Sayfalar

30 Mayıs 2021 Pazar

Havasına, suyuna.. Bozcaada'nın halleri...


Bozcaada'nın her halini bilirim.
Eh 20 yıllık adalıyım ne de olsa; havasını, suyunu, çivi gibi denizini, koylarını, deli rüzgarını, yağmurunu, kekik kokan topraklarını, daracık sokakları, çay bahçelerini, limanını, bağlarını, üzümlerini, bağ bozumunu, meyvesini, sebzesini bilirdim de kaderde salgın dönemini de yaşamak varmış.
Yılbaşından bu yana sokağa çıkma yasağı, maske, mesafe, önlem, seyahat yasağı derken iyiden iyiye "yok bu sene olmayacak" hesabı yapıyordum ki...
Canım Kuzey Ege'nin yolunda buldum kendimi.
Kaz Dağları, Çanakkale'den sonra ver elini Geyikli...
Hani şu Ata Demirer'in efsane üçlemesi Eyvah Eyvah filmleriyle meşhur ettiği belde...
İsterseniz kestirme yoldan gitmeyip Ezine'ye devam edin.
Hemen girişte, otobüs garının yanındaki salaş esnaf lokantasına uğrayın.
Koca tencerelerde pişirilen mercimek çorbası, kuru, pilav ve buz gibi cacığı yemeden geçmeyin.
Kestirmeden giderseniz, Ezine'den 6 kilometre berideki benzin istasyonundan köy yoluna sağa sapın, 100 metre ileride tek katlı şirin bir dükkan var.
Dündar'ın Yeri...
Dündar Amca 3 yıl önce öldü ama eşi ve çocukları sürdürüyor.
Malum Ezine peynirinin bölgesi burası.
Beyaz peynir, sepet peyniri, kendi ürünleri zeytinler, sızma zeytinyağı, bal ve reçelin tadına bakın.
Kıvrıla kıvrıla giden yolun iki tarafında sebze, meyve tarlaları ve 40-50 yıllık zeytin ağaçlarının sonsuzluk hissi veren manzarasıyla yarım saat sonra Geyikli İskelesi'ndesiniz...
Feribot sırasına arabayı koydunuz.
Büfeden buz gibi karadut suyu içmenin zamanıdır...
Salgın döneminde koronanın uğramadığı tek yer olarak haberleri yapılan Bozcaada'ya gidiş eski halini almış bile.
Eyvah ki eyvah, günde tek sefere düşürülen gemi seferleri, saatsiz olarak doldukça kalkara dönmüş.
Hem de tek gemiyle.
Dezenfekte olmadan sürdürülen seferler büyük risk taşıyor.
Günübirlik yolcular da kontrolsüz biniyor.
Hem de itiş, kakış.
Gemide sürekli maske takın anonsu yapılıyor.
Ancak yaklaşık 100 araç alan feribotta, yaya yolcularla birlikte yüzlerce insan üst katta mesafesiz dolaşıyor.

Buranın adı Hıncal Abi'nin yeri... Her öğlen bağların arasından buraya yürüyorum. Niye mi; çünkü internet burada çekiyor. Nasrettin Hoca'nın türbesi gibi her tarafı açık tahta kapının arasında oğlumla gölgeye oturuyorum. Hıncal Abi'nin yazısını gazetedeki arkadaşlara gönderiyorum.

İniş oldum olası kargaşa; iki aracın karşılıklı geçemediği caddede feribot boşalırken, yayalar yan yana sıkışık halde bekleme yapmak zorunda.
Belediye hoparlörü "maske" diye bağırıyor.
Yüzde 99 uysa bile, o yüzde bir var ya...
Ama daha önemlisi sosyal mesafe ise hak getire, ona hiç uyan yok.
Esnaf dikkatli, dükkana giriş çıkışlarda uyarı yapıyor, içeriye tek tek alıyor.
Pansiyonlar ve oteller önlemlere titizlikle uyuyor.
Her şey bıraktığım gibi, deli bir rüzgar esiyor.
Çınarın altındaki masalarda soluklananlar Madam Sofia'nın limonatasını yudumluyor.
Dev ağaçların gölgesindeki Çanlı İbo ve Zübeyde Hanım çay bahçelerinde bir tatlı huzur var.
Wifi şifresi soranlara, "Mustafa Kemal'in doğum ve ölüm tarihi" diyorlar.
Meydandaki Atatürk heykelinin yanındaki okulun bahçesine kurulu dev kitap ve müzik çadırı, sıra sıra dizilmiş incik boncuk satıcıları, envai çeşit reçel satan teyzeler, kekik, ada çayı, nane öbekleri...
Kalenin deniz tarafındaki yürüyüş yolundan mendireğe uzanan kafelerde karşı kıyıların silüeti izleniyor. Limanda demirli yelkenliler ve devasa lüks tekneler ise mutavazı balıkçı teknelerine tepeden bakıyor.
Türk Mahallesi'nin başladığı parkta cıvıl cıvıl çocuk sesleri, karşında tarihi 1500'lü yıllara dayanan ahşap döşemeli cami, Rum Mahallesi'nin ara sokaklarına dağılmış sonu görünmeyen lokantalar...
Az ötede her yıl Yunanistan'dan ayine gelen eski Adalılar'ın uğrak durağı görkemli kilise...
Tarihteki adı Tenedos'la özdeşleşmiş şarap dükkanlarının arasından sıyrılıp restore edilmiş taş evin girişinde Veli Dede'yle buluşun.
Kavala, sakızlı ve Anna'nın Polonya usulü kurabiyeleri, Belçika çikolatalı bitter pasta, zencefil ve tarçın karışımlı kek, mis gibi poğaça, simit, ekmek.
Bitmedi; üzüm, karadut ve koruk suları, reçeller, zeytinyağları...
Kuzu kokoreçi, dondurmacıların ilerisinde Çiçek Pastanesi'nin önünde kapıda kuyruklar, ekmekleri öyle böyle değil...
Elektrik idaresinin az ötesindeki dede yine yerinde yok.
Küçük tezgahında 10 sıra fide, altında ise iki kasa var.
Birinde kabak diğerinde salatalık.
Kendin tart, parayı küçük delikten içeriye at.
Burada her şey başka güzel ve doğal.
Ada tanındıkça ve meşhur oldukça fiyatlar da artıyor.
Ama yerel meyve ve sebzelerin tadı doyumsuz.
Rüzgar çok sert esiyormuş ne gam, deniz için alternatif bol.
Bu aralar Gökçeada yönünden poyraz esiyor o zaman Çayır'da denize girilmez.
Ya Habbele ya da Sulubahçe'ye gidilecek.
Sonra Salhane, Beylik, Mermer Burnu, Akvaryum, Tuz Burnu ve irili ufaklı onlarca yer var.
Belediye ve kaymakamlığın şezlong ve şemsiye hizmeti verdiği tek yer Ayazma...
Upuzun sahil kazıklarla ve iplerle düzenlenmiş.
Yürüyüş yolları ayarlanmış, sosyal mesafe önlemleri mükemmel.
Arabaların park ettiği ve merkezden düzenli olarak minibüslerin çalıştığı yerde lokanta ve kafeler hizmet veriyor.
Vahit'in Yeri'nde paçanga böreğinin tadına bakmadan geçmeyin.
Gelişi güzel sağa sola atılan plastikler, şişeler, gıda ambalajları gitgide daha göze batıyor.
Elektrik, tesisat işleri yapan ustalar ise ara ki bulasın, Ada'nın sakinliğiyle yavaş yavaş hareket ederler.
Asla zamanında gelmezler ve "acelen ne dur bi bakem" makamındalar....
Bu kadar gözde, ünlü bir tatil beldesinde telefon ve internet her yerde çekmiyor iyi mi...

Üç GSM şirketinin de sinyal almadığı yerler var.
Hele Ada kalabalıksa yandınız.
Telefonunuzu kontrol etmezseniz bir anda Yunanistan'a bağlanırsınız, fatura şişer benden uyarması...
Dönerken bir işletmenin kapandığı haberini aldık, iki kişide korona çıkmış.
Lütfen kurallara uyun; önümüz bayram, daha Polente Feneri'ndeki rüzgar güllerinin altında güneşi batıracağız, Eylül'de bağ bozumuna gideceğiz, meşhur Çavuş üzümünden tadacağız...
Aman diyeyim....
(Hıncal Uluç'un Hıncal'ın Yeri köşesinde yayınlandı. Yazının linki:
https://www.sabah.com.tr/yazarlar/uluc/2020/07/26/hayal-kirikligim-bozcaada)

22 Mayıs 2021 Cumartesi

19. yüzyılın ışığında...

19. yüzyıl Avrupası'nı büyük bir emekle büyüteç altına alan ve bugünleri daha iyi anlamamızı sağlayan Avrupalılar, öğretici, aydınlatıcı ve bir o kadar da keyifli. Üç ünlü ismin etrafında ilerleyen belgesel tadında bir tarih romanı...

Avrupalı olmak nedir?
Dünyayı siyasi ve kültürel anlamda etkileyen, gözümüzü açtığımız günden beri kulağımıza fısıldanan Avrupalılık neyi ifade eder, bu oluşumun arka planında ne vardır.
Avrupalılık, ulusal kimliğin yanında ulus üstü, sivil değerlere bağlı ortak bir uygarlık olarak tanımlanıyor.
İngiliz tarihçi Profesör Orlando Figes, Avrupalılar kitabında bu ortak kültürün nasıl yaratıldığını kültür, sanat ve yeni buluşların ışığında ele alıyor.
Yazar, 19. yüzyıldaki milliyetçi fikirleri, ulus devletleri ve coğrafi konumları değil; Avrupa kültürünü oluşturan yeni sanat biçimleri, fikirleri ve üsluplarıyla oluşan sentezle ilerliyor.
Büyük teknolojik ve ekonomik dönüşümler, litografi ve fotoğrafçılığın icadıyla birlikte kapitalist çarkın sanat üretimindeki ilişkisi kitabın ana unsurlarını oluşturuyor.
O zaman kadar sanat ve kültür, kralların ve soyluların himmetinde ve gözetimindedir.
Ancak 1800'lere gelindiğinde her şey değişecektir.
Avrupa 19. yüzyılla birlikte en parlak dönemlerinden birine girmektedir.
Demiryollarının icadı ve yaygınlaşması başlangıçtır.
Kültürel küreselleşmenin birinci dönemi demiryolları çağıdır.
Çünkü; ulusal sınırlar aşılmış sanatçılar ve eserleri kıtanın her yanına daha kolay ulaşır hale gelmiştir.
At ve at arabalarıyla günlerce süren yolculuklar kısalınca, orkestralar ve korolar, opera ve tiyatro kumpanyaları, gezici sanat sergileri, okuma turnelerine çıkan yazarlar hep demiryolunu kullandılar.
Tablolar, kitaplar ve basılı notaların ucuz seri röprodüksiyonları için uluslararası bir piyasa ortaya çıkar.
Seyahat kültürünün gelişmesi Avrupalı halkların kaynaşmasını ve ortak yanlarını keşfetmesini sağlar.
Artık sanat ve kültür saraylarda, akademilerde, prensliklerde değil orta sınıf halka inmiştir.
Kitap basımı ve ciltlemedeki yeni teknikler yazarların daha iyi tanınmasını ve satışların artmasını sağlamıştır.
Ünlü tabloların tıpkı basımları evleri süslemektedir.
Notaların çoğaltılmasıyla evlerde piyano sesleri yükselmektedir.
Piyano kibarlığın bir göstergesidir, genç bir kadını evlenmeye değer kılan hünerlerden biri haline gelir.
Demiryolu sayesinde seyahatler başlamıştır.
Turizm hareketi, konaklama, yeme-içme ve hediyelik eşyalarla birlikte yeni bir sektöre yol açılır.
Paranın dolaşımı hızlanmaya başlar.
Demiryolu gericileri ürkütmüştür; bir tarihçi Paris'teki kralın sarayı kaprisle yönettiğini, demiryolunun ise Fransa'yı birleştiğini yazar.
Papa XVI. Gregorius Papalık Devletleri'nde demiryolunu yasakladı, Hannover veliaht prensi ise her kunduracı ve terzinin kendisi kadar hızlı seyahat etmesini istemediği için demiryoluna karşı çıktı.
Ancak hiçbir şey gelişmenin karşısında duramazdı...

Tarihçi Figes, Avrupalılar kitabının alt başlığında Üç Hayatın Işığında Kozmopolit Avrupa Kültürü'nde vurguladığı gibi, üç kişinin hayatını kitabın merkezine koyarak yola çıkıyor, geri plandaki büyük fotoğrafta ise Avrupa'nın koca bir yüzyılı var.
Ünlü Rus yazar İvan Turgenyev (1818-1883), şarkıcı ve besteci İspanyol Pauline Viardot (1821-1910) ve onun kocası Fransız Louis Viardot (1800- 1883) ki, önemli bir sanat eleştirmeni, akademisyen, yayımcı, tiyatro işletmecisi, cumhuriyetçi yanlısı aktivist, gazeteci ve Rusça ve İspanyolca'dan Fransızca'ya edebiyat çevirmeniydi.
Yazarın ifade ettiği gibi; sanatçı olmamakla birlikte sanatçının dayandığı her şeydi.
Turgenyev, Pauline'i gördüğü an aşık olmuştu ve çiftin yanında hiç ayrılmadı.
Tutkulu sevgisi iniş çıkışlarla sürdü.
Eşi Louis'le de iyi dosttu, sonuçta ikisi de sanatın dilini konuşuyordu ancak öteki durum aralarında hep bir duvardı.
Dikkatinizi çekmiştir, üçü de doğum ve ölüm tarihleri itibarıyla neredeyse 19. yüzyıla tamamına tanık etmişler.
Başka bir özellikleri de Fransa, İspanya, Rusya, Almanya ve Britanya'da yaşamaları ve diğer ülkeleri de dolaşmalarıydı.
Dolayısıyla Avrupa kültür sahnesinde gerçek öneme sahip herkesle ilişkideydiler.
Sanata ve sanatçıya destekleri de üç kişinin merkezde olmasını çok iyi açıklıyor.
Kitap, üç kişinin biyografisiyle ilerliyor, örneğin Pauline'nin operadaki konserinden bir anda o yıllardaki müzik, sahne, beste, telif hakları, sanatçıya ödenecek ücret, gibi muhteşem bir bilgilendirmeye dönüşüyor.
Mektuplaşmalar, tanıklıklar, eleştirilerden alıntılar metne derin bir anlam katıyor.
Rossini, Weber, Donizetti, Liszt, Paganini, Chopin, Wagner, Schumann ve o dönemin bugün adları bilinmese de klasik müziğe damgasını vurmuş ünlü isimler Turgenyev ve Viardot çiftinin çevresindeydi.

OSMANLI'YA DA ULAŞTI...

Kitabın ana ekseninden ayrılmadan bizdeki yansımaları da önemlidir.
Osmanlı da bu kültür fırtınasından nasibini almıştır.
1828'da İstanbul'a davet edilen ünlü İtalyan besteci Gaetano Donizetti'nin ağabeyi Giuseppe Donizetti bestelerin yanısıra birçok opera, operet ve bale eserleri sahneledi.
Donizetti Paşa ünvanı alan sanatçının 1842'de sahneye koyduğu Belisario adlı operası bu topraklardaki ilk eser olarak kabul edilmektedir.
Sultan Abdülmecid'in yaptırdığı saray tiyatrosu 1859'da, bugünkü İnönü Stadı'nın olduğu yerde Dolmabahçe Saray Tiyatrosu adıyla açılmıştır.
Ancak beş yıl sonra yanarak yok olmuştur.
İkinci saray tiyatrosu 1889'da Abdülhamid tarafından Yıldız Sarayı'nda yaptırılmıştır.
Yine kitaba dönersek; gazetelerin Balzac, Dickens, Üç Silahşörler ve Monte Kristo Kontu'nun yazarı Alexandre Dumas gibi yazarların romanlarını tefrika halinde vermesiyle tiraj patlaması yapması, okuma salonlarının oluşması, kitap basımının ucuzlamasıyla ve çevirilerle birlikte Avrupa çapında satışların artması art arda gelir.
Ancak bir sorun vardır: korsan baskı.
Müzikal eserler ve kitapların Avrupa'nın her yerine korsan baskılarının dağılması engellenemez.
Korsan baskıyı yasayla koruyan devletler bile vardır.
Yazarın ifadesiyle bu konuda en haydut devletler ABD ve Belçika'ydı.
Eser sahipleri telif hakları için çok çabalar ancak sonucu büyük mücadelelerden sonra alınabilir.
Zola'nın dediği gibi; yazarı özgürleştiren para, modern edebiyatı yarattı.
Müzikal konserler ve özellikle operalarda bağıra bağıra konuşmak, yemek, yürümek ve gezmek serbestti.
Büyük bir kampanyayla sanata sessizlik istenir, oturma düzeni değiştirilir, katı suskunluk kuralları konur, sloganı ise "Suskunluk müziğe en büyük saygıdır" olur.
Bu kültürün oluşması yıllar sürer.
Ressamların para karşılığı iş yapması bir grup sanatçıyı kızdırır.
Paris'te bir mahalleye çekilip "sanat için sanat" derler ve o mahalle bohem olarak adlandırılır.
Avcının Notları kitabıyla ülkesi Rusya'da sansüre uğrayan ve yargılanıp evinde sürgün hayatı yaşayan Turgenyev, bir önceki kuşakta Gogol'u tanır.
Daha sonraları ünlü yazarlar Tolstoy ve Dostoyevski ile arkadaş olacaktır.
Avrupa'nın edebiyat devleri Zola, Hugo gibi yazarlarla da içli dışlıdır.
İmparator III. Napolyon'un Paris'teki büyük fuar için kalkıştığı imar hamlesi birçok ülkeye ilham kaynağı olur.
Şehirler yeniden tasarlanır.
Londra'da 1851'de düzenlenen Büyük Sergi, 40'ı aşkın ülkenin katılımıyla açılır.
Modern buluşlar, yeni fikirler, hammaddelerin değiş tokuşu, ticaretin teşviki ve kültürel alışverişin boy göstermesi herkesin başını döndürür.
1849'dan beri Londra'da sürgün yaşayan komünizmin babası Karl Marx ise acımasızca eleştirir: Tüketime adanmış bir anıt.
Sonuç olarak 19'ncı yüzyılı büyük bir emekle büyüteç altına alan ve bugünleri daha iyi anlamamızı sağlayan bu kitap, öğretici, aydınlatıcı ve bir o kadar da keyifli.
Üç kişinin etrafında ilerleyen belgesel tadında bir tarih romanı...
Bu baş döndürücü yüzyıldaki kültürel ve sanatsal hızın, Birinci Dünya Savaşı'yla sonlanması da tarihin cilvesi.
Sonrası ise malum.
(Sabah Kitap ekinin Kasım 2020 sayısında yayınlanmıştır.)

18 Mayıs 2021 Salı

Hayaleti peşimizi bırakmıyor...


İngiliz futbolu analisti Philippe Auclair'in kaleme aldığı Cantona Kral Olacak Asi son yıllarda okuduğum en iyi biyografik eser. Yazar, kitabında futbolun aykırı ismi Eric Cantona'nın iyi ve kötü yanlarını didik didik ediyor.

Netflix'de yeni başlayan Karanlık Kadrolar dizisinin başrolünde yine karşıma çıktı.
Fransız dizisinin başrolündeki işsiz Alain Delambre, cazip bir iş fırsatını kaçırmak istemiyor.
Kendisini acımasız bir çarkın içinde piyon olarak bulan fevri mizaçlı Alain hapse düşüyor.
Filmi başa sarıyorum tabii ki kişisel olanı.
Yıl 1993, günlerden 3 Kasım.
Eski Ali Sami Stadyumu'nda Avrupa Şampiyonlar Ligi eşleşmesinde İngiliz takımı Manchester United'ı bekliyoruz.
İlk maç 3-3 berabere bitmiş.
Sabahın köründe girdiğimiz tribünde soğuktan ve ayakta durmaktan perişan olmuşuz.
Herkesin gözü 7 numaralı futbolcuda...
Eric Cantona her zamanki gibi formasının yakalarını kaldırmış.
Galatasaraylı futbolculara vuruyor, ortalık karışıyor.
Maçtaki olaylarda kart görmeyen Eric, karşılaşma bitince hakeme küfür edince kırmızı kart görüyor.
Üstüne polislerle İngiliz oyuncular arasında arbede yaşanıyor.
Tribünler çıldırmış, İngilizler beraberlikle biten maçta eleniyor.
İngiliz basını bire bin katıp olayı başka bir boyuta taşıyor eh bizimkiler de geri kalmıyor.
Yıllar sonra 2011'de yolu yine İstanbul'a düşüyor.
Bu kez yapımcı ağabeyiyle yaptığı bir programın sunucusu olarak.
Dünyanın en rekabetli ve ateşli, uzun geçmişi olan derbilerinin üçüncü sırasında Galatasaray-Fenerbahçe var. (Not: Bu belgeseli izlemediyseniz Youtube'de bir bakın derim. Bir rekabet nasıl bu kadar güzel işlenir, fanatik tuzaklara düşmeden belgeler, tanıklar ve tarafların gözüyle anlatır görün.)
Eric, çekimler için Beyoğlu İstiklal Caddesi'nde yürüyor ya da kötü bir tekneyle suyun karşı tarafına Kadıköy'e gidiyor.
Tanıyanların hiçbirini geri çevirmiyor, fotoğraf çektiriyor.
Galatasaray Lisesi'nde çekime giderken birden Ara Güler'in fotoğraflarını görüp kafeye dalıyor.
Ve ünlü sanatçımız Ara Güler'le uzun bir sohbete dalıyor.
Onu bir belgeselde izlemiş, tanıyor.
Kimsenin gecikiyoruz demeye cesareti yok, çünkü o Eric.
(Bu bilgileri ekibe İstanbul'da rehberlik eden gazeteci Banu Yelkovan arkadaşımızdan ödünç aldım.)
Futbolun merkezindeki bu çılgın adam sık sık karşıma çıkıyordu; oyunuyla, golleriyle, sivri diliyle, deliliğiyle, isyankârlığıyla, çılgın kararlarıyla, tribündeki seyirciye uçarak attığı tekmesiyle, aldığı cezalarla, statükoya açtığı savaşla, sanata düşkünlüğüyle, resim merakıyla, Arthur Rimbaud'un dizelerine hayranlığıyla, Liam Gallagher'in bir şarkısının klibinde yarı çıplak kral tacı ve peleriniyle dans etmesiyle, Paco Rabanne için podyumda yürümesiyle tiyatro ve sinema oyunculuğuyla yıllardır aramızda geziyor.
Ünlü yönetmen Ken Loach'ın Hayata Çalım At (Loocking For Eric) filminde işsiz ve tükenmiş bir United taraftarına ümitli olmayı ve hayata tutunmayı tavsiye eden hayalet rolündeki de oydu.
Birçok filmde oynadı, ya da yönetmenlik yaptı...
Fevri mizaçlı Alain de, maç çıkışı polisle kavga eden de, Beyoğlu'nda gülücüklerle selfie çektiren de, kulüp başkanına üçkağıtçısın diyen de, hayata çalım atan da hepsi de o adamdı: Eric Cantona...
"Yalnızca geri zekalılar asla fikrini değiştirmez" diyen bu adam Fransa'nın en aykırı göçmen şehri Marsiyalı. 

Mimarisiyle, hayata bakışlarıyla, yaşam tarzlarıyla ülke içinde ülke gibi bir kent orası.
Dedesi, Katalan bir göçmen.
Çok acılar çekmiş.
General Franco'ya karşı savaşırken Barcelona'dan kaçıp genç eşiyle mülteci kamplarında yaşamış.
Eric'in annesi orada doğmuş.
Ve yıllar sonra ABD'de bir sergiyi gezerken dedesinin fotoğrafını görüp sezgisiyle tanımış.
Annesine gösterince haklı olduğu anlaşılmış.
Baba tarafından dedesi de 1911 yılında Sardunya Adası'ndan yoksulluk yüzünden göç etmiş.
Eşinin de Arap kökenli olması halkayı tamamlıyor.
Yani genlerinde her şeyden var, hayatını okurken kişiliğindeki gel gitleri ve tarzını yadırgamıyorsunuz.
O da bunu teyit ediyor zaten: İçimde dizginleyemediğim bir tutku var. İçinizden dışarı çıkmak zorunda olan ve sizin de çıkmasına izin verdiğiniz ateş gibi. Bazen bu ateş dışarı çıkıp etrafa zarar vermek istiyor. Bense kendime zarar veriyorum. Zarar vermek, özellikle de başkalarına zara vermek beni üzüyor. Ama karakterimdeki bu özellikler olmasa, ben ben olamam.
Futbola, Pele, Cruyff, Maradona gibi ünlü isimler gibi damgasını vuramadı.
Şimdiki zamanların Ronaldo ve Messi'si gibi de olmadı ve olmayacak da.
Ama daha 26 yaşında onlarca takım gezmiş bir futbolcuydu.
Asiliği başına iş açıyordu, o huzur istiyordu sadece.
İngiliz kıtasına gittiğinde 26 yıldır şampiyonluğa hasret olan Manchester United'in kaderini değiştirdi.
4 şampiyonluk gördü, ırkçı küfürler eden taraftara uçan tekme attı.
9 ay futboldan men yedi.
Döndü yine şampiyon oldu.
Premier Lig'in gelmiş geçmiş en çok sevilen dünyaca tanınan adamı oldu.
Adına şarkılar yazılırken formunun zirvesindeyken pat diye 30 yaşında futbolu bıraktı.
Tam da ona yakışır bir hareketti.
Yalnızca o yapabilirdi ve yaptı.
Az önce zikrettiğim ünlü futbolcular hep o dünyanın içinde varoldu.
Onların insan tarafını çok bilmiyoruz, Cruyff hariç.
Eric Cantona ise yüreğinin ve hayalinin peşinden gitti.
10 yıl gecikmeyle yayınlanan Cantona Kral Olacak Asi kitabı son yıllarda okuduğum en iyi biyografik eser.
Yazarı France Football muhabiri ve İngiliz futbolu analisti Philippe Auclair, kitabı kaleme alırken Eric Cantona ile hiç ama hiç konuşmamış.
Eric istememiş o da bir noktadan sonra vazgeçmiş iyi de etmiş.
Başkahramanı konuşsaydı belki de bu kadar lezzetli ve objektif olamayacaktı.
Eric Cantona'nın iyi ve kötü yanlarını didik didik eden Auclair her şeyi özetlemiş: Cantona'nın aurası top koşturmayı bıraktığı günden beri hiç kaybolmadı.
Manchester United taraftarları onu futbolu bırakmasından yıllar sonra o dillere destan Best-Law- Charlton üçlüsünün önünde yüzyılın oyuncusu seçti.
2008'de Premier Lig'in sponsoru Barclays'in 185 ülkede yaptığı bir ankette Cantona'nın tüm zamanların en sevilen oyuncusu olduğu görüldü.
Aynı yıl, Sport dergisi Crystal Palace maçındaki malum kung-fu tekmesini spor tarihindeki en önemli yüz olaydan biri seçti.
Ken Loach, Looking for Eric'te onu filminin ana karakteri yaptı.
Eric Cantona'nın hayaleti belli ki bir süre daha peşimizi bırakmayacak.
(Sabah Kitap ekinin Ekim 2020 sayısında yayınlanmıştır.)