Müzisyen ve mimar Mehmet Atlı, başka bir Diyarbakır'ı anlatıyor. Türkler'in, Kürtler'in, Ermeniler'in, Süryaniler'in iç içe yaşadığı şehrin sırlarını fısıldıyor. Surların ve Dicle'nin ortasında acı ve sevinçlerle yoğrulmuş bir hayat bu...
"Ne kadar hazin bir çağda yaşıyoruz, bir önyargıyı ortadan kaldırmak; atomu
parçalamaktan daha güç."
Albert Einstein
90'lı
yılların tartışma programı Siyaset Meydanı'nda Kürt meselesi tartışılırken sıra
bölge insanlarına geldiğinde kadını, erkeği, genci, yaşlısı söze "Sayın Kırca
önce akan kanın durması gerekir" diye başlardı. Savaştan Batı'ya göç etmiş
Güneydoğulular yoksullukla pençeleşirken baskıyla ve önyargılarla
dışlanıyordu.
Medya ise cehalet ve vurdumduymazlığını nefret diliyle
sarmalamış yangına körükle gidiyordu. O günlerde Diyarbakır'a giden bir
muhabirin izlenimlerini hiç unutmadım. "A bunlar da bizim gibi insan, yiyorlar,
içiyorlar" kabilinden yazdıklarını herhalde uzaydan gelen biri kaleme
alabilirdi.
Kimse kimseyi dinlemedi, o kan uzun yıllar aktı. Zor ve acımasız
zamanlardı.
30 bini aşkın Türk ve Kürt insanı birçoğu daha 20'li yaşlarda
toprağa düştü.
İki yıldır silahların sustuğu Çözüm Süreci'yle birlikte kalıcı
bir barış yolunda adımların atıldığı bir dönemdeyiz.
2012'deki Nevruz'la
birlikte başlayan sürecin ertesi günü ünlü bir haber kanalı sabah Diyarbakır'a
bağlandı. Haliyle medya bütün ağır toplarıyla oradaydı.
Merkezde haberleri
sunan ve tartışma programları yöneten genç haberci kardeşimiz sözlerine şöyle
başladı: Bize 'günaydın' dediler.
Kağıt üstünde, barış olur olmasına da bu
önyargıları nasıl yıkacağız asıl ve biricik meselemiz budur.
GAP gezilerinin
programını bilirsiniz...
Sabah Atatürk Havalimanı'nda buluşuyoruz. İlk durağımız
Diyarbakır, havaalanından doğru Hasanpaşa Hanı'ndaki ünlü kahvaltıcıya
gidiyoruz. Oradan meşhur surlarına çıkarak Dicle Nehri'ne bakıyoruz. Ünlü
ozanlar Cahit Sıtkı Tarancı ve Ahmed Arif'in evini gezdikten sonra Gazi
Köşkü'nde öğlen yemeğine oturuyoruz. Geleneksel Şark Sofrası'nda içli köftenin,
çiğköftenin, duvaklı pilavın, sumaklı dolmanın, meftünenin tadına bakıyoruz.
(Arka fonda "Makaram sarı bağlar, kız söyler gelin ağlar türküsü çalmaktadır)
Finali ünlü burma kadayıfıyla yaptıktan sonra Hasankeyf'e doğru yola çıkıyoruz.
Klişeler ve folklorik önyargılarla dolu gezginlerimize bu kadar yeter.
Tarihi insanoğlu kadar eski Diyarbakır'a ayrılan sürenin sonuna geldiniz. (Yeri
gelmişken kazıları hala süren en eski yerleşim bölgelerinden Çayönü'nün burada
olduğunu da ekleyelim.)
Mehmet Atlı, Hepsi Diyarbakır kitabında "Dur ey
yolcu" diyor. Buradan kimler geldi kimler geçti, bir de benden
dinleyin...
Onu müzisyen olarak tanımıştım. Gitarıyla Kürtçe, Türkçe
söylediği türküleri yorumlayışı dikkatimi çekmişti.
Mimarlık Fakültesi
öğretim üyesi ve doktora öğrenciliğinin yanısıra aynı zamanda harika bir kalemi
olduğunu da kitabından öğrendim.
Kitabının alt başlığı önyargıları aşma
yolunda zor ama zorunlu bir yolculuğa çıkacağımızı muştuluyor: Herkesin bildiği kimsenin bilmediği...
Diyarbakır'ı
biçimlendiren, anlamlandıran eski şehrin dört bir yanını saran surları ve
Mezopotamya'nın simgesi Dicle nehridir.
Kentin en eski halkı Ermeniler'in sur
içindeki yaşamını Mıgırdiç Margosyan ne de güzel anlatır. O günlerin
Diyarbakır'ında kediler bile dört dil bilir. Kedi Mestan Türkçe, Kürtçe,
Ermenice ve Zazaca seslenilmesine rağmen kilerden hırsızlık yapmayı sürdürür. Ta
ki terliği yiyene kadar...
Mehmet Atlı, bu kadim şehrin surlarla, suyla olan
ilişkisiyle başladığı kitabında kişisel tarihinden de örnekler vererek
ilerliyor.
Surları mimari açıdan değerlendirdikten sonra insana
yöneliyor:
"Surlar, içerisiyle dışarısını farklılaştırmış, yüzyıllar içinde
Suriçi'ne özgü-her manada- bir asabiyet, bir insan tipi yaratmış gibidir. Öyle
ki dünya, pek çok sur kentindekinden daha belirgin bir şekilde, surun içi ve
dışı olarak ikiye ayrılmış durumdadır denebilir. İçeride, birçok dilini
karışımından oluşan bambaşka bir dil konuşulur (du). Etnik-
dinsel-mezhepsel-sınıfsal ve dahi cinsel çeşitlilikleriyle bir tuhaf karışım,
uzun yüzyıllar kısmen birbirine değmeden, kısmen de değerek yaşamış, buralara
özgü bir folklor yaratmıştır.
Alabildiğine karakteristik ama aynı zamanda
geniş bir kültürel coğrafyayla akraba mimariler, süreç içinde oluşmuş ve
dönüşmüş birtakım kentsel alışkanlıklar, ritüeller, müzikler ve bugünlere kadar
süren, derin eski zaman izleri; folklorun ötesinde "metropoliten unsurlar"
diyebileceğimiz dinamikler söz konusudur. Kentin bugüne kadar süren nüfus
hareketleri, sürgünler, katliamlar, sığınanlar, iskan edilenler... Velhasıl,
ister Ermeni, Süryani ister Kürt ya da Türk olsun, 16. ya da 20. yüzyılda
yaşamış olsun, esasen Suriçili diyebileceğimiz bir Diyarbakırlı tipi (tipleri)
neredeyse günümüze kadar söz konusudur."
Yazara göre; "bütün bunları bir
duvar yapmış gibidir."
Şehir sur içine sığmaz olunca Ofis ve Yenişehir'e
doğru büyür. Çok katlı apartmanlar, devlet binaları, anıtlar, okullar,
hastaneler, sinemalar, pavyonlarla yeni bir yaşam tarzı inşa edilir.
Hemen
yanı başında, ortasından tren yolunun geçtiği bir zamanlar meşhur üzüm bağlarının
olduğu alan gecekondularla dolar. Göçlerle büyüyen devasa bir yer olur Bağlar.
Havaalanı, İstasyon ve işkenceleriyle meşhur Cezaevi de buradadır.
Mehmet
Atlı, Bağlar'ın da fotoğrafını çekiyor... Ama orası hiç de folklorik, ilginç
değildir. Orası "Diyarbekira Reş (Kara Diyarbakır), Diyarbekira Xopan (Viran
Diyarbakır) ya da Diyarbekira Şewiti (Yanmış Diyarbakır)"dır.
"Göçmenler
Caddesi, Pasaj ya da işhanı gibi dönemin alışveriş alışkanlıklarını yansıtan
yenilikler... Şeytan Pazarı adında sevimli mi sevimli bir semt pazarı,
canlılığını hala koruyan tren istasyonu ile kendiliğinden/organik mekansal
ilişkiler kurmuş dokular... Okulları, camileri, Karadeniz balıkçısı, hatta
birahaneleri, gazino benzeri ortamlarıyla yeni yeni kentsellikler üreten ya da
bunlarla tanışan ve Kurmanci, Zazaki, Arapça konuşanlar, daha başka aksan
konuşan Çüngüşlü yerli Türkmenler, Bulgaristan göçmeni Türkler'den oluşan ve
Diyarbakır ağzında buluşan (bazen de buluşamayan) bir kalabalık. Okullarda,
tandır başlarında, kahvelerde, damlarda, avlularda, boş arsalarda, sokak
düğünlerinde birbirini ve Diyarbakır'ı ve şehri tanımaya başlayan bir
kalabalık..."
Mehmet Atlı, anıtları, parkları, cemevini, cadde, sokak ve
bulvarları da unutmuyor. 1915'teki Ermeni tehcirini anlattığı bölüm ise
yüzyıllar ötesinden bir ağıt gibi...
Demiryolcu olan babasının izinden
giderek istasyonlar ve çevresini ele aldığı bölüm, Diyarbakırsporlu futbolcu
Vehbi, tesisatçı Seyfi Usta ve dedesinin rüyası gibi kitaba serpiştirilen insan
hikayeleri ise dili ve anlatımıyla övgüye değer. Ondan öyküler ve romanlar
geleceğinin de müjdecisi sanki...
Atlı özetle diyor ki; Diyarbakır bir Kürt
şehri olduğu kadar bir Türk ve Ermeni şehridir aynı zamanda... Diyarbakır bunca
felaketten sonra bir dünya şehri olmalı. Ona yakışan da budur.
(Sabah Kitap ekinin 13 Ocak 2015 sayısında yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder