Sayfalar

19 Aralık 2017 Salı

Kitap gidilen en güzel yoldur...


12 Eylül darbesi karabasan gibi memleketin üstüne çökmüş, Netekim Paşa nefes aldırmıyor.
Biz liseli gençlere 1981'in o karanlık günlerinde müjde gibi geldi haber.
Kadim dost Sanlı'yla (Ergin) Taksim'in yolunu tuttuk.
Şimdiki adı The Marmara olan otelin zemin katında açılan ilk Kitap Fuarı'nı ziyaretimiz şimdiki gibi aklımda.
600 metrekare alanda 28 yayınevi görücüye çıkmıştı.
Acabalarla başlayan etkinliği 20 bini aşkın kişi ziyaret etmişti.
İmza günleri ise başlı başına bir olaydı.
O günlerde kuyruklar dışarı taşar, Kazancı Yokuşu'ndan alana kadar uzardı.
Aralarında Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Çetin Altan, Uğur Mumcu, Haldun Taner, Rıfat Ilgaz ve Tarık Buğra'nın da bulunduğu dev isimler bir taraftan kitap imzalar bir yandan da okurlarla söyleşirdi.
İkinci yıl uluslararası ismiyle devam eden fuara yabancı konuklar da gelmeye başladı.
Onlardan biri de Marksist Fransız filozof Roger Garaudy'di.
Müslüman olduğunu açıklaması dünyada olduğu gibi Türkiye'de de büyük yankı yaratmıştı. Garaudy'nin imza günü, fuarı bambaşka bir çehreye büründürecekti.
İslami kesim de solcuların tekelinde diye uzak durduğu etkinliğe büyük ilgi gösterecekti.
Her yıl üstüne koyarak büyüyen gelişen fuar, çok değil 5 yıl sonra 1986'da Tepebaşı'na taşındı.
Bir süre sonra orası da yetmedi, birkaç kez kapısından döndüğümü çok iyi hatırlarım...
2002 yılında bugünkü yerine Beylikdüzü'ne taşındı.
Nerden nereye; 600 metrekare alandan 60 bin metrekarelik alana yayılan fuarda, söyleşiler küçük bir mekanda yapılırken şimdi onlarca salon bulunuyor.
Geçen yıl 2 milyon kitabın satıldığı fuarı 621 bin kişi ziyaret etmiş.
Bu yılın etkinlik programını elden geçirirken uzun listenin sadece ilk gününde yalnızca 20 oturum ve söyleşinin olduğunu belirteyim, gerisini siz anlayın.
Konular o kadar renkli ve çeşitli ki kayıtsız kalmak mümkün değil. Birisi muhakkak ilginizi çekecektir.
TÜYAP'ın düzenlediği Uluslar arası Kitap Fuarı yarın kapılarını 36. kez açacak.
12 Kasım'a kadar sürecek fuarın Onur Yazarı Ayla Kutlu olacak. Kutlu'nun yaşamı ve eserleri üzerine, kendisinin de katılımıyla çeşitli panel ve söyleşiler düzenlenecek.
Teması ise "Edebiyat, İyi ki Varsın" olacak.
Fuarın bu yılki Onur Konuğu ise Kore Cumhuriyeti olacak.
Ülke standında Kore edebiyatı ve kültürüne yer verilecek. Onur Konuğu ülke etkinlikleri kapsamında söyleşi, panel, yayıncılarla profesyonel buluşmalar ve çocuk etkinlikleri düzenlenecek. Kore'nin önde gelen yazarları, okurlarıyla buluşacak.
Ayrıca fuara paralel olarak ARTİST 2017 / 27. Uluslararası İstanbul Sanat Fuarı da düzenlenecek.
Klasiklerden çocuk kitaplarına, çizgi romanlardan sanat kitaplarına, dini kitaplardan tarih kitaplarına, polisiyeye, yemeğe binlerce türde yayın sizleri bekliyor.
Gazeteci dostların kitapları da fuarda yer alacak.
Burada daha ayrıntılı okuyacağınız Murat Ataş ve Kerem Çalışkan'ın kitaplarının yanı sıra gazetemizin yazarı Ferhat Ünlü'nün İlahi Kripto; Murat Yetkin'in Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı; Nilay Örnek'in Bütün iyiler biraz küskündür; Şebnem Keskiner'in Manyak Anne ve Uluğ Örs'ün Bab-ı Ali'den İkitelli'ye sizleri bekliyor.
Bir yere not almıştım, fuarın yöneticilerinden biri; "ilk fuara gelenler artık torunlarıyla ziyaret ediyor"diyordu.
Doğru; üç nesil gören fuarla beraber büyüdük.
Kitap gidilen en güzel yoldur.
(Sabah Kitap ekinin Kasım 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

Anadolu'nun sırrı tükenmez...


Okuduğum kitapla televizyonda izlediğim yemek belgeseli bir anda iç içe geçti.
Dünyanın dört bir yanını gezip yemek programları yapan İngiliz gurme ve şef Rick Stein, herkesin bildiği yollardan gitmez, arka sokaklardaki sokağın lezzetini arar.
Hayatın kendisi gibi; gereksiz ayrıntılara boğulmamış, kuşaktan kuşağa aktarılan izlerin peşine düşer.
Çok kullandığı sözüyle: basit ama muhteşem...
Ünlü şefin, Venedik'ten İstanbul'a uzanan yeni gastronomi yolculuğu büyük kentlerden değil, köylerden kasabalardan yeni lezzetlerden geçiyor.
İtalya'dan başladı, Hırvatistan, Arnavutluk, Yunanistan derken İzmir'e geçti.
Oradan kuzeye yöneldi.
Çanakkale Boğazı'ndan geçip İstanbul'a uzandı.
Köy pazarlarını gezdi, yer sofrasında gözleme yedi, köftelerin, balıkların tadına baktı.
Hele Gelibolu'da bir tarlaya dalıp domates kesip yemesi var ki...
Ellerini açıp "burası cennet" deyişini görmeliydiniz...
Türkiye'nin muhteşem lezzetlerinin küçük bir bölümü onu bu kadar mutlu etti.
Bir de Anadolu'nun sırlarla dolu coğrafyasını gezse diye düşünürken Murat Ataş'ın kitabı elime geçti.
Ataş, kadim toprakların tam ortasından Sivas'tan bir hikaye anlatıyor.
Hüzünlü bir aşkın öyküsü.
Kurmaca ve gerçeğin harmanlandığı kitap, bizi Birinci Dünya Savaşı yıllarına götürüyor.
Bir gün yaşlı bir adam, kara köpeğiyle Ermeni ve Türklerin yüzyıllardır huzurla birlikte yaşadığı köye gelir.
Güneş tutulmasıyla karanlık çöker köye...
Kışları Sivas'ta, yazları köylerinde sakin bir hayat süren Galenler'in yaşlıları huzursuz olur...
Ve savaşın patlak vermesiyle tarih önüne geçilemez bir hızla akmaya başlar.
Ermeni aile için "gün batar." Kendilerini, hiçbir günahlarının olmadığı politik kararların ortasında bulurlar.
Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Kimi cepheye, kimi sürgüne, kimi bir yüzbaşının himayesinde topraklarından uzaklara savrulur. İnsanlar savaşın getirdiği yıkıma insanlıklarıyla, aşklarıyla direnmeye çalışır...
Armine-Çorak Dağ'ın Sürgünü kitabında; arka planda büyük bir dram vardır ancak büyük bir sevdaya da tanık oluruz.
Köyün Müslüman Fadik anasının dili dönmediği için Emine dediği Ermeni kızı Armine'nin büyük aşkı Civan'a kavuşma hayali, yalın bir dille anlatıyor.
Murat Ataş'ın gazeteci kimliği romana da yansımış. Kısa, net ve anlaşılır cümleler sürükleyici bir bütünlük sağlamış.
Doğa ve yer anlatımları, yerel ağızların kullanımı edebiyatımızın çınarı Yaşar Kemal tadında...
Romanda Ermeni tehciri sırasında yaşanan büyük acılara da tanık oluyoruz.
Komşusunun mallarına acımasızca sahiplenenler bir yanda öte yanda komşuları için kahrolan Türklerin dostlukları var.
Arka plandaki Çanakkale Savaşı, Sarıkamış dramı ve Kurtuluş Savaşı'na ilişkin gerçek hikayeler de kitaba büyük bir derinlik katıyor.
Bu topraklar işte böyle; bizi bile hala şaşırtıyor, İngiliz ne ki...
(Sabah Kitap ekinin Kasım 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

Atatürk'ün 7 mirası...


Cumhuriyetin değeri her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. 94 yıl sonra geriye dönüp bakarken onca çileye, badireye rağmen dimdik ayakta durmasının nedeni temellerinin sağlam atılmış olmasında yatıyor.
Son birkaç yılda yaşadığımız onca olaya rağmen 100 yaşına emin adımlarla yürüyor.
Umarız ki daha nicelerine erişir.
Herkes için Osmanlı kitabıyla 600 yıllık imparatorluğun görkemini farklı bir bakış açısıyla anlatan Kerem Çalışkan, şimdi de Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün mirasının peşine düşmüş.
Miras kitabında ilk kez, Atatürk'ün bugün Türkiye'yi hala ayakta tutan 7 temel kurum ve değeri nasıl düşündüğü ve gerçekleştirdiği ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor.
"Vatan, Meclis, Ordu, Cumhuriyet, Laiklik, Kadın Hakları ve Türk Kimliği" başlıkları 7 emanet, 7 temel direk olarak ele alınıyor.
Örnekler, tanıklıklar ve belgeler ışığında ilerleyen kitapta, her başlık ayrı ayrı incelenip saptamalar yapılıyor.
Mustafa Kemal'in İttihatçılar tarafından dışlanmasına sebep olan vatanın nasıl olacağı konusundaki fikirleri oluştuğunda yıl 1907'dir.
Mondros Mütarekesi'yle Osmanlı'nın ölüm fermanının imzalandığı günlerde Mustafa Kemal, Adana'ya giderek Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı'nı devralır.
O günlerde daha 1918 yılında Anadolu'da bir direniş başlatma kararı verdiğinin iki tanığı vardır: Ali Fuat Cebesoy ve Fahrettin Altay.
Mustafa Kemal'in emrindeki 20. ve 12. Kolordu komutanları olan iki askerden Fahrettin Altay, Mustafa Kemal'in öfkeli bir kaplan gibi masaya serili bir harita etrafında dolaştığını, elini Anadolu'nun üzerine koyarak, 'Bize burayı bırakmak istemeyecekler, ama dur bakalım..." dediğini aktarır.
Özetle; hamaset değil, gerçek bilgi ve saptamalarla iyi bir Atatürk kitabı...
(Sabah Kitap ekinin Kasım 2017 sayısından yayınlanmıştır.)

7 Kasım 2017 Salı

Sherlock Holmes olay mahallinde!

Yine bir Sherlock kitabı mı?
Hem de yeni baskı..
Sanki yeni bir macerası yayınlanmış gibi heyecan verici.
O an polisiyenin hiçbir zaman eskimeyecek o muhteşem cümlesi aklıma gelir:
"Katil olay yerine mutlaka döner."
Sherlock ne yapıp edip hayatımıza bir yerden usulca sızıverir. Ailenin, toplumun bir üyesiymiş gibidir.
Sofraya oturur, sohbet eder ve birdenbire afilli bir cümleyle noktayı koyar.
Dünyanın en ünlü kurmaca karakteri 160 yaşını devirdi ve popüler kültürün zirvesindeki yerini kimseye bırakmaya niyetli değil.
Yazarı Arthur Conan Doyle'ın tıp eğitimi sırasında tanıdığı doktordan esinlenerek yarattığı Sherlock karakteri, kendisini de aşmıştır.
Son yıllarda çekilen iki filmi ve dizisi çekimleri ve senaryosuyla çok sükse yaptı.
Robert Downey Jr. ve Jude Law'ın başrollerini paylaştığı iki filmde Sherlock'u zekasının yanında dövüşen bir karakter olarak da görürüz.
Bildiğimiz Holmes'tan farklıdır ama hayranları bu yılın sonunda çekimleri başlayacak üçüncü filmi sabırsızlıkla bekliyor.
BBC yapımı dizide ise Sherlock, 2010'lu yıllara geldi.
Tüylü şapkalı, pipolu değildir.
Pardösesi vardır ancak pelerini yoktur.
Bilgisayarı ve akıllı telefonuyla yine küstah, acımasız ama hep haklı çıkan keskin zekalı, alaycı Sherlock'tan taviz verilmemiştir.
Watson mu, onun da hakkı yenmemiş.

Her yıl kitapları 5 milyon satan, 300'den fazla film ve diziye uyarlanan, hakkında yüzlerce makale ve inceleme yapılan, dünyanın dört bir yanında heykelleri dikilen, İncil ve sözlüklerden sonra en çok okunan Sherlock Holmes'i ölümsüz kılan nedir?
Bu sorunun yanıtı edebiyat, psikoloji ve sosyolojinin de alanına giriyor.
20. yüzyılda oluşan Sherlock külliyatı çağımıza da damgasına vurmuştur. Kuklaları yapılan, çizgi filmlere konu olan hatta bilgisiyar oyunu çıkan dedektifin olayları çözerken yürüttüğü muhakeme kitaplara bile konu olmuştur.
Maria Konnikova, Mastermind- Sherlock Holmes Gibi Düşünmek kitabında sırrı şöyle açıklıyor: Sherlock Holmes gibi düşünmek için ilk adım önce onun gibi düşünmeyi gerçekten istemek, ardından farkındalık ve bol pratik geliyor. Formül basitçe özetlendiğinde; yapılması gereken mümkün olan her fırsatta sistem Watson'dan sistem Holmes'a geçmek.
Holmes'in dediği gibi, "İmkansız olanı elediğinde, her ne kadar olasılık dışı gibi görünse de, elinde kalan gerçektir."
Alfa Yayınları'nın ilk iki kitabını yeniden bastığı bu seri umarım kesintisiz sonuna kadar gider.
Polisiye filmlerinde soruşturma çıkmaza girdiğinde ekip lideri, çaresizdir ancak bir şey söylemesi gerekmektedir.
Gözünü kısıp, uzaklara bakar, ağzından o beylik sözler dökülür: "Her şeyi en baştan alıp suç mahalline dönüyoruz."
O halde Sherlock zamanı:
"Görüyorsun sevgili Watson" dedi ve elindeki tüpü bırakarak sınıfa hitap eden bir profesör edasıyla anlatmaya başladı. "Her biri diğerini takip eden ve kendi içinde son derece basit olan bir dizi akıl yürütmede bulunmak aslında hiç de zor değil. Tabii eğer sonunda, ortadaki süreci atlayıp insanlara sadece başlangıç ve bitiş noktalarını anlatırsan gereksiz yere abartılı bir tepkiyle karşılaşman da doğaldır."
(Sabah Kitap ekinin Ekim 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

Oyun aynı, yalnızca aktörler değişti...

Komplo teorileri her zaman ilgi çeker.
Kahvehane dedikodusundan mahalle kavgalarına, medya dünyasından bürokrasiye, tarihi olaylardan savaşlara kadar aklınıza gelen her alanda komplo teorileri olagelmiştir.
Hele spor dünyası ki bunu futbol diye okuyun. Uydur uydurabildiğin kadar, alıcısı her zaman bulunur, nasılsa bir inanan olur.
Buna son zamanlarda eklenen sosyal medyada eklenince cinnet durumunda bir paranoyaya bağlamış durumdayız.
Kahve falı açar gibi komplo teorileri sürüp gider.
Ancak bu işin gerçek bir yanı da vardır kuşkusuz...
Özellikle devletler, çıkarlar söz konusu olduğunda mesele hiç de kahve falı gibi küçümsenmeye gelmez.
En canlı örneği bizim de artık bir ucundan dahil olmak zorunda kaldığımız Ortadoğu...
Bırakın yılları, ayları her gün, her saat değişen dengeler, karşılıklı alınan pozisyonlar bir anda değişebiliyor.
Dönemin Romanya Krallığı'nın İstanbul elçisi olarak görev yapan diplomat ve araştırmacı Trandafir G. Djuvara'nın Türk İmparatorluğunun Paylaşılması Hakkında Yüz Proje adlı kapsamlı kitabı yaşadığımız zamanları anlamak için dünden bugüne ışık tutuyor.
Avrupalılar'ın 13. yüzyılda Haçlı seferleriyle başlayan Doğu'ya yönelik ilgisi, ABD'nin Batı diye adlandırdığımız bloğa katılımıyla sürmektedir.
Batı'nın başlarda Bizans ve Selçuklular'a yönelik planları, Osmanlı'nın ortaya çıkmasıyla yönünü belirlemiştir: Nasıl parçalarız ya da nasıl ele geçiririz.
Romen yazarın farklı ülkelerin arşivlerinde yaptığı çalışmalarla ortaya çıkardığı projelerde krallar, kraliçeler, din adamları, filozoflar, bilim insanlarının görüşleri yer alıyor.
İş Bankası Yayınları'ndan çıkan kitapta; paylaşım projelerinin yanısıra, 30 harita ve yazarı Djuvara'nın anıları da yer alıyor.
İlk kez Balkan Savaşları sırasında basılan çarpıcı kitapta, Osmanlı'nın çöküş dönemine doğru 1912'deki bir özel projeden söz ediliyor.
Başkent İstanbul'un Hong Kong modeli imtiyazlı bölgelere ayrılması öngörülüyor.
Buna göre; Haydarpaşa Almanlar'a, Pera Fransızlar'a, Boğaziçi tepeleri Ruslar'a, Galata Avusturyalılar'a, İstanbul yakasının yönetimi de İngilizler'e bırakılacak.
Yüzyıllar sonra bunların yerine; Kerkük, Erbil, Afrin, İdlib, Kobani yazıp öyle okuyun.
Yazan ve sahneye koyan değişmiyor, farklı olan yalnızca aktörler...
(Sabah Kitap ekinin Ekim 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

17 Ekim 2017 Salı

Savaş sadece savaş değildir!

İkinci Dünya Savaşı sonuna doğru Londra...

Çanakkale'ye yılda birkaç kez yolum düşer.
Görkemli coğrafyasına, bereketli topraklarına hayranımdır.
Ne yöne bakarsanız bakın savaşın izleri çıkar karşınıza...
Birinci Dünya Savaşı'nın en zorlu cephelerinden biri olan Çanakkale, Türkiye'nin de geleceğini şekillendiren bir yerdir.
Osmanlı'nın; Yemen'de, Hicaz'da, Kütülamare'de, Galiçya'da, Filistin'de ve Çanakkale'deki cephelerde giriştiği olağanüstü mücadele imparatorluğun geçmişten gelen mirasının son izlerini taşır. Ekonomik darboğaz, merkezi yönetimin girdiği kısır döngü, siyasi istikrarsızlık Osmanlı'yı sarmalarken birçok cephede girişilen savaşın önemi daha da anlaşılır.
Biri Çanakkale diğeri de Kütülamare olmak üzere kazanılan savaşlar da çare olmaz ve malum olduğu üzere kaybedenlerin safında yer alırız.
1914'te patlak veren Birinci Dünya Savaşı 4 yıl sonra biter ancak, bu toprakların mücadelesi Kurtuluş Savaşı'yla birlikte 10 yıla yayılır.
Avrupa ise yaralarını sardıktan kısa bir süre sonra daha büyük bir boğazlaşmaya girişir.
20 yıl sonra bu kez dünyanın dört bir tarafına yayılan bir trajedinin baş aktörü olur.
Savaşlar yalnızca cephedeki askerlerin dövüşü, tanklar, toplar, tüfekler, uçaklar, denizaltılar, bombardımanlardan ibaret değildir.
Kuşkusuz bir arka planı vardır.
Bu ortamı siyasetçiler, hükümetler, halklar hazırlar ve bir anda her şey oluverir.
Geride kalan büyük acı ve yıkımlardır.
Ünlü tarihçi Howard M. Sachar, Avrupa'nın Katli kitabında iki dünya savaşını bir bütün olarak ele alarak 1918'le 1942 arasında ve sonrasında gerçekleşen siyasi suikastlari inceliyor.
20. Yüzyıldaki en büyük iki felaketin izlerini farklı bir bakış açısıyla ortaya koyan Sachar, tanınan, bilinen önemli isimlerin başına gelen ölümlerin birbirleriyle olan bağlantılarını arıyor.
Suikastlere giden süreçler; dönemin toplumsal atmosferiyle, siyasetçilerin hazırladığı ortamla besleniyor.
Tetiği çeken ya da bombayı koyan her zaman hazırdır zaten.
Suikastçiye de son hamleyi yapmak kalıyor.
Kitap daha geniş bir tarih perspektifle olaylara bakmamızı sağlıyor.
Avrupa'nın düştüğü ahlaki ve siyasi çöküntünün perde arkası netleşiyor.
Sacher'ın anlattığı suikastların hedefleri arasında krallar, sıradan sivillerin yanı sıra askerler, erler ve üst düzey komutanlar bulunuyor.
Siyasiler, parti genel başkanları, işadamları, akademisyenler, gazeteciler, edebiyatçılar ve kurbanların eşleri ile çocukları dahil tüm aile fertleri de yer alıyor.
Kitapta ayrıntılarıyla ele alınan siyasi cinayetler, savaş sonrası Avrupası'nın liderlerinin gözünü kin bürümüş hükümetlerin ve yasadışı grupların siyasi, ulusal ve ırksal düşmanlarını fiziksel olarak ortadan kaldırma amacı güttükleri bir döneme denk geliyor.
Arka planında anayasaların ve barış antlaşmalarının bulunduğu, milliyetçi ve etnik çekişmelerin zirve yaptığı da eklenince tablo tamamlanıyor.
Sachar araştımasında, Almanya'da birbirini izleyen ve Weimar Cumhuriyeti'nin çöküp Hitler'in iktidara gelmesine zemin hazırlayan Rosa Luxemburg, Kurt Eisner, Matthias Erzberger ve Walther Rathenau suikastlarının izini sürüyor.
İtalya, Avusturya, Doğu Avrupa'da art arda kurulan devletler ve Fransa'daki siyasi kırılganlık üzerine de önemli saptamalar yapılıyor.
Son bölümde ünlü yazar Zweig ve eşinin trajik intiharı ele alınıyor.
Evet bu bir intihardır ancak Hitler'in baskısından kaçıp, savaşın acımasızlığına karşı bir şey yapamamanın da çaresizliğidir.
Ve son kertede bu da bir suikasttır kendine karşı...
Avrupa'nın Katli; geçmişi bugünü ve yarını anlamak için önemli bir araştırma...
(Sabah Kitap ekinin Eylül 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

15 Ekim 2017 Pazar

Cennet bir kütüphanedir


Bir sanatçıyı eserleriyle tanırsınız.
Romandan şiire, heykelden resime, sinemadan tiyatroya uzanan sanat dünyasının aktörleri çoğunlukla bir sis perdesi arkasında gibi gelir bana.
Bilinmezlik anlamında değil, sanki bir yer var oraya gidip işte benim eserim diye ortaya çıkıyorlar gibi gelirdi.
Farkındayım, Cem Yılmaz esprisi gibi oldu ama çocukluktan kurutulup o büyülü dünyayı tanımaya başlarken böyle düşünürdüm.
Bu yüzden büyük sanatçıların mektuplarını, söyleşilerini çok severim.
Doğru; bir romancının kitabı aynı zamanda düşüncelerinin de yansımasıdır ancak onların aşkları, öfkeleri, mutlulukları kısacası hayata bakışları da eserleri kadar değerlidir.
Büyük sanat birikimin aktarılması da beni çok etkiler.
Arjantinli büyük edebiyatçı Jorge Luis Borges'i de zevkle okudum.
Borges Sekseninde kitabı Amerikalı şair, çevirmen, denemeci ve ressam Willis Barnstone ile büyük yazarın sohbetlerinden oluşuyor.
Celal Üster'in kusursuz çevirisiyle yayımlanan kitapta Borges, açık yüreklilikle hayatını ve o muhteşem birikimini aktarıyor
Borges'in edebiyata, şiire, dile ve seyahat tutkusuna sevgisinin ağır bastığı kitabın mizahı da çok derin ve anlamlıdır.
Indiana Üniversitesi'ndeki söyleşide ünlü yazara "Dinleyicilerin hepsi Borges'i tanımak istiyor"diye sorulduğunda, "Keşke tanısaydım. Ondan bıkıp usandım" yanıtını vermek herkesin harcı değildir.
Orta yaşlarında kör olmaya başlayan Borges'in bu duruma verdiği tepki neden edebiyat sorusunun da cevabıdır:
"Körleştiğimi yavaş yavaş fark ettiğim için öyle müthiş sarsıldığım bir an yaşamadım. Körlük ağır ağır inen bir yaz alacakaranlığı gibi geldi. O sıralar Ulusal Kütüphane'nin başkütüphanecisiydim ve harfsiz kitaplarla kuşatılmış olduğumun ayırdına varmaya başladım. Sonra dostlarım yüzlerini yitirdiler. Sonra da aynada kimsenin olmadığını fark ettim."
Demokratik bir kişilik ve köklerine bağlı bir Arjantinliydi, aynı zamanda büyükannesi bir İngilizdi. 1982'de dünyayı büyük bir gerginliğe sürükleyen Falkland Adaları Savaşı'nda kimden yana olmalıydı. Arjantin'deki diktatörlükten yana mı yoksa savaş yanlısı Thatcher'ın İngiltere'sinden yana mı?
Kara mizah tutkunu Borges şu yanıtı vermişti:
"Bu savaş iki kelin tarak kavgasıdır."
Büyük bir yazarın karabasanları, hayalleri, sevdiği yazar ve kitapları arasında gezintiye çıkmak isteyenler için son söz yine onun olsun:
"Kaderimde okumak, hayal kurmak, eh, belki de yazmak olduğunu biliyordum, ama esas olan bu değildi. Ben cenneti her zaman bir bahçe olarak değil, bir kütüphane olarak düşünmüşümdür."
(Sabah Kitap ekinin Eylül 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

8 Eylül 2017 Cuma

Güzel oyunun bilge adamı...


Bizim kuşağın hikayesi birbirine benzer; orta halli aileler, karaborsa yüzünden kuyruklarda geçirilen zamanlar, eşi benzeri olmayan ve de olmayacak komşuluklar...
Ama her şeyin ötesinde bir topun peşinde kurulan arkadaşlıklar...
Sonra biri çıkagelir ve hayatınızı değiştirir.
Annedir- babadır o, ya da akrabalardan biri, yan apartmandaki abi, öğretmeniniz.
Belki de o zamanlar yeni tanıştığımız televizyonda izlediğimiz biridir...
Ama o biri muhakkak vardı; kişiliğinizin oluşumunda, ileriki yaşamınızda etkisi altında kaldığınız.
Bir sözü, hareketi, davranışı, eylemi ya da bir tavsiyesi kalır hafızanızda.
O da benim için öyleydi...
Uzun fırça gibi sarı saçları, beklenmedik bir anda attığı çalımları ve golleriyle kendine özgü sevinci...
On yaşında bir çocuğun dünyasına siyah beyaz televizyondan giren 14 numaralı oyuncuya herkes gibi ben de hayrandım.
O zamanlar Almanya daha gözdeydi. Yüzbinlerce Türk gurbete gitmişti ve Hollanda takımı Ajax'a karşı haliyle Bayern Münih destekleniyordu.
Ama benim gözüm onun üstündeydi.
Johan Cruyff adını hiç unutmadım.
O günden bugüne kadar her yolculuğunu takip ettim.
Şanslı bir kuşaktık; çok iyi sporcular izledik.
Pele'ye yetişmedim ama Cruyff, Beckenbauer, Müller, Platini, Socrates, Zico, Rossi, Zidane, Hagi, van Basten, Cantona, Maradona, Ronaldinho gibi futbolu güzelleştiren nice büyük oyuncu tanıdım. Bazılarını canlı olarak izleme fırsatı da buldum.
Ama Cruyff başkaydı; benim için hala bir numaradır.
Ne Messi ne de Ronaldo bu fikrimi değiştiremez.
Oyuncu iken de özel biriydi çalıştırıcı olduğu zaman da...
Bu işe hayatını adamıştı ve her daim söyleyecek bir sözü vardı.
Hiç pes etmiyor, yepyeni fikirlerle ortaya çıkıyordu.
Şaşırtıyor, kızdırıyordu.
Risk alıyor ama sonuçta başarıyordu.
Filozofuydu bu işin...
"Başkaları, oynadığım maçlara dair ayrıntıları benden çok daha iyi yazdı; bense futbolun fikriyle ilgiliyim. Sürekli ileri bakmak, yaptığımda daha iyi olmaya yoğunlaşabilmem demek; geçmişe sadece hatalardan neler öğrenebileceğimi görmek için bakarım."
Cruyff'un yazdığı Benim Oyunum kitabını okuduğumda, onu neden sevdiğimi ve yıllar boyu benimle yaptığı yolculuğun nasıl da değerli olduğunu bir kez daha anladım.
İçtenlikle, hiç eğip bükmeden yazılan kitap doğal olarak futbol ve spor üstüne ancak hayat ve çalışma üzerine de derslerle dolu...
Yeri geldiğinde kendini de acımasızca eleştiren Cruyff; takım arkadaşlarından, yöneticilerden, kulüp başkanlarından, ailesinden, dostlarından söz ederken düşündüklerini hiç sakınmadan yazmış. Eleştirmiş, övmüş, anlamaya çalışmış, bazen kendini hatalı görmüş bazen de karşısındakini. Geçmiş, bugün ve gelecek üzerine kurduğu köprülerle yol alıp felsefesini anlatmış.
Amsterdam'daki Ajax takımının stadına birkaç yüz metre uzaklıkta bir manav dükkanı olan babası onun futbol sevgisini de etkiler.
Evleri savaş sonrası yapılmış ucuz konutlardı.
Emekçi ailelerin oturduğu mahallenin çocuklarını biçimlendiren ise sokaklardı. "Bulduğumuz her yerde futbol oynardık" diye anlatıyor o günleri...
O günlerin mirası, kaldırımların pas arkadaşına dönüşü, betonda düşmemek için denge kurmayı öğrenmesi futbol oynarken yaptığı şaşırtıcı hareketlerin pasların da temeli olur.
Adı 'topçu oğlan'a çıkan Cruyff okula bile topla gider.
"Her şey 5 yaşında başladı" diyor Cruyff.
Babası futbolcular için hazırlanmış meyveyi kulübe birlikte götürmesi için teklif yapar. Orada babasının arkadaşı, saha bakıcılarından biriyle tanışır. "Yardım eder misin" teklifiyle Ajax'taki hayatı başlar. O adam ilerde kendisine çok destek olacak üvey babası olacaktır.
10 yaşında altyapıda başlayan macerası dikkat çekici bir şekilde ilerler, Total Futbol'un mucidi Rinus Michels'le tanışması ise zirvedir.
A Takıma çıktığında 18 yaşındadır ve takımın en genci olmasına rağmen Michels onunla taktik tartışır.
Sonrası hızla gelir, Ajax'ta büyük başarılardan sonra Barcelona'ya gider ve Katalanlar'ı 14 yıl sonra şampiyonluğa taşır. Hocası da Michels'dir tabii ki...
Hollanda milli takımıyla oynadıkları futbol dünyayı büyüler, ilk izlediğim 1974 Dünya Kupası finalini nasıl unuturum. Almanya karşısında birinci dakikada yaptırdığı penaltıyla öne geçmelerine rağmen kaybettiler.
Cruyff neden kazanamadıklarını, "çok havaya girmiştik, ayaklarımız yere basmıyordu" sözleriyle açıklıyor.
1978'de yine finale çıktılar. Rakip ev sahibi Arjantin'di ama Cruyff turnuvaya gitmemişti. Çok kızdığımı hatırlıyorum, gazeteler neler yazmıştı. Eşini suçladılar, çok havaya girdi dendi. Cevabını yıllar sonra kitabında buldum ve onu affettim.
Barcelona'da ailesi kaçırılmak istenmişti, eşiyle üç çocuğu polis koruması altında yaşıyordu. "Onları bırakamazdım, tercih için düşünmedim bile" diyordu.
31 yaşında futbolu bırakınca parasını hiç bilmediği bir işe domuz çiftliğine yatırınca her şeyini yitirir. 6 milyon dolar para ve oturduğu evi dahil her şeyi gider elinden.
Kayınpederi duruma el koyup, "Unut hepsini, kaybını kabullen ve git, becerebildiğin işi yap" der.
Yeniden futbola dönüp bu kez Amerika'nın yolunu tutar.
Hiç unutamayacağı, dersler çıkaracağı, farklı bakış açılarıyla dolu ABD macerası ona; okul spor ilişkisi, kulüp yöneticiliği, taraftarlık konularında yeni fikirler verir.
"Klişedir, evet ama kazanmak sahiden her şey değildir. Her zaman yürekten inanmışımdır buna. Elbette her daim kazanmaya çabalarsınız ama daha önemlisi nasıl yaptığınızdır."
Yeniden Ajax'a dönen Cruyff, liderliğiyle takımı da sürükleyip büyük işler başarır. Ancak yönetim kötü davranınca ezeli rakip Feyenoord'a gider. Yaşlı dedikleri adam 37 yaşında onları da şampiyonluğa ulaştırır.
Messi gelene kadar Avrupa'da üç yıl yılın futbolcusu seçilmiş tek sporcuydu.
Futbolu bıraktıktan sonra yeri sahanın kenarıdır. Çalıştırıcı olarak Ajax'ta başlar, başarılar ve sonunda yine çekişmelerin ardından oyunculuğundaki gibi yolu Barcelona'ya düşer. Orada elde ettiği büyük başarılardan ve kupalardan çok önemlisi bugünlere ulaşan oyun düzeninin hala sürmesi olur.
O dönem Rüya Takım 1 diye adlandırılıyor. Bugün Messi, onun temellerini attığı felsefe sayesinde müthiş yeteneğini sergileyebiliyor.
Sıradan bir oyuncu iken Cruyff'un yıldız yaptığı ve sonradan Barcelona'nın 2'nci Rüya Takımı'nı yöneten Pep Guardıola, "Johan katedrali dikti; bakımı, koruması bize düşüyor" diyecekti.
"Ayrıntılar üzerinde daha iyi durabilmek için hep uzmanları aradım" diyen futbol dahisinin yaptıklarına bakar mısınız: Futbolcuların nefeslerini iyi kullanması için ünlü bir operacıdan yardım alır, bedendeki enerji ayaklardan çıktığı için refleksoloji uzmanı tutar.
Bugünlerde transfer obezi, milyarlarca euroyu saçıp savuran anlı şanlı futbol kulüplerimiz Galatasaraylı, Fenerbahçeli, Beşiktaşlı, Trabzonlu yönetici ve taraftarların ilgisini çeker mi bilmem bakın bilge adam ne diyor:
"Üst düzey futbolda artık çok daha fazla para dönüyor ama aynı hataların pek çoğu hala yapılıyor. Bunun sonucundaysa kararları, en iyi kararı almayı bilmeyen yönetim kurulu üyeleri alıyor. Seçimler şahsi sohbetler ve yönetim kurullarıyla yönetici bürolarındaki lobi faaliyetleri üzerinden yapılıyor. Bazen afallatıcı sonuçlara varılıyor ve karar alanlar savaş alanından uzak duruken, kurşunları yakalamak çalıştırıcılara düşüyor."
Benim için onu değerli kılan yanlarından biri de sosyal faaliyetleriydi. Kurduğu vakıflarla engelli çocuklara el uzattı, futbol oynarken başlattığı bu iş bugün dünyanın dört bir yanında binlerce kişinin hayatını değiştirdi. Geçen yıl 66 yaşında kaybettiğimiz Cruyff geride bıraktıklarıyla yaşayacak.
Cruyff Vakfı bünyesinde Cruyff üniversiteleri, kolejleri, kütüphaneleri, enstitüsüyle sporcusundan işadamına, engelliden ilkokul çağındakilere uzanan geniş bir yelpazede destek veriyor.
"Sahte yaşamadım hiç; çocukluğumdan beri güzel ve illa hatalardan kaynaklanmadıklarını öğrendiğim kötü anlar dahil her şeyi olduğu gibi karşıladım. Bir aksilik veya başarısızlık, muhtemelen birtakım düzeltmeler yapmanız gerektiğini gösteren bir işarettir. Böyle bakmayı öğrenirseniz tüm tecrübeler olumlu bir şeye dönüşür. İnsanlığımızı zenginleştirir. "
Benim Oyunum kitabı futbol ağırlıklı bir kitap ama hayat dersleriyle dolu. Kitaptaki futbol geçen yerlere hayat sözcüğünü koyun ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Teşekkürler bilge adam, hayat yolculuğumda hep yanımdaydın. Çok şey öğrendim senden ve beni hep mutlu ettin.
(Sabah Kitap ekinin Temmuz 2017 sayısında yayınlanmıştır.)


Cruyff'ün On Dört Kuralı

1. Takım Oyunculuğu: Başarmak için birlikte çalışmalısınız.
2. Sorumluluk: Her şeyle kendinize aitmiş gibi ilgilenin.
3. Saygı: Birbirinize saygı duyun.
4. Bütünleşme: Faaliyetlerinize başkalarını da katın.
5. İnisiyatif: Yeni şeyler denemekten çekinmeyin.
6. Hocalık: Takım içinde daima birbirinize yardım edin.
7. Kişilik: Kendiniz olun.
8. Sosyalleşme: Sporda ve hayatta karşılıklı etkileşim elzemdir.
9. Teknik: temeli bilin.
10. Taktik: Ne yapılacağını bilin.
11. Gelişme: Spor hem ruhu hem de bedeni kuvvetlendirir.
12. Öğrenmek: Her gün yeni bir şey öğrenmeye çalışın.
13. Birlikte oynamak: Her oyunun elzem parçasıdır.
14. Yaratıcılık: Spora güzellik getirin.

25 Temmuz 2017 Salı

Tatile eşlik edecek kitaplar...

Stefan Zweig'in üçlemesinden Murakami'nin popüler romanlarına tatilde okunacaklar listesi... Ruhunuzu ve beyninizi bu kitaplarla dinlendirin.

İlgilenmem hatta uzak dururum.
Çok satanlar en çok izlenenler gibi listelerle aram iyi değildir.
Kendi listemde yol almayı tercih ederim.
Popüler olanın gelip geçici olduğu malum; ancak bu kez kayıtsız kalamadım.
Bir şey ararken son günlerin en çok satan kitap listesine denk geldim.
Liste; ünlü yayınevleri, satış noktaları ve internet üzerinden satış yapan adreslerden derlenmişti. Başka bir arama daha yapınca benzer bir sonuç ortaya çıktı. Belki de sonuçlar uzun süredir böyleydi, dikkatimi çekmemişti.
Birinde ilk 10'da Stefan Zweig'in üç, diğerinde iki kitabı vardı: Olağanüstü Bir gece, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ve Satranç.
Albert Camus'un Yabancı'sı, George Orwell'in 1984'ü de listede yer alan kitaplardı.
Artık klasikler arasında yerini alan bu kitapların zamanın ruhuna göre tercih edilmeleri doğaldır. Japonların dünyaya armağanı Murakami, Portekizli Saramago, Zülfü Livaneli, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens ve Homo Deus'un yazarı Yuval Noah Harari de iki kitabıyla çok satanlarda kendine yer bulmuştu.
O halde, Türk okurlarının oluşturduğu listeden yola çıkarak tatilde okunacaklar listesi hazırlamanın tam zamanıdır..
Malum bugün okullar tatile giriyor, Ramazan Bayramı'yla birlikte uzun bir yaz tatili var önümüzde.
Hani, tatil öncesi kilo vermenin, fit olmanın incelikleri ya da yeme içme tavsiyeleri verilir ya bizimkisi de ruhun, beynin ihtiyacı olan dinlenmeye eşlik edecek kitaplar. Bir kür önerisi...
Yazarın bir kitabını okuduktan sonra külliyatındakilerle devam etmek...
Zweig demiştik, oradan başlayalım...
"Kitaplar, insanları ölümden sonra da birleştiren ve bizi, unutmaya, hayatın bu en büyük düşmanına karşı koruyan biricik araçtır" diyen Zweig eserlerinde derin karakter analizleri ve psikolojik tasvirler yapan büyük bir yazar. 2. Dünya Savaşı'nda Avrupa'nın ortasında kitapları yakılırken Latin Amerika'ya kaçmak zorunda kalmıştı. Ve trajik bir şekilde hayatına son vermiştir.
Sayısız esere imza atan Zweig'in en sevdiğim kitapları bir üçlemesidir. Biyografilerini yazdığı 9 yazarı öylesine derin bir kavrayışla anlatır ki; hem edebiyatçı hem de insani yönlerini ele aldığı kişilerle büyük bir yolculuğa çıkarsınız.
Üçleme size yeni kapılar açacaktır.
Bu büyük yazarları daha yakından tanıma ve okumadığınız kitaplarına bir an önce ulaşma isteği.
Üç Büyük Usta'da "Toplumun romanını yazan" ve kendi gücünü dünyaya kabul ettirmek isteyen Balzac, "ailenin romanını yazan" ve döneminin İngiliz kültürüyle özdeşleşen Dickens, "bireyin romanını yazan" ve yaşamla ölüm, dehayla çılgınlık arasında gidip gelen Dostoyevski karşımıza çıkar.
Kendileriyle Savaşanlar'da Hölderlin, Kleist ve Nietzsche var. Bu üç yazarın yaşamlarının ortak yanı bitmek bilmeyen bir iç mücadeleyi sürdürmeleridir. Bu yaşamlarının birer tragedya olarak sürüp, öyle sona ermesine neden olmuştur.
Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar'da pek çok açıdan birbirinden farklı üç yazarın, Casanova, Stendhal ve Tolstoy'un hikâyesini anlatır. Kitabın önsözünde belirtildiği gibi; Zweig bu üç ismi "Kendi Ben'lerinin dünyasını evrene açmayı, sanatlarının en önemli görevi görmek" ortak paydasında buluşturuyor.
İş Bankası Yayınları'ndan bulacağınız Zweig'ları Can Yayınevi farklı bir isimle bugünlerde yeniden bastı.
Japon yazar Haruki Murakami verimli bir edebiyatçı. Tam ne okuyayım var mı yeni bir kitap dediğinizde bitiveriyor. Listedeki yeni kitabı Karanlıktan Sonra her zamanki gibi sıradan bir hikayeyi anlatırken sakin ve basit üslubuyla şaşırtacaktır. Onun yanına diğer kitaplarından eklemeye ne dersiniz: Yaban Koyununun İzinde, Zemberekkuşu'nun Güncesi, İmkânsızın Şarkısı, Sınırın Güneyinde-Güneşin Batısında, Sahilde Kafka, Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu, 1Q84, Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları, Koşmasaydım Yazamazdım, Uyku, Kadınsız Erkekler, Sputnik Sevgilim ve Tuhaf Kütüphane
Sırada Portekizli yazar Jose Saramago var. Mevcut düzenle çatışan, yazılarında virgül ve noktadan başka işaret kullanmadı. 7 yıl önce ölen ünlü yazarın listedeki kitabı Körlük.
"Haklısınız, gözlerimiz görmemeye başlamazdan önce bizler zaten kör olmuştuk, korku bizi kör etmişti, aynı korku yüzünden körlüğümüz sürüp gidecek."
"Yapacağımız her hareketten önce ciddi olarak düşünmeye başlasak, vereceği sonuçları önceden kestirmeye çalışsak, önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra rastlantısal sonuçları, daha sonra da ortaya çıkması düşünülebilecek sonuçları düşünmeye kalksak, aklımıza bir şey geldiğinde, bulunduğumuz yere çakılır, hangi yöne olursa olsun bir adım bile atamazdık."
Bu satırlar sizi etkilediyse öteki kitaplarını da es geçmeyin: Kabil, Filin Yolculuğu, Kopyalanmış Adam, Mağara, Çatıdaki Pencere, Bütün İsimler, Pencere...

GÖZDEN KAÇMASIN


Listenin dışında gözden kaçırılmayacak yeni ve iyi kitaplarda çıktı.
Şimdiki Zaman Beledir; Derya Bengi'nin hazırladığı 50'li yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük, o yılların gazete ve dergi sayfalarının eşliğinde keyifli bir çalışma. Demokrat Parti'nin iktidara geldiği yıllarda Türkiye'nin halleri.. Edebiyat çevrelerinden işçilere, sanat dünyasından sokağa oradan politik ortama kadar o günün insanlarının bakış açılarıyla hacimli ve doyurucu bir fotoğraf
Tarihçi İlber Ortaylı, Türklerin Altın Çağı kitabında, Asya'nın bozkırlarından Avrupa'nın içlerine kadar ilerleyen ve dünya tarihine adını yazdıran Türklerin muhteşem yıllarını anlatıyor.
Hıfzı Topuz'un Şanlı Kanlı Yıllar kitabı, Osmanlı'nın gerilime dönemine denk gelen III. Murat ve III. Mehmet dönemlerini ele alıyor: Büyük zaferlerden sonraki büyük yenilgiler ve çöküntüler... 40 yıla sığan önemli olayların arkasındaki gerçekler roman kurgusuyla anlatılıyor.
Akademisyen ve tarihçi Özlem Kumrular verimli bir yazar. Kösem Sultan, Türk Korkusu, İslam Korkusu, Kanuni kitaplarından sonra Osmanlı Sarayı'na giriyor. Kadınlar Saltanatı'nın 16. Yüzyıldaki iki önemli ismi Nurbanu ve Safiye Sultanlar biyografileriyle Haremde Taht Kuranlar kitabında...
1001 Gece Masalları'nı kim bilmez ki; Arap kültürünün dünyaya en büyük armağanıdır. Çocukluğumuzdan beri yanı başımızdadır. Ya bir okuma kitabında, ya bir köşe yazarının alıntısında, ya da ailenin büyüklerinin dilindedir. Nice yazar çizer etkilenmiştir o külliyattan. Fantastik dünyası Batı'da sayısız sinema ve çizgi filme, kitaba konu olmuştur. Balesi sahneye konmuş operetler yazılmıştır. Doğu'daki Araplar'ın 1001 Gece Masalları'na, Batı'daki Araplar'dan yani Endülüs'ten bir karşılık geldi. Yüzbir Gece Masalları... Alman araştırmacı Claudia Ott'un bir sergide rastlayıp bulduğu eser Türkçeye çevrildi.
Bedenin gıdası deniz, kum ve güneşse, beynin gıdası da kitaplar. O halde iyi tatiller ve iyi okumalar....
(Sabah Kitap ekinin Haziran 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

16 Haziran 2017 Cuma

Türkiye sevdalısı İstanbul’un hafızası

90 yaşında hayata veda eden John Freely bu topraklardaki her şeye hayrandı. İnsanını ve tarihini izlemekle yetinmedi, oturup yazdı. Anadolu'nun dört bir yanını gezdi, sevgisini kitaplarla taçlandırdı

John Freely sessiz sedasız 90 yaşında hayata veda etti. Ardından kıyıda köşede birkaç yazı okudum; biri de gazetemizin yazarı Hasan Bülent Kahraman'dı.
"Bilginin zırhını kuşanmış, bilgeliğin ağırlık ve yavaşlığına kavuşmuş biriydi" diyordu...
Bu topraklardaki her şeye hayrandı. İnsanına, doğasına, tarihine bakıp izlemekle yetinmedi; arkasındaki duyguyu, düşünceyi, sevgiyi, sıcaklığı hissetti.
Selçuklu'yu, Osmanlı'yı yazdı. Anadolu'nun dört bir yanını gezdi, Türkiye'nin uygarlıklar tarihini 5 ciltlik devası bir eserle taçlandırdı.
Ancak asıl sevgilisi İstanbul'du.
Yalnızca Boğaz'ı, Sultanahmet'i, Ayasofya'yı, Galata'yı değil mahalle aralarını, çıkmaz sokakları merak etti.
Tarihi yapıları, çeşmeleri, camileri, hanları, hamamları tek tek inceledi...
Evliya Çelebi'nin izinden gitti, edebiyatımızın devleri Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi'nin yaptığı gibi şehrin her yerini adımlayıp birbirinden değerli kitaplar yazdı.
Yaşamı ilginç ve olmadık rastlantıların birbirine bağlandığı bir zincir gibi; ancak romanlarda, filmlerde tanık olunacak bir öyküydü...
Onu bu topraklara getiren de bir kitabın büyüsü oldu.
ABD'ye çalışmak için giden İrlandalı mezar kazıcısı baba ile temizlik görevlisi annenin çocuğu olarak 1926'da New York'ta dünyaya gelir. Baba işsiz kalınca annesiyle memleketi İrlanda'ya döner.
Büyükannesinin babası Thomas Ashe, İngiliz ordusunda bir asker olarak Kırım Savaşı'na (1853-56) katılır. Yaralandığında tedavi için İstanbul'a, Florence Nightingale'in Selimiye Kışlası'ndaki hastanesine getirilir. Okuma yazması yoktur ama İrlanda'ya dönmeden önce resimlerini beğendiği için bir de kitap alır. İstanbul'dan, Anadolu'dan, Suriye'den manzaraların bulunduğu 'A Pictorial Voyage Around the World' adlı 1855 baskısı kitapta, bir İngiliz gezginin Osmanlı izlenimleri yer almaktadır.
İstanbulla tanışıklığı daha çocuk yaşta eline aldığı bu kitap sayesinde olur.Liseyi terk ederek orduya katılır. İkinci Dünya Savaşı'nda Çin ve Burma'da özel bir birlikte komandoluk yapar. Savaş bittiğinde lise diploması bile yok ama özel bir sınavla üniversiteye kabul edilir.
Doktora sonrası dünyanın önde gelen üniversitelerinde Princeton'da ders vermeye başlar. Princeton'dan bir arkadaşının tavsiyesi üzerine İstanbul'a gelir ve Robert Kolej'de fizik dersleri vermeye başlar. 1970'lerde ise Boğaziçi Üniversitesi'nin kuruluş sürecine tanıklık eder ve derslerini üniversitede sürdürür. 1980'lerde dünyanın farklı kentlerinde yaşadıktan sonra 1993'te karısı ve üç çocuğuyla birlikte temelli İstanbul'a döner ve bir daha hiç ayrılmaz. Ta ki ölüm gelinceye kadar...
Boğaziçi Üniversitesi'nin iki yıl önce yaptığı söyleşisinde kendini şöyle tanıtıyordu: "Yoksul bir aileden gelen bir köylüyüm ben. Bu yüzden her zaman sokaktaki insanlarla kendimi daha rahat hissettim. Entelektüellerle aram o kadar iyi olmadı. İstanbul'da en iyi arkadaşlarım taksi şoförleri oldu. Şevket Derviş'i tanır mısınız? Hisarüstü'nde doğmuştur, çok iyi bir fotoğrafçıdır. Hala taksi şoförlüğü yapar. En iyi dostlarımdan biridir''
Ancak Türkiye'nin kültür ve sanat çevrelerinden de onlarca dostu vardır.
Aşık Veysel sazıyla, "Benim sadık yârim kara topraktır" diye çaldığında da ordadır.
Yaşar Kemal İnce Memed'i imzalayıp ona hediye ettiğinde de...
1972'de yayınlanan ilk kitabı ''Strolling Through Istanbul: A Guide to The City'' (İstanbul'u Gezmek İsteyenler İçin Bir Şehir Rehberi) bugün bile İstanbul üzerine yazılmış en kapsamlı eserlerden biri olarak kabul edilir."Bin dört yüz yıl önce bir şair, bu şehir sulardan bir çelenkle çevrelenmiş diye yazmıştı. O zamandan bu zamana çok şey değişti, ama modern İstanbul hâlâ ruhunu ve güzelliğini büyük oranda onu kuşatan ve bölen sulara borçlu. Bunu belki en iyi fark edebileceğimiz yer Galata Köprüsü, bütün şehir turları da oradan başlamalı. İstanbul'da daha panoramik yerler varsa da, hiçbirinde şehrin deniz ile iç içeliği bu kadar hissedilmiyor ya da denizciliğin şehrin karakterini ve tarihini ne denli etkilediği bu kadar iyi anlaşılmıyor. Bu nedenle ziyaretçilerin şehir gezisine ilk olarak Galata Köprüsü'nden başlamasını tavsiye ederiz. Ama bunu bir İstanbullu gibi yapmalısınız, köprünün altındaki kafelerden birine oturup çay ya da rakı keyfi sürerken Haliç'e bakın, onun Boğaz'la ve Marmara Denizi'yle kucaklaşmasını seyredin."
Freely bu satırlarla başladığı kitabında birdenbire Bizans'a döner oradan Persler'e uzanır sonra keskin bir dönüşle Osmanlı'ya gelir. Ardından günümüze Cumhuriyet dönemine gelip şehrin sırrını tamamlar.
Osmanlı Sultanları içinde gözdesi dünyanın hayran olduğu Kanuni değildir, onun için Fatih'in yeri başkadır. Büyük Türk/İki Denizin Hakimi Fatih Sultan Mehmet kitabının öyküsü de uzun yıllar öncesine dayanır. İtalyan ressam Bellini'nin yaptığı portresini ilk kez 1962 yılında Londra National Gallery'de görür. Tabloyu yıllar sonra 1999'da Türkiye'de yeniden gördüğünde kararını verir. Ve kitapta böyle ortaya çıkar.
Niye Fatih Sultan Mehmed sorusuna verdiği cevap benim de tüm içtenliğimle katıldığım bir saptamadır:
"Şimdi çok konuşulan Kanuni'nin fazla özelliği olduğunu düşünmüyorum. Fatih çok daha ilginç ve üzerinde durulması gereken, döneminin çok ötesinde biri. Edirne'deki sarayda büyürken Rum ve İtalyan hocalardan eğitim görmüş. Makyavelli ondan 'bir Rönesans prensi' şeklinde bahsediyor örneğin. Venedik'ten kendi portresini ve haremi resmetmesi için Bellini'den önce başka bir ressam getirtiyor ve resimlerini beğenmediği için gönderiyor. Ama yalnızca iyi bir entelektüel değil iyi bir savaşçı da. Kanuni'nin ise iyi bir şair olmasına karşın entelektüel yanı yoktur. Hayatı da, Osmanlı'yı sürekli yeniden kurmak için ömrü savaşlarda geçmiş Fatih'e göre daha rahattır."
Ressam dostu Ömer Uluç'un "John sen İstanbul'un hafızasısın" sözleri sonuna kadar hak edilmiş bir övgüydü.
Evliya Çelebi'nin seyahatnamesini kılavuz alarak yazdığı kitabında 300 yıl sonra şehrin her bir köşesine bir kez daha uğradı.
İz TV'deki belgesel dizisinde İstanbul'u modern bir seyyah olarak gezdi.
İstanbul'dan iki sefer ayrıldı ve dayanamayıp döndü. Hasretini dile getirişi her şeyin özetidir:
"Her seferinde de hasretine dayanamadık, çok özledik bu kenti. Bu sadece benim için geçerli değil, burada yaşayan diğer tüm arkadaşlarımız da aynı durumda. Oysa hepimiz dünya görüşümüz, yaşama bakışımızla birbirimizden farklıyız, bizi ortak noktada birleştiren konu ise İstanbul'a olan sevgimiz. Bu şehir sizi kalbinizden yakalıyor ve sonsuza dek bağlıyor. Buradaki arkadaşlığı, dostluğu dünyanın başka bir yerinde bulamazsınız. Başınız derde girse bile sokakta herhangi bir kimsenin size yardımcı olacağını bilirsiniz, yalnız değilsinizdir."
Osmanlı Sarayı/ İstanbul'un Bizans Anıtları/ Cem Sultan/ Galata, Pera, Beyoğlu: Bir Biyografi/Işık Doğu'dan Yükselir gibi kitapların da aralarında bulunduğu 50'yi aşkın kitabın yazarıydı.
Birçoğu yabancı dillere de çevrildi. Sait Faik Abasıyanık, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Pamuk gibi edebiyatımızın dev isimlerini İngilizce çevirmeni olan kızı Maureen Freely'nin içinden İstanbul geçen bir roman yazdığını da ekleyelim.
Bizi bize anlatan, binlerce öğrenci yetiştiren, kitaplarıyla Türkiye'nin tanıtımına katkı sağlayan bilim ve kültür adamı John Freely'nin ölümünün sessiz sedasız geçirilmesine gönlüm razı olmadı.
Geride bıraktıklarıyla her daim sevgi ve saygıyla anılacak.
(Sabah Kitap ekinin Mayıs 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Büyük yazarın her hali...


Savaş ve Barış'ın Anna Karenina'nın yazarı Tolstoy'un biyografisi nihayet Türkçe'de... "Tolstoy-Bir Rus Hayatı"ında büyük yazarın; zaafları, tutkuları, gel-gitleri, takıntıları, eylemleri, kavgaları, mücadeleleri, düşünceleri ayrıntılarıyla yer alıyor. 

Romanına onlarca kez giriş yazıp değiştirdikten sonra bir kitap ilişti gözüne, ilk sayfayı açtı ve girişi okudu:
"Konuklar daçaya geldiler."
Puşkin'in önce ortamı veya karakterleri tasvir etmeye gerek duymadan, doğrudan konuya girmesi Tolstoy'u büyülemişti.
Bu aklından hiç çıkmadı. Bugün dünyada en çok satan, en sevilen, birçok kez filme ve diziye çekilen romanı Anna Karenina'nın giriş cümlesi de öyle basit ve yalındı:
"Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir. Oblonskilerin evinde işler karışmıştı. Evin hanımı, eskiden evlerinde çalışan Fransız mürebbiyeyle kocasının ilişkisi olduğunu öğrenmiş ve artık onunla aynı evde yaşayamayacağını bildirmişti."
Roman sanatının en büyük yazarlarından biri ki benim için en başta geleni Lev Nikolayeviç Tolstoy'un hayatı da böyleydi.
Nihayet Türkçe'ye çevrilen Rosamund Bartlett'in 2010 yılında yayınlanan devasa kitabı "Tolstoy-Bir Rus Hayatı"ında büyük yazarın; zaafları, tutkuları, gel gitleri, takıntıları, eylemleri, kavgaları, mücadeleleri, düşünceleri ayrıntılarıyla yer alıyor.
Kitabın önsözü Moskova'daki bir anıyla başlıyor.
1895 yılının kış ayında kentin kırsal bölgelerinden birine dostlarıyla giden Tolstoy yürüyüşe çıkar. Vahşi doğayı seven Tolstoy için patikalar temizlenmiştir ama o çitleri aşıp karların içinde bata çıka yürümeyi tercih eder.
Genç dostları onu takip etmek ister ancak keçe çizmelerin bıraktığı izlerin arasındaki mesafeyi görünce vazgeçmek zorunda kalırlar.
70 yaşında yürürken bile yetişilemeyen Tolstoy için Bartlett; "yaşamın her alanında devasa ayak izleri bırakırken, ona yetişememek, çağdaşlarının paylaştığı bir duyguydu" diyor.
Çağdaşları dediği de sıradan kimseler değildir: Dostoyevski, Gogol, Çehov, Turgenyev, Gonçarov gibi her biri dünya edebiyatına yön vermiş önemli yer tutan yazarlar ve aydınlar. Puşkin gibi daha 30'larında bir düello sonucu ölmeden onlarca eser vermiş bir deha da önceki kuşaktandır. Ve klasik müziğin büyük ismi Çaykovski.
Soylu bir ailenin çocuğu olarak doğan Tolstoy 5 kardeşin 4'üncüsüdür.
Erken yaşta annesini daha sonra da babasını kaybetmesiyle büyükanne, hala ve teyzelerin gözetiminde büyütülmüştür.
Ruslar'ın kumar tutkusu onu da erken yaşta bulmuş ve defalarca tövbe etmesine rağmen miras kalan toprakları, köyleri, köylüleri ve nihayet oturduğu malikanesi elinden gitmiştir.
Umurunda değildi, bildiği gibi yaşamayı, kafasının dikine gitmeyi seviyordu.
Yaşadığı kırsal bölgelerden Moskova'ya ardından o zamanki başkent St. Petersburg'a gitti.
Rusya'da oradan oraya savurulurken özellikle yeni tanıştığı insanları büyük bir dikkatle izliyordu.
Tutkulu bir adamdı, her şeyi merak ediyordu, romanlarında yarattığı unutulmaz karakterlerin tılsımı buydu.
İlk yazdıkları dergilerde yayınlanınca fark edildi, önemsendi...
Genç yaşta Turgenyev'in yardımıyla edebiyat çevrelerine girdi.
Dergi ve yayınevlerinin etrafında gelişen tartışmalardan sıkıldı, onları acımasızca eleştirdi. İçindeki fırtına dinmiyordu.
Hemen ardından Tolstoy'u cephede görüyoruz.
Subaydır ve tanık olduğu şeyleri unutmaz. Kafkaslar'a gönderilir, Osmanlı'yla karşı karşıya gelir. Çeçen, Avar, Kazak halklarıyla tanışır.
Hacı Murat, Kazaklar, Sivastopol kitapları bu dönemin ürünleridir.
Onu daha 30'lu yaşlarında ünlü yapacak Savaş ve Barış'ın da temelleri buralarda atılır.
Tolstoy daha sonra birliğiyle Avrupa'ya gönderilir.
Fransız ve İngilizler'e karşı Bükreş'teki Rus cephesinde görevlendirilir.
O dönemlerde savaş yalnız cephede olurdu.
Halk ise gündelik hayatındaydı.
Cepheden yazdıkları Rus başkentinde sarsıntı yaratır, bu yalınlıkta ve gerçeklikte olayları ilk kez öğrenmektedirler.
Çar bile sadık okuyucuları arasındadır.
Avrupalılar'dan çok daha görkemli sanat koleksiyonlarına sahip Rus soyluları büyük saraylarda yaşıyordu.
Onların yaşam tarzlarıyla boy ölçüşüyorlardı.
Ancak Rusya'nın öteki yüzü ise yoksulluk ve cehaletle kaplanmıştı.
Batılılışmış aristokrat bir azınlık, toprak köleleri üzerinde egemenlik kurarak, onları insanlık dışı koşullarda yaşamaya zorluyordu.
Tolstoy da seçkinlerin içinden geliyordu ancak içine sinmeyen bir şeyler vardı.
Sınıfının her türlü olanağından yararlanıyordu ve saklamıyordu; bunu İtiraflar kitabı başta olmak üzere eserlerinde açıkça dillendirmişti.
Sivri dili, beğenmediği ne varsa doğrudan muhatabının yüzüne söylemesi ve davranışları öfke yaratıyordu ama o böyleydi işte.
Onu cesaretlendiren, edebiyat çevreleriyle tanıştıran büyük yazar Turgenyev ünlü romanı Babalar ve Oğullar romanını basılmadan ona okumuştu.
Tolstoy ise sıkılıp kanapede uyuyakalmıştı. Araları daha sonra birbirlerini düelloya davet edecek kadar kötü olmuş uzun yıllar küs kalmışlardı.
Yine de ölüm döşeğindeki Turgenyev, yazmaya ara veren Tolstoy'a edebiyata dönmesini ve nasıl büyük bir deha olduğunu mektupla bildirmekten kendini alamamıştı.
İleri yaşlarda kendini çocukların eğitimine adayıp okullar kurdu, toplumun ancak yüzde 5'i okuma yazma biliyordu.
Rusya'daki büyük kıtlığı önceden görmüş ve önlemler alınması için büyük çaba göstermişti.
Merkezi yönetime, Çar'a, soylulara kafa tutmuş halk arasında Aziz mertebesine yükselmişti.
Kiliseyle tutuştuğu kavga ise Hıristiyanlığın en muhafazakarı Ortodoks dünyasında şok yaratmıştı. Yasaklanan makaleleri, kitapları el altından basılıyordu. Diriliş kitabı ipleri koparmış bir zamanlar inançlı ve iyi bir dindar olan Tolstoy aforoz edilmişti.
2009'lardaki bir toplantıda bile kilise af konusunda ikircikli davranmıştır.
Parasını, mülkünü dağıtmış, basit giysiler giyip, yalnızca sebze ve meyveyle beslenmeye başlamıştı. Binlerce insan onun gibi yaşıyordu.
Tolstoyculuk akımı başlamıştı.
Hayatının son yıllarında binlerce ziyaretçiyi kabul etmişti. 23 yaşındaki müritlerinden Sergey Dyagilev o anı şöyle anlatacaktı:
"Sokağa çıkınca farkında olmadan yüksek sesle bağırıyorduk: O bir ermiş, sahiden bir ermiş! Öylesine etkilendik ki neredeyse ağlıyorduk. Bu kudretli adamın tüm kişiliğinde anlatılamaz bir samimiyet, dokunaklılık ve samimiyet vardı. Tuhaf belki, ama ona sarılınca dokunduğumuz sakalının kokusu, çok uzun süre burnumuzda kaldı."
Yasnaya Polyana'nın İhtiyar Bilgesi olarak anılan Tolstoy, yaşarken 50 bin mektup aldı ki bunlardan 9 bini yurt dışından geliyordu.
Ve bir gün her şeye nokta koyup evini yurdunu terk edip gizlice yola çıktı.
Bu üçüncü kaçışıydı ama bu kez dön(e)meyecekti. Karısı Sonya'ya bir veda mektubu bıraktı:
"Gidişim sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanısıra, şatafatlı koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların göreneğine uyarak, dünyayı terk edip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde geçirmek istedim."
Ancak trende hastalanıp istasyondaki bir odaya yatırıldı. Filmlere kitaplara konu olan bu dönem onun için son andı.
1910 yılında 82 yaşında öldü.
Ünlü yazar Stefan Zweig, Hayatının Şiirini Yazanlar kitabında Tolstoy'u şu sözlerle tanımlıyordu: "Kendi yüzü yoktu; onun yüzü Rus halkının yüzüydü, bütün Rusya onda nefes alıp yaşıyordu."
Rosamund Bartlett, kitabında büyük yazarın hayatını anlatırken arka planda 100 yıllık bir dilimde koca bir coğrafyada olanları da aktarıyor.
Ölümünden 7 yıl sonra Rusya'da Bolşevik devriminin patlaması boşuna değildir.
Everest Yayınları, Dostoyevski'nin biyografisinden sonra Tolstoy'u da yayınlayarak değerli bir iş yaptı; ne mutlu bize...
(Sabah Kitap ekinin Nisan 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

Kitaptan: 28 sayısının tılsımı

Tolstoy 1828 yılının sekizinci ayının yirmi sekizinci gününde doğdu ve 28 uğurlu sayısı oldu. Yetişkinliğe adım attığı dönemde batıl inançlara aşırı düşkün hale gelmişti, öyle ki karısına ilk çocukları Sergey 28 Haziran'ın ilk saatlerinde doğsun diye baskı yapmıştı. Yirmi sekiz'in ikinci mükemmel rakam olarak özellikle matematikte önemli olduğunu keşfettiğinde de mutlu olmuştu. Şiir kitaplarını yirmi sekizinci sayfasından açar, saatini de yirmi sekiz kez kurardı. Yirmi sekiz sayısını romanlarının içine de dahil etmişti. Tolstoy hayatının son deminde evini terk ederken 28 Ekim'i seçmesi de herhalde bir tesadüf değildi. Ve seksen iki yaşında da öldü.

15 Nisan 2017 Cumartesi

Bir sevdadır İstanbul


Yazar Beşir Ayvazoğlu, son kitabı Bir Ateşpâre Bin Yangın'da İstanbul'un sırlarını edebiyatçıların cümleleriyle anlatıyor. Kitap geçmişe bir özlem olduğu kadar bugüne de bir mesaj niteliği taşıyor

Sayfayı çevirdim; işte oradaydı. "Tam da böyle düşünüyordum, hislerime tercüman olmuş" derler ya öylesi: İstanbul'u gezmenin de bir adabı vardır.
Cümle burada dursun, çok değil 15 gün öncesi...
Bir yakınımı uğurladıktan sonra havaalanından Fatih'e geçtim. Çocukluğumun ilk gençliğimin geçtiği semt İstanbul'un gerçek ruhuna bir yolculuktur aynı zamanda...
Pertevniyal Sultan'ın adını taşıyan lisemin yanındaki zarif Osmanlı şaheseri Valide Camii'nin önünden kıvrılıp Laleli'ye ilerledim.
Laleli Camisi'nin çaprazında karşılıklı iki taraflı merdivenden inilen tarihi Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi'nde anıları tazeledim.
Beyazıt'a yürürken gölgesi üstüme düşen üniversite binaları ve kütüphanenin bitimiyle ulu bir çınar gibi duran Beyazıt Camii'siyle göz göze geldim.
Kapalıçarşı'nın kapısından kıvrılıp Çemberlitaş'taki Bizans sütunü, bedestenler, mezarlıklar arasından Cağaloğlu'na döndüm.
Babiali yokuşunu sırtlar gibi duran vilayet binasının önünden Sirkeci Garı ve nihayet Eminönü'nde Yeni Camii'nin güvercin ve insan kalabalığı arasından Boğaz'a baktım.
Mısır Çarşısı'na bir kapıdan girip ötekinden çıkıp Sultanhamam sokaklarına daldım.
Sesler, yüzler ve ruhlar arasından sıyrılıp tekrar sahile indim.
Vapur; Beşiktaş, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek'e sırayla yanaştıktan sonra karşı sahile geçip Kandilli'ye sonra da Anadoluhisarı'na halat attı.
İndim ama vapurun Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün altından geçip Kanlıca'ya oradan da son durağı Çubuklu'ya Paşabahçe'ye yolu vardı.
İki yakayı tablo gibi süsleyen evleri, yalıları, hisarları, sarayları, iskeleleri, ağaçları seyrederek yaptığım yolculuk bu kentin eski sakinlerinin, seyyahlarının duygularından farklı değildi.
İstanbul böyledir; yüzlerce kez geçtiğiniz, baktığınız, soluklandığınız, buluşup ayrıldığınız yerler her seferinde ilk kez olur hissini verir.
Niye mi böyle; herkese göre değişir ama benimki şefkatli bir ana kucağı gibi olmasıdır bu şehrin. Dostça, sevgiyle yaklaşırsanız o da size sırlarını açar...
Türk edebiyatının değerli kalemi Beşir Ayvazoğlu'nun son kitabı "Bir Ateşpare Bin Yangın" bu sırları; şairlerin dizeleri, romancıların cümleleriyle anlatıyor.
Ayvazoğlu zor bir işin altından başarıyla kalkmış. Toprak, Su, Hava ve Ateş temalarının altında Türk edebiyatının büyük isimlerinden yapılan alıntılar kendi görüşleriyle birlikte yer almış.
Seyahatlar, Eyüpsultan, Kocamustapaşa, Ayasofya, Topçu Kışlası hikayelerinin yanısıra İstanbul sevdalısı edebiyatçılar, su kültürü, İstanbul kültürü, yapılar, Boğaziçi, vapurlar, ağaç estetiği, kaybolan sesler ve yangınlar gibi yüzyıllar içinde kenti var eden unsurlar da kitaba hayat veriyor.
Beşir Ayvazoğlu'nun kitabında sıklıkla andığı İstanbul tutkunu ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı'dan verdiği örnek herkesin aradığı sorunun da cevabıdır:"İstanbul'da uzun yıllar yaşamış, yaşadıkça tanıyıp sevdiği semtleri zamanın derinliğine doğru enine boyuna öğrenmiş insanların, yaşları ilerledikçe, bu şehrin güzelliklerinin sonsuz olduğu kanaatine varacaklarından emindi.
Gerçek sanatkarların İstanbul, Üsküdar ve Boğaziçi'ni hangi tepeden, hangi kıyıdan, hangi köşeden, hangi mevsimde seyrederlerse, günün her saatinde sayısız güzellik bulacaklarına ve ömürlerinin bu güzelliklerin koleksiyonunu tamamlamaya yetmeyeceğini düşünüyordu."
Evliya Çelebi'den Orhan Veli'ye, Baki'den Bedri Rahmi'ye, Mehmed Akif'ten Nazım Hikmet'e, Necip Fazıl'dan Ahmet Ümit'e, Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Orhan Pamuk'a kadar onlarca yazar ve şairin konuk olduğu kitap aslında geçmişe bir özlem olduğu kadar bugüne de bir mesajdır.
Yahya Kemal ve Ahmed Hamdi'nin İstanbul sevdasını takip eden Nihad Sami Banarlı şehrin estetiğini önemsiyordu.
"Milli Peyzaj" diyordu buna: İstanbul güzelliğini biraz da simetriye düşman olmasına borçluydu.
Hiçbir semt birbirine benzemezdi.
1950'li yıllardaki hızlı betonlaşmadan rahatsızlık duyuyordu.
Unkapanı'nda Fatih Camii'ni perdeleyen bir apartmanın son katlarını yazarak, uyararak yıktırmıştı.
Banarlı'nın o gün söyledikleri hala güncelliğini koruyor:
"Asırlar içinde halk zevkiyle işlenmiş milli şehir dekorlarını olduğu gibi saklamak medeni bir vazifedir.
İstanbul, bugün adeta atalarının çocukları elinde değil de hoyrat bir kavmin elindeymiş gibi, öldürülüyor."
Beşir Ayvazoğlu'nun şarkı gibi, güzel bir yemek gibi hazla okuduğum kitabı şehrimizi yönetenlerin başucu kitabı olmalı.
Belediye Başkanımız Kadir Topbaş'tan ricamdır: Bu kitabı başta ilçe belediyeleri olmak üzere il genel meclis üyelerine hediye etsin ve her toplantıda da bir bölüm okunsun ki...
İstanbul için bir karar alırken daha duyarlı ve sorumlu davransınlar.
(Sabah Kitap ekinin Mart 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

Kitaptan: Suya özlem...

Çocukluğumda bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı:
Çırçır, Karakulak, Şifa Suyu, Hünkar suyu, Taşdelen, Sırmakeş...
Bir gün damadı babama:
"Bu onun ilacı,, tılsımı gibi bir şey... Onları sayıklayınca iyileşiyor, demişti."
Ahmet Hamdi Tanpınar/ Beş Şehir

17 Mart 2017 Cuma

Tarih penceresinden yeni dünya düzeni

Tarihçilerin piri Prof. Dr. Halil İnancık ölümünden sonra da aydınlatmaya, yol göstermeye devam ediyor. İnalcık'ın yeni basılan Osmanlı ve Avrupa (Osmanlı Devleti'nin Avrupa Tarihindeki Yeri) kitabı iki gücün arasındaki derin ilişkiyi anlamak için müthiş bir kılavuz

Şurası artık çok belli: dünya yeni bir hesaplaşmaya gidiyor.
Ortadoğu'daki çatışmalar, Rusya'nın büyük oyuncu olduğu Kafkaslar, Çin'in ağırlığıyla Uzakdoğu, ABD'nin yeni başkanını seçmesiyle Amerika kıtası ve 600 yıldır iç içe yaşadığımız yanıbaşımızdaki Avrupa...
Günümüzün en büyük meselesi göçler. Değişen dünyada geri kalmış, ezilmiş, sömürülmüş halklar dengeleri altüst etti. Bugüne kadar insan hakları, demokrasi, vicdan ve hürriyetleri dilinden düşürmeyen ülkeler şaşkınlık içinde. Nefret ve çatışma diliyle soslanmış ırkçılık insanlığın tüm değerlerini sarsıyor.
Böyle zamanlarda tarihin kılavuzunda yol almak, gelecekteki sis bulutlarını dağıtır.
Gerçeği, nedenleri ve sonuçlarıyla kavrayıp, olguları yerini oturtmada yardımcı olur.
Geçen yıl bu zamanlar İstanbul'daki Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi'nde açılan "Osmanlılar ve Avrupalılar: Geçmiş Zamanlar ve Olasılıklar" sergisi iki büyük gücün bugüne kadar etkilerini sürdüren 600 yıllık kültürel etkileşimini konu ediniyordu. Küratör Beral Marda, "Bu ilişki toplumun yetersiz tarih bilgisiyle, TV dizilerinden edindiği Osmanlı tahayyülünden çok başka bir durum" tespitini yapıp eklemişti:
"Modernizm iki yönlü işledi: Batı, modernizme tinsel derinlik katmak için Doğu'ya, Doğu da geleneksel sanatına modernizm katmak için Batı'ya yöneldi."
Yalnızca kültürel değil siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda da iki taraf birbiriyle derin bir ilişki kurdu. İbre bazen Osmanlı'dan yana bazen de Avrupa'dan yana döndü.
Ancak yönü her zaman askeri gücün etkisiyle siyaset ve ekonomik büyüklük belirledi.
Geçen yıl 100 yaşında kaybettiğimiz tarihçilerin piri olarak anılan Prof. Dr. Halil İnalcık ölümünden sonra da aydınlatmaya yol göstermeye devam ediyor.
İnalcık hocanın yeni basılan "Osmanlı ve Avrupa (Osmanlı Devleti'nin Avrupa Tarihindeki Yeri)" kitabı iki gücün arasındaki derin ilişkiyi kavramak için müthiş bir kılavuz.
72 kitap ve 500'e yakın makalesiyle tarih bilimine damgasını vuran İnalcık, Amerikalı sosyal bilimci Immanuel Wallerstein'ın, "Yeni kuşak tarihçiler, Akdeniz, Osmanlı ve Balkan tarihi üzerindeki birçok yanlışın tashih edilmesini ona borçludur" sözlerini bu kitabıyla bir kez daha doğruluyor.
İnalcık diyor ki: "15. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı, Avrupa tarihini şekillendirmede çok önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı'ya referansta bulunmaksızın raison d'etat, reel politik, güç dengesi ve hatta Avrupa kimliği gibi kavramları açıklamak mümkün değildir. Osmanlı ile Avrupa arasında karşılıklı etkiler aşikâr olduğu halde maalesef bu etkileşim Batı tarihçiliğinde çok fazla dikkate alınmamıştır. Hristiyan Haçlı geleneği, uzun süren savaşlara bağlı olarak gelişen düşmanlık, kültürel yabancılaşma gibi bazı tarihsel nedenlerden ötürü ve belki de Osmanlı'nın Aydınlanma sürecinin dışında kalması dolayısıyla Osmanlılar Batı tarihçiliğinde genellikle Avrupa ve Avrupalılığın karşıtı ve antitezi olarak ele alınmıştır. Oysa taraflar arasında çatışmadan çok daha fazlası mevcuttur."
Osmanlılar'ın Avrupa'daki bir kuvvetin, kıtanın tamamını hakimiyeti altına alıp Haçlı seferi örgütleyebilmesine karşı zayıf devletleri desteklemeyi temel politika olarak seçerek bugünkü Avrupa Siyasi Coğrafyası'nın ortaya çıkmasında birinci derecede etken olduğu bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor.
Osmanlı'nın 16. yüzyılda Avrupa'daki kuvvet dengesinde aktif rol aldığını ve bunun sonucu olarak Batı'daki ulus devletlerin yükselişinde önemli bir rol oynadığını belirten İnalcık, Kanuni Sultan Süleyman döneminin büyük tarihçisi Matrakçı Nasuh'un Süleymanname adlı eserinden örnek veriyor.
İmparator, "kayserlik" yani tüm Avrupa'nın başı olmak iddiasıyla Fransa'yı Müslümanlara karşı ittifaka zorlamış, bu nedenle İslamın sultanı Süleymanın Fransız kralı ile ttifakı bir zorunluluk halini almıştır; eğer Fransa bu ittifaktan cayarsa bütün Hırıstiyan dünyasının Osmanlılara karşı tek bir cephe halinde birleşmesi kaçınılmaz olurdu diyor.
İnalcık'ın bu değerlendirmeye yorumu çok nettir: "O zaman Osmanlı tarihçisinin görüşü, Osmanlıların da Avrupa da bir güçler dengesi politikası izlemek zorunda bulunduklarını açıkça ifade etmektir. Osmanlıların Hıristiyan bir devletle ittifakını, bir real-politik gereği gibi gördüklerini göstermektedir."
Aynı zamanda Doğu Avrupa politikalarındaki büyük bir güç olarak, o zaman bölgede hakimiyet kurmaya çalışan Jagellonlara ve Altın Ordu'ya karşı Moskova-Kırım ittifakını destekleyen Osmanlılar'ın, Rusya'nın da yükselişine katkıda bulunduğunu da belirtiyor.
Siyasi ve askeri ilişkilerin yanında bence asıl belirleyici olan ekonomik bağlantılar ve anlaşmalardır ki bugüne derin izler bırakmıştır.
Ön Asya, Balkanlar ve Arap topraklarını kaplayan geniş Osmanlı ülkeleri Avrupa'nın iktisadi gelişiminde, ilkin Avrupa- Asya ticaretinde bir antrepo, sonra bir pazar olarak oynadığı rolün altı çizilen kitapta önemli tespitler de vardır.
Osmanlılar ilk olarak 1352 yılında Cenevizlilere daha sonra da Venedik ve Floransa'ya verdiği ticari imtiyazlarla (kapitülasyonlar) bu cumhuriyetlerin Levant ile ticaretlerini sürdürmelerini garanti altına almış ve Rönesans İtalya'sının ekonomik refahına önemli katkıda bulunmuştur.
Ticari imtiyazları sırasıyla 1569'da Fransa'ya, 1580'de İngiltere'ye ve 1612'de de Hollanda'ya verilerek Avrupa'yla ticareti genişletmişlerdir.
16. ve 17. yüzyıllarda Fransa, dış ticaretinin yarısını Osmanlı ülkeleriyle gerçekleştirirken, büyük ticaret kampanyalarının öncüsü olan İngiltere'de Levant Company, bu ülkenin dünyadaki ticari yayılışının ve kapitalist gelişiminin temelini atmıştır.
(Avrupa Birliği'nden ayrılma kararı alan İngiltere'nin Başbakanı, ABD'den sonra hemen Türkiye'ye geldi. Ticari ve askeri ilişkiler yeni pazarlar arayan İngiltere'nin girişimi tarihin ışığında daha net görünüyor sanırım.)
Kitapta kültürel ilişkiler de ele alınmış; diplomatlar, seyyahlar, sanatçıların gözüyle o dönemin belgeleri önemli örneklerle verilmiş.
Halil Hoca bir derya, öğreneceğimiz daha çok şey var.
(Sabah Kitap ekinin Şubat 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

KANUNİ'SİZ OLMAZ...


Halil İnalcık'ın kitabıını tamamlayacak bir kitap da yeni baskı yaptı. Tarihçi Özlem Kumrular'ın yayına hazırladığı Muhteşem Süleyman kitabı, başta İnalcık olmak üzere yerli yabancı akademisyenlerin makalelerinden oluşuyor. Hiç kuşkusuz Osmanlı ve Avrupa ilişkileri, Sultan Süleyman dönemini bilmeden anlaşılmaz. Bunun temellerini sarsılmaz biçimde imparatorluğun en ihtişamlı dönemini yaşatan Kanuni atmıştır. Timaş Yayınları'ndan çıkan ikinci baskıda padişahın Avrupa, Akdeniz siyasetinden nikris hastalığına, Mohaç Savaşı'ndan Viyana Kuşatması'na, İspanyol edebiyatındaki yankılarından İstanbul'daki imar faaliyetlerine kadar birçok konu yer alıyor. Bugünü anlamak için nedenleri ve sonuçları önyargılardan uzak önümüze koyan iki iyi kitap.
Dahası iyilik güzellik...

28 Şubat 2017 Salı

Selim İleri'yle nice 50 yıllara...


Selim İleri'nin 50'nci sanat yılı için hazırlanan O Aşk Dinmedi, edebiyat tutkusunun nirvanası gibi... Tam da Selim İleri'yi tarif ediyor; geçmiş, şimdi ve gelecek o başlığın altında yer almış sözcüklerin en güzel dansını yapıyor

Bazı yazarlar vardır ne söyleseniz eksik kalır.
Yalnızca adını zikretmeniz yeter.
Önüne arkasına bir şey eklemenize gerek yoktur; bir fener gibi her yanı aydınlatırlar.
Okul gibidirler, sizi eğitirler, hayata hazırlarlar.
Selim İleri'yi düşünüyorum da birçok yazar gibi hayatıma ne zaman girdi, yoksa hep orada mıydı...
Yıllar sonra artık eminim hep oradaydı...
İlk yazısı 1967'de yayınlanmış, onca yıllar içinde romanlar, öyküler, şiirler, deneme-inceleme, anı konularında onlarca kitap yazmış.
Aynı zamanda iyi bir okur olan Selim İleri'nin Türk edebiyatını inceleyip tanıttığı üç kitabı ise başlı başına övgüye değer...
Ya İstanbul üzerine yazdığı birbirinden muhteşem kitaplar...
Selim İleri'nin 50'nci sanat yılı için hazırlanan O Aşk Dinmedi kitabı edebiyat tutkusunun nirvanası gibi...
Tam da Selim İleri'yi tarif ediyor; geçmiş, şimdi ve gelecek o başlığın altında yer almış sözcüklerin en güzel dansını yapıyor.
"İşte bu Selim İleri" diyor, başka hiçbir söze gerek yok.
Nehir söyleşi tarzında hazırlanan kitabı hazırlayan ise Türk edebiyatının en büyük şairlerinden Behçet Necatigil'in kızı Ayşe Sarısayın.
Arnavutköy'deki bir balıkçıda başlayan söyleşi 10 ay boyunca sürmüş.
İkisi de birbirine destek vermiş, bazen Selim İleri bazen de Ayşe Sarısayın vazgeçme aşamasına gelmiş.
Ama bir yolunu bulup ilerlemişler, çünkü edebiyat insanı bırakmaz...
Kitabın ilk sayfası Cemal Sürreya'nın bir sözüyle başlıyor:
"Milliyet Yayınevi'nde Selim İleri'yle konuşuyoruz.
Küçük bir çocuk olarak düşünürüm hep Selim'i.
Onu ilk gördüğüm gün...
Yazar olacağı belliydi. Yüzünden belliydi.
Yüzden belli olur mu? Bazen olur.
Baştan beri saygım vardır Selim'e."

Ve ilerledikçe ünlü yazarlar ve eleştirmenlerin onun hakkındaki görüşleri de yer alıyor.
Kitabın, nehir söyleşi tarzlarından farklı bir yanı var.
Söyleşilerin başında Selim İleri'nin kitaplarından küçük pasajlar var.
Sonra sorular ve yanıtlar geliyor.
Alıntıların seçimi de anlamlı ve değerli, her birinin altı çizilesi...
Ayşe Sarısayın'ın önsözde çok güzel vurguladığı gibi Selim İleri derseniz şu cümle yeter:
Edebiyat onun için bir varoluş biçimi, varoluşunun nedeni âdeta...
(Sabah Kitap ekinin Ocak 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

Kitap varsa umut da var

Adettendir, her yıl geride kalanların bir muhasebesi yapılır. Doğrular, yanlışlar tartılır, geleceğe dair sözler verilir.
Hoş, o sözlerin birçoğu tutulmaz ya da anında unutulur gider.
Ancak, temenniler, dilekler iyidir.
İyimserlik aşılar, huzur verir...
Ünlü bir yayınevi de bu yoldan giderek geçmişin muhabesini ilan yoluyla yapmış.
Sayfalar dolusu teşekkür başlığı altında ilk baskı ve tekrar baskıların rakamını vererek toplam 3 milyon 280 bin 606 adet kitap bastığını ve 3 milyon 300 bin kitap satıldığını duyurmuş.
Yalnızca bir yayınevinin ulaştığı rakam, "hiç okumuyoruz" beylik lafını anlamsız kılacak kadar değerli geldi bana.
En zor günlerin yaşandığı 2016 yılında basılan yüzlerce kitap ve milyonlara varan satış, her şeye rağmen "buralarda bir yerlerde umut var" diyor.
Okumayı bir yaşam biçimi haline getirmek şiddeti, nefreti, kötülüğü siler atar.
Bu acımasız vahşi terör ortamında hepsinin panzehiri kitaplardır...
Bir yerlere not etmişim, geçen karşıma çıkıverdi, Milan Kundera'dan bir cümle:
"Kiminle güldüğünü unutabilirsin; ama kiminle ağladığını asla!"
Gülmek, ağlamak.
Bu cümledeki anlamıyla iki sözcük arasındaki metafor, bize edebiyatın da şifrelerini verir.   
Buradaki duygu ve düşünce, hayatın anlamına dair büyük bir hesaplaşmadır aynı zamanda...
Kitaplar her zaman birlikte ağladığım, hüzünlendiğim, dertleştiğim, paylaştığım insanları hatırlatır bana...
O yüzden unutulmazdır...
(Sabah Kitap ekinin Ocak 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

19 Ocak 2017 Perşembe

Dedektif Günther'in ruhu İstanbul'daydı...


İngiliz polisiye roman yazarı Philip Kerr,  Bernie Günther serisinin son kitabıyla karşımızda. Sessizliğin Öte Yakası adlı bu kitapta dedektifimiz sahte bir isimle Fransa'da karşımıza çıkıyor. Ancak Kerr her an bir sürpriz yapıp dedektifi yeniden uyandırabilir. Hem de İstanbul'da

Kara Hafta İstanbul Festivali'nin ilki geçen yıl polisiyenin kraliçesi Agahta Christie'nin doğumunun 125. yılı anısına düzenlenmişti. İkincisi de ay başında Pera Palace'taydı.
Bu yılki tema 1933'te İstanbul'a gelip, konusu Türkiye'de geçen iki kitap yazan ünlü Belçikalı yazar Georges Simenon oldu.
Aralarında dünyaca ünlü polisiye yazarlar İngiliz Philip Kerr ve Tibor Fischer, ABD'li David Walton, Afrikalı Sam Wilson ile bizden Algan Sezgintüredi, Suphi Varım, Armağan Tunaboylu, Çağatay Yaşmut ve Elçin Poyrazlar okurlarla buluşup söyleşilere katıldı.
Komitesinde Doğan Hızlan, Ahmet Ümit, Adnan Özer, Metin Celal gibi Türk edebiyatının önemli isimlerinin de bulunduğu Kara Hafta Festivali'nde polisiye tutkunları dolu dolu bir üç gün yaşadı.
Suç, mekan, gizem ve dedektiflik ekseninde geçmişten günümüze polisiye edebiyat konuşuldu. Okuyucunun "yabancıdan çok yerel hikayeleri ve karakterleri seviyor" sonucu yerli ve yabancı yazarların ortak görüşüydü.
Polisiyede yerlilik bir yere kadar ilgi çekici olabilir, okuyucu kendiyle özdeşleştirdiği oranda sahiplenir. Yazarın gücü de burada ortaya çıkar; yoksa suç, suçlu, ahlak, adalet, iyilik, ezen, ezilen, silah, cinayet dünyanın her yerinde aynıdır.
Hercule Poirot, Sherlock Holmes, Mike Hammer gibi polisiyenin unutulmaz karakterleri artık edebiyatın ortak mirasıdır. Yazarlarından çok tanınırlar. Polisiye akımının ilkleri olmaları da tanınmalarına katkı sağlamıştır ancak hala onları yaratan Agahta Christie, Sir Arthur Conan Doyle ve Mickey Spillane'nin açtığı yoldan yüründüğü de su götürmez bir gerçektir.
Dostoyevski'nin sözündeki meşhur palto meselesi gibi. Polisiye romancılar hiç kuşkusuz bu kült yazarların paltosundan çıkmıştır.
Amerikalılar'ın tıp bilimini kullanarak çözüm aradığı dizi filmleri bir yana bırakırsak özellikle Avrupa'dan iyi yazarlar çıkıyor. Başta İsveç olmak üzere çok sıkı iyi karakterler ve romanlarla tanışıyoruz. Kitapları birçok dile çevriliyor, dünyanın dört bir yanında hayran kitleleri oluşuyor. Her biri dizilere, filmlere konu oluyor.
Bizden de Ahmet Ümit'in Komiser Nevzat'ı, Celil Oker'in dedektifi Remzi Ünal, Türk polisiyesine damgasını vurmuştur. Osmanlı hafiyesi Amanvermez Avni'yi de anmadan geçmek olmaz.
Kara Hafta Festivali'nin konuklarından İngiliz Philip Kerr, konuşur gibi yazan dahi bir polisiye romancısı.
Dedektifi Bernie Günther'le 1989'da ortaya çıktığında kimse böyle bir şeyi tahmin etmiyordu. Zaten bunu kendisi de itiraf ediyor.
2. Dünya Savaşı yıllarındaki Nazi Almanyası'nda yaşayan eski bir savaş gazisi kahramanımızın, polislikten ayrılıp dedektif olmasıyla başlayan serüvenini ekim ayındaki kitap ekinde ayrıntılarıyla anlatmıştım.
Arka arkaya üç kitaplık seriden sonra 15 yıl ara veren Philip Kerr, dönüp 8 kitap daha yazdı.
Dedektif Günther'i, Berlin'den Ukrayna Cephesi'ne, 1. Dünya Savaşı'nın Türk Cephesi'nden Kahire'ye, savaş sonrası Mühih ve Viyana'ya, Polonya'ya, Arjantin'e, Sovyet esir kamplarına, ABD'deki askeri üslere kadar her yere gönderdi. Arka planda gerçek isimler vardı ve tarihi bir filmin içinde gezinti yapar gibi okurları serüvenden serüvene sürükledi.
New York Times gazetesindeki kitap eleştirisinde, "Günün birinde II. Dünya Savaşı sona erecek ve o gün geldiğinde Bernie Günther olmadan ne yapacağız bilmiyorum? Yüreğim dayanmıyor" diye hayıflanılması boşuna değil.
Bernie Günther artık Hercule Poirot gibi Sherlock Holmes gibi bir simge olmuştur.
Ünlü dedektifle bizi tanıştıran Alfa Yayınları iki yıl içinde seriyi tamamladı ve son kitap da raflarda yerini aldı. Sessizliğin Öte Yakası'nda dedektifimiz sahte bir isimle Fransa'da bir otelde karşımıza çıkıyor.
Yıl 1956'dır.
"Bernie sahte isimle Grand Hotel'de herkesin gözü önünde saklanmaktadır. Siyah ceketi ve kendisine hiç yakışmayan hizmet etmeye hevesli adam maskesiyle otelin kapıcısıdır: Günleri ve geceleri sarhoşları odalarına taşımak, fahişeleri otelden uzak tutmaya çabalamak ve aşırı zengin müşterilerin manasız sorularını cevaplamakla geçer. Yemek rezervasyonu yaptırmak ya da briçte eksik oyuncu için başvuracağınız adam odur: W:Somersat Maugham'ın evi olan Villa Mauresque'de hemen her akşam oynanan briç oyununa dördüncü oyuncu olarak katılacak biri. Ama Maugham'ıan ihtiyacı sadece bir briç ortağı değildir. Profesyonel yardıma ihtiyacı vardır, çünkü sıra dışı yaşam tarzı belki de bir zamanlar İngiliz istihbaratına çalışmış olması yüzünden kendisine şantaj yapılmaktadır."
Philip Kerr bu kez hikayesini, Soğuk Savaş döneminde arka arkaya ihanetlerle sarsılan İngiliz Casusluk teşkilatı MI5'in etrafında kuruyor.
Dedektifimiz, ünlü casus romancısı John Le Carre'ye de selam göndererek o günlerin gerçek köstebekleri olan ve Cambridge Beşlisi diye anılan ünlü casusların peşine düşüyor.
Onlar, İngiltere'nin en saygın eğitim kurumlarında okuyup, istihbarat ve diplomasi gibi en stratejik alanlarda üst düzey devlet görevine geldiler.
Cambridge Beşlisi'nin yıldızı Kim Philby'di. Anthony Blunt, Guy Burgess ve Donald MacLean da diğer aslar. Beşinci adamın kimliği ise hâlâ tartışılır. Hepsi de genç yaşlardayken 1930'lu yıllarda Sovyet saflarına katılıp komünizm için çalıştılar. Philby MI5'te ikinci adamlığı kadar yükseldikten sonra diğerleri gibi deşifre olup Rusya'ya kaçtı.
İşte Bernie Günther onlarla hesaplaşıyor son serüveninde. Son demek ne kadar doğru bilmiyorum, Philip Kerr her an bir sürpriz yapıp dedektifi yeniden uyandırabilir. Hatta bir Türk gazetecisine "Bernie Günther İstanbul'a gelirse şaşırmam" demesine de hayra yoralım...
(Sabah Kitap ekinin Aralık 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

DEDEKTİF'LE BİR GEZİNTİ...

Mart Menekşeleri: Bernhard Günther, Türk cephesinde savaşmış madalyalı bir asker, Kripo'da çalışmış eski bir polis. Şimdiyse Hitler'in başkentinde, insanların kaybolmayı alışkanlık haline
getirdiği 1936 Berlin'inde, uzmanlığı kayıp insanları bulmak olan bir özel dedektif. Çalınmış elmas bir gerdanlık ve milyarder Hermann Six'in kızı ile damadının yatağında vurularak öldürüldüğü bir
dava yüzünden Bernie, karanlık ve acımasız Nazi Almanya'sının içlerine doğru sürüklenirken kendini Hitler'in sağ kolu sayılan Himmler ve Goering'in arasında politik bir skandalın ortasında bulacaktır. Bulduğu ipuçları Bernie'yi, Nazilerin kurbanlarıyla dolup taşan morglara; köhne gece kulüplerine; Jesse Owens'ın Aryan üstün ırk teorilerini yerle bir ettiği Olimpiyat Oyunlarına; ünlü bir aktrisin yatak odasına; ve son olarak bir toplama kampı olan Dachau'ya götürüyor. Salman Rushdie'ın yenilikçi ve dâhi polisiye yazarı dediği Philip Kerr, yarattığı dikkat çekici ve gerilim dolu, karanlık hikâyeleriyle büyülüyor.
Solgun Suçlu: 1938'in sıcak Berlin yazında Almanya endişeli bir şekilde Münih Konferansı'nın sonucunu beklemektedir. Hitler ülkeyi Avrupa'ya karşı bir savaşın içine mi sürükleyecektir? Özel dedektif Bernie Günther zengin bir dul tarafından ona kimin şantaj yaptığını bulması için tutulmuştur. Alman polisi Kripo ise çözemediği bir davayı panik yaratmaması için halktan gizlemektedir. SS içindeki en güçlü adamlardan biri olan Reinhard Heydrich, eski polis Bernhard Günther'i geçici olarak Kommissar rütbesiyle bu davanın başına getirir.
Katilin arkasında hiçbir iz bırakmadan genç Alman kızlarını acımasızca katlettiği, ritüel benzeri cinayetler görünürde Yahudileri işaret etmektedir. Her yeni cinayetle ipuçlarını toplayan Bernie kendini boğazına kadar büyük bir komplonun içine batmış bulacaktır.
Alman Usulü Bir Ağıt: İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Hitler'in harabeye dönmüş Berlin'inde eski bir polis olan, bir özel dedektif geçmişten gelen bir arkadaşının davası için tutulmuştur. Ülkeye hâkim olan büyük güçlerin çekişmeleri arasında kalan Günther ipuçlarını takip ederek çıktığı yolculuğunda Berlin'den Viyana'ya savaşın iç yüzünü, savaş suçlularını ve Mazilere bağlı olan kendi geçmişini gözler önüne serecektir.
Savaş son bulmuş olsa da Avrupa Rusların, Amerikalıların, İngiliz ve Fransızla¬rın içten içe süren mücadelesine sahne olmaktadır. Eski Kripo günlerinden bir arkadaşının Amerikalı bir görevliyi öldürmesini araştıran Bernie giderek derinlerine indiği gizli örgütlerin, çift taraflı casusların arasında ölümle yüz yüze gelecek, yenik ve suçlu bir ülkenin eski bir askeri olarak taşıdığı vicdanıyla hesaplaşacaktır.
Biri ve Öteki: Mağlubiyetin kargaşası içinde Almanya savaştan sonra serpilen her türden entrika ve ihanetin yuvası haline gelmiştir. Burası Bernie Günther gibi bir özel dedektif için pek de itibarlı olmayan ama bolca iş bulabileceği bir yerdir artık: Zenginlerin Nazi geçmişini temizlemek, yurtdışına çıkacak kaçaklara yardımcı olmak ve çalıntı eşyalar yüzünden süren rekabeti çözüme kavuşturmak... Bunlar Bernie'yi tiksintiyle, ama cüzdanını da parayla dolduracak işlerdir. Bir gün kayıp kocasını arayan bir kadın Bernie'den yardım ister. Kocası Polonya'daki en korkunç toplama kamplarından birinin komutanlığını yapmış bir kaçaktır. Kadının derdiyse kocasını bulmak değil, öldüğünden emin olmaktır. Bu iş Bernie'yi eski savaş suçlularından Yahudi intikam mangalarına, Münih'ten Viyana'ya kadar sürükleyecek, savaş sonrası Almanya'nın yüzünü gözler önüne serecektir.
Sessiz Alev: Almanya'dan kaçmak zorunda kalan Bernie Günther Buenos Aires'te de geçmişinden kurtulamayacaktır. Genç bir kız vahşice öldürülmüş, ama katili bulunamamıştır. Bernie'nin cinayet masasında dedektifken çözemediği bir davanın oldukça benzeri olan bu dava, katilin 1945'ten beri Arjantin'e gelen eski Nazi askerlerinden biri olduğu olasılığını düşündürmektedir. Fakat Bernie katilin kim olduğunu araştırırken Arjantin'in en büyük sırlarına vâkıf olacaktır.
Savaş öncesi Almanya'sından savaş sonrası Buenos Aires'ine uzanan bu yolculukta özel dedektif Bernie Günther'in yaşadıkları tarihin karanlıkta kalan ölüm kokulu sırlarını sürükleyici dili ve gergin hikâyesiyle gözler önüne seriyor.
Ölüler Dirilmezse: Berlin 1936. Bernie Günther, meşhur Adlon Hotel'de dedektif olarak çalışmaktadır. İki ceset bulunur – ve Bernie otel misafirlerinden bazılarının hayatına geri alınmaz biçimde girer. Biri Olimpiyatları boykot etmeleri için Amerikalıları ikna etmeye çalışan hırslı ve güzel bir gazeteci, diğeri de Chicago mafyasını ve elbette kendisini Olimpiyat ihaleleriyle zengin etmeye çalışan bir gangsterdir. Bernie çok geçmeden kendisini şantaj ve yolsuzlukla örülü bir ağın içerisinde bulur – herkes Nazilerin, dünyanın gözünü boyamak için yapacağı gösteriden bir pay koparmak istemektedir.
Sahra Grisi: Kimse ölmek istemez. Ama kimi zaman yaşamak daha kötü görünür." Bir adam çaresiz kalmadığı müddetçe düşmanlarına çalışmaz. Fransız İstihbaratı adına çalışmak zorunda kalan Bernie Günther ya onlara çalışacak ya da cinayetten asılacaktı. Görevi Almanya'ya geri dönen savaş esirlerini karşılayıp aralarındaki Alman Wehrmacht subayı kılığına girmiş bir Fransız savaş suçlusu ve SS mensubunu bulmaktı. Fransızlar bu adamı ele geçirip hak ettiğini düşündükleri sonla buluşturmak istiyordu. Ama Bernie'nin geçmişi bu sefer de yakasını bırakmayacaktı, hem de hiç tahmin edemeyeceği bir şekilde.
Ölümcül Prag: Doğu Cephesi'nin cehenneminden Eylül 1941'de Berlin'e dönen Bernie Günther kendini farklı bir cehennemin içinde bulacaktır.
Kripo'da çalışmaya devam eden Bernie, Hollandalı bir demiryolu işçisinin ölümünü araştırırken SS Generali Reinhard Heydrich tarafından Prag'a çağırılır. Heydrich'in Prag'daki evinde SS ve SD'nin üst düzey mensuplarının da bulunduğunu bilen Bernie bu daveti istemeyerek de olsa kabul etmek zorunda kalır. Fakat Prag'a gittiği günün gecesinde, evde işlenen bir cinayet Bernie'yi çözülmesi imkânsız gibi görünen bir muammayla karşı karşıya bırakır. Yine de başka seçeneği yoktur. – Heydrich başarısızlığa müsamaha gösterecek türde biri değildir.
Katyn Katliamı: Berlin 1943. Stalingrad'ın üzerinden bir ay geçmiştir. Hitler Almanya'nın savaşı kazanacağında ısrar etse de, durumu daha iyi tahlil edebilen cephedeki komutanların morali düşmeye başlamıştır. Smolensk'te Kızılların Polonya askerlerini katlettiği haberi alınmıştır. Nadir görülen bir mutabakatla Wehrmacht ve Propaganda Bakanı Goebbels, Rusların gerçekleştirdiği bu vahşetin çürütülemez delillerine sahip olmak ister ve bunun üzerine Bernie Günther bölgeye gönderilir.
Bernie, Smolensk'te, kendisi gibi alt tabakadan Berlinli bir polisi küçük gören Prusyalı asilzadelerden oluşan bir tabakayla karşılaşır. Fakat Bernie'nin derdi uyum sağlamak değildir; kafasında adabı muaşeretten çok daha mühim sorunlar vardır. Tek isteği –kendisi de onun kurbanı olmadan evvel– zeki ve merhametsiz katilin kimliğini açığa çıkarabilmektir.
Zagrepli Kadın: Doğu Cephesi'ndeki Katyn Ormanı cehenneminden geri dönen Bernie'den gayet sıradan görünen bir görev yerine getirmesi istenir. Alman sinemasının yükselen yıldızı Dalia Dresner'in babasını bulacaktır.
Güzel bir kadın için Berlin'den uzaklaşmak yetmezmiş gibi bu görevi reddedilmez kılan bir unsur daha vardır: Emri veren bizzat Goebbels'tir.
Dresner'in babasının bulunduğu yer, Bernie'nin dahi midesini bulandıracak kadar korkunç bir vahşetin sergilendiği, Ustaše kontrolündeki Yugoslavya'dır. Yugoslavya'dan İsviçre'ye uzanan yolculuğunda Bernie, Nazi Almanya'sının entrikalarından, mukaddes bir Almanya düşüne sahip vatan hainlerinin planlarına kadar pek çok gerçeği ortaya çıkaracaktır. Ama herkesin gizli bir ajandasının bulunduğu günlerde gerçek ne kadar ortaya çıkarılabilir?

Meraklısına not: Yayınevinden Günther serisinin son kitabı olduğu bilgisini aldıktan sonra bu yazıyı yazdım. Ancak bir süre sonra sıkı bir Philip Kerr okuru olan Engin Ardıç, Bernie'nin yeni macerası Prusya Mavisi kitabının yurtdışında çıkacağını yazdı.