Sayfalar

20 Ekim 2014 Pazartesi

Her kitabıyla küllerinden doğan yazar

Hikayeleri basit ama bir o kadar da karmaşıktır. Karakterleri de sıradandır. Derin diyaloglar, samimi, sağlam ilişkiler derken birden bire tempo hızlanır.
Vahşi hayvanların acımasızca iktidar savaşı verdiği bir belgesele dönüşüverir.
Güçlü olan ayakta kalacaktır. Ancak birden araya girer, itirazı vardır; "böyle gelmiş böyle gitmez" diye haykırır düzene.
O acımasız dünyanın içinden gelen biri olarak her zaman parayı ve iktidarı elinde tutanın kazandığını çok ama çok iyi bilir. Ama bazen pireler de filleri yutuverir.
Gizli servislerin soğuk savaş yıllarında yetişen John Le Carre geçen hafta vizyona giren İnsan Avı ile yine ortaya çıktı.
Soğuk Savaş'ın bitişiyle Demirperde de yıkılınca artık bitti gözüyle bakılan 83 yaşındaki Le Carre aradan geçen 25 yıla rağmen Anka Kuşu misali her kitabıyla küllerinden yeniden doğuyor...
Aslında kendini göstermek için bir şey yaptığı yok.
Reklamı, kalabalığı, gürültüyü sevmez. İngiltere'nin kırsalı Cornwall'daki yamaçta münzevi bir hayat yaşar.
Telefondan nefret eder, klavye kullanmaz, kitaplarını eliyle yazar.
Çok nadir röportaj verir, kitaplarından uyarlanan filmlerinin galasında bir iki görülmüşlüğü vardır.
Kendi deyişiyle bir şehirde en fazla üç gün geçirebilir.
Hayat felsefesini şöyle özetler: "Yazarım, yürürüm, yüzerim ve içerim."
Peki, 8 yıl önce yazdığı 2006'da yayımlanan "Aranan Adam" kitabından uyarlanan filmi niye bu kadar ilgi görüyor.
Çünkü günümüzün en acımasız oyuncusu terör vardır başrolde. Batı'nın 11 Eylül tramvasıyla yüzleşir. Müslüman bir Çeçen olan İsa'nın esrarengiz geçmişiyle bir Türk aile, idealist avukat, Rus mafyası, uluslararası para aklayıcıları, iflasın eşiğindeki bir İngiliz aile bankası ve tabii ki Alman, İngiliz ve Amerikan casusları ortaya çıkıverir.
Le Carre, 20'yi aşkın romanında olduğu gibi bu düğümü de ağır ağır çözerken sizi de beraberinde götürür.
Casusların dünyası çok farklıdır, öyle vurdulu kırdılı Hollywoodvari yapımlar ya da bizim dizilerdeki gibi silahlar ulu orta çekilmez.
Zekâ, sabır, ayrıntı, en küçük bir detay dahi gözden kaçırılmadan değerlendirilir...
Asıl adı David John Moore Cornwell olan John Le Carre daha 17 yaşında Bern Üniversitesi'nde öğrenciyken İngiliz Gizli Servisi'ne alındı.
O anı, "Bir partide ya da kilisede usulca yanına yaklaşırlar. Narin bir süreçtir, bir tesadüf, aşk gibi" diye anlatır.
Onu dünya çapında bir romancı olarak tanıtan Soğuktan Gelen Casus'u yazdığında Batı Almanya'nın başkenti Bonn'daki İngiliz elçiliğinde görevlidir. Kitabı yayımlamak için MI6'daki amirlerinden uzun bir süre onay bekler...
Tam da bu sırada gelmiş geçmiş en büyük çift taraflı ajan daha doğrusu o dünyanın jargonuyla söylersek Köstebek Harold Adrian Russell (Kim) Philby ortaya çıkar.
İngiliz Gizli Servisi MI6'nın iki numaralı adamı Philby aslında Sovyetler Birliği'nin gizli servisi KGB'nin adamıdır. Birinci adam olmak üzereyken Cambridge Beşlisi olarak da anılan Anthony Blunt, Guy Burgess ve Donald Maclean'la birlikte deşifre olur.

1960'ların başıdır, Philby Moskova'ya kaçar ve Le Carre dahil birçok ajanın adını açıklar.
Philby, Batı istihbaratına o kadar çok zarar vermiştir ki işinden ayrılmak zorunda kalan Le Carre, şaheser bir kitapla bu ihanetle hesaplaşır.
Bizdeki adıyla Köstebek ya da orjinal adıyla Tinker, Tailor, Soldier, Spy...
Unutulmaz George Smiley karakteriyle çifte ajanı ortayı çıkardı.
Bir Öğrenci Gibi romanında servisin başına geçen Smiley, Uzak Doğu'da bir operasyonu yönetti.
Sonra Smiley'in İnsanları kitabıyla da KGB'nin tepesindeki adam Karla'yı Berlin'de teslim aldı. Karla'yı beklerken bir Türk kahvesindeki diyaloglar ise unutulmazdır.
Küçük Trampetçi Kız da Avrupa'nın ortasında Filistinliler'in baskınını anlattı.
Son Casus'ta babasıyla hesaplaştı.
Rus Evi'nde meseleye bir de o taraftan baktı. (Kitap, Sean Connery ve Michelle Pfeiffer'in başrollerini paylaştığı bir filme çekildi)
Berlin Duvarı 1989'da yıkıldığında Le Carre ne yapacak diyenler, çok beklemedi. Yolun Sonu kitabıyla Smiley'e anılarını anlattırıp noktayı koydu.
Artık dünya değişmişti, Le Carre de yolunu çizdi.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla ortaya çıkan Rus, Osetya, Çeçenya, İnguş karmaşasına Bizim Oyun kitabıyla daldı. Hatta İstanbul üzerinden bile geçti.
Silah kaçakçıları ve uyuşturucu tacirlerini merkeze oturttuğu Gece Müdürü'nde eğlence ve hüzün, kötülük ve yüreklilik, aşk ve açgözlülük karşı karşıya geldi.
Panama Terzisi'yle Orta Amerika'ya uzandı. Politik oyunların bir terzihanenin kapılarından nasıl geçtiğini gösterdi. (Filminde başrollerinde Pierce Brosnan ve Jamie Lee Curtis oynadı.)
Single ve Oğlu'yla bir bankacılık serüveninin casusluk hikayesini dönüştüğünü gözler önüne serdi.
Bahçıvan'da yolu Afrika kıtasına düştü.
Birbiri ardına çıkan Sıkı Dostlar, Aranan Adam ve Gizemli Melodi'yle yolculuklar devam etti.
Son kitabı Hain'i bir süre önce Fransa'da bir öğrenci evinde okudum. Rus oligarklar ve İngiliz Gizli Servisi'nin adamları az ötemde İsviçre'de müthiş bir kovalamaca içindeydi.
Le Carre'yi terk edemezsiniz o sizi bir şekilde bulur...
Ancak üstadın uğramadığı bir Ortadoğu kaldı, halbuki İngilizler buraları çok iyi bilir...
Kürtler, Şiiler, IŞİD, Esad...
Yani malzeme çok, 83 yaşındaki Le Carre buradan çok ekmek yer...
Ahmet Ümit başta olmak üzere John Le Carre tutkunlarına sesleniyorum. Önce ustanın külliyatı yeniden yayınlansın sonra da buralara davet edip şöyle Boğaz'da rakı balık yedirelim artık o ne yapması gerektiğini anlar...
(SABAH Kitap ekinin Eylül 2014 sayısında yayınlanmıştır)

Tek başına gazino gibiydi


Osmanlı'dan miras ortaoyunu, kantolar, meddah, Hacivat-Karagöz ve geleneksel eğlencelerin tümü yeni dönemle birlikte (Cumhuriyet) artık adı gazino olarak anılan eğlence mekanlarına evrilmişti.
İstanbul kozmopolit yapısı ve paranın başkenti olması sebebiyle başı çekiyordu...
Politik başkent Ankara da geride kalmamış ünlü gazinolar birbiri ardına açılmıştı...
Tabii ki bu işlerin şahikası İzmir'di...
Fuar döneminde memleketin bütün ünlüleri soluğu orada alırdı. Bir ay boyunca Türkiye'nin eğlence hayatı oradan gelen haberlerle beslenirdi.
Zeki Müren'den Müzeyyen Senar'a, Barış Manço'dan Ersen ve Dadaşlar'a, Nurhan Damcıoğlu'ndan Berkant'a, Nuri Sesigüzel'den Şükran Ay'a kadar farklı türlerden söyleyen sanatçılar boy gösterirdi.
Komedyenler de olmazsa olmazıydı gazinoların... Bir şekilde yolunu İzmir'e düşürüp onları izlemeye gidenleri biliyorum...
Şanslılar dönüşte ballandıra ballandıra anlatıp ayrıcalığın tadını çıkarırdı...
Televizyonun hayatımıza girmesine az kalmıştı ancak henüz emekleme aşamasında olduğu için o kültür hızını kesmeden sürüyordu...
Ünlü isimler yılda birkaç kez Türkiye turnesine çıkardı ve alt kadrolarda da birçok sanatçıyı götürürdü. Adana, Mersin, Diyarbakır, Erzurum, Trabzon gibi merkezi kentler uğrak yerlerdi.
Televizyonun tüm ihtişamıyla gelip alışkanlarımızı alt üst ettiği dönemlerde gazinoların havası sürüyordu. Ancak o eski dönemler geride kalmıştı, çünkü teknoloji gelişiyordu. Artık kemanın, gitarın, hatta vurmalı çalgıların sesini çıkaran onların yerini alan elektronik aletler dönemiydi... Onlarca müzisyen işsiz kalmıştı...
Bu dönemin en büyük yıldızları piyanistlerdi...
Ferdi Özbeğen sonra Ümit Besen bir anda gözde oldu...
Beyoğlu'nun ara sokaklarındaki pavyon gibi salaş yerler de bir müddet daha direnecek yerini türkü barlar alacaktı...
***
Geçen çarşamba günü Harbiye'deki Açıkhava Tiyatrosu özel bir konsere tanıklık etti. Yağmur yüzünden ertelenen konsere ilgi büyüktü. Şampiyonlar Ligi maçına ve havanın da serin olmasına rağmen tıklım tıklım dolan tarihi mekanın başrolünde Ata Demirer vardı.
Tek başına gazino gibiydi...
Komedyenlikle başlayan ve Eyvah Eyvah serileriyle süren sinema serüvenini bu kez de müzikle taçlandırdı.
Alaturka ağırlı bir repertuvarla Yusuf Nalkesen'den Yıldırım Gürses'e, Erol Sayan'dan Sadi Hoşses'e kadar sanat müziğinin değerleri geçit yaptı.
Her parçanın girişinde dev ekrandan söz ve müzikler kime aitse fotoğrafları eşliğinde "saygılarla" diyerek anıldı..
Türkü de söyledi, göbek de attı. Aralarda esprilerini de esirgemedi.
Yunanistan'a Balkanlar'a uzandı sonra da taa Geyikli sahiline indi...
Taşkın Sabah'ın yönetimindeki dev müzisyen kadrosu da harikaydı. Anadolu Ateşi danslarıyla geceye renk kattı. Sonra Demet Akbağ ve sanatçı eşi Özge Borak'la noktayı koydu.
Tek başına gazinoydu derken haksız mıyım.

Eylül ayların en güzelidir


Sıcakla başım hiç hoş değildir. Hele bu yılki gibi bir yazı bir daha yaşamak istemem.
Aklıma gelince bile fena oluyorum. Gündüzleri sıcak olabilir ama gece de aynı hal devam edince ruhen daralıyorum. Artık sonlarına yaklaştığımız Eylül tam da artık "yeter" dediğim bir anda imdadıma yetişir.
Şiddetli bir yağmurdan sonra geceler birden serin olmaya başlar. Artık kalın şeyler giymeye başlamanın zamanıdır.
Yatarken de bir pikeyi üstünüze çekip sıcak yatakta kıvrılmak gibisi yoktur.
Akşam erken inmeye başlar, manzara birden değişir. Güneşin batışı, leyleklerin göçü beni sakinleştirir...
Birden şehrin üstüne bir garip sessizlik iner. Gece örtü gibi her yanı sarmaya başlarken her şeyi sanki daha önce hiç görmemiş ya da işitmemiş gibi olurum...
Bu beni çok mutlu eder, sanki bütün dertlerim geride kalmış gibi olur....
Sanatçıların hüzünle şiirlerine, romanlarına, resimlerine kattığı sonbahar benim için çok başka şeyler ifade eder...
Yıllar önce bir arkadaşım "şimdi Ada vapurunda olmak vardı" diye anlatmıştı kendi sonbaharını...
Ayaklarını uzatıp kahve ya da çay eşliğinde saçlarını savuran rüzgarla birlikte öylece suları yara yara gitmek diye tasvir etmişti...
Herkesin bir Eylül'ü var benimki de yeniden kendine gelmek demektir.
Yediklerimden, okuduklarımdan, sohbetlerden başka bir tat almaya başlarım...
Farklı lezzetleri tatmak için keşfe çıkma zamanıdır bir yandan da...
Buram buram terlemeden ya da hasta edecek kadar açık klimanın tacizi olmadan bir yerden bir yere gidebilmek gibisi var mıdır...
Bir başka severim Eylül'ü...
Şimdi tatil yolları da bir başka güzeldir...
Ege'de bir yerlerde olmanın tadı hiçbir şeye değişilmez bu zamanlarda...
Yazın çıldırtan temposunu üstünden atmak istercesine bir huzur gelir...
Ağaçlar, deniz, şehir, insanlar, mekanlar bir şarkı tutturur...
Onu yalnız bizim gibiler duyar.....
Yollar sakinleşmiş, yerleşim yerleri de ıssızlaşmıştır...
Deniz şöyle bir ürpertir ama tadına doyulmaz.
İşte bu Eylül'dür... Durup dinlemek gerekir duyabilmek, duyumsayabilmek için...
Şiir zamanıdır artık....

'eylül! kırılgan mevsim!
cam hançeri güzün
dağılırdı kalbimde
birden gecenin ve gündüzün
perdesiyle örtülürdünüz
tenhâyla ve tül
dolardı içim... eylül!'
Hilmi Yavuz

"Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu"

Bu yıl neredeyse Eylül'e yakın bir zamanda tatile çıkabildim. Özel işlerim ve siyasetin yoğun gündeminden ancak fırsat oldu. Benim için tatil bir yıl boyunca hasretini çektiğim, özlediğim, sıkıntılı zamanlarımda düşler kurup rahatladığım Kuzey Ege'ye doğru gitmektir. Sabaha karşı ezan okunurken yola çıkarım. İstanbul uykusunun en güzel yerindedir, gün ağarmak üzereyken yollar sakindir. Yol üstündeki konaklama yerlerinde özellikle dönüş yolundaki gurbetçilerle kahvaltı ederim. Sonra Kınalı yol ayrımından TEM yolunu terk edip Silivri'ye dönerim. Sahil yolundan Marmara Ereğlisi derken 2 saat olmadan Tekirdağ görünür.
Kent merkezine girmeden arkadan dolanan yeni yolla birlikte Malkara'ya doğru tırmanmaya başlarım.
İp gibi uzanan yollar, dağ, ova, derken birden Keşan yol ayrımına gelirsiniz.
Doğru devam edenler için gurbet yolu başlar. Orası İpsala'dır, ötesi de Yunanistan.
Ben yuvarlak kavşaktan sola döner, Çanakkale tabelasını takip ederim.
Güzelim Koru dağları ve inişle birlikte Saroz Körfezi.
Deniz sağdan görünür sonra da sola geçer.
Eceabat'ta feribotu kaçırırsam doğru Kilitbahir'e..
Dağlarına bir asker görüntüsüyle Mehmet Akif'in o unutulmaz dizelerinin kazıldığı yerdeyim.
"Dur yolcu
bilmeden basıp geçtiğin bu toprak
bir devrin battığı yerdir."
Burası Çanakkkale merkeze en yakın yerdir. Küçük feribotlarla 15 dakikada karşıdayım.
Artık bir saatlik yolum var... İzmir yolunda Ezine'ye varmadan sağdan içeri girdiniz mi tamam...
Geyikli'deki, ah evet tanıdık geldi değil mi. Ata Demirer'in Eyvah Eyvah filmleriyle meşhur ettiği belde...
İskelede vapur sırasına aracınızı koydunuz mu, derin bir "oh" çekmenin zamanı gelmiştir.
45 dakikalık deniz yolculuğundan sonra adadayım. Bildiniz Bozcaada tabii ki...
Yaklaşık 14 yıldır hiç ara vermeksizin ziyaret ettiğim, sevdiğim, huzur bulduğum ada...
Akrabalarım uzun yıllardır burada benim keşfedişim biraz geç oldu ama yine de en güzel zamanlarını bilirim...
Her yıl biraz daha kalabalıklaşan, biraz daha betona kesen ada son 5 yıldır daha hızlı değişiyor.
Maalesef bu değişim hoyratça sürüyor. Her şey adanın özgünlüğünü sevimliliğini yok edercesine bir daha geri gelmemecesine değişiyor.
Canım billur denizinde cips torbaları, pet şişeler geziyor. Kumsaldaki çöp dağları ise korkunçtu.
En çok içimi acıtan üzüm bağlarının arasındaki çöpler oldu, gelişigüzel fırlatılmış...
Bir adalıyla son derece havalı arabasıyla vapurdan indikten sonra bir şeyler arayan sonradan görme kadının diyalogu her şeyi anlatıyor aslında...
"Beymen mağazasına bakmıştım..."
El cevap: "Vapura biniyorsunuz, 430 kilometre sonra İstanbul'a varıyorsunuz orada."
Başlıktaki dizelerin sahibi şiirin büyük ustası, sözcüklerin cambazı Asaf Özdemir'e aitti.
Kısacık ve anlamı büyük şiiri şöyle bitiyor:
"Birinciliği beyaza verdiler."

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Gülme zamanı...



Bugün Türkiye yine sandık başına gidiyor.
Ancak bu kez bildiğiniz gibi çok farklı bir deneyim yaşayacağız.
Seçim yasakları olduğundan "sandığa gitmeyi unutmayın ya da ihmal etmeyin" diyerek bu konuyu kapatalım.
Bugün yıllar önce Hasan Pulur'da okuduğum bir fıkrayla biraz gülelim istedim.
****
CARLO, İtalya'da Fiat otomobil fabrikasında çalışan, kendi halinde bir işçiymiş.
Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle'ün İtalya ziyaretine kadar kimse onu tanımazmış. De Gaulle'ün İtalya gezi programında Fiat fabrikaları da varmış. De Gaulle fabrikayı gezerken, birden duraklamış, tezgâhın başındaki işçi dikkatini çekmiş ve ellerini açmış:
"- O Carlo, sen burada mısın?
- Vay Charles, sen misin?"
De Gaulle ile Carlo sarmaş dolaş olmuşlar...
Herkes şaşkın!
De Gaulle dönüp anlatmış:
"- Carlo ile biz eski arkadaşız. Alman işgalinde birlikte çalıştık. Bize çok yardımı oldu."
İtalyan protokolü hemen durumu idare etmiş.
"- Ekselans, bu fabrikanın en iyi işçisi de Sinyor Carlo'dur. Önümüzdeki günlerde kendisine törenle bir madalya takacaklar..."
De Gaulle çok memnun olmuş, Carlo ile vedalaşıp fabrikadan ayrılmış...
Herkes Carlo'nun etrafını sarmış.
"- Yahu, sen De Gaulle'ü nereden tanıyorsun?
- Söyledi ya!
- Sen daha önce niçin bize bundan söz etmedin?
- Çok mu önemli!"
* * *
ARADAN birkaç ay geçmiş, olay unutulmuş, bu defa İtalya'ya Amerikan Başkanı Nixon gelmiş. Ona da aynı fabrikayı dolaştırıyorlarmış. O da tıpkı De Gaulle gibi birden duraklamış:
"- Vay Carlo, sen burada mısın?"
Aynı sahne, sarılıp kucaklaşmışlar.
Nixon anlatmış:
"- Ben o zaman genç bir avukattım. Carlo'nun bir işi düştü, bana geldi, ilk kazandığım dava onun davasıydı!"
İtalyanlar yine şaşkın, Nixon gidince Carlo'yu sorguya çekmişler:
"- Anlat yahu, Nixon'u nereden tanıyorsun?
- Canım, gençlik yıllarımızda Amerika'ya gitmiştim. Başıma bir iş geldi, param yok, genç tecrübesiz bir avukat buldum, davayı kazandı. Sonra İtalya'ya döndüm, fabrikaya girdim, o da Başkan olmuş!
- Yahu insan söylemez mi?
- Çok mu önemli!"
* * *
GEL zaman git zaman fabrikaya bu sefer Rus Başbakanı Kosigin gelmiş, dolaşırken, Carlo'nun önünde durmuş:
"- Yoldaş, senin adın Carlo değil mi?
- Evet Aleksi!"
Yine sarmaş dolaş...
Kosigin gidince, Carlo açıklama yapmak zorunda kalmış:
"- Gençliğimizde biraz komünistlik yaptık, bunu da o zaman tanıdım.
- İnsan söylemez mi?
- Çok mu önemli? Ben öyle çok adam tanırım!"
Fabrika müdürü kızmış:
"- Yani şimdi, neredeyse Papa'yı da tanıdığını, arkadaşın olduğunu söyleyeceksin...
- Oooo, en iyi arkadaşımdır!"
- Atma!
- Tecrübesi bedava!
Müdür kızmış:
"- Tamam, o halde pazar günü Vatikan'a gidelim, bakalım Papa seni tanıyacak mı?
- Olur, gideriz!"
* * *
PAZAR günü, müdür, muavini ve Carlo Vatikan'a gitmişler...
Carlo izin isteyip Vatikan'ın kapısına gitmiş, nöbetçilerle bir şeyler konuşmuş, kapı açılmış, içeri dalmış.
Müdür, muavinine dönmüş:
"Yoksa Papa'yı da mı tanıyor?
- Kim bilir, bakalım, bekleyeceğiz!"
Biraz sonra meydandaki kalabalık dalgalanmış, herkes Papa'yı görmek için hareketlenirken, balkonun kapısı açılmış ve Papa yanında Carlo ile görünmüş...
Müdür muavinine, muavin müdüre bakarken, Carlo da gözleriyle meydandaki kalabalık arasında müdürünü aramış...
* * *
PAPA tam duaya başlarken, Carlo, kulağına eğilmiş:
"- Sen duaya devam et, bizim müdür yerde yatıyor, gidip bakayım, ne olmuş?"
Carlo fırlayıp meydana koşmuş, kalabalığı yara yara müdürün yanına varmış, bakmış adam yerde baygın, ayıltmaya çalışıyorlar:
"- Yahu ne oldu buna?"
Müdür muavini başını sallamış:
"- Bayıldı!
- Beni Papa'nın yanında görünce mi bayıldı?
- Hayır, seni Papa'nın yanında görünce bayılmadı da arkamızdaki iki Japon sana bakıp, 'Yahu bu bizim Carlo, yanındaki takkeli adam kim?' deyince düşüp bayıldı..."

Yurttaş olmak ve sorumluluk...


Bazen öyle olur..
Sanki sihirli bir el değmiş gibi, benzer olaylar üst üste gelir...
Gazetenin mutfağında çalıştığımız için farklı servislerden gelen haberlerde bile sanki sözleşilmiş gibi ayın vakalar önümüze gelir...
Ben bunları seri cinayetler işleyen katillere benzetirim...
Nereye geleceğini tahmin ettiniz sanırım...
Arife günü yani geçen pazar öğleden sonra TEM yolundayım...
Uzun bayram tatiliyle birlikte 5 milyon kişi kenti terk etmiş.
Hasret kaldığımız bir ferahlık var her yerde... Keyifli keyifli araba kullanıyorum.
Sonra radyoyu açtım, anayolda bir halk otobüsü yanıyordu...
Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ne girmek üzereydim o an, benim bulunduğum noktadan 10 kilometre gerideki yangınla ilgili teyit edilmeyen ölüm bilgisi de gelince içim burkuldu.
Tam da bayram önü, nice insanların içine ne acılar düşmüştür...
İstanbul boşalıp trafikte rahatlayınca ne yazık ki sürücüler deli gibi araç kullanıp kaza yapıyor.
Tabi bu kazalar da ya ölümcül ya da ağır hasarlı oluyor.
Yani sıkışsa bir dert boş olsa bir dert...
Halk otobüsü de iddialara göre hızlı giderken kontrolü kaybedip bariyerlere çarpmış ve yanmaya başlamış.
Kapıları da açılmadığı için tam bir can pazarı yaşanmış. Sonuç 4 ölü, 20 yaralı...
Bir gün sonra bir başka halk otobüsü Şile yolunda yine yaralamalı kaza yaptı.
Cuma günü ise korkunçtu.
Kabataş'ta bir otobüs durağına daldı. Onlarca yaralı var.
Beşiktaş'ta Yıldız yokuşunu inerken birinin freni patladı, kaldırıma çıkıp zor durabildi.
Denizli'de bir otobüs markete girdi, 2 kişi öldü...
Bundan 12 gün önce Diyarbakır'da LPG yüklü tanker kaza yaptı, patladı ve yardım için duran iki yolcu otobüsü ve bir küçük araçtakilerin hepsi de alev topunun içinde kaldı.
Ve ağır yaralılar ne yazık ki ardı ardına hayatını kaybediyor. 26 kişi öldü, daha 50 yaralı var.
Bu kazaların hepsi de ihmal ve dikkatsizlikten kaynaklanıyor.
Bakın, LPG faciasından sonra öğreniyoruz ki, yollarda bu durumda canlı bomba gibi gezen 3 bin tanker varmış.
Otobüsler ise ucuz olsun diye 10 numara denen bir yakıt kullanıyor.
Tamamen yasadışı ve bırakın kazayı durup dururken yanan bir yakıt.
Geçen yıllarda da böyle kazalar olmuştu. Basın ve polis işin üstüne gitmişti ancak görülüyor ki kimse ders almamış.
Şehir içlerinde çalışan özellikle halk otobüsleri ise kural ihlallerini bir yana bırakıyorum (Çünkü bu iş sayfalar dolusu yazılıp örnekler verilse yine bitmez) ne yazık ki gerekli bakımdan geçirilmiyor.
Bu iş her yere polis dikmekle ya da kontrolle önlenecek şeyler değil.
Küçük araçlar için de geçerli olacak bir meseledir bu...
Bilinçli, sorumlu ve saygılı bir yurttaş olmaktan geçiyor çözüm...
Gerisi boş laf.

8 Ağustos 2014 Cuma

Kim durduracak?


Temmuz ayının ortasında arabamız sık ağaçların arasından döne döne dağlara doğru tırmanıyordu. Hava buz gibiydi, aradığımız yere doğru mesafe kısalmıştı.
Birden sis de bastırdı. Uzaklarda derin vadiler, tepeler görünüyordu. Sonra dev bir anıt karşımıza çıktı.
Burası Fransa'nın Alsac bölgesi, Avrupa Birliği'nin kalbi Starsbourg'a 40 kilometre uzaktaydık...
Otoparka girdiğimizde yer bulmakta zorlandık, halbuki yol boyunca tek tük araca rastlamıştık.
Kalın montlar, yağmurluklar, kapişonlu giysiler alındı. Hiç durmayan yağmura karşı şemsiyeler fora edildi.
İki katı müze olarak dizayn edilmiş binaya girdiğimizde tüylerimiz ürperdi...
Biletler alındı; adam başı 6 euro...
Dışarıya çıkıp ağır ağır yürümeye başladık.
Dikenli tellerle çevrilmiş, tahtadan dev bir kapı ve üstünde Almanca bir yazı...
2. Dünya Savaşı'nda en büyük acıların yaşandığı bir Nazi kampındayız...
Adı Struthof, burada 56 bin Yahudi öldürülmüş.
31 ulustan insanın can verdiği kampta 6 da Türk varmış.
Kamp bölgedeki irili ufaklı Nazi kamplarının en büyüğü.
Buraya toplayıp toplu imha yapılmış.
İçeri girdikten sonra soldan aşağıya kadar uzun bir koridor var.
Dikenli tellerin sarıldığı direkler sanki sonsuzluğa uzanır gibi sisin içinde kayboluyor.
Gerisini uzun uzun anlatmaya gerek yok.
Elbiseler, işkence aletleri, ranzalar, kalınan yerler, hücreler, nöbetçi kulübeleri ve....
Kampın en aşağısında Crematorium yani insanları yaktıkları yer, bacası upuzun...
Yukarda da Fransızlar'ın ölenlerin anısına yaptırdığı anıt ve mezarlar var...
İnsanın ürpermemesi elde değil, burayı gezenlerin çoğunun ağladığını görüyorum...
Akşam eve geliyorum televizyonlarda Gazze var.
İsrail, Müslümanlar'ın kutsal ayı Ramazan'da vurmaya başlamış...
Sivil, yaşlı, genç, çocuk, kadın dinlemeden hedef gözetmeksizin yüzbinlerce Filistinli'nin üstüne bomba yağdırıyor.
Kumsalda oynayan çocuklar bile bile öldürülüyor.
 Dünya basını her şeyin tanığı.
Soykırım gibi bir felaketi yaşamış İsrail 60 yıldır Filistin halkını acımasızca, gaddarca yok etmeye çalışıyor.
Sağduyulu Yahudiler büyük tepki gösteriyor ancak gözü dönmüş Netenyahu, kuyruğunun üstüne yatmış Batı'nın desteğiyle duracak gibi değil...

5 Ağustos 2014 Salı

Korku eşiği aşılırken...



Rosa Louise Parks Amerika Birleşik Devletleri'nin Alabama eyaletinde yaşayan bir siyahtı.
O yıllarda ABD'nin güney eyaletlerinde siyahilerle beyazlar otobüslere ayrı kapıdan biniyor, kendilerine ayrılmış ayrı yerlere oturuyorlardı.
Rosa Parks bir gün Montgomery'de otobüse bindi.
O otobüste bir beyaz, beyazlara ayrılan yerde yer bulamayınca, siyahilere ait bölümde oturmakta olan Rosa Parks'tan koltuğundan kalkıp kendisine yer vermesini istedi.
Şoför de kalkması için uyardı ama Parks yerinden kalkmadı.
Tutuklandı ve hapse girdi.
Olaydan sonraki bir yıldan daha uzun bir süre boyunca siyahiler otobüslere binmediler, her yere yürüyerek gittiler.
Protesto eylemleri bir yıl sonra meyvesini verdi.
ABD Federal Mahkemesi, otobüslerdeki bu uygulamayı yasakladı.
Ama Rosa Parks, Alabama'da beyazlar tarafından taciz edildiği için kuzeye taşınmak zorunda kaldı.
Aynı tarihlerde Alabama valisi, siyahileri üniversitelere almama gayreti içindeydi.

Büyük olaylar patlak verdi. Martin Luther King'in başını çektiği giderek büyüyen hareket 1964'de çıkarılan yasa ile başarıya ulaştı.
 Rosa Park bu direnişin sembolü haline geldi.
Rosa, 1996 yılında Başkanlık Hürriyet madalyasına lâyık görüldü. 1999'da Time dergisince 20. yüzyılın insan hakları savunucusu seçildi. Aynı yılın başında da Kongre'nin altın madalyasına hak kazandı ve bu ödülü Bill Clinton'un elinden aldı.
Tam 59 yıl sonra Alabama'dan çok uzaklarda Diyarbakır'da bir anne "Yeter artık" diyerek oturma eylemi başlattı.
PKK'nın kaçırdığı çocuğunu istiyordu.
Baskılara dayanamayan örgüt oğlunu geri gönderdi.
Korku eşiği yıkılmıştı artık. İki gün sonra bir anne daha ortaya çıktı.
İki, üç derken annelerin sayısı 72'ye çıktı.
Ardından İstanbul, Adana, İzmir, Adıyaman sökün etti.
Daha 18 yaşına bile girmeden kandırılıp götürülen çocukları için feryat ediyorlardı.
Bir çığ gibi yuvarlanarak büyüyen eylem Kürt siyasetçileri de zor durumda bıraktı.
Türkiye artık bir yol ayrımında; savaş ve barış arasında...
Ancak bu saatten sonra anaların barış çığlığının önüne kimse geçemiyecek.
2005'te aramızdan ayrılan Rosa Parks'ın ruhu bugünlerde Diyarbakır'de geziniyor.

Unutulmasın ki bir daha olmasın...



"Burda yeşil biber acı mı acı,Acımı acı, burda türküler."
Nazım Hikmet

Bir İngiliz gazetesinin, "Soma'daki facia Türk toplumunun üzerinde ağır bir travma yarattı" yorumu çok yerinde bir tespit.
Dile kolay pisi pisine yitip giden 301 can...
Soma'daki maden kazasının üstünden yaklaşık 10 gün geçti.
Sürekli yeni bir insan hikayesiyle yürekler bir kez daha kanıyor.
Hayatın kıyısına tutunarak ayakta kalmaya çalışan insanların zorlukla sürdürdükleri yaşamlarını öğrendikçe acımız katlanıyor.
Ya geride kalan aileler.
Eşler, çocuklar, anneler, babalar, akrabalar, dostlar, komşular...
Onların hikayeleri de yitip giden canlar kadar dramatik.
İşte, sokakta, yolda, vapurda, takside, berberde, evde her yerde Soma var.
Benim duygularım da farklı değil...
Küresel köy haline gelen dünyanın herhangi bir yerindeki küçük bir olay bile iletişim ve teknoloji sayesinde anında duyuluyor.

Vakit geçirilmeden yapılan yorumlar, eleştiriler derken bazen durum içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor.
Orada yaşanan tatsız hadiseler, öfke patlamaları, sosyal medyadan bilip bilmeden yapılan yorumlar ve cepheye bölünmüş insanların yaptığı seviyesiz yorumlar ise halledilmesi gereken sosyolojik bir durum...
Patronun kısa zamanda kar hırsıyla sömürdüğü işçiler, taşeronluk sistemi, güvenlik önlemlerinin yetersizliği daha doğrusu neredeyse hiç olmaması ise kabul edilebilir gibi değil.
İhmaller ki yazmaya kalksam buraya sığmaz, önceden yapılan uyarıların dikkate alınmaması da işin bir başka boyutu...
Farkındayım yazı da ruhumuz gibi dağılıyor, toparlamaya çalışayım.
Bu topraklarda bir şeyler yapmak için başımıza mutlaka bir şey gelmesi gerekiyor, yoksa kimse kılını dahi kıpırdatmıyor.
Anaokulunda kırık klozetin yapılması için bir çocuğu öldürmesi mi gerekiyordu, öğrenci servislerinde denetim için kaza yapması mı gerekiyordu.
Koruma isteyen kadının başvurusunu ciddiye almak için öldürülmesi mi gerekiyordu...

Liste uzayıp gidiyor.
İş kazalarında Türkiye'nin ilk sırada olması yeterince uyarıcı değil mi.
Bakın yıllardır tersanelerde insanlar ölüp duruyordu.

Şimdi oluyor mu, çünkü çok sert ve sıkı önlemler alındı. Ancak bu kadar insanı kaybetmeden de bunlar olabilirdi.
Bu kez fırsat kaçmasın, toplum her kesimiyle ayağa kalkmış ve kenetlenmişken, madenlerde öyle önlemler alınsın ki 50 yıldır işçi ölümü yaşanmayan Almanya gibi olalım
Unutmayalım, unutturmayalım.
Soma artık bir milat olsun...
Ve diyelim ki; "Büyük bir facia yaşadık ama ders almasını da bildik.

O günden beri her iş kolunda işçilerimiz güvenle ve huzurla çalışıyor.
Aileleri de endişeyle değil huzurla onları bekliyor."

Maden ocağının dibinde...



O gün yazıişlerinde her zamanki gibi bir gündü...
Akşamüstü ajanslar ve televizyonlar Soma'daki madende patlama ve yangın haberlerini flaş haber olarak geçmeye başladı. İçerde kalanlar vardı. Ve saatler ilerledikçe durum belirginleşmeye başladı. Bakan Taner Yıldız'ın Soma'ya giderken yaptığı açıklama ve yüzünün ifadesi hiç de hayra alamet değildi...
Sonrasını günlerdir milletçe yaşıyoruz.
Yediğim, içtiğim boğazıma diziliyor, ekranda yayınları izlerken ev halkı hıçkırıklara boğuluyor...
Çok uzaklara gidiyorum birden... Eski long playli yıllara.
Pikabın iğnesi iniyor ve o muhteşem ses içime işliyor...
Rahmetli Cem Karaca'nın "Yoksulluk Kader Olamaz" albümündeki parçalardan biri...

Maden ocağının dibinde
Hava yok ışık yok
Maden ocağının dibinde
Besin yok karın yok.

Maden ocağının dibinde
Oğlun bile yok
Maden ocağının dibinde
Bir sen varsın, direnen.

Maden ocağının dibinde
Işık yok hava yok
Maden ocağının dibinde
Besin yok karın yok.

Maden ocağının dibinde
Oğlun bile yok
Bir sen varsın, direnen
Maden ocağının dibinde.

Ayırdılar seni dünyadan
Aldılar elinden ışığını,
havanı, besinini
Sevdiğin kadını
taptığın oğlunu
aldılar elinden
Ayırdılar seni dünyadan...

Gazeteleri okuyorum satır satır.. Televizyona ara sıra gözüm kayıyor. Berberde, manavda, lokantada, takside her yerde Soma'nın acısı var...
Dünyaca ünlü futbolcular, sanatçılar, kulüpler acımızı paylaşıyor.
Sanal alemde ise kıyamet kopuyor. Herkes bir cepheye çekilmiş birbirine giydiriyor.
"Biraz susun yasımızı tutalım sonra hep birlikte hesap soralım" desem faydası olur mu?

'Ben ki Süleyman Han'ım...'



Bizim Kanuni, Batılılar'ın Muhteşem diye andığı Sultan Süleyman, Osmanlı padişahlarının üstüne en çok konuşulan, en çok yazı ve kitap yazılan, film çekilen, tartışılan ismidir.
1520'den 1566'daki ölümüne kadar, yaklaşık 46 yıl boyunca tahtta kalan Süleyman son üç yıldır bir diziyle gündemdeydi.
 Önceki gün, son seferinde ölünce iç organlarının Macaristan'ın Zigetvar şehrindeki caminin bahçesine gömüldüğü ortaya atıldı. Bazı tarihçiler karşı çıksa da tam 448 yıl sonra bile Kanuni yine konuşuluyor...
Nasıl konuşulmasın ki onun döneminde Osmanlı dünyanın en görkemli imparatorluğuydu...
13 kez sefere çıkan Süleyman saltanatının toplam 10 yıl 1 ayını seferlerde geçirmiştir. Süleyman böylece devletin hem en uzun süre görev yapan hem en çok sefere çıkan hem de en uzun süre sefer yapan padişahı olmuştur.
Babası Yavuz Selim'den 6.557.000 km2 olarak devraldığı Osmanlı İmparatorluğu'nu, 14.893.000 km2'ye ulaştırdı.
Onun döneminde Akdeniz, Barbaros kardeşlerin kaptanlığında bir Osmanlı denizi haline gelmiştir.
Alman İmparatoru Şarlken'e yenilerek esir düşen Fransa Kralı Fransuva'nın yardım istediği bir adamdan söz ediyoruz...
Hani cevaben, "Ben ki" diye başlayıp kendi ünvanlarını saydıktan sonra
"Sen ki
Françe vilayetinin kralı Françesko (François, Fransuva)'sun" diye ettiği ünlü mektuptan...
Ayrıca, Avrupa'dan Asya'ya, Kafkaslar'dan Afrika'ya koca bir ülkede adaletle hüküm sürüp, refahı sağlamanın yanısıra her bir yanı imar edip görkemli eserlerle süslemek...
Mimarbaşı Mimar Sinan'ın Osmanlı yurdunu, han, hamam, cami, yol, köprü, medrese, hastane, su yollarıyla donatması da onun zamanındadır.
İngiliz Saray tarihçisi Philip Mensel, "Dünyanın Arzuladığı Şehir: Konstantaniyye" kitabında, bir İngiliz seyyahın, Kanuni döneminde şehrin güzelliğini övdüğünü ve sokaklarında dilenci olmadığını yazdığını aktarır.
Savaşçı ancak ayanı zamanda kültür ve sanatın da zirvede olduğu bir dönemdir Kanuni'nin hükümdarlığı...
Muhubbi mahlasıyla en fazla şiir yazan padişahtır... Şiirlerinin en güzelini eşi Hürrem Sultan'a adamıştır:
"Celis-i halvetim, varım, habibim mah-ı tabanım
Enisim, mahremim, varım, güzeller şahı sultanım"
(Benim birlikte olduğum, sevgilim, parıldayan ayım,
Can dostum, en yakınım, güzellerin şahı sultanım.)

O şairleri sanatçılar desteklemiş ve gözetmiştir.
Döneminde yetişen şairler arasında Fuzûlî, Bâki, Pir Sultan Abdal ve Bağdatlı Ruhi vardır. Matrakçı Nasuh ise dönemin önemli ressam, tarihçi ve minyatür sanatçılarındandı. Süleymanname'yi yazan şehnameci Arifî, nakkaş Nigarî ve hattat Ahmed Karahisarî de dönemin önde gelen sanatçıları arasındaydı...
Din eğitiminin yanısıra tıp, matimatik gibi bilimlere ağırlık veren medreseler, külliyeler kurulmuştur. Kütüphaneler de cabası...
Evet Şehzade Mustafa'nın öldürülmesi hazin ama boşuna Kanuni olunmuyor.
Onun ne saltanat ne padişahlık hayattaki en önemli şeyin sıhhat olduğu dizeleri ise bir başyapıttır:
"Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sihhat gibi."

Nisan'ın üç günü...




Anadolu toprakları binlerce yıllık geçmişiyle ne çok şeye tanıklık etmiş.
Görmüş geçirmiş bu kadim coğrafyada birçok halk yaşamış, her birinden izler kalmış... Savaşlar, barışlar, acılar, kucaklaşmalar...
Konuşarak, okuyarak bitirilecek gibi değil...
Bir bakarsınız, Hititler Kadeş Anlaşması'nı imzalarken öte yanda Troya'lılar savaşır...
Antakya'da Hıristiyanlığın ilk kilisesi kurulurken Yahudiler Urfa'daki sinagogta toplanır...
Alparslan Malazgirt'ten Anadolu'ya adım atarken Bektaşiler dergahlarını kurmaya başlar...
Yunus Emre, "Kalanlara selam olsun" derken Pir Sultan, "Boyun eğmezem" diye isyan eder...
Selçuk Sultanları Divriği'deki camide namaz kılarken Osmanlı'nın kurucusu Osman Bey, Şeyh Edebali'den öğüt alır...
Fatih, İstanbul'u alıp Ayasofya'ya ilerlerken Kanuni, Viyana kapılarına doğru sefere çıkar...
Barbaros Hayrettin Paşa Akdeniz'de sefer üstünü sefer yapar, Vezirazam Sokullu Mehmet Paşa yenilgiden ders çıkarır...
İstanbul zevki sefaya dalıp lalelerle donanırken yüzbinlerce insan Kafkaslar'dan acı içinde kaçar...
Balkanlar'da vahşet üstüne vahşet yaşanırken payitaht İstanbul'da endişe doruğa çıkar...
Nazım "Tek tek ışıklar yanıyordu" diye toprakları için savaşan kahramanları dizelerinde anlatırken Çanakkale'de, Kafkaslar'da, Galiçya'da, Yemen'de Mehmetçik çaresizce can verir...
Hepsinin bir tarihi zamanı vardır...
Ancak Nisan ayının öyle bir üç günü vardır ki beni her zaman çok düşündürmüş ve etkilemiştir...
Hem de arka arkaya tarihler...
23 Nisan bir milletin ayağa kalktığı tarihtir...
 İşgal edilmiş, çaresizlik içinde kıvranan vatanın halini gören Mustafa Kemal ve arkadaşlarının "söyleyecek sözümüz var" diye yola düştüğü tarihin kilit taşlarından biridir 23 Nisan...
 Meclis'in kurulduğu o gün demokrasiye giden bir yoldur aynı zamanda... Ve anlamlı günün çocuklara armağan edilmesi de bir o kadar anlamlıdır...
24 Nisan ise acı bir gündür tarihimizde...
Osmanlı Ermenileri'nin savaş yıllarında zorunlu tehcirle büyük acılar yaşadığı bir gündür...
Binlerce yıl birlikte yaşadığımız kadim bir halkın yaşadığı felaketin Başbakan'ın taziye mesajıyla 99 yıl sonra anılması da yüreklere su serpmiştir.
En büyük dileğimiz geleceğe artık kavga ve öfkeyle değil mutlu ve huzurla bakmaktır. Bu da başkalarının acılarını paylaşmakla olur...
Bir büyük devlet ve halka da bu yakışır...
Ve 25 Nisan...
Çanakkale'de vatanını korumak için diklenen bir avuç kahramanın destan günüdür...
Fransızlar'ın ve İngilizler'in peşine takılıp ta Avustralya'dan, Yeni Zelanda'dan, Hindistan'dan gelenlere karşı bir ulusun ayağa kalkışıdır...
"Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum" diyen Mustafa Kemal'ın tarih sahnesine çıkışıdır..
Bugün o halkların insanlarıyla ne mutlu ki barış içinde yaşıyoruz.
Her yıl gelip huzur içinde atalarını anıyorlar...
23, 24 ve 25 Nisan... Hiç unutulmayacak...

Pamir, Mert ve diğerleri...


 
Geçen hafta siyaset, futbol, havalar, günlük hayatın içinde iki önemli olay yaşandı. Toplumun vicdanının, insanlığının testten geçtiği bir turnusol kağıdı gibiydi...
3.5 yaşındaki Pamir birdenbire ortadan kayboldu...
Babası oğlunun fotoğrafını da koyarak twitter'den çağrı yaptı.
İnternet üzerinden binlerce insan bu çağrıya yanıt verdi.
Gazeteler ve televizyonlarda meseleyi çok iyi bir şekilde sahiplenince toplum bir anda kenetlendi.
İstanbul'un Avrupa yakasında Karadeniz'e doğru bir semt olan Zekeriköy'de bir anda binlerce gönüllü ve kurtarma ekipleriyle birlikte küçük çocuğu aramaya başladı.
Buraya kadar her şey olması gerektiği gibi gidiyordu.
Ancak internette bir anda "aileye, kayıp çocuğa, arama yapanlara" acımasızca hakaretler başladı.
Kesinlikle bilgi sahibi değildiler ancak bir kanaatleri vardı. O da önyargı...
Keskin bir bıçak gibi, gelişgüzel ateşlenen bir silah gibi kelimeleri boca ettiler...
Kısa süre sonra küçük çocuk yan komşunun havuzunda bulundu...
Ne yazık ki ölmüştü, o küçük bedeni tüm bu tartışmaların içinde hareketsiz yatıyordu...
Acılı ailenin feryatları taa Başbakan'a kadar ulaştı.
Erdoğan, babayı arayıp telefonla başsağlığı diledi...


Öteki olay da kaza değil ama daha vahimdi...
Karslı Mert Aydın daha 9 yaşındaydı.
Babasına yemeğini götürmüş sonra ortadan kaybolmuştu... Birkaç gün sonra ıssız bir yerde öldürülmüş olarak bulundu.
Ne yazık ki cinsel tacize de uğramıştı.
Ankara'dan giden özel ekiplerle birlikte güvenlik güçleri 24 saat boyunca katili arıyor.
Şu satırlar yazılırken "çemberin daraldığı" yolunda haberler geliyordu...
Pamir ve Mert'in yüzlerine bakıyorum.
Nasıl da güzel gülüyorlar, içine işliyor insanın...
Uzaktan bu kadar etkileniyorsak kimbilir aileleri, sevdikleri ne haldedir...
Çocuklar, hepimizin en değerli varlığı, geleceğimiz...
Bir toplum da çocuklara verdiği önem ve değer üzerinden yücelir, büyür ve gelişir.
Utanmazca yapılan yorumları, hakaretleri yapanlara bir sözümüz var:
Onlar üstünden yapılan hiçbir şey kabul edilemez...
Sadece masumdurlar, o kadar...

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Zor zamanlarda sabır ve sağduyu...


"Hayat bizi dört işlemle sınar:
Gerçeklerle çarpar, ayrılıklarla böler
insanlıktan çıkarır ve sonunda
'topla kendini' der..."
Tolstoy

Zor bir coğrafyadır burası, idare etmesi, anlaması kolay değildir dışardan bakana... Bu topraklarla yoğrulmak, havasını, suyunu bilmek gerekir.
İnsanı da böyledir, ırkı, dili, dini farklı farklı kültürlerin buluştuğu yerdir... Bir zamanlar bu farklılık daha çoktu ama olsun, her giden bir tortu bırakmıştır...
Bir süredir sıkıntılı daha doğrusu fırtınalı, hatta kasırgalı bir dönemden geçiyoruz...
Siyaset, sokak, mahalle, spor, futbol, ilişkiler bir süredir gri bir bulutla kaplanmış...
O masmavi denizi özlüyor herkes sakin ve huzur veren
Deniz kabarıyor, sahili dövüyor ardı ardına...
Ve geri çekilirken tortusunu bırakıyor.
Rüzgar o tatlı esintisini terk etmiş, yüzümüzü yalayıp bizi serinletmiyor bir süredir.
Ağaçlar yerinden sökülüyor, evlerin çatısı uçuyor...
İnsanlar ise hüzünlü ve çaresiz izliyor her şeyi. Evlerinin kapısını penceresini kapatmış fırtınanın dinmesini bekliyor.
Tehlike gördüğünde içine kapanıp, dikenlerini ortaya çıkaran kirpi misali gibi ruhlarımız...
Kimse kimseyi dinlemiyor...
Ama bunlar da geçer geçecek de...
Neler neler görmüş, atlatmış bu toplum bunlar ne ki...
En zor zamanların üstesinden gelmiş. İşgaller, depremler, yangınlar, savaşlarla baş etmiş...
Bu topraklarda yaşayan; Mevlanalar, Yunus Emreler, Hacı Bektaşlar, Kanuniler, Mimar Sinanlar, Mustafa Kemaller bize çok şeyler anlatıyor...
Geçmişte olanlar bize bugün ışık tutuyor.
Şimdi ruhlarımızı, sevgimizi, dayanışmayı öne çıkarma zamanıdır...
Bir olmayı, birlik olmayı denemeliyiz.
Tabii ki insanoğlunun binlerce yılda biriktirdiği evrensel değerleri de unutmayacağız.
Hukuk, insan hakları rehberimiz olacak.
Geleneklerimizi ihmal etmeyeceği tabii ki...
Evrensel olanla buluşup bizi daha ileri taşıyacak.
Bu yaşadıklarımız güzel günlerin sıkıntısıdır, fazlalıklardan sıyrılıp güneşli günlere ulaşacağımızı biliyorum...
Burası Anadolu'dur, selam olsun ona...
"Şu akıp giden kum seline bak;
ne durması var, ne dinlenmesi,
bak birdenbire nasıl bozuluyor dünya
nasıl atıyor bir başka dünyanın temelini..."
Mevlana

Dostlar böyle günler için vardır



Aklıma geldikçe baktığım bir blog var. Almanya'da yaşayan bir Türk gencinin daha çok futbol ve sanat üstüne yazdıklarını okumak bana iyi geliyor. Özellikle Almanya'yı öyle bir biliyor ki, nenedeyse amatör kümeyi bile takip ediyor. Misal; önceki gün Bayern Münih'in efsane başkanı Uli Hoeness vergi kaçırmaktan 3 yıl hapis cezası aldı. Ben aylar öncesi bu dava açıldığında onun kaleminden inanılmaz Hoeness hikayeleri okumuştum.
Bazen de bir kitap bir film bir albümü ele alıyor...
Dün şöyle bir dizeyle karşılaştım:
"Bazı anlar bitmesin
Anneme ömür biçilmesin
Çay soğumasın.
Ahmet Kaya susmasın.
Sen gitme..."
Sonra da Ahmet Kaya için yapılan bir albümden söz ediyordu... Ben de bir süredir onu dinliyordum. Önce küçük bir bilgi...
Ahmet Kaya'ya ilk saygı albümü 2002'de 'Dinle Sevgili Ülkem' adıyla yayımlanmıştı. Aradan geçen onca zaman sonra bu kez yokluğunu anlatan ve hissettiren ikinci saygı albümü yayımlandı: Bir Eksiğiz.
Albüm, Gülten Kaya tarafından bir yıl önce projelendirildi. Ardından da 27 sanatçı mikrofon karşısında geçerek Ahmet Kaya şarkılarını yorumladılar.
Albümde kimler yok ki; Sezen Aksu, Teoman, Aynur, Halil Sezai, Bülent Ortaçgil, Zuhal Olcay, Niyazi Koyuncu, Yaşar Kurt, Hayko Cepkin...
İçinde Rock, Pop, Rap dahil olmak üzere birçok müzik türünü barındıran albümde, Gripin'in söylediği 'Ayrılığın Hediyesi' şarkısının şiirini Küçük İskender seslendirirken Niyazi Koyuncu'nun yorumladığı 'Doruklara Sevdalandım' şarkısının şiirini ise Okan Bayülgen seslendiriyor.
Ahmet Kaya'nın da sesiyle katıldığı iki farklı eserin biri Leman Sam, diğeri Ceza tarafından yorumlanması daü hoş bir sürpriz olmuş.
Babasını kaybettiğinde 13 yaşında olan Melis Kaya da albümün proje danışmanlığını üstlenmiş. Melis, "Dinimden, cinsiyetimden, milletimden, ırkımdan sıyrılıp yalnızca insan olduğumu fark etme serüvenimdeki yılmaz süvariydi babam" diyor.
Ağladıkça şarkısını seslendiren Sezen Aksu bir röportajında duygularını şöyle dile getiriyor:
"Gülten Kaya'nın eşsiz sözlerinin, Ahmet'in kulağımdan gitmeyen sesiyle, aşkla beden bulduğu 'Ağladıkça'yı söylerken, acıdan yeşeren umudu, tüm hücrelerimde yeniden hissettim.
Aslında ağladıkça güneşe doğru yürüdüğümüzü bir kez daha hatırlamak, yaşamla ilgili inandığım, söylediğim, tutunduğum her şeyi onayladı sanki. Söylerken Ahmet elimden tuttu, Gülten sırtımı sıvazladı, iyi geldi. Dilerim başkalarına da yeniden iyi gelir bu hüzünlü umudun şarkısı."
Duygu yüklü bu atmosferin dışında albümün müzikalitesi nasıl derseniz çok ısınamadım.
Burak Kuru'nun dediği gibi "kimisi fiyakalı, kimisi dingin düzenlemelerle üzerimize sinmiş şarkılar yeniden karşımızda. Ama ruh yok."
Ben de böyle hissettim, çünkü Ahmet Kaya'nın çıtası çok yüksekti.
Ancak yine de dostların böyle günlerde el vermesi çok değerli ve anlamlı.

Kadınlar Günü ve zihniyetimiz...


"Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız..."

Nazım Hikmet Memleketim'den İnsan Manzaraları kitabında Kurtuluş Savaşı'nı destansı dizelerle anlatır.
Kadınlardan söz ederken savaştaki insanüstü gayretlerini anlatır ve yukarda alıntı yaptığım bölümdeki gibi toplumsal bir eleştiri de yapar...
Bu dizelerin üstünden neredeyse yarım asır geçti. Dünya ve Türkiye çok değişti.
Kadınlarımız da 50 yıl öncesine göre birçok kazanımlar elde etti, toplumsal yaşamda belirgin bir şekilde kendilerini hissetiriyorlar.
Avukat, doktor, polis, asker, yazar, yönetmen, sporcu, bankacı, gazeteci, milletvekili, bakan, belediye başkanı hatta Başbakan bile oldular.
Bugün üniversitelerimizdeki kadın öğretim üyesi sayısı Batı ülkelerinden bile fazla...
Türkiye'nin en büyük holdinglerinin başında bir kadın var ve birçok şirketin yönetim kadrolarında da başarıyla yer alıyorlar...
Türban konusunun kavgasız gürültüsüz halledilmesi, zorunlu eğitim 12 yıla çıkarılması ve küçük yaşta evliliğin yasalarla engellenmesi kadınlarımızı hak ettikleri yerlere gelmelerini sağlama konusunda çok önemli adımlardır...
Ancak tüm bu gelişmelere rağmen Nazım'ın dediği gibi hala kadınlarımıza ikinci sınıf muamele yapılmaktadır...
Özellikle son yıllarda kadına şiddetin kentlerde gittikçe artış göstermesi büyük bir üzüntü kaynağıdır.
Kırsal kesimden bile fazla olan bu şiddetin özellikle okumuş etmiş insanlar içinden çıkması ise tüyler ürpertiyor...
Artık kaba şiddet de kesmiyor bu canavarları, gözlerini kırpmadan eşlerini, sevgililerini, kardeşlerini öldürüyorlar...
Her şeyin başı eğitim derlerdi ya demek ki bu da kar etmiyor.
Yasalar da bir yere kadar korunma sağlayabiliyor...
Mesele zihniyet değişikliğinde yatıyor.
O günlerin biran önce gelmesi dileğiyle.
Aslında her günleri bayram olması gereken kadınlarımıza kutluyorum...
(Karikatür: Salih Memecan)

Eyyvah Eyvah serisi artık bir klasiktir...



Bizden önceki neslin Vahi Öz'ü vardı...
Şişman, tıknaz ve kendine özgü gırtlaktan çıkan sesiyle her tipe girerdi. Orta Anadolulu babacan esnaf ya da kodaman bir işadamı olurdu. Sevgili biricik kızını, yakışıklı ama fakir jöne vermeye yanaşmaz ama sonra yumuşar film tatlı sonla biterdi. Daha çok Batı'dan uyarlama filmler olurdu ama Türk versiyonu...
Sadri Alışık ise Turist Ömer tiplemesiyle çok meşhurdu. Selamı, yaşa deyişiyle, mazlumların, gariplerin, yoksulların sesiydi. Komiklikler yapar ama ağlatınca da mendil dayanmazdı.
Feridun Karakaya'nın Cilalı İbo'su geleneksel tiyatronun tiplemesiydi. Orta Oyunları'nın o zamana göre modern versiyonuydu...
Bizim nesil ise biraz daha şanslıydı.
Kemal Sunal, Şener Şen, Münir Özkul, Erol Günaydın, Ayşen Gruda, İlyas Salman, Adile Naşit, Halit Akçatepe gibi tiyatrodan gelen isimlerin birbirinden muhteşem filmleriyle büyüdük...
Rıfat Ilgaz gibi bir dev yazarın Hababam Sınıfı romanından uyarlanan seri filmler hala döne döne televizyonlarda gösteriliyor.
Kemal Sunal gibi erken yitirdiğimiz bir dev oyuncunun Çöpçüler Kralı, Bekçiler Kralı gibi toplumsal mesajı da olan filmlerinin yanısıra Şaban serisi unutulmazdır...
Eklerin koordinatörü Hülya Ünlü'yle sohbet ederken 4.5 yaşındaki kızı ve 9 yaşındaki oğluyla Kemal Sunal'ı keyifle izlediğini söyledi.
O üç kuşağın birarada hiç sıkılmadan, gerilmeden, utanmadan birlikte oturup kahkalarla güldüğü ve o zamandan günümüze hiç eskimeyen sorunları mizahla anlatan bir efsanedir...
Ya Şener Şen... O hiç tartışmasız bir dünya starıdır.
Hababam Sınıfı'ndaki Badi Ekrem'den Av Mevsimi'ndeki Komiser'e doğru giden çizgide her filmi her karakteri muhteşemdir..
2000'li yıllara damgasını vuranlar ise Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz ve Ata Demirer'dir...
Gişe başarısına ve rekorlar kırmasına rağmen Şahan Gökbakar da çok başarılı biri olabilir ama ısınamadım...
Recep İvedik'ler maalesef çok kötü ve seviyesiz.
Geçen hafta Eyyvah Eyvah serisinin üçüncüsünü izledim.
Evet ilki çok ama çok iyiydi, ikincisini de sevmiştim...
Ve üçüncü de bence çok hoş ve sevimli.
Ata Demirer, müdavimi olduğum yazın büyük kısmını geçirdiğim Bozcaada ve Geyikli'nin yerelliğinden evrensel bir komedi çıkarmış...
Bence bu üç film Kemal Sunal filmleri gibi klasikler arasında yerini almıştır..

İşe alınmadığı kuruma işini sattı!


Uzun bir süredir internet yasası tartışılıyor. Meclis'te kabul edilen yasayla ilgili çok konuşuldu. "Yasaklar, koruma, engelleme, mahkeme, TİB, neden, niçin, hükümet, muhalefet" sözleri havada uçuştu. Kimin ne kadar haklı olduğunu her zamanki gibi yaşayıp göreceğiz. Ancak "özel hayatı ihlal" gibi bir maddenin düzenlemesine kimsenin "hayır" demeyeceğini belirtmeden de geçmek istemedim.
Biz bunları tartışırken bilişim dünyasında öyle şeyler oluyor ki inanılmaz...
Oğlum bir süre önce akıllı telefonunu kaybetti.
Yenisi için tek şartı vardı: "WhatsApp programı indirileni olsun."
Çünkü hiçbir mesajlaşma onun rahatlığını vermiyordu.
2009 yılında hizmete giren WhatsApp programını bugün tüm dünyada 400 milyon kişi düzenli olarak kullanıyor ve her gün 36 milyara yakın mesaj gönderiliyor.
SMS'in aksine şifreli olarak internet üzerinden gönderildiği için izlenemiyor olması WhatsApp'i çok daha değerli hale getirmiş durumda...
Telefon şirketlerinin SMS sistemini tarihin karanlığına gömen bu uygulamanın mucitleri şirketlerini geçen hafta içinde 19 milyar dolara Facebook'a sattı...
Bu satışlar bilişim dünyasında artık kanıksanmış durumda ve dudak büküp "daha değerliydi" diyenler bile oldu.
Ancak bu satışın ardında bir insan hikayesi var ki, sanırım yakında kitabı yazılır ve Hollywood da filmini çeker...
WhatsApp'ın mucitlerinden 38 yaşındaki Jan Koum, Ukraynalı bir ailenin fakir bir çocuğuyken 16 yaşında Amerika'ya göç etmiş.
5 dolarlık yemek fişi için saatlerce kuyrukta beklediği günleri hiç unutmuyor. Üniversiteyi bitirdikten sonra Brian Action (42) ile tanışıyor.
Birlikte Yahoo'da çalışıyorlar, ayrıldıktan sonra twitter'a ve facebook'a iş için başvuruyorlar.
Ancak ikisine de alınmıyorlar, kimbilir belki de yetersiz bulunuyorlar.
Sonra kendi porgramlarını geliştiriyorlar ancak ciddi bir sermaye ve yatırıma ihtiyaçları vardı. Güçlü serverler almaları gerekiyordu.
Her girişimcinin yaptığı gibi Silikon Vadisi'nde kendilerine finansör olacak birini arıyorlar.
Ve Sequoia Capital adlı şirket, bu dahilere güvenip 8 milyon dolar vermeyi kabul ediyor.
WhatsApp'a da yüzde 15 ortak olan şirketin satışla o yüzdesi 3.5 milyar dolara ulaştığını da belirtelim.
Koum'a düşen pay 6.8 milyar dolar, Action'a ise 3 milyar dolar... Bir de Facebook'un Yönetim Kurulu'na giriyorlar...
Daha ne olsun...


"Sakın sokağa çıkma Halit!"



İşte tarih böyledir, hele ki günümüzde. Onlarca bilim adamı, yazı, söyleşi, kitap, belge, anıt şu, bu... Hiçbiri bir filmin etkisi kadar güçlü olamaz.
Yaklaşık 3 yıldır süren Muhteşem Yüzyıl dizisinin 123. bölümünde Kanuni Sultan Süleyman'ın en sevilen büyük oğlu Şehzade Mustafa'yı boğdurması günün en önemli meselesi oldu.
Olayın sanki dün olmuş gibi yaşanması da iletişim çağının geldiği noktayı gösteriyor...
Dizi başladığı günden beri büyük ilgi görmüştü, o dönemki Osmanlı coğrafyasında bulunan çevredeki ülkeler başta olmak üzere en son 45 ülkede gösterimdeydi. Balkanlar, Müslüman Ortadoğu ve Afrika ülkeleri, Kafkaslar derken İtalya'da da gösterime girmişti. Yani ortalama olarak 200 milyonu aşkın izleyiciden söz ediyoruz.
Hatta bir süre önce gazetemizde söyleşisi yayınlanan Filistin'in kurucu lideri Arafat'ın eşi de kızıyla dizinin tutkunu olduğunu söylemişti.
Dizi aynı zamanda eleştiriler de almıştı. Kostümlerin seçimi, senaryoda tarihin çarpıtıldığı gibi. Başbakan Erdoğan da Kanuni'nin sefahat düşkünü gibi gösterilmesinden rahatsız olduğunu dile getirmişti.
Bir dönem Hürrem rolündeki Meryem Uzerli'nin başına gelenler de magazin basınına konu olunca dizi tam bir fenomen olmuştu.
Ama hiçbir şey 12 Şubat akşamı gösterilen bölüm kadar ilgi çekmemişti.
Şehzade'nin Hürrem Sultan'ın entrikalarıyla trajik bir şekilde öldürülmesi 461 yıl sonra da olsa Türkiye'yi yasa boğdu...
Reyting ölçümlerine göre açık her 3 televizyondan birinde dizi izlendi bu da 15 milyon seyirci demek. İzleyici gözyaşı döktü, yayın anında Twitter'de 150 bin tweet atıldı. Facebook'ta 2 milyon yorum yazıldı.

Ünlü tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı son bölümü, "Şehzadenin boğulma sahnesi, dönemin kroniklerine yani vakayinamelere uygun. Sahne başarılıydı" sözleriyle yorumladı.
Ortaylı Hoca, Şehzade'nin çok sevildiğini de hatırlattı ve "Eğer Mustafa hayatta kalsaydı, batmayacaktık" söylemini de hatırlatmadan edemedi...
Bizim Kanuni dünyanın ise Muhteşem diye andığı, karşısında titrediği Padişah Süleyman'ın bir kadının sözüyle en sevdiği ve imparatorlukta da çok önemsenen Şehzade'ye yaptıkları bugün olduğu o dönemde de büyük tepkilere yol açmıştır.
Padişah'a ve Hürrem'e tepkiler gösteren şiirler bile vardır.
Tepkiler Osmanlı Ailesi'nin günümüzde yaşayan üyelerine bile uzandı. Orhan Osmanoğlu, telefonunun hiç susmadığını hakaretler aldığını açıkladı.
Osmanlı'nın ilk başkenti Bursa'da bulunan Şehzade'nin türbesi ziyaretçilerle doldu. Restorasyonu devam eden türbe bu özel durum için ziyaretçilere açılmak zorunda kaldı. (Haberini 3. sayfamızda okuyabilirsiniz.)
Bu arada dizide Kanuni'yi oynayan Halit Ergenç'e bir mesaj atılmış ki aman diyeyim...
"Sakın sokağa çıkma Halit..."
Ama tarih böyle duygularla yönetilmiyor işte. Hele Osmanlı gibi "Devlet geleneği" her şeyin üstünde olan bir imparatorluk da...

Okula kısa bir ara...



Onca zamandır sürüp giden rutin bir işlem neden bu kadar ilgi görür, hiç düşündünüz mü?..
Karneden söz ediyorum, hem de yılda iki kez verilmesine rağmen...
Buraya yeniden döneceğim önce bir tespit...
Televizyon ve gazetelerin karne haftasına girildiği andan itibaren öncelikle karnesi zayıf olanlara destek vermek amacıyla başta psikologlar olmak üzere eğitimcilerden de görüş alarak, "Dünyanın sonu değil, ikinci dönemde toparlarsınız. Daha önünüzde yıllar var" desteğinde bulunması çok önemlidir.
Bu aynı zamanda velilere de bir mesajdır.
Hoşgörülü, sabırlı olmaları tavsiye edilir ve tabii ki desteklemeleri...
Çünkü daha hayatın başındaki çocuklar, gençler ilk fırsatta savrulup gitmesinler diyedir bütün çabalar...
Onlar bizim geleceğimizdir. Ruhen de sağlam olmaları gerekir...
Kaygı ve endişe geleceklerini karartır.
Küçücük sıradan bir sorun kafalarında bazen öyle büyük bir mesele haline gelir ki baş edemezler.
İşte orada devreye girilmelidir.
Yoksa savrulmaları içten bile değildir...
Onun için ne yapıp edip desteklemeliyiz...
Onları anlamak, daima arkalarında olduğumuzu hissettirmemiz gerekir.
Baştaki soruma gelince...
Karne günü çok güzel bir andır, özeldir, anlamlıdır...
Büyükler de geçmişe döner o anla...
Hem evlatlarıyla gurur duyar, hem de çocukluklarına döner...
Lise 2'deki oğlum karne aldı, bendeki heyecan ilk günkü gibi diyeyim siz anlayın.
Bir de şu fotoğrafın güzelliğine bakar mısınız.

Gidenlere selam olsun...



Günün ilk haberlerine bakıyorum... Yeşilçam'ın 'kötü adamı' Süheyl Eğriboz 87 yaşında hayatını kaybetti. Üst üste sanat dünyasından üçüncü ölüm bu...
Daha geçen çarşamba günü Bizimkiler dizisindeki Davut Usta rolüyle 13 yıl boyunca ekranda boy gösteren yılların tiyatro adamı Selçuk Uluergüven vefat etmişti. Aynı gün genç bir yıldız adayı, geçirdiği trafik kazasından sonra 11 günlük komadan çıkamamıştı. Dizilerde ve filmlerde oynayan 26 yaşındaki Huban Öztoprak da öte dünyaya göçmüştü.
Bir an düşündüm, geçen yıl ne kadar çok bildiğimiz, sevdiğimiz insanı yitirmişiz.
Kimileri hemen aklıma geldi, kimileri de araştırma yaparken önüme çıktı.
2013'ün son günlerinde Adnan Şenses veda etmişti. Beline ceketini bağlayıp söylediği şarkılar geldi aklıma siyah beyaz televizyonlu yıllardaki... Sanat müziğine yorumcu ve bestekar olarak çok emeği geçmişti. Filmler çevirmişti.
Sonra Nejat Uygur... Bence tiyatroyu Türk halkına sevdirenlerin en başında gelirdi. Tiyatrosu kapalı gişe oynardı. Elden ele dolaşan video kasetlerini unutmak mümkün mü... Şaşkın, patavatsız ve deli dolu karakterleri o inanılmaz yüz mimikleriyle tamamlardı.
Ya Tuncel Kurtiz... Davudi sesi ve o muhteşem görüntüsüyle oynadığı film, dizi onlarca eser. BBC yapımı Göçler belgesinde hayvanlar dünyasını seslendirmesi de çok yakışmıştı. Tabii ki en muhteşemi Yılamz Güney'in Sürü filmindeki rolüydü...
Sonrası inanılmaz... Bakar mısınız listeye...
Yazar Metin Kaçan, eserleri 1 milyon dolara alıcı bulan dünyaca ünlü ressam Burhan Doğançay, gazeteci ve televizyoncu Mehmet Ali Birand, deprem dede Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara, tiyatro sanatçısı Macide Tanır, piyanocular kralı Ferdi Özbeğen, Kaynanalar dizisinin Kayserili uyanık işadamı "Nuri Kantar"ı Tekin Akmansoy, tiyatronun bir başka devi Metin Serezli, tiyatro sanatçısı, sinema ve dizi oyuncusu Tomris Oğuzalp, yine tiyatrocu Tuncay Özinel, tiyatro ve dizi oyuncusu Osman Gidişoğlu...
Hüzünlü sesiyle arabesk müziğin bir numarası Müslüm Gürses ve dostumuz gazeteci ağabeyimiz Savaş Ay...
Doğru hayat kadar ölüm de bir gerçek...
Onlar çocukluğumuzun, gençliğimizin birer sembolüydü. Gidişleri bizden de bir şeyler koparıyor...
9 Ocak'ta ise çok sevdiğim şair Cemal Süreyya'nın ölüm yıldönümüydü...
Ancak onun dizeleri bu hüzünlü yazıya yakışırdı...
"İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol.
Merdivenlerin oraya koşuyorum,
Beklemek gövde gösterisi zamanın;
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki.
Kuşlar toplanmış göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

Bir yılı daha geride bırakırken...


İşte bir yıl daha geride kalıyor. İki gün sonra yılın son günü. Farkında mısınız ama hep o cümledir herkesin ağzında: "Ne kadar da çabuk geçti zaman."
Gelecek yılın sonunda da bu cümleyi duyacaksınız. Tıpkı yıllardır duyduğunuz gibi...
Sonra hep aynı duygu gelip sarıverir insanı. Biraz melankoli ve çoğunlukla da geçmişin muhasebesi.. Yani kendinle olan hesaplaşma...
Herkesin kendine göre bir hesabı vardır kuşkusuz.
Ev kadınıysan; eşin, dostun, çocukların...
Çalışansa; taksitler, işteki durum, kariyer, çocukların geleceği...
Öğrenciyse, sınavlar, iş ya da ne bileyim tuttuğu takımın durumu, arkadaşlarıyla olan ilişki vs, uzar gider...
Herhalde en çetin ve en zor olanı kendinle olan muhasebedir.
Nitekim bütün dinlerde bu mesele en çok üstünde durulan konu olmuştur.
Ya da daha iddialı bir sözle, insanın kendisiyle olan hesaplaşması bütün dinlerin temelini oluşturmaktadır.
İlahi kelamın diliyle nefis hakimiyetine dayanmaktadır işin özü...
Tek tanrılı dinlerden Yahudiler'in kitabı Tevrat'ta insanın cennetten kovulduktan sonra verilen ilk buyruk nefsini zaptetme buyruğudur...
Zebur'da nefsi zaptetmek için Allah'ın insanın yüreğini yeniden yaratması gerekli olduğunu işaret ettiği yer alır.
Hıristiyanlar'ın kitabı İncil'de ise nefsi zaptetme/Tanrı'nın egemenliği ana konudur, müjdesi Tanrı'nın Egemenliğinin müjdesidir. Tanrı Mesih aracılığıyla insanların yüreklerinde kendi Egemenliğini kuruyor. Vaftiz olayı onu simgeler: Vaftiz edilenen kişi eski nefsin hükmünde olan hayatını Mesih'in ölümüne dayanarak bıraktığını ve yeni ve Tanrı'nın egemenliğinde olan bir hayat Mesih'in dirilişine dayanarak başladığını beyan ediyor.
Müslümanlar da her daim nefis muhasebesine davet edilirler. Her an her dakika bu hesabın verilmesi istenir.
Hazreti Muhammed'in, "Bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız" sözleri buna en iyi örnektir. O günlerden nakledilen uyarıcı sözü tamamlayan anlamlandıran bölümlerden biri Kuran'daki Haşr ayetidir:
"Ey iman edenler, Allah'tan korkun! Her nefis yarın için ne hazırladı ona baksın."
Yalnızca tek tanrılı dinler değil Budizm gibi önemli bir dinin de temeli bu hesaplaşmadır.
Kurucusu Budha'ya göre; her şeyin aşırılığından kaçınıp "Orta Yolu" seçmek gerekir. Bu "Nirvana"ya kavuşturucu yoldur. Gösterdiği Sekiz Yol ise şunlardır:
"Doğru inanç, doğru karar, doğru davranış, doğru söz, doğru yaşayış, doğru çalışma, doğru muhakeme, doğru düşünce."
Yılın son günlerinde dertleşeyim derken çok derin sulara doğru yol aldığımın farkındayım. Hele ki bu hesaplaşmanın insanoğlunun varoluşundan beri en ezeli derdi olduğu gerçeği de bir yanda dururken fazla haddimizi aşmayalım...
İtiraf edeyim buralara bir şiirin dizelerinden geldim... Attila İlhan'ın "Ben Sana Mecburum" şiirindeki şu dizelere bir göz gezdirin hak vereceksiniz:
"İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu."
Sağlıklı, mutlu ve sevdiklerinizle huzur içinde geçireceğiniz bir yıl diliyorum...

Kabataş Bursa hattında ne oluyor?


Çok değil daha bir yıl olmadı, Bursa Deniz Otobüsleri (BUDO) kurulduğu zaman bu köşeden rekabetin önemini ve bunun tüketici lehine olacağını şöyle yazmıştık:
"İstanbul Deniz Otobüsleri'ne alternatif olarak devreye girecek deniz ulaşımı projesi. Özelleştirildikten sonra hizmetleriyle büyük tepki gören İDO'nun da artık bir rakibi olacaktır. İDO ve Bursa Belediyesi'nin rekabeti hiç kuşkusuz vatandaşın çıkarına olacaktır. Milyonların kullandığı tatil hattında ücretler makul seviyelere gelecek, hizmet kalitesi de artacaktır..."
İstanbul Deniz Otobüsleri'nin (İDO) 22 Mart 2012'de açtığı Kabataş-Bursa hattına BUDO da tepki çeken fiyatlarlandırmaya alternatif olarak 23 Ocak 2013'te yani yılın başında ortak olmuştu. Ancak İDO önümüzdeki yıldan itibaren kar etmediği için hattı kapatacağını açıkladı.
BUDO'yu hayata geçiren Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, "İDO'nun hattaki seferlerini durdurmasıyla tabi yolcu talebi artıracaktır. Hem araç sayımızı hem de sefer sayımızı artıracağız" diyor.
İDO'nun devreden çıkmasını istemeyen Recep Altepe, İDO'nun yöneticileriyle Bursa'da biraraya geldi. Altepe görüşmenin perde arkasını da anlattı:
"Biz, BUDO seferlerini başlatınca hatta rekabet artmış oldu. Sayın Hamdi Akın ve şirketin İngiliz ortağı Sayın Brian Souter ile bir görüşme gerçekleştirdik. Kendileri, yolcu sayısının yetersizliği sebebiyle mevcut bilet fiyatlarının arzu ettikleri seviyede olmadıklarını, en azından otobüs bileti fiyatından aşağıya bir fiyat koymamamızı istediler. Biz de amacımızın kar olmadığını, ulaşımı kolaylaştırmak olduğunu kendilerine ifade ettik. Kendileri de bu fiyatların şirketi kurtarmadığını belirterek Bursa-Kabataş arasındaki deniz otobüsü seferlerini yeni yılla birlikte durduracaklarını açıkladılar.
Peki bundan sonra ne olacak? Başkan Altepe, talep artacağı için hem araç sayısının hem de sefer sayısının artacağını söyledi. Günde 5 kez Bursa'dan Kabataş'a deniz otobüsü seferinin yetmeceğini belirten Altepe, yeni gemiler alınacağını belirtiyor.
Keşke İDO devam etseydi, rekabetin her zaman vatandaşın lehine olacağını yineleyerek BUDO'ya başarılar dileyelim...