4 Şubat 2016 Perşembe
Bir İstanbul masalı...
Tam bir İstanbul âşığı olan gazeteci Friedrich Schrader'in Konstantinopol (İstanbul) kitabı 100 yıl sonra ait olduğu topraklara Türkçe olarak döndü...
"İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
Bir varmış, bir yokmuş."
Bedri Rahmi Eyüpoğlu
"Ne kaldı ki İstanbul üstüne söylenmedik" diyenlere aldırış etmem. Belki de binlerce kez geçtiğim, durup nefes aldığım veyahut anılar birikmiş köşelerinde bile her seferinde yeni bir şaşkınlık yaşarım. Bu kentte hayat başka türlü akar, sıradan hali bile bir başka türlüdür. Tarifi yok, hissedilir ve yaşanır...
İstanbul her zaman seyyahların gözdesi olmuştur, ressamlar, yazarlar, maceraperestler Doğu'nun gizemli kapısına buradan giriş yapmıştır. Onlardan biri de 400 yıl önce İstanbul'a yolu düşen rahip Salomon Schweigger'di. Roma- Germen İmparatorluğu'nun İstanbul'a gönderdiği elçinin maiyetindeki din adamı Salomon Schweigger, 1577'de geldiği başkentte geçirdiği dört yıldan izlenimleri "Sultanlar Kentine Yolculuk" adıyla Almanca'da yayınlanışından 400 yıl sonra Türkçe'ye çevrilmişti. Yaşadığımız, sevdiğimiz, tutkunu olduğumuz İstanbul'un geçmişinden hem de 400 yıl öncesine tanıklık eden Avusturyalı rahip, gündelik yaşama, yerleşim yerlerine, geleneklere, yönetime, saraya dair yorumlar ve çizimler bile yapmıştı. İtalyan Edmondo de Amicis'in İstanbul kitabı da bir başka tanıklıktır.
Ahmet Hamdi Tanpınar bütün romanlarında arka plan olarak İstanbul'u kullanır, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Rasim de öyle... Yahya Kemal Beyatlı'nın dizeleri, İlber Ortaylı'nın tarihle sarmalanmış İstanbul yazıları da unutulmazdır. Hayatını İstanbul'a ve Osmanlı'ya adamış Reşad Ekrem Koçu'yu da unutmamak gerek... Ve onlarca İstanbul aşığı yazar...
İşte bir İstanbul kitabı daha, hele eskilerden olursa değmeyin keyfime... Kitap tam 100 yıl öncesinden... Sade bir kapak ve Galata Köprüsü'nden tarihi bir fotoğraf. Arka kapaktaki sunuşta tanıdık bir isim. Gazeteci büyüğümüz Kerem Çalışkan'ın çevirisiyle tarihin tozlu sayfalarında unutulmuş bir kitap gün ışığına çıkmış.
1891-1918 yılları arasında İstanbul'da yaşamış gazeteci Friedrich Schrader'in 1917'de Almanya'da yayımlanan Konstantinopol (İstanbul) kitabından, Kerem Çalışkan'ın haberdar olmasının hikayesi de kitabın kendisi kadar ilginç ve şaşırtıcı... Kerem Çalışkan, öğrenim gördüğü Alman Lisesi'nin eski öğretmenlerinden biri olan Prof. Schrader'in kitabının varlığından bir sergide haberdar olur. Ve bir yıl içinde kitap ait olduğu topraklara Türkçe olarak döner.
Tam bir İstanbul aşığı olan Schrader, gündelik konuşma dili olan Türkçe'nin yanısıra Osmanlıca ve Arapça'ya çeviri yapacak kadar hakimdir. Batı'nın Oryantalist küçümsemeyle andığı Doğu'ya bir başka bakar.
"Kış rüzgarlarıyla coşup gelen ayaz, önünde hiçbir şeyin duramayacağı sert bir fatih gibi başkente girdi. Uzun, karanlık ayaz gecesi sona erdi. Sislerin arasından muzaffer bir güneş yükseldi...
Eğer küçük Türk mahallesinin sakinleri, karanlık, ıslak Çukurbostan'da, pencere parmaklıklarının arasından bakarlarsa, yakındaki büyük caminin devasa kubbesinin ve onun yanındaki mezarlıkta selvilerin güneşte parladığını görürler. Bu, ışık ve sıcaklık umududur..."
Kitap işte bu cümlerle başlar.
Kentin tarihine de hakimdir, Bizans'a oradan pagan dönemlere kadar uzanır. Gezip, notlar aldığı semtleri yazarken birden kiliseler, ayazmalar, tapınaklar, kulelere uzanır sonra tekrar o güne döner mescitli, camili İstanbul'a... Mimariye, evlerin konumlanışına, yemesine içmesine, giyimine kadar her bir detaya dikkatle bakar.
İstanbul ona göre bir efsaneler şehridir. Doğru, onlarca kültürün kavşağındaki bir kentte başka türlüsü olabilir mi. Hastalıktan büyü bozmaya, eş aramaktan iş bulmaya kadar her derde deva yatırları anlattığı bölümde Hıristiyan ve Müslüman kültürlerinin efsanelerini anlatır: Zembilli Ali Efendi, Karabaş Baba, Nalın Baba, Horoz Baba, Eskici Baba, Selamet Baba, Hululi Dede, Tezveren Sultan, Kutsal Dimitri Günü, Tokmak Dede, Bukağılı Dede ya da Havari Andreas ve Zuhurat Baba... O Zuhurat Baba ki hemen yanındaki toprak sahada oynadığımız maçlar ve bir zamanlar üç büyük takımda oynamış futbolcuları seyredişimiz geliyor aklıma..
Ve her biri roman kahramanı olacak insanlar ise unutulmazdır. Bugün Çarşamba olarak bildiğimiz semtteki Sultan Selim başlıklı bölümde birbiri ardına bağlayarak ele aldığı Hamal Mustafa, Aktar Tahir Hoca ve kalem memuru Tevfik Efendi'nin psikolojileri, ruh halleri, acıları, sevinçlerini okurken değme romancıya taş çıkartıyor.
Tevfik Efendi'nin kendisini terk eden eşinin ardından Hüseyni makamındaki şarkısını okurken bu kadar da olmaz diyorsunuz.
Friedrich Schrader'in tanıklığı Osmanlı'nın yeni bir dünya arayışında olduğu dönemdir. Eğitim, öğretim, hayat, yaşam tarzları değişmektedir. Sanayileşme çağıdır artık. O da bunun kaçınılmaz olduğunu bilir ve hakkını verir. Ancak şu sözleri de söylemekten kendini alamaz:
"Kahramanlar göçüyor ve imparatorluklar yok oluyor, her şeye hükmeden zaman hepsini parçalıyor. Ama yine de yok olmayan bir şey var. Uykuya dalsa da, üstünü süpüren güçlü bir fırtına, onu yeniden hayata döndürmeye yetiyor..."
KİTAPTAN...
Şaban Baba
Merdivenin kenarına yasladığı kocaman meyve küfesinin yanında duruyordu. Göğsündeki mintanının buruşuklukları arasından para kesesini çıkarırken, uzun beyaz sakalları arasından gülümsedi:
"Bu mangır hikayesi biraz zor" dedi.
"Ama sabır lazım, sabreden kazanır..."
"Sizin orada Anadolu'da işler nasıl Baba" diye sorduk.
"Allah'a şükür" dedi.
"Durumumuz fena değil, her şey iyi olacak. Çünkü bu defa iş ciddi. Olanlara bakınca bunu görüyorsun. Yönetimin kötülere karşı şakası yok-ona güveniyoruz..."
Sonra merdivenlerden birine oturdu...
"Gezmekten yoruldum, Efendi! Şaka değil. Konya'dan buraya eşeğimi sürdüm geldim. Ama sonra onu iyi bir fiyata sattım. En azından bir şey kaybetmedim hamdolsun! Şimdi en azından torunlarıma küçük bir "bayramlık" alır ve eve götürürüm... Zavallı kuzucuklar- Babaları orduda çavuş- Aşağıda Çanakkale'de kısmeti vardı bizim Mehmed'in. Şimdi Kafkasya'da kahrolası Moskoflara karşı... Yeter ki hayatta kalsın. Ama kaderde varsa, ölüm gelir bulur. Biz insanlar ne yapabiliriz ki!..."
Şaban Baba...
Yaşlının adı buydu, bütün heybetiyle kalktı. Küfesini sırtına aldı ve merdivenden aşağıya doğru yürüdü.
Dar sokakta onun gür sesi çınlıyordu:
"Kayısı! Kayısı!"
(Sabah Kitap ekinin Ekim 2015 sayısında yayınlanmıştır.)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder