Sayfalar

10 Kasım 2018 Cumartesi

Bu senin de hikayendir...

İki kitap birden okuyorum. Babil'den Sonra Yaşayacağız'a ara verip Fıllaname'ye geçiyorum. Yazarları farklı ama birbirlerini tamamlıyorlar sanki. Birinden ötekine geçtiğimde orada bıraktığım öykü devam ediyor gibi geliyor.

Ara Güler'i kim tanımaz yalnızca bizde değil dünyada da fotoğraf denince saygıyla anılır.
Ofset döneminde sayfa hazırlarken haberin görseli yoksa ustanın fotoğrafları hızır gibi yetişirdi.
Arşive dalıp dosyalardan fotoğraf ararken konu ne olursa olsun illa ki bir Ara Güler fotoğrafı önümüze çıkardı.
Siyah beyaz veya renkli İstanbul'dan, Anadolu'dan, dünyanın dört bir yanından yüzler, sokaklar, caddeler, gemiler, kadınlar, erkekler, çocuklar, yaşlılar çıkardı dosyalardan. Ya o portreler; sanat, edebiyat, resim, siyaset dünyasından yerli yabancı onlarca ünlü isim muhakkak onun kadrajına girmişti.
Bu yıl 90 yaşına giren Ara Güler'in adını taşıyan uluslararası niteliğe sahip bir fotoğraf müzesi açıldı.
Usta fotoğrafçının eserlerinin yanı sıra kişisel notları, eşyaları, fotoğrafçılık malzemeleri, koleksiyonları sergileniyor.
Başka bir kimliği de müze sayesinde ortaya çıktı.
Meğer, yazarlığı da bir o kadar iyiymiş.
60 yıl önce yazdığı öyküler bir kaç kez basılmış olmasına rağmen bir süre önce dergilerde yayınlanmaya başladı.
Büyük ilgi görünce 90'ncı yaşına armağan olarak yeniden basıldı.
Babil'den Sonra Yaşayacağız kitabındaki öykülerine bu kez fotoğrafları da eşlik ediyor.
Ara Güler, "Daha o zamandan görsel bir dünyanın içine düşmüşüm demek" diyor sunuş yazısında ve noktayı koyuyor: Görsel malzeme, tıpkı şiir gibi, yazı gibi, resim gibi, sahne sanatları gibi, bir yerlerden birikimini topluyor, yeni bir biçim kazanıyor ve görsel bir sanat oluyor. Zaten yazdığım bu öykülere dikkat edilirse, bunların bir tür fotoğraf olduğu görülür.
13 öyküsü tıpkı fotoğrafları gibi, hayata dokunuyor...


Mıgirdiç Margosyan ise Ara Güler'den 10 yaş küçük.
1938 doğumlu, 80'nci yaşına armağan olarak Fıllaname adıyla basılan devasa kitapta ağırlıklı olarak memleketi Diyarbakır'ı ve eğitim için geldiği İstanbul'u anlatıyor.
1500 adet basılan kitapta; herbiri onlarca baskı yapmış Gâvur Mahallesi, Söyle Margos Nerelisen, Biletimiz İstanbul'a Kesildi, Tespih Taneleri ve Tanrı'nın Seyir Defteri eserleri bir araya getirilmiş.
Emre Zeytinoğlu'nun öykü tadındaki müthiş sunuşu ve çizimleri de kitaba ayrı bir değer katıyor.
Margosyan, o zamanlar kedilerin bile Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Zazaca'dan anladığı Diyarbakır'da kitaba adını veren Fılla'nın ne anlama geldiğini eşsiz mizahıyla anlatıyor:
Türkçe gâvurun karşılığı Kürtçe fıllaydı. Ama iki dil arasında ortak nokta "haço" olarak tescil edilmişti. Cehü, Yahudilere Kürtçede verilen addı. Biz Hıristiyanlar ise Yahudilere Moşe diyorduk. Hıristiyanların hepsi toptan gâvur veya fılla oldukları halde kendi içlerinde Ermeni, Süryani, Keldani, Pırot'tular. Ermeniler ise Süryanilere Asori derlerdi. Müslümanların tüm Hıristiyanlara toptan gâvur demelerine karşılık, Hıristiyanlar da tüm Müslümanlara Dacig diyorlardı. Ama tüm bunların dışında gerçek olan şuydu ki, deliler bir safta, geriye kalan diğerleri, yani Dacigler, gâvurlar, haçolar, Kızılbaşlar, Ezidiler, Ermeniler, Türkler, Kürtler, Keldaniler, Süryaniler, Asoriler, Pırotlar, fıllalar, Moşeler, Cehüler, Dürziler hep beraber diğer saftaydık. Her iki safta yerini almayan bir de Rumlar vardı. Ama, onlardan Diyarbakır'da ilaç için arasanız bir tane dahi bulamazdınız. Köşede bucakta beki kalmıştır, kıtti gibi turşu kurmaya yarar diye aradığınız zaman, boşuna heveslenirsiniz.
Margosyan, babasını, annesini, kardeşlerini, dayılarını, komşularını, arkadaşlarını,  papazlarını, kiliseleri, camileri, esnafı, okulu, karakolu, yemekleri, kışı, sıcağı, duyguları, sevinçleri, üzüntüleri, hayalleri, yoksulluğu, acı gerçekleri kısacası asıl adı Hançepek olan o Gâvur Mahallesi'ni öyle bir anlatıyor ki "bunlar gerçekten yaşandı mı" demekten kendinizi alamıyorsunuz.
"Bana bazen oraya birlikte gittiğim okuyucular, öğrenciler sorarlar, "Bu anlattıklarınız gerçek midir?" derler, ben de derim ki, "Hayal kurmadım hepsi gerçekti, özündeki Diyarbakır bu" onlar da hayret ediyorlar nasıl böyle bir Diyarbakır'ı kaybettik diye..." (Hürriyet Kitap)
Geçen ay düzenlenen TÜYAP Diyarbakır Kitap Fuarı'nın Onur Konuğu Margosyan'dı.
15 yaşında eğitim görmek için İstanbul'a gelse de bağlarını hiç koparmamış memleketiyle.
Onur Konuğu olmaktan hoşnut olmuş ancak "Ben Diyarbakır'ın özüyüm, burası benim bir parçam hiç kopmadım ki" demekten kendini alamıyor.
Ara Güler ve Mıgirdiç Margosyan'ın anlattıkları yalnızca İstanbul'un, Diyarbakır'ın değil, Antep'in, Trabzon'un, Sivas'ın, Adana'nın, Kayseri'nin, Sakarya'nın, Kırklareli'nin de öyküleri. Margosyan kitaplarını okuyan Anadolu'nun değişik yerlerinden insanların "bunlar bizim de hikayemiz" dediklerini söylemişti.
Turşu bile gönderen vardı.
Çok değil 40'lı 50'lı yıllardan söz ediyoruz ben bile çocukluğumun gençliğimin geçtiği Fatih'i bulamıyorum.
Halbuki mahalle kültürü denen şey ha deyince olmuyor.
En iyisi edebiyata, sözcüklere sığınmak, Emre Zeytinoğlu'nun sunuş yazısındaki Béla Balázs'tan yaptığı alıntı her şeyin özeti:
"Bir zamanlar bir ressam vardı. Bir gün bir kır manzarası resmi yaptı. Bu, şahane ağaçlarıyla ve dağlara doğru kıvrıla kıvrıla ilerleyen patikasıyla güzel bir vadiydi. Ressam resmini öyle çok sevdi ki kıvrılarak uzak dağlar arasında kaybolan patikada yürümek için karşı konulmaz bir istek uyandı içinde. Resme girdi ve dağlara doğru ilerleyen patikayı takip etti, bir daha onu gören olmadı."
(Sabah Kitap ekinin Ekim 2018 sayısında yayınlanmıştır.)