkında şöyle diyecektir: "O kötü biriydi ve başına gelenleri hak etmişti." 2007 /Sabah

15 Ekim 2009 Perşembe

Futbolun güzellik yarışması Dünya Kupası

1974 finali, Neeskens penaltıyla Hollanda'yı öne geçiriyor.
9 Haziran Cuma günü saat 19.00'da Münih'teki Allianz Arena'da top santraya konduğunda milyarlarca futbol sevdalısı için hayat duracak. Futbolla yatıp futbolla kalkan ülkelerinden başında da biz geliyoruz. Kılpayı ve tatsız bir şekilde kaçırılan Dünya Kupası Şampiyonası için yapacak bir şey yok. Futbolcuların ya da o dünyanın jargonuyla söylersek; Artık önümüze bakacağız.
1974'teki turnuva o zamanki adıyla Federal Almanya ya da diğer adıyla Batı Almanya'da düzenlenmişti. 10. Dünya Kupası'nın Türkiye için farklı bir yönü vardı. Televizyon hayatımıza girmişti ve ilk kez bir Dünya Kupası Türkiye'den canlı olarak izlenebilecekti. Benim de ilk dünya kupamdı. Çocuktum o zamanlar. Ne müthiş bir şeydi bizim için. O günlerden bugüne futbol sevdamda Dünya Kupaları'nın çok ama çok ayrı bir yeri var. O kupanın üzerinden tam 32 yıl geçti. Şimdi yine Almanya'dayız. Artık tek bir ülke oldular. O yıllardan bugüne değişen yalnızca Almanya'nın birleşmesi değildi kuşkusuz. Hem dünyada hem de Türkiye'de çok büyük olaylar oldu. Sevinçler, üzüntüler, kayıplar, büyük acılar, tarihe damga vuran olaylar...
Bir çocuk olarak başladığım kupa serüvenini temel alarak yaşadığımız o günleri de birlikte anımsayalım istedim. Herkesin kendi kişisel tarihinden bir iz bulacağından eminim. Futbolcuların klasik sözünü bu kez tersine çevirerek buyrun Dünya Kupası geçidine: Biraz geçmişe bakalım.

1974- BENİM GÖZÜM PORTAKALLARDA

Hollanda'nın kaptanı Cruyff, daha maçın ilk dakikasında seri çalımlarla Almanya ceza sahasına girdiğinde düşürülmüştü. İngiliz hakem tereddütsüz penaltıyı gösterdi. Bu benim ilk dünya kupamdı ve siyah beyaz televizyonun karşısında büyülenmiştim. Türkiye'nin televizyonla tanışıklığı daha yeniydi ve öyle her evde TV yoktu. Beyaz eşya mağazalarının önü abartmıyorum bazen stadyum gibi olurdu.
Vitrin camının önünde onlarca insan birikirdi... Ben o gün şanslı kişilerden biri olmalıydım. Aksaray'daki bir akraba evinde meyve suyu ve kurabiyeler eşliğinde finali izlemiştim. Almanya 1972 Münih Olimpiyatları'ndan 2 yıl sonra Dünya Kupası'nda da ev sahibi ülkeydi.
1972'de Filistinliler'in olimpiyat evine düzenlediği baskında İsrailli sporcuların rehin alınıp öldürülmesinden dolayı büyük güvenlik önlemleri alınmıştı.
1974 yılı Türkiye için de zor bir yıldı. Bugün hastanede yaşam savaşı veren Ecevit, ortanın solu sloganıyla CHP'nin oylarını patlatmıştı. Ancak tek başına hükümet olamıyordu. Erbakan'ın MSP'siyle koalisyon kurdu. Yılın ortalarına kadar sürecek bu hükümet Türkiye tarihinin en önemli işlerinden birini yaptı. Kıbrıs'ta işler karışmıştı. Ve bir sabah Türkiye garantörlük hakkını kullanarak adaya asker çıkardı. Ve o gün bugündür çözülemeyen Kıbrıs meselesinde yeni bir durum oluştu. Ada ikiye bölünmüştü..
2. Dünya Savaşı'ndan sonra bölünen iki Almanya ise Dünya Kupası'nda aynı gruba düşmüştü. Batı tarafı kendi evinde Doğu'ya 1-0 yenilince dünyaları karardı. Türkiye'de de karartma vardı. Savaş durumuna geçilmişti ve kahramanlık türküleri dinliyorduk. İşçilerin akın akın gittiği Almanya bizim dostumuzdu, ne de olsa 1. Dünya Savaşı'nda omuz omuza kader birliği yapılmıştı. Yüksel Özkasap "Almanya acı vatan, adama hiç gülmüyor" diye yanık yanık söylüyordu ama benim gözüm portakallardan başkasını görmüyordu. Hollandalılar başka türlüydüler. Uzun saçları ve yaşantılarıyla Sultanahmet'te gördüğümüz hippilere benziyordu. Ama ben onları oynadıkları futbolla seviyordum daha çok. Herkesin hayranlığını kazanmışlardı...
2 temmuz 1974 akşamı oyananan final maçında daha 2. dakikada Neeskens (şimdi Galatasaray'ın antrenörü) penaltıyı gole çevirdiğinde herhalde Türkiye'de benden başka sevinen yoktur diye düşünmüştüm. Çünkü odadakiler bana hiç de sevgiyle bakmamıştı doğrusu. 25. dakikadan sonra Almanlar birdenbire oyunu dengeledi. Daha sonraları bunu "Bir Alman'ı asla aşağılamayacaksınız" diye açıkladılar.
Breitner penaltıdan beraberliği sağladı (yıllar sonra Alman oyuncunun kendini yere attığı ortaya çıktı...) Daha sonra ünlü golcü Müller sahneye çıktı. Ve hala izledikçe nasıl yaptığını anlamadığım bir dönüşle kalabalık arasından 2. golü attı. İkinci yarıda Hollandalılar tek kale oynadı ama kupa Almanların oldu. Portakallar kaybetmişti. İnatçı ve disiplinli Almanya kazanmıştı. Belki de ilk hayal kırıklığımdı bu...
Türkiye'de arka arkaya hayal kırıklıkları yaşayacaktı o yıl.. Havada gelmiş geçmiş meydana gelen en büyük kazada bir THY uçağı Paris'te düşecek ve içindeki 335 yolcu ve 12 mürettebattan kurtulan olmayacaktı... CHP-MSP hükümeti dağılacak ardından Süleyman Demirel görevlendirilecekti. Bir kez daha Ecevit görevi alacak ama güvenoyu alamayacaktı. Sadi Irmak'ta verilen hükümet kurma görevini iade etmek zorunda kalacaktı. Türk halkının o dünya kupasında bir tesellisi vardı. Hakem Doğan Babacan bizim için gurur kaynağı olacaktı. Hele Almanya Şili maçında, Şili'nin kaptanı Caszelly'i oyundan atınca değmeyin keyfimizeydi. Yorumlar dün gibi aklımda, "İşte hakem dediğin disiplini böyle uygular."
Takım kaptanı "Sarı Fare" lakaplı Johann Cruyff'un yeri bende bir başkadır. Daha sonra dünyada tuttuğum tek takım Barcelona'da önce oyuncu sonra da hoca olarak büyük işler yapması benim için onu bir numara yapmaya yetti. Ve 10. kupanın en iyisi oydu..

1978- TANGO ÜLKESİNİN EL MATADOR'U...
Türkiye zor bir döneme girmişti... Terör doruğa tırmanmış her ay onlarca kişi öldürülüyordu. Ve bir darbenin ayak sesleri duyuluyordu. 2 yıl sonra darbe yapacak komutanlar işbaşına gelmişti. Kenan Evren Genelkurmay Başkanlığı'na atanırken, Tahsin Şahinkaya Hava Kuvvetleri'ne Nurettin Ersin de Jandarma'nın başındaydı artık...
11. Dünya Kupası da askerlerin darbeyle iktidara geldiği Arjantin'de düzenleniyordu. General Videla ve arkadaşları kendilerini dünyaya şirin göstermek için her şeyi yapmıştı. Ancak hesap edemedikleri bir şey olmuştu. Ülkenin yüzünü değiştirirken yani cila çekerken halkın ıstırapları kupa için Arjantin'e gelen basın tarafından dünyaya anlatılacaktı. Uçaklardan denize atılıp öldürülen binlerce rejim muhalifinin anneleri Plaza del Mayor'da seslerini böyle duyuracaktı.
Ben ise artık her şeyin karaborsaya düştüğü şekerin bile zor bulunduğu Demirel'in deyişiyle "70 sente muhtaç" bir ülkenin çocuğu olarak final günü Şile'ye gidiyordum. 25 haziran 1978 günü iki dayımın arasında bir pikabın ön koltuğundaydım. Parasıyla bile benzin bulamadığımız için yokuş aşağı boşa atılan vites ve tanıdık bir yerden alınan yakıtla yolculuk yapıyordum...
Maçlar renkli veriliyordu ve ikinci finalimde ayrıntılar bir başka güzeldi. Yine portakallar finaldeydi. Cruyff gitmemişti. Karşısında ise ev sahibi Arjantin vardı... Uzatmalarda büyük golcü "El Matador" lakaplı Kempes sahneye çıktı ve işi bitirdi. 3-1 kazanan Arjantin şampiyon oluyordu ama ben ikinci finalimi de kaybetmiştim işte...

1982- GÖK MAVİLİLER HAYALLERİMİ GERÇEK YAPIYOR

12. Dünya Kupası futbolun beşiği Avrupa'daydı. İspanya ev sahibiydi bu kez. Yıllarca Franco'nun faşist rejiminde yönetilen İspanya artık demokrasiye dönüyordu... Türkiye'de de 12 Eylül darbesinin üstünden iki yıl geçmiş ancak baskı sürüyordu. Her biri 400- 500 sanıklı örgüt davaları açılıyordu. Ve birçoğu için idam isteniyordu. Yurt dışında ise Türk diplomatlar Ermeniler tarafından ardı ardına öldürülüyordu.
Yaşanan sıkıntıyı dağıtmak için futbol en güzel yoldu. TRT artık renkli yayına geçmişti. Turnuvaya gelen takımlar birbirinden iyiydi. Hele Brezilya... Tribünde müzik eşliğinde samba karnavalı sahada ona yakışan inanılmaz bir takım.. Gerçekten iyiydiler. Türkiye hastasıydı onların, "Berezilya" diyorlardı ve "böyle bir şey olmaz"ı yapıştırıyorlardı. Ama ben muhaliftim ve onları tutmuyordum işte. Bu kez gözüm İtalyanlar'daydı. İkinci tura kadar rezalet oynadılar ama bir şekilde çıktılar. Ve bugün bile konuşulan Brezilya'yı çeyrek finalde evire çevire 3-2 yenip yoluna devam edecekti. Bu sonucu "oley" tezahüratıyla karşılayan ben kalabalık bir ortamda az daha dayak yiyordum. Brezilya yenilgisi Türk halkını epey sarsmıştı bildiğiniz gibi değil.. "Elendiler ya olacak şey değil" diye kafa sallayan çok insan gördüğümü hatırlıyorum.. Yani İtalya fena darbe vurmuştu futbol dünyasına...
Darbeyi yapan Kenan Evren de Türkiye'de bugün bile tartışılan 1982 Anayasası ile birlikte ülkenin 7. Cumhurbaşkanı oluyordu.
Final gerçekten unutulmazdı. Almanya ve İtalya belki de gelmiş geçmiş en güzel finali oynadılar. İtalya'da bir zamanlar şike yapmaktan futboldan men cezası almış golcü Paolo Rossi sahalara müthiş bir dönüş yapmıştı... Turnuvanın en iyisiydi... Almanya'yı 3-1 yenip kupayı üçüncü kez kazandıklarında yine golünü atmıştı. Ve ben üçüncü finalimde gök mavililerle birlikte nihayet kazanmıştım...
1986- TANRI'NIN ELİ VE MARADONA



13. Dünya Kupası'nın adresi Meksika'ydı. Turnuva, Latin ülkesi Kolombiya'ya verilmişti. Ancak yoksul bir ülke olan Kolombiya işin altından kalkamayacağını bildirince Meksika devreye girdi. Büyük bir deprem felaketi yaşayan ülke kendini toparlamak için kupaya talip olmuştu. 16 yıl sonra da insancıl sebeplerden final bir kez daha onlara verilmişti.
Dünya ise Çernobil felaketiyle sarsılmıştı. Nükleer felaket Karadeniz kıyılarını ve Avrupa'yı tehdit ediyordu. Türkiye ise siyasilerin yasağını kaldırıyor. SHP'nin başına Erdal İnönü geliyordu. Güneydoğu'da PKK eylemleri arka arkaya gelince neler oluyor soruları yüksek sesle dillenir olmuştu.
Bu kupaya damgasını vuran adam Maradona oldu. Takımını bir orkestra gibi yönetiyordu. Arjantin ve İngiltere arasındaki Falkland savaşıyla tırmanan gerginlik çeyrek final maçına da yansımıştı. Ve Maradona öyle iki gol attı ki bugün bile maç fragmanlarında gösteriliyor ve tartışılıyor. Birini elle attı, hakem dahil kimse bir şey anlamadı. İngiltere kalecisi ve defansı dışında itiraz eden olmadı. Ağır çekimde olan biten açık seçik ortaya çıktı. Maradona daha sonra şöyle yorumlayacaktı: O el Tanrı'nın eliydi.
Ya ikinci gol... Orta sahadan aldığı topla İngiliz milli takımının yarısını kaleciyle birlikte ipe dizer gibi geçip son vuruşu yaptı. Gerçekten müthişti ve nefes kesiciydi... Finalde geçen yılki gibi Almanlar vardı, karşılarında da Arjantin... Ama Maradona yine klasını konuşturacaktı. Gol atamadı ama öyle ince paslar verdi ki 3-2'lik skorla dünyanın zirvesine, hem kendi adını hem de ülkesini yazdırdı.
O günlerde dünyanın çok iyi tanıdığı bir adam Bulgaristan'dan Türkiye'ye iltica etti. Bu genç dünyanın cep herkülü diye tanıdığı Türk kökenli Naim Süleymanoğlu'ndan başkası değildi. Dönemin başbakanı Özal onu büyük bir törenle Ankara'da karşıladı ve caddelerde birlikte otobüsün üstünde halkı selamladılar...

1990- İŞTE GERÇEK İMAPARATOR

14. Kupa'nın merkezi İtalya oldu. Yer belli olduktan sonra İtalya'da maçları izlerim diye hep planlar yapmıştım. Ne yapıp edip giderim diye düşünmüştüm ama hesap tutmadı. Cumhuriyet gazetesinin yazı işlerinde maçları izleyip, birinci sayfaya anons ve fotoğraflar koymakla yetinmiştim.
Maradona burada da sahnedeydi. İtalya'nın geri kalmış güney bölgesindeki Napoli'yi tarihinde ilk kez şampiyonluğa ulaştıran adam bu kez orayı karıştırdı. Tesadüf bu ya, yarı final maçını ev sahibi İtalya ile Arjantin, Napoli'de oynayacaktı. Maradona, Kuzeyliler tarafından hor görülen Napoliler'in yarasını kaşımakta gecikmedi. "Onlar kimi tutacağını bilir" dedi. Gerçekten inanılmazdı tribün bölünmüştü. İtalyan futbolcular yıllar sonra o gün için şöyle diyecekti: "İçimizde bir yaradır yaşadıklarımız."
Ve ev sahibi penaltılarla eleniyordu. Maradona bir kez daha finaldeydi...
O yıl Ortadoğu'nun kaderini belirleyen daha doğrusu bugüne kadar sürecek kaosun da başlangıcı oldu. Irak Kuveyt'e girdi ve dünya ayağa kalktı. Cumhurbaşkanı Özal da Amerika ile birlikte hareket etmek isteyince ordu karşı çıktı. Kamuoyu arkasında değildi ama o diretti. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay istifa etti. ABD Başkanı Bush (şimdiki başkanın babası) ve Özal kararlıydı. Savaş yakındı.
Dünya Kupası'nda ise futbolun "Kayzer" yani "İmparator" lakaplı adamı Beckenbaur Almanlar'ın başındaydı. 1974'te kupayı kaldıran takımın kaptanıydı. 1990'da ise Almanya'nın teknik direktörüydü. Takımını iyi yönetti ve ben hayatımda ilk kez Almanlar'ı destekledim. Arjantin hiç hak etmeden gelmişti ve Maradona şımarıklık ve bencilliğin doruğundaydı. Brehme'nin penaltısıyla kupa Almanya'nın oldu. Meksika'nın rövanşını bu kez Avrupa kazanmıştı.

1994- KRİZ KRİZ VAR BUNALIM VAR


Yine başka bir kıtadaydık. Amerika Birleşik Devletleri'nin ev sahibi olduğu 15. Dünya Kupası izlediğim en tatsız tutsuz turnuvaydı. Maçların en büyük izleyicisi Avrupa kıtası olduğu için saat farkı nedeniyle karşılaşmalar gündüz oynanıyordu. Buralarda geceydi ama öğlen sıcağındaki maçlar gerçekten baymıştı. Oyuncular nefes almakta bile zorlanıyordu...
Türk halkının da nefesinin kesildiği yıllardı. Ülke en büyük ekonomik krizlerinden biriyle sarsıldı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller ünlü 5 Nisan kararlarını açıkladı. Türk lirası yüzde 13.6 oranında devalüe edildi. Ve zamlar yağmur gibi inmeye başladı. Kemerler sıkıldıkça sıkılmaya başladı. Öğlen sıcağında oynayan futbolcular gibiydik..
Ekonomi siyaseti de vurunca dengeler değişti. Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. Ankara dahil birçok ilde Refah Partisi yerel yönetimlerde iktidara geldi.
PKK artık büyük şehirlerde eyleme başlıyordu... DEP milletvekilleri 15'er yıl hapse mahkum oldular...
Kupa finalini ise İtalya Brezilya oynadı. İtalyanlar'ı finala Roberto Baggio, sambacıları ise Romario taşıdı. Ancak Baggio penaltıyı kaçırınca kupayı Brezilya dördüncü kez kazandı. Hayatımda hiçbir şey hissetmeden izlediğim tek finaldi desem yeridir. Şampiyon takımın hocası Parreria daha sonra Fenerbahçe'nin başına geçecekti...

1998- KÖKLERİ FARKLI ÜLKELERİ BİR

20. yüzyılın son kupası için belirlenen yer de doğrusu anlamlıydı. Dünyayı sarsan birçok akımın doğum yeri Fransa seçilmişti 16. kupa için...
Türkiye'de ise bir yıl önce alınan 28 Şubat kararlarının etkisindeydi. Ülke laiklik ve irtica geriliminde savruluyordu... Refah Partisi kapatılıyor, Erbakan'a siyaset yasağı geliyordu...
Kupada herkesin favorisi geçen yılın şampiyonu Brezilya idi. Gerçekten çok ünlü isimlerle gelmişlerdi. Kimler yoktu ki... Ronaldo, Roberto Carlos, Dunga, Bebeto, Aldair vb... Her biri Avrupa'nın ünlü takımlarında oynayan kadro göz kamaştırıyordu. Ama kökenleri değişik ülkelerden olan oyunculardan kurulu Fransa'da iyi bir takımdı ve emin adımlarla ilerliyordu. Bakar mısınız listeye. Thuram, Guadeloupe'den... Lama, Guyana'dan... Desailly, Gana'dan... Zidane, Cezayir'den... Djorkaeff, Gürcistan'dan... Karambeu, Kaledonya'dan... Vieira, Senegal'den... Henry, Guadeloupe'den... Trezeguet, Arjantin'den... Lizarazu, Bask'tan... Pires, Portekiz' den... Candela, İtalya'dan...
Türkiye'de ise köken sorunu başka bir boyutta tartışılıyordu. Kürt sorunu ülkeyi esir almıştı. PKK'nın lideri Abdullah Öcalan'ı saklayan Suriye'nin kapısına dayanan Türkiye, "önlemini al yoksa savaşırız" çıkışını yaptı. Öcalan apar topar ülkeden gönderildi. Rusya'ya ardından Avrupa'ya gitti. İtalya'da ortaya çıktığı zaman Türkiye ayaklandı. İtalya'ya boykot ilan edildi. Bayraklar yakıldı. Öcalan daha sonra Yunanistan'a gitti ardından da Afrika'ya...
Kuzey Afrika kökenli bir oyuncu ise Fransa'ya tarihinin en büyük futbol başarısını sağladı. Zinedin Zidane... Müslüman oyuncu ülkesinde Zizou diye anılıyordu... Klas bir futbolcuydu ve finalde birbirinden güzel iki gol attı. 3-0 galibiyet horozların yani Fransa'nın zaferini ilan ediyordu. Herkesin favorisi Brezilya kıpırdayamamıştı hiçbir varlık gösteremediler. Kalecileri Taffarel o yıl Galatasaray'a gelecek ve iki lig şampiyonluğu, UEFA ve Süper Kupa'nın alınmasında büyük rol oynayacaktı.

2002- BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM
Bu ülkede yaşayan herkes gibi bizim için en güzel Dünya Kupası 17. turnuvaydı. Japonya ve Güney Kore'nin ortaklaşa düzenlediği kupa ilk kez Uzakdoğu'ya uzanacaktı. Futbolun kalbi Asya'da atıyordu ve bizim çocuklarda 1954'ten beri ilk kez orada olacaktı. 90'ların sonuna doğru yükselen futbol kalitesi milli takıma da yansımış ve iyi bir takımla turnuvaya gidilmişti...
Bir yıl önce uğradığımız ekonomik felaketin ağırlığı hissediliyordu. Koalisyon sallanıyor, Başbakan Ecevit'in partisi istifalar yüzünden erken seçim kararı alıyordu. Ve ülke Demokrat Parti döneminden bu yana ilk kez tek partiyi iktidara getiriyordu. Tayyip Erdoğan'ın lideri olduğu AKP hükümeti kurdu.
Azra Akın o yıl Dünya Güzeli seçiliyordu ve A Milli Takım'da Uzakdoğu'da inanılmaz işler yapıyordu.
Maç saatleri, saat farkı yüzünden öğlene rastladığı için caddeler boşalıyordu. Hasan Şaş'ın Brezilya'ya attığı golden sonra çıkan uğultu ve sesleri unutmak mümkün değil... Caddeler, alışveriş merkezleri, kafeler büyük ekranlar kurmuştu. Her yer futbol sahasına dönüşmüştü. Yarı finalde Brezilya'ya 1-0 yenilen takım üçüncülüğü Güney Kore'nin elinden aldı. O Brezilya finalde Almanlar'ı yenip Dünya Kupası'nı beşinci kez evine götürdü. Benim için en güzel en anlamlı ve en coşkulu kupaydı..