Sayfalar

31 Aralık 2021 Cuma

Araf'ta 18 gün...

Günahlar ve sevaplar birbirine denkse cennet ile cehennem arasında bir yerde bekletilirsiniz. Araf'ın anlamı Kuran'da böyle anlatılır... Bu sözcük iki durum arasında kalındığında gündelik hayatta da çok kullanılır. Benim Araf'ım da pandemi hastanesinde Enfeksiyon Servisi'yle Yoğun Bakım arasındaki yerdi.


Bir yılı aşkındır dünyayı kasıp kavuran Covid-19 en sonunda bana ve aileme de uğradı... Salgın boyunca sağlık çalışanlarının özverili çalışmalarını medya sıklıkla haber yaptı. Sancaktepe Prof. Dr. Feriha Öz Acil Durum Hastanesi'ndeki 18 günlük tedavim boyunca dostluk kurduğum bu muhteşem insanların çabalarına birebir tanıklık ettim ve içerden neler yaşadığımı anlatayım istedim. Onların görünür olmasını ve çok ama çok büyük bir saygıyı hak ettiklerini bilin istedim. Bu yazı onlara minnet ve bir saygı duruşudur... Bir sözüm de sokakta sorumsuzca maskesini çıkarıp, uyaranları tersleyene, asansörde aralara sıkışmaya çalışana, her yerde sırayı, mesafeyi hiçe sayana... Bakın çok kötü hastalıklar var ama onlar insanın kendi genleriyle ilgili biraz da... Siz ise aktif bir taşıyıcı olarak belki en yakın akrabanızın, arkadaşınızın ya da tesadüfen yanınızdan geçen birinin hayatıyla oynuyorsunuz... Yaşadıklarımı, ayrıntılı ve acımasızca yazdım ki bir kez daha düşünürsünüz diye...

"Haluk Bey, Haluk Bey, iyi misiniz?"
Her yer karanlık, bir kuyudayım, yavaş yavaş kendime geliyorum. Cılız sesler şimdi daha belirgin...
"Haluk mu?" Kim bana ilk adımla sesleniyor acaba diye gözümü açtım, okul arkadaşlarım böyle çağırırdı o da neredeyse 30 yılı geçti.
Bilmiyorum, hiçbir şey hatırlamıyorum, boşluğa bakar gibi gözümü açıyorum.
Yemyeşil korunaklı bir elbise, maske ve üstüne siperlik çekilmiş bir yüz bana bakıyor.
Hemşire "bırakmayın kendinizi" diyor...
Orhan Veli, "Her şey birdenbire oldu" der ya gerçekten başka türlü açıklamak mümkün değil yaşadıklarımı...
Nisan'ın ilk haftası, hafiften bir kırgınlık var üstümde, üşüttüm herhalde.
Yazı İşleri'ndeki bir arkadaşımız pozitif çıktığı için ona yakın çalışanlar 6 Nisan'da işyerinde test oluyor.
Sonuç: Negatif.
11 Nisan Pazar sabahı BioNTech aşısının ilk dozu vuruluyor.
İyi değilim, önce çayın sonra da suyun tadı gidiyor; bir çorbayla karnım doyuyor, yemek yiyecek halim yok.
12 Nisan'da bir hastanede kan değerlerime bakılıyor ve PCR testi yapılıyor.
Kanımda yüksek iltihaplanma var, yıllardır olduğu gibi geçiş mevsimlerinde yakalandığım ağır bir grip herhalde.
Bir serum takarlarsa atlatırım diye düşünüyorum.
Ağır bir öksürük ve nefes alıp verirken zorlanıyorum.
Sağlık Bakanlığı sonuçları telefonlara yolluyor: Pozitif.
Görevliler kapıya COVİD-19 ilacı bırakıyor.
Sabah 8, akşam 8 adet hapla başlıyoruz.
Ertesi gün çok kötüyüm, 112'yi arayıp "zor nefes alıyorum" diyorum.
Öğlen vakitleri iki sağlık görevlisi kapıda.
Halsizim, ağzıma lokma koymamışım, aceleyle bir şeyler giyip ambulansın sedyesine uzanıyorum.
Sol elimin üstüne hemen damar yolu açılıyor ve oksijen maskesi takılıyor.
Bir süre sonra eve çıkmayı beklerken ambulans hareket ediyor.
Ne soracak ne konuşacak takatım var.
Siren sesleri, "yolu açın" anonsu kafamda uğulduyor.
Ne kadar süre geçti bilmiyorum, araç duruyor, ambulans açılıyor.
Ambulansın sedyesiyle indiriyorlar.
Onlarca insan, mesafeli sıra olmuş derdine derman arıyor.
Bir kapıdan girip uzun koridorlarda sağa sola derken küçük bir odaya alınıyorum.
Son bir hamle ve yardımla yatağa uzanıyorum.
Anında balonlu daha büyük bir oksjien maskesi takılıyor.
Uzun ince bir cam tüpte fokurdayan su var, oksijen takviyesi oradan gaz haline dönüşüyor.
Artık o maske bir parçam olacak, yatarken bile çıkarmak yasak.
Kan alınıyor, hayal meyal hatırladığım serum bağlanıyor.
Uzun bir süre yatıyorum, camekanlı odada ara sıra gözümü açtıkça koridordaki görevliler ve hastaların koşuşturmasına rast geliyorum.
Dilim damağım kurumuş; susuz, yemeksiz neredeyse 24 saat geçmiş.
Her şey kontrolüm dışında, sadece ara sıra gözlerimi açabiliyorum.
Tomografi çekilmeye götürülüp başka bir odaya naklediliyorum.
Belli ki tahlil sonuçları çıkmış, doktorlar geliyor, "sizi yatıracağız" diyorlar.
Yanımda telefon yok, güçlükle "aileme haber verebilir miyim" diyorum.
Çamaşır, eşofman, terlik, gözlükler, diş fırçası, macun ve telefon istiyorum.
(Not bu diyaloglar hep sis perdesi altındaydı, nasıl ulaştım, kim buldu beni diyordum hep. Hastaneden çıktıktan sonra söylediler de sonra hatırladım.)
Kardeşim de saatlerce haber alınamayınca gazetedeki dostlara ulaşmış ve nerede olduğum kimlik takibiyle bulunmuş.

NEREDEYİM, SAAT KAÇ

Benim ise nerede olduğum hakkında hiçbir bilgim yok.
Sol koluma ıslanmayan ve yırtılmayan ince bir kurdela bant takılıyor.
O benim künyem, üstünde adım yazılı, bir takım rakamlar ve barkod var...
Yürüyen sandalyede koridorlar arasında Enfeksiyon Servisi'nde doğru uzun bir yolculuk başlıyor.
E tabelasının bulunduğu yerde, 3 nolu odaya alınıyorum.
Bir erkek hemşire "geçmiş olsun" diyor.
Oksijen tüpünün ayarlarını yapıp ateş, şeker, tansiyon değerlerini ölçüyor.
Bir ekip gelip EKG'mi çekiyor.
"Neredeyim, saat kaç acaba" diye inliyorum.
"Sancaktepe Pandemi Hastanesi'ndesiniz. Saat 8.30."
"Bir şeye ihtiyacınız var mı?"
"Çok açım ve susuzum."
"Yemek zamanı geçti ama bakayım."
Az sonra hijyenik köpüklü tabldot kabında yemek geliyor.
Kana kana su ve bir parça da olsa yemekle kendime geliyorum.
Odayı inceliyorum, yanı başımda lavabo var.
Dezenfektan, sıvı sabun ve havlu kağıt...
Bir de giysi dolabı...
Ellerimi yıkamam lazım, tuvalet ihtiyacım var.
Maskeyi çıkarıp hamle yapıyorum.
Dünya dönüyor, bir şekilde ayakta kalıp güçlükle kapıyı açabiliyorum.
Kapı çalınıyor, bir görevli sırt çantamı bırakıyor. Saati soruyorum "11 diyor."
(Kardeşim eve uğrayıp çantayı getirmiş)
Gün boyu üstüme yapışan her şeyi atıp, temiz eşofman ve tişort giymek huzur veriyor.


GÜNLÜK RUTİNİM BAŞLIYOR...


Sabah 4.30 ışığım açılıyor, hemşire "günaydın" diyor.
Şeker, ateş, tansiyon ve parmaktan oksijen değerleri ölçülüyor.
Az sonra başka bir hemşire geliyor.
Tek tek anlatıyor: Bu mide koruyucu aç karnına alın. Bol su için.
2 adet özel bir sıvı, hazneli bir oksijen tüpüne dökülüp takılıyor. Akşam 2 adet daha...
Nefes sistemim ve boğazımı rahatlatmak için...
Bir süre sonra yapmayı öğrenip kendim hazırlayıp uyguluyorum.
Damar yolundan her gün iğne yapılıyor.
Evde başladığım Covid-19 ilacından her gün üç adet, ayrıca sabah akşam kan sulandırıcı iğne...
Gece 11'e kadar bakım ve kontroller yapılıyor.
Tansiyon, ateş, şeker, oksijen değerlerine bakılıp notlar işleniyor.
2 günde bir de kan alınıyor.
4 ayrı tüpe dağılan kanlarla iç organların durumu takip ediliyor.
İyi değilim, birkaç sabah oksijen değeri bayağı düşmüş olmalı ki, yan çevirip kürek kemiklerinden başlayıp belime kadar elle sertçe vuruluyor.
Hani birinin boğazına bir şey kaçtığında sırtına vurursunuz ya işte öyle...
Kadın hemşire bırakıp erkeğe devrediyor.
Değerler yükseliyor biraz...
Bir süre sonra balonlu oksijen yetmiyor.
Burun deliklerinden giren iki başlıklı plastik özel bir oksijen takılıyor ayrı bir tüpten.
Üstüne de balonlu oksijen maskesi...
En ağır olduğum o dönemde maskemi çıkarıp yataktan doğrulmuştum ki, erkek hemşire kapıyı tıklatıp içeri giriyor...
"Ne yapıyorsunuz."
"Tuvalete gidecektim."
"Aman sakın ha, bize haber verin, düşüp bayılırsınız."
Tekerlekli seyyar bir oksijen tüpü geliyor.
Tüpe bağlı maske takılıyor.
Yataktan 2 adım, kapıyı açıp içeri girmek 2 adım.
Yani tuvalet için toplam 4 adımlık yola bile oksijen takviyesiyle gidebiliyorum...
2 gün sonra çantayı bakacak gücüm olunca telefonu buluyorum.
Yüzlerce mesaj, yüzlerce arama.
Akrabalar, ailem, dostlar, iş arkadaşlarım, neredeyse yıllardır haber alamadığım iyi insanlar...
Haklılar, merak ediyorlar ama ben tek başına bir odada akıbetimi bekliyorum.
Her gün karanlığı yırtıp, düştüğüm kuyudan tırmana tırmana çıkmaya çalışıyorum.
Ne kadar çok böyle hata yapmıştım ben de olur olmadık zamanlarda birini ararken, demek başa gelince anlıyor insan...
Zaten konuşacak durumda değilim, gün içinde kendimi biraz iyi hissedersem mesajlara yanıt vermeye çalışıyorum.
Gözlüğüm yok, abuk subuk yanlış harflere basarak yazıyorum...
Ertesi gün çantaya bakacak bir güç bulup gözlüklerimi, bir sonraki gün de şarj kablosunu buluyorum...
Gece ışıklar kapanıp kendi kendinizle kalınca hesaplaşma başlıyor. Her şey bir hiçliğe çıkıyor ve çok anlamsız geliyor...
Zihnin en derinliklerinde olmayacak sorular: Ne olacak?
Yavaşlamak gerek, her anlamda...
Artık emin olduğum bir şey varki; tüm yollar her şeyin değerini bilmeye çıkıyor...

HAL VE HATIR HEMŞİRESİ TUĞÇE...

Gel gitlerin sarstığı o günlerde elinde not defteriyle bir hemşire içeri giriyor...
Adı Tuğçe, gözlerinin içi gülüyor.
Görevi de çok anlamlı: Hal ve hatır hemşiresi.
Sohbete, "aman moralinizi bozmayın, bu hastalıkta en önemli şey o" diye başlıyor.
"Akşam güle oynaya yanından ayrıldığım hastayı ertesi gün yoğun bakımda buluyorum" diye devam ediyor...
"Neden?"
"Korku, ölüm korkusu ve endişe."
Hemşire TV kumandasını en nihayet bulup getiriyor.
Haberler, spor, belgesel, müzik kanalları arasında gezinti iyi geliyor...
Arkadaşlardan kitap istemiştim; onlar ulaşıyor...
Ardından yeni kitaplardan oluşan bir paket daha...
Amin Maalouf'un son kitabı, yabancı polisiyeler, Osmanlı tarihi, bir yerli casusluk hikayesi.
Malta Sürgünü Tanzimat dönemi aydınlarından Azeri Ahmet Ağaoğlu'nun Gözümün Nurlarına Mektuplar'ında ilginç bir tesadüf yakalıyorum.
1918'lerde ortaya çıkan ve on milyonlarca insanın ölümüne neden olan İspanyol gribine yakalanmış iyi mi...
1919 yılında 14 gün boyunca kendini bilmez halde yatmış tam iyileşmeden işgalci İngilizler tarafından tutuklanmış. Sonra da 78 kişiyle sürgüne...
Ailesine yazdığı mektuplarda, tabii ki ağırlıklı olarak onlara olan özlemi ve vatan hasretiyle birlikte memleketin ahvaline üzüntü var.
Gazeteci ve siyasetçi Ağoğlu'nun zarif, lezzetli kalemine hayran olmamak mümkün değil...
Sosyal medyayla işim yok, anlamam.
Telefondan gazete haberleri ve köşe yazarlarını okuyorum.
Biraz TV, gerisi geç vakitlere kadar kitap...
Burada en bol şey zaman...

KURBAN OLAYDIM YAVRUM, NASILSIN

Aile ve akrabalarla tek bağlantım kız kardeşim, başından beri eli hep üstümde...
Günler sonra annemle konuşabiliyoruz. Diyarbakırlı anam memleketimin ağzıyla, "Kurban olaydım yavrum nasılsın" diyor.
Bizi, yokluk ve zorluklarla büyütürken bir şahin gibi koruyan hiçbir şeyden korkmayan cesur annem çaresiz ama toparlıyor: Allahıma şükürler olsun, sesini duydum.
Gözüm yaşarıyor, boğazıma bir şey oturuyor, konuşamıyorum...
"Seni çok yormayayım" diyor.
Fatih'ten 2 çocukluk arkadaşım "Elimiz kolumuz bağlı bir şey yapamamak bizi perişan etti. Seni özel hastaneye aldıralım istiyoruz" mesajı atmış.
"Hiç gerek yok" diyorum "çok iyi bakılıyorum."
Artık Tuğçe hemşire ile 2 günde bir görüşüyoruz.
Fark ediyorum, beni hastane ve hastalık ortamından çıkarmak için konuşturuyor.
Artık yatağı dikleştirip oturma pozisyonunda durabiliyorum...
Kitaplardan, yazarlardan, hayattan sohbetler ediyoruz.
Mevlana'nın sözleri aklıma geliyor, ona "çok yaşa, senin de yaptığın işte bu" diyorum:
"Kardeşim, sen düşünceden ibaretsin,
Geriye kalan et ve kemiksin,
Gül düşünür, gülistan olursun,
Diken düşünür dikenlik olursun."

DAMAR YOLUNDA GÜLEN EMOJİ...

Ahmet Hemşire var bir de.
Genç sırım gibi bir delikanlı, hem de oğlumla yaşıt.
Askerliğini yapmaya hazırlanıyor, yeğenim de o günlerde terhis olmak için gün sayıyor...
İlk gün beni odaya yatırıp ihtiyaçlarımı karşılayan da oydu...
Kimlik kartını bağladığı kordelada Atatürk yazıyor.
Mustafa Kemal'i konuşuyoruz, okumak ve daha çok anlamak üzerinde anlaşıyoruz.
Zeynep hemşire kan almaya çalışıyor ama damarlarım çok ince, iğne damara girdiği an kan akışı kesiliyor ve derinin altına yayılıyor.
Kollarım mosmor...
Çok üzülüyor ama işini yapmak zorunda, her gün ilaç verilen damar yolları da üç günde bir değişmek zorunda, yoksa enfeksiyon kapabilir.
Elimin üstüne, dirseğin alt bölümüne, sağ koldan sola yeni yerler açılıyor.
Zeynep hemşire, en son damar yolunu açmak için gece 11'e kadar uğraşıyor.
Etrafını bantla sararken tarihin altına adını yazıp bir de gülen emoji koyuyor iyi mi?
Hemşireler 24 saat çalışıyor kesintisiz.
Sabah 9.00'da işi devralıp ertesi gün bırakıyor, 2 gün dinleniyor.
Onlarca hemşire var günlük işlerini titizlikle yapan kısa hal hatır sormalarla sohbet ediyoruz.
İsimlerini bilmiyorum yalnızca gözlerini gördüm. Her birine teşekkür gönderiyorum.
Her gün bir doktorlar heyeti ziyaret ediyor. Anlık izlenen durum raporum ellerinde, şikayetim olup olmadığını sorup ve tavsiyede bulunuyorlar.
Bol bol sıvı tüketin, yemeği ihmal etmeyin. Hepsine minnettarım, sağ olsunlar...
(Taburcu olurken genel durumumla ilgili uzun bir dosya veriliyor. İzleme notları altında, 18 gün boyunca hastalığımın evresi, doktorların heyetinin ayrıntılı raporları, hangi ilaçlar kullanılmış vs...)
Günde 3 öğün yemek bırakan, her gün temizliğe gelip odayı baştan aşağıya silen, çöpleri boşaltan halimi hatırımı soran moral veren iyi insanlar sizleri de unutmadım...
Hastane yemekleri malum, porsiyonu az, tatsız- tuzsuz.
Başlarda zorlanıyorum ama hiç aksatmadan yiyorum.
Çorba, sebze, ya tavuk ya da et.
Ara öğünlerde iki kez süt ve elma ya da yoğurt ve elma veriliyor...
Hareketsiz sürekli yatmak zorunda kalan hasta için başka türlüsü mümkün değil, yemekler böyle olmak zorunda.
Sindirim sistemim hemen düzene giriyor.
Bundan sonrası için bir hedef var önümde: Porsiyonları azalt; yağ, şeker, tahıl dengesine dikkat et.
Başhekim Prof. Dr. Nurettin Yiyit hasta ziyareti ve denetimde, bana da uğruyor. Halimi hatırımı soruyor.
Üç hastaneden sorumlu, "nasıl bir enerjidir" hocam diyorum. Hastaneyi ve çalışmaları anlatıyor.
Görevlilere danışıp onay aldıktan sonra, arkadaşlardan kuruyemiş istiyorum.
Bu koca gövdeme biraz enerji verecek yiyeceklerden üç koca torba bırakıyorlar.
Her öğünden sonra havlu kağıda, kurutulmuş incir, kayısı ve erikten birer adet; ceviz, badem, fındık, antep fıstığından oluşan bir karma yapıyorum.
Ve ağır ağır abartmadan her bir yiyeceğin hakkını vererek tüketiyorum...
"Başlarda kritik durumdaydınız, yoğun bakıma alıp almama evresindeydik. Ama 2 gün daha izlenmeye karar verildi, siz de toparlayınca vazgeçildi" sözlerini hatırlıyorum.
Araf'ta beklerken bilincim yerinde değil ama şimdi anlıyorum taşlar yerine oturuyor...
14 gün sonra balonlu oksijen maskesi çıkarılıyor, "iki buruna takılı olan oksijenle takip edelim" diyor doktorlar...
"Hem yemek yerken de daha rahat edersiniz."


ODADA KISA YÜRÜYÜŞLER...

Kendimi çok yormadan hareket etmemi istiyorlar.
Odada bir L çiziyorum kendimce, gidiş geliş bir tur.
Ağır ağır zorlamadan 5 turla başlayıp 15'e 20'ye çıkarıyorum.
Sonra oksijen ölçeri parmağıma takıp ekrandan izliyorum.
Hareket etmek değerleri de yükseltiyor.
İlk geldiğimde 78'leri bile görmüştüm, şimdi olması gereken 93'lerde ve bazen daha da yukarlarda.
Moralim yükseliyor...
Son birkaç gün sabah öğle ve akşama bölüp 25 tura çıkarıyorum yürüyüşleri...
Toplam neredeyse 3 bine adıma yakın.
1.92 km'lik bir mesafe kat etmişim...
Son iki gündür burnuma takılı oksijen maskesini de çıkartıp izlemeye alınıyorum...
"Sizi taburcu edebiliriz artık iyisiniz" diyorlar ama sonra bir gün daha beklemeye karar veriliyor.
Ve 2 Mayıs sabahı rutin kontrol ve ilaçlardan sonra taburcu haberi geliyor. Bir kan daha alınıyor, son bir kontrol yapılacak.
Beni almaya gelen kardeşime "bekleme, belki kalabilirim" diyorum.

BİN HASTAYA BAKIYORUZ

TV'de haberlerin başlamasını beklerken öğlen 12:00'de başhekim Prof. Yiyit odama giriyor.
Kendisinin tabip albay olduğunu da öğreniyorum.
Nasıl da dikkatli ve titiz, penceredeki panjurun bir kenarı hafif eğilmiş.
Hemen düzelttiriyor.
Gazetecilik damarım tutuyor, uzun bir sohbet yapıyoruz.
"Burada pandemiden tam 1000 hasta yatıyor" diyor.
Şaşırıyorum "nasıl yani gerçekten mi?"
"Evet bin hasta, hedefimiz onları bakım servisinde iyileştirmek. Yoğun bakımlarda özelden ve diğer hastanelerden gelenler var çoğunlukla. Biz burada tedaviye yoğunlaşıyoruz ve başarı oranımız çok iyi..."
Hastanenin devasalığını hayal etmeye çalışıyorum...
Başhekim, bu olağanüstü kurumun aksamadan yönetilmesini ve dijital sistemin verimliliğini anlatıyor.
Başhekim sahadaki çalışmanın önemine vurgu yapıyor. "TV'lerdeki tartışma programlarına hep akademisyenler çıkıyor. Tamam, veriler, anketler şu, bu ama sahadaki emeği de görsünler" diyor.
Ve son olarak nerede oturduğumu sorup, kısıtlamadan dolayı evime bir araçla bırakılabileceğimi söylüyor.

GÜNLER SONRA AÇIK HAVA...

Damar yolumdaki iğne çıkarılıyor.
Bir doktor gelip, belgeler imzalatıyor.
Bazı evraklarla birlikte reçeteyi veriyor.
Nefes egzersizini ihmal etmememi, iyi beslenmeyi ve bol sıvı almayı hatırlatıyor...
"Her şey tamam, borcunuz yok" diyorlar...
Eşyalarımı toparlayıp yürüyen sandalyeye oturuyorum...
18 gün sonra odadan çıkmanın mutluluğu, uzun çok uzun bitmek bilmeyen koridorlarda gidiyorum.
A, B, C levhaları, idare, personel yazıları derken kendimi açık havada buluyorum...
Çöl sıcağı gelmiş, güneş yakıyor, hastanenin aracına biniyorum...
Sesler, yüzler, sokaklar, caddeler hepsini ilk kez görüyorum sanki...
Başımı cama dayayıp bu toprakların yüzyıllardır en içten en güzel duası aklıma geliyor...
Bir şehit ailesinin dilinde, afette, kazada, iyilikte dillenen cümlesi:
Allah, devlete zeval vermesin...    

(Sabah Pazar ekinin 23 Mayıs 2021 sayısında yayınlanmıştır.)


1 Aralık 2021 Çarşamba

Yüz yıllık hasret mektupları...


İngilizler'in sürgüne gönderdiği İttihatçılar'dan Ahmet Ağaoğlu'nun Malta'dan ailesine yazdığı mektuplar, bir döneme ışık tutuyor.

1919 yılının başları, dünyada on milyonlarca kişinin ölümüne yol açan İspanyol gribi, Osmanlı topraklarına ulaşmış durumda.
O dönem ki İkinci Meşrutiyet sonrasıdır, siyasi ve fikir hayatının etkili kişilerinden Ahmet Ağaoğlu da şiddetli bir gribe yakalanmış, 14 gün boyunca kendini bilmez halde yatmaktadır.
102 yıl sonra bir Nisan günü Covid tedavisi gördüğüm hastanede en iyi dost kitaplar.
Editörüm Olkan Özyurt'un gönderdiği polisiye, tarih, bilimkurgu, klasik ve Amin Maalouf'un uzun zaman sonra yazdığı distopik romanı arasında İş Bankası Yayınları'nın tarih ve edebiyatımıza büyük katkıları olan Anılar, Hatıralar serisinden bir kitap daha var.
Klasik açık sarı zeminli ve siyah-beyaz fotoğraflarıyla bezenmiş kapaklı kitap, girişte söz ettiğim Ahmet Ağoğlu'nun Malta Sürgünlüğünden Gözümün Nurlarına Mektuplar başlığını taşıyor ve Ömer Erden'in özenli çalışmasıyla hazırlanmış.
Ağaoğlu, ailesinin eğitimi için üstüne titrediği Azerbaycanlı bir Türk, Paris'te hem tarih ve filoloji hem de Hukuk Fakültesi dersleri alıyor.
İttihatçılar'ın önde gelenleriyle tanışıyor, aynı zamanda Türkçü ve İslamcı fikirleriyle tanınan isimlerle de görüşüyor.
Hem Batıcı hem de Türk- İslam merkezinde görüşleri, Fransız gazeteleri ve Tiflis'teki dergi ve gazetelerde yayınlanıyor.
İstanbul'daki kısa konaklamadan sonra memleketine dönüyor.
Ağoğlu, Çarlık rejiminin 1905'te meşruti yönetimi tanımasıyla oluşan özgürlükçü ortam ve zenginlerin desteğiyle Azerbaycan Türklerinin davasını savunan gazetelerin kurulmasını ve başyazarlığı üstlenir.
Müslümanları tek bir siyasi hareket etrafında toplamak için kurulan Bütün Rusya Müslümanları İttifakı kurucuları arasında etkin bir rol oynar.
Ancak Çar yönetimi faaliyetlerinden rahatsız olduğu Ahmet Ağaoğlu'nun etrafındaki çemberi daraltınca eşi ve 4 çocuğuyla İstanbul'a kaçmak zorunda kalır.
Gazeteciliği sürdüren ve devlet yönetiminde görevler üstlenen Ağoğlu bir dönem mebusluk da yapar.
Bolşevik ihtilalinin patlamasıyla Rusya parçalanmaya başlar, kuşkusuz Ağoğlu'nun aklı fikri memleketindedir.
Ruslar'ın yerini alan Ermeniler'in saldırıları Azerbaycan'a kabus gibi çöker.
Osmanlı kayıtsız kalamaz, Enver Paşa'nın oluşturduğu Kafkas İslam Ordusu bölgeye yardıma koşar.
Ordu Komutanı Nureddin Paşa'nın yanında Ahmet Ağoğlu vardır.
Siyasi işleri o yönetir, Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurulmasında rol oynar, ancak Osmanlı'nın büyük savaşta yenik düşmesiyle ordu Kafkasya bölgesini terk eder.
İstanbul'a dönen Ağaoğlu, İspanyol gribini atlatamadan işgal gücü İngilizler'in düzmece raporlarıyla tutuklanır.
28 Mayıs 1919 sabahı, Bekirağa Koğuşu'nda yatan ve aralarında Ziya Gökalp gibi ünlü isimlerin de bulunduğu 78 kişi apar topar sürgüne gönderilir.
Son anda haberdar olan aileler sandallara doluşarak para, yatak, giysileri gemilere atarak ulaştırır.
Ağaoğlu bazı tutuklularla Limni Adası'na bırakılır zor ve ağır geçen bu kısa dönemin ardından, nispeten koşulların daha rahat olduğu Malta Adası'na götürülür.

Ağaoğlu'nun en büyük ıstırabı ailesidir.
4 çocuğu ve eşiyle kız kardeşini mütareke İstanbulu'nda bırakmıştır.
Onlardan bir haber almak için mektuplar yazar ve alır.
Kitabın ana yörüngesini oluşturan yazışmalar, Cumhuriyet Müzesi Arşivi'nde bulunan 21 Eylül 1919 ile 17 Mart 1921 tarihleri arasında ailesine gönderdiği mektuplardan oluşmaktadır.
Kiraların arttığı, İspanyol gribinden sonra koleranın görüldüğü İstanbul'daki ailesi için endişelenen Ağoğlu bir yandan da o yoklukta kendisine gönderilen paraların mahcubiyeti içindedir.
Başlarda arada bir gönderilen 50 liralar giderek 20 daha sonra 10 hatta 5 liraya kadar düşer.
Çocuklarının tek tek kendisine yazmasını ister, el yazılarından kah sevinç kah hüzün çıkarır.
Daha iyi yazmaya ve çalışmaya teşvik eder.
Bir yandan da memleketin halini dert eder, sürekli yeni haberler duymak ister.
İngilizler'i bıktıracak kadar neden tutuklu ve sürgün olduğunu resmi kanallardan sorar, ailesi de aynısını İstanbul'da sürdürür.
Malta Polveriste- 20 Mayıs 1920 tarihli mektubuna şu satırlarla başlar: Bugün ramazan-ı mübareğin birinci günüdür. Tam bir sene oldu ayrıldığımız!! Tam bir asır! Değil mi? Ve hem de ne tükenmez bir asır! Akşam hilale bakarken sizi selamlıyordum: Hatırıma İstanbul'un o güzel minarelerinden yükselen ilahi sedaları geliyor ve onları işitiyordum ve sizi selamlıyordum.
17 Mart 1921 tarihli son mektubu "Azizim" diye başlayıp "cümlenizin gözlerinden öperim" diye biter.
30 Nisan 1921'de serbest kalan Malta Sürgünleri'nden Ahmet Ağoğlu, daha sonra Anadolu'daki mücadeleye katılır.
Mebus olur, hocalık yapar.
İnsanın en saf ve çaresiz haliyle hayatının merkezi ailesine yazdığı mektupları okurken bir döneme tanıklık ediyoruz.
İyi eğitimli, aydın bir gazeteci ve siyasetçinin kalemi asla savrulmuyor.
Üslubu ve titizliği her biri özenle seçilmiş cümleleriyle okura yeni kapılar açıyor.
 (Sabah Kitap ekinin Nisan 2021 sayısında yayınlanmıştır.)

Ailedeki her bireye ayrı hitap ve üslup...

Yıllarca babasından ayrı kalan Samet Ağaoğlu'nun mektupları değerlendirmesi:
Babamın Malta mektuplarının çeşitli özellikleri vardı.
Her mektup aramızda kime yazılmış olursa olsun, "Nûr-i didem (gözümün nuru) diye başlıyordu. Sonra hemen her zaman anneme ve Humay halama bir arada, bizlere de çoğu zaman ayrı ayrı yazıyordu. Anneme ve halama gönderdiklerinde hisler, istekler, yapılacak işler hakkında işaretler; bizimkilerde öğütler, geleceği ait fikirler, gönlümüzü okşayacak sözler yer alıyordu. Sürreya ve Abdurrahman'ın mektuplarında birinci erkek çocuk hiyerarşisine göre daha ağır, daha ciddi bir üslup kullanıyor. Tezer'e yazdıklarının edebiyatına dikkat ediyor, bana da sadece bir çocuk olarak bakıyor, bu da beni şiddetle üzüyordu.
Malta mektuplarının değişmeyen bir yanını memleket hakkında ümidini hiç kaybetmediğini bize göstermesi teşkil ediyor, milletin, bizim, kendisinin zalimlerin elinde mazlumlar olduğumuzu, kurtuluş gününün yaklaştığını, Anadolu'nun varlığını er geç göstereceğini her mektubunda yazıyor, "zalim, zulmünü artırsın ki Allah'ın gayretine dokunsun" diye haykırıyordu. Sonra Malta'da yaşadıkları hayattan manzaralar çiziyor, arkadaşlarından haberler veriyor, böylece her mektubuyla bizi birkaç gün için İstanbul'dan alıp yanına götürüyor, bazen de kalkıp yanımıza geliyordu.

22 Kasım 2021 Pazartesi

Masumiyet maskesi düşüyor...


Polisiye edebiyatın dünyadaki önemli yazarlarından Jean-Christophe Grangé, hiçbir zaman anlattığı macerayı bir cinayete hapsetmez. Cinayetler üzerinden bizi bir mesele hakkında düşünmeye iter. Yazar, son romanı Küllerin Günü'nde bir tarikatta işlenen cinayet ekseninde masumiyete yaklaşımımızı sorguluyor

Onu farklı kılan nedir, diye düşünürüm kitaplarını okurken...
Tamam polisiye edebiyatının her şeyi var: Kurgu, akıl yürütme, ipuçları, gerilim, sürprizler, olay yeri inceleme...
O zaman daha başka ne?
Kitap, okumuş olmak için okunmaz; bu bir hayat biçimidir, tutkudur, sevgidir, anlamak ve derinleşmedir.
Ve hiç kuşkusuz düşünmektir, sorgulamaktır.
Jean-Christophe Grangé, Ahmet Ümit'in dediği gibi "İyi polisiye iyi edebiyattır" sözünün hakkını verenlerden...
Üniversitede edebiyat okuyan, uzun yıllar gazetecilik yapan yazarın, geçtiğimiz ay çıkan yeni kitabı Küllerin Günü, metnin ve dilinin sağlamlığıyla göz dolduruyor.
İşin edebi kısmı yani temeli iyi olunca üstüne kurulan da sarsılmaz oluyor.
Grangé her şeyden önce araştıran, gezen, okuyan bir yazar.
Kitaplarına aşina olanlar bilir; okuyucuya inanılmaz bilgiler verir ve hikayeye öyle bir yerleştirir ki, cümle içindeki bir sözcüğü anlamak için dipnotu görmezden gelemezsiniz.
Onu dünyada meşhur eden Kızıl Nehirler'den tutun, Leyleklerin Uçuşu, Taş Meclisi, Kurtlar İmparatorluğu, Siyah Kan, Şeytan Yemini, Koloni, Ölü Ruhlar Ormanı, Sisle Gelen Yolcu, Kaiken, Lontano, Kongo'ya Ağıt, Ölüler Diyarı, Son Av ve nihayet Küllerin Günü'ye toplam 15 kitap da bilimden tarihe, psikolojiden edebiyata, spordan müziğe, dinlerden yeme-içmeye, siyasetten ekonomiye, modadan mitolojiye, şiddetten arkeolojiye kadar her konuda bilgilendirir.
Şiddet, kötülük ve ölüm onun tramvasıdır, söyleşilerinde hep dile getirir:
"Çocukken insan şiddetini keşfettim. Bu bana çok korku verdi. Hiçbir zaman sindiremedim. Kitaplarımı yazmaya başladığım zaman kendi içimde, derinlerde hissettiğim sorunu kaleme almaya başladım. Çünkü sanatsal dışa vurum içinizde ağırlık yapan şeyi yansıtıyor. Benim için çekilemez bir şeyi sanatsal bir nesneye dönüştürüyorum. Bu üretim de insanlar için arzu nesnesi haline geliyor. Ama okurlarımın da benim gibi şiddetten nefret eden kişiler olduğunu düşünüyorum."
Kötülük üçlemesi Siyah Kan, Şeytan Yemini ve Ölü Ruhlar Ormanı tam da kişiliğinden süzülenler diye okunabilir...
Keza çok sonraları kaleme aldığı Ölüler Diyarı'nda da insanoğlunun içindeki sevgi ve yok etme tutkularından yola çıkarak bir kurgu yaptığını söylemişti.
Kötülüğün kalıtsal olup olmadığını da tartışmaya açıyordu...
700 sayfalık Sisle Gelen Yolcu ise yazarın kimilerine göre Nirvana kitabıdır...

Tanıtım yazısındaki; "Ben gölgeyim, ben avım, ben katilim, ben hedefim, kurtulmak için tek çarem var: diğerinden kaçmak, peki ya diğeri de bensem" sözleri kitabın özeti gibidir.
Kişilik bozukluğu olan ve sürekli farklı bir kimlikle ortaya çıkan ana karakteri, hacimli bir polisiye kitapta anlatması bir yana, son ana kadar heyecanı ve tempoyu düşürmemesi de takdire şayandır...
Grangé kitaplarını yazarken mekanı gezerek coğrafyasına, tarihine hakim olur.
Asla ansiklopedik bilgiler bulamazsınız, mahalleyi, binayı, ağacı ayrıntılarıyla anlatır.
İnsan tasvirleri de öyledir; yüzünden giyinişine, ruh halinden davranışlara kadar tanıtır.
Okuru da ikna eder, "evet, tam da bunu yapacak birisi" dedirtir.
Leyleklerle birlikte Paris'ten Lozan'a, Viyana'dan Bulgaristan'daki çingene mahallerine, Orta Afrika ormanlarından Türkiye'ye, Filistin'den İsrail'e uzanırsınız.
Elmas ticaretinin kanlı, acımasız yüzü tokat gibi çarpar.
Bir başka kitapta Tayland, Bangkok gibi Uzakdoğu ülkelerine, bir başkasında Latin Amerika'ya, diğerinde Kapadokya, Nemrut Dağı'na yolculuk yapar...
Grangé, geçen yıl yayımlanan Son Av'la, Kızıl Nehirler kitabındaki eski gözdesi Komiser Niémans'ı yeniden işbaşına getirdi.
Fransa'nın Almanya ile sınır bölgesi Alsace'da vahşi cinayetleri yeni yardımcısı Ivana Bogdović'le aydınlatıyordu.
Nazi Almanya'sına kadar uzanan ünlü Kara Ormanlar'daki bir sırrın peşine düşerler.
Ve nihayet Küllerin Günü'nde yine Komiser Niémans ve kadın yardımcısı Ivana Bogdović, Tebligciler adlı bir tarikatı araştırıyor.
Tebligciler, İsviçre ve Almanya'da zulme uğrayan Anabaptistler'in bir kolu...
16. yüzyılda kaçıp Alsace bölgesine sığınan, içe kapanık, ari ırkı benimsemiş, kendi halinde gibi görünen, hoşgörüyü merkezine alan tarikatta olan bitenler hiç de masum değildir.
Tuhaf cinayetler, taşradaki vurdumduymazlık, din maskesi arkasına saklanan rezillikler, görmezlikten gelinenler, bizi günümüzden Ortaçağ'a uzanan bir yolculuğa çıkarıyor.
Jean-Christophe Grangé, katili bazen sona kadar saklar bazen de erken ortaya çıkarır.
O zaman da tempoyu düşürmeden sonuna kadar okutmayı başarır.
Ama ne olursa olsun meseleleri salt cinayete hapsetmez.
Cinayetin neden işlendiği üzerinden bize önemli bir meseleyi düşündürür.
Küllerin Günü'nde de böyle yapıyor.
Bizi bir tarikatın içinden geçiriyor ve masumiyet meselesi üzerine derin düşünmeye davet ediyor.
(Sabah Kitap ekinin Nisan 2021 sayısında yayınlanmıştır.)

18 Kasım 2021 Perşembe

Dünyanın kaderinin değiştiği yer: Çanakkale

Çanakkale Savaşları'nın üzerinden 106 yıl geçti. Oradaki büyük zaferle dünya tarihi yeniden yazıldı. Dünyanın kaderini değiştiren tarih kitaplara konu oldu. Şimdi o kitapları yeniden okumanın zamanı...

Mart ve Nisan ayları tarihimizin şekillendiği, biz biz yapan ve dünyayı da etkileyen zamanlardır.
18 Mart'ta Çanakkale Deniz Zaferi ve 25 Nisan'da Kara Savaşları'nın başlamasının 106. yıldönümleri kutlanacak.
İttihatçıların oldubittisiyle kendini Birinci Dünya Savaşı'nda bulan Osmanlı Ordusu, 1912'de patlak veren Balkan Harbi'yle büyük bir felaket yaşamıştı.
1914'te büyük savaşa girdiğinde bırakın İttifak devletlerini müttefiki Almanlar'ın bile gözünde Avrupa'nın hasta adamıydı.
Çökmüş, bıkkın ve firarilerle uğraşan, savaşma kabiliyeti kaybetmiş, donanımsız, teçhizatsız bir ordu gözüyle bakılıyordu.
Ancak çok eleştirilen Genelkurmay Başkanı Enver Paşa, Balkan Harbi'nden aldığı dersle orduyu baştan aşağı yenilemiş komuta kademesini kurmay bir sınıfla değiştirmişti.
İşte bu ordu, Çanakkale'de İngiliz, Fransız, Avusturya ile Yeni Zelanda'dan oluşan kendinden daha üstün silah gücü ve donanıma sahip gücü yenilgiye uğratacaktı.
Çanakkale üstüne bir yazı daha ya da kitap mı sorularını duyar gibiyim...
Gerçekten durum böyle mi; 1915 yılındaki bir savaşla ilgili söylenecek, konuşulacak her şey bitti mi?
Bildiklerimiz, bize anlatılanlar, okuduklarımızın ne kadarı büyük resmi tam olarak yansıtıyor acaba?
Daha önce de atıfta bulunmuştum; tarihçi George H. Cassar'a göre, Çanakkale Savaşı hakkında yazılan İngilizce kitaplar, Birinci Dünya Savaşı'ndaki diğer herhangi bir sefer hakkında yazılan kitaplardan daha çoktur.
Amerikalı askeri tarihçi Edward J. Erickson, Çanakkale üzerine yazılan tarih yazımını dörde ayırıyor.
Ocak 1916'da çekilmenin ardından İngilizler "Avrupa'nın hasta adamı" denilen bir güce nasıl yenildiğini anlamaya çalışıyordu.
1917 ve 1919 yıllarında Çanakkale Parlamento Komisyonları yayınları vardı.
Birinci Dünya Savaşı'nın 1918'de bitmesinin ardından anılar ve alay tarihleri yayınlandı.
Çanakkale'nin komutanı General Sir Ian Hamilton'un iki ciltlik Gelibolu Hatıraları 1920'de yayınlandı.
Bu kitaplar İngiliz harekatlarını ele almaktaydı, Osmanlı tarafının bakışı ise Alman askerlerin anılarına dayanmaktaydı.
Birinci Kuşak tarihçilerine göre İngilizler en az üç kez kazanma şansı yakalamış ve zaferi kıl payı kaçırmışlardı.
Yani taktik zorluklar olmasaydı kazanabilecekleri bir seferdi.
İkinci kuşak Çanakkale tarihi, 1956'da Avusturalyalı gazeteci Alan Moorehead'in Gelibolu ve 1965'te Robert Rhodes James'in Çanakkale, Asil Bir Hezimetin Tarihi kitaplarıyla başladı.
Arşiv malzemelerinin yanı sıra esas olarak mevcut tarihsel temelin yeniden analizi yapılıyordu.
Bir önceki tarihlerden farklı olarak, liderlik analiziyle başarısızlıktaki sorumluluk paylarının dağıtılmasıydı.

Müttefiklerin İkinci Dünya Savaşı'ndaki başarılı çıkarma harekatlarından ilham alan bu tarihçiler, Çanakkale'deki yenilgiyi liderlik ve beceriksiz icra yüzünden olduğunda birleşiyordu.
Üçüncü kuşak ise genç tarihçiler tarafından başlatılan ve daha önceki yaklaşımı sorgulayan yeni bir arşiv çalışmasıyla ilk kaynak araştırmasına dayanıyordu.
Savaş katılan askerlerin deneyimleri ve kültürel faktörler de ele alınıyordu.
Ancak öncekiler gibi liderliğin yetersizliği sorgulanıyordu ve tamamen İngiliz kaynaklarına dayanıyordu.
90 yıl süren Avrupa merkezli bakış açısıyla bugün yanlışlığı ortaya çıkan genelleştirilmiş inançlar, 4'ncü kuşak tarihçilerin farklı bir sorgulamaya yol açmalarına yol açtı.
21. yüzyılın başında ortaya çıkan 4'ncü kuşak tarihçiler, diğerlerinden farklı bir bakış açısı yansıtmaktadır.
Artık Osmanlı ve Türk tarafı da işin içindedir.
En büyük etken Türk Genelkurmay tarih arşivlerinin açılmasıyla, Batılı tarihçilere Çanakkale'yi yeniden değerlendirme olanağı sağlanmasıdır.
Osmanlı Beşinci Ordusu'nun kayıtları Ankara'daki Genelkurmay Arşivlerindedir.
1429 sayfalık, üç ciltlik Gelibolu seferinde; yüzlerce renkli harita, muhabere düzeni krokileri, teşkilat planları, fotoğraflar ve özgün belgelerin tıpkı basımları bulunmaktadır.
Bunlara ek olarak, ordu kademesinden tabura kadar komuta ve kurmay mevkilerinde bulunmuş olan Osmanlı subaylarına ait çok sayıda anı ve günlük yayınlanmıştır.
Edward Erickson'un Size Ölmeyi Emrediyorum!/ Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu (2000), Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ve Gelibolu (2007) ve Osmanlı Harekatı (2010) kitapları.
Sonra Tim Travers'in Gelibolu (2001), Harvey Broadbent'in Çanakkale, Ölümcül Sahil (2005), Robin Prior'un Gelibolu, Mitin Sonu (2012), Peter Hart'ın Gelibolu (2011), Chirs Roberts'in Arıburnu'na Yapılan Çıkarma 82013) kitaplarında Türk resmi kaynakları ve askeri arşivlerinden daha fazla yararlanarak kaleme alınmıştır.
Erickson'a göre, Osmanlı ordusu kazanmıştır çünkü; komutanları operatif seviyede İtilaf Kuvvetleri'nden daha etkili bir komuta- kontrol bilgi ve icrası sergilemiştir.
Çok iyi komuta edilen, çok iyi eğitilmiş, savaşa hazırlık seviyesi oldukça yüksekti ve Avusturyalılar, İngilizler, Fransızlarla eşit seviyede, adam adama mücadele edebilen bir ordu sahaya sürülmüştü.
Savaşın insani, toplumsal ve kültürel boyutu da daha çok araştırılmaya ve ilgiye muhtaçtır.
Necmettin Halil Onan'ın; "Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın, Bu toprak, bir devrin battığı yerdir."
Ya da Mehmet Akif'in; "Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!" dizelerini okuyup gururlanmamak mümkün değil.
Ancak hamaset ve sadece bir günlük anmalarla bir yere varılamaz.
Her zamankinden çok bir ve beraber olmak istiyorsak Çanakkale daha çok ilgi istiyor ve gerçeklerin ortaya çıkarılmasını bekliyor.

ANLAMAK VE BİLMEK İÇİN

Çanakkale'yi anlamak için kitaplardan bir seçki...
ÇANAKKALE 1915- Türk tarihçi, Prof. Dr. Haluk Oral, Avustralyalı askeri tarih uzmanı Dr. Peter Pedersen ile İngiliz tarihçi ve emekli general Julian Thompson'ın ortaklaşa yazdığı dev kitapta savaşa katılan üç ülkeden üç yazarın uzman gözüyle ülkelerinin hikâyelerini ve muharebenin etkileri anlatılıyor.

ÇANAKKALE SAVAŞI/ SİPERİN ARDI VATAN- Kendilerini Çanakkale'ye adayan askeri tarihçi Şahin Aldoğan ve gazeteci Gürsel Göncü, başlangıcından sonuna tüm operasyonel detaylarıyla, Türk tarafı açısından ve objektif kriterlere göre savaşı değerlendiriyor.
ÇANAKKALE SAVAŞI: ATEŞ ALTINDA KOMUTA- Asker kökenli tarihçi Edward J. Erickson, Türk arşivlerini titizlikle inceleyerek Osmanlı'nın başarısının temellerini belgeleriyle ortaya koyuyor. Ayrıca iki tarafın harekat komutanlarının nasıl karar aldıklarını; amaçlar, yollar ve araçlar arasında nasıl bir denge kurduklarını; sonucu nasıl etkilemeye çalıştıklarını analiz ediyor.
ARIBURNU'NUN İLK MÜDAFAASI- 25 Nisan 1915 günü sabaha karşı Arıburnu'na çıkan Anzaklar ne ile karşılaştı? Çıkarmayı ilk göğüsleyen 27. Ve 57. Alayların direnişi. Yarbay Mustafa Kemal'in sahneye çıkışı... Sermet Atacanlı, arşivlerdeki titiz çalışmayla saati saatine yaşananları anlatıyor.
ARIBURNU/ÇIKARMA- Stephen Chambers, Avustralya ve Yeni Zelanda birliklerinden oluşan Anzaklar'ın 25 Nisan'da çıktıkları Arıburnu'nda cehennem gibi yaşadığı iki günün hikayesini onların gözünden aktarıyor.
ÇANAKKALE SAVAŞI GÜNLÜĞÜ- Osmanlı 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders'in emir subayı Binbaşı Erich R. Prigge, savaş süresince gözlemlediği her şeyi günlüğüne yazmıştır. Savaş devam ederken, 1916 yılında Almanya'da basılan kitap, içerdiği detaylı stratejik bilgilerin deşifresinden dolayı Osmanlı Genel Karargâhı'nın isteği üzerine Almanya hükümeti tarafından toplatılmıştır. Bu günlük, 95 yıl sonra okuyucusuyla buluştu.
1915 BAHARINDA ÇANAKKALE- Çanakkale cephesinde görevli doktor Behçet Sabit Erduran'ın anıları... 2015 yılında ilk kez yayınlanan kitap cephe gerisindeki dramı anlatıyor: Yıkıntılar, yaralılar, sargılar arasında... Evrensel vahşetin, dehşetin günü... Medeniyetin en gelişmiş silahlarıyla yaratılan kıyamet! Yangınlar, yıkıntılar, akıl almaz bir gümbürtü.
ÇANAKKALE: YENİ ZELANDALILARIN ÖYKÜSÜ- Yeni Zelandalı yazar Christopher Pugsley ülkesinin gözünden savaşa bakıyor. Asker mektupları, günlükler ve diğer belge ve fotoğraflar eşliğinde ele alınıyor. Yazarın ayrıca Zığındere ve Anafartalar kitaplarının da bulunduğunu hatırlatalım...
GELİBOLU GÜNLÜKLERİ (Kendi anlatımlarıyla Anzakların gün gün hikayesi) - 240 gün süren seferin sıcağı sıcağına yazılmış birçok günlük ve mektuptan derlenen ilk kroniği. Her an ölebileceklerini bilen askerler, günlüklerine ve yaşadıklarını yazdılar. Yazarı Jonathan King.
ALLAHAISMARLADIK/ Çanakkale Savaşı'nda Bir Şehidin Günlüğü- İstanbullu teğmen İbrahim Naci cephedeki 29 gününü tuttuğu günlük. Şehit olduktan sonra günlüğü bölük komutanı Yüzbaşı Bedri Efendi'nin eline geçer o da günlüğe birkaç satır yazar o da şehit olunca son satırları ise tabur imamı ve katip yazacaktır. "Acı hatıralarım aileme ulaşabilecek mi" diye soran İbrahim Naci'nin isteği tam 98 yıl sonra yerine gelecek ve kitap haline getirilecektir.
DÜNYA MEDYASINDA ÇANAKKALE SAVAŞLARI 1915- Çanakkale ile ilgili dünya basınında yayınlanmış binlerce karikatür, propaganda afişi, illüstrasyon ve kartpostalın Türkiye'yi ilgilendiren sekiz yüzden fazla içerik Halil Ersin Avcı'nın 10 yıllık bir çalışmasının ürünü...
(Sabah Kitap ekinin Mart 2021 sayısında yayınlanmıştır.)

29 Eylül 2021 Çarşamba

Hatıralar ışığında tarih...


Anılar, hatıralar, günlükler... Tarih meraklıları için önemli bilgiler içeriyor bu tür yayınlar. İş Bankası Kültür Yayınları'nın Anı dizisinden çıkan kitaplar şu sıralar merceğimde. Yakın tarihimizi daha iyi anlamamızı sağlayan o kadar iyi yayınlar yapılıyor ki...

Hatıralar ya da anılar, iki sözcüğü de kullanmayı severim.
Ama yer ve zamana bağlı olarak.
Bu iki cümle sonra dönmek üzere burada dursun...
1800'lerde yaşamış Danimarkalı düşünür, ilahiyatçı, şair ve eleştirmen Soren Kierkegaard'ın ünlü sözünü bilirsiniz: "Hayat yalnızca geriye dönük bir şekilde anlaşılabilir; ama ileriye dönük bir şekilde yaşanmalıdır."
İnsanın anılarını yazması bir cesaret işidir, çuvaldızı kendinize de batırmayı göze alırsanız takdir edilir yazdıklarınız.
Ancak ne kadar objektif görünse de sonuçta insan kendi değer yargılarıyla bakıyor olaylara ve subjektif olmaktan kaçamıyor...
Cemil Meriç'in dediği gibi "Hatıra yazmak çok lüzumludur. Fakat hatıra, dişleri fırçalayıp, makyaj yapıp tarih önüne çıkmaktır."
Goethe de "Hatıralara daima şiir karışır" der.
Onun için hatıralarına Şiir ve Hakikatler ismini vermiştir.
Baştaki cümleye dönersek; ben anılarını değil de hatıralarını yazanları daha çok önemsiyorum.
Eskilerin hatırası bende tarihten gelenleri çağrıştırıyor ve böyle adlandırmayı seviyorum.
Tarih, sonsuzluğa uzanan bir tarla gibi.
Ekilip, bakıldıkça toprağı zenginleştirdikçe olgunlaşıyor ve hakikatler ortaya dökülüyor.
Atalarımızda günlük tutmak, hatıra yazmak geleneği yoktu, o yüzden birçok şeyi askeri günlüklerden ya da bürokratik yazışmalardan öğreniyoruz.
Batı'da kiliseler doğum başta olmak üzere sürekli kayıt tutardı, bunun için soyluların ve imparatorlukların arşivleri de oldukça zengindir.
Örneğin, Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa Kralı'na verdiği cevabı onlar sakladığı için biliyoruz.
Peki onların bize gönderdiği ilk mektup nerede, maalesef yok...
Bugün Osmanlı'nın 18. yüzyıldaki yaşamını, Lady Montagu hatıralarını kaleme aldığı için daha iyi biliyoruz.
Kendisi III. Ahmet döneminde İngiliz elçisiydi.
Eşi ve oğluyla 1717-1718 yıllarında Osmanlı başkentinde yaşayan Lady Montagu'nun Şark Mektupları, Doğu Mektupları ve Türkiye Mektupları adlarıyla yayımlanmış kitabı o dönemki saray ve sokaktaki yaşama yönelik önemli ayrıntılar içerir.
Çiçek hastalığına karşı yapılan aşıyı İstanbul'da gören Montagu'nun tedaviyi İngiltere'ye tanıttığı da mektuplarında yer alıyor.
Bunun için hatıra kitaplarını kitapçılarda gördükçe elim hemen gider.
Son yıllarda 1. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyetin ilk yıllarına yönelik hatıralar ve tanıklıkları içerek kitapları daha sık takip eder oldum.
Bu konuda İş Bankası Kültür Yayınları'nın ardı ardına bastığı anı dizisinden kitapları anmadan geçemeyeceğim.
Son olarak Osmanlı subayı Eyüp Durukan'ın beş kitap olarak yayımlanan günlüklerine göz gezdiriyorum.
Balkan Harbi, Çanakkale, Mondros ve Cumhuriyet dönemlerine ait muhteşem bir külliyat niteliğinde.
Yayınevinden peyderpey yayımlanıyor bu günlükler.
Yakın tarihimizi, bir subayın hem de tarihte pek de adı anılmayan bir subayın gözünden takip edince hakikatı daha iyi anlıyor insan.
Ne diyeyim hatıra yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.

GÜNLÜK DAHA OBJEKTİF

Avusturyalı din adamı Salomon Schweigger, 1577'de Almanya'dan Osmanlı'ya gönderilen heyetteki isimlerden biriydi.
Sultan III. Murad döneminde Osmanlı topraklarında dört yıl geçirir.
Türklerin 400 yıl önceki yaşamını anlatan Schweigger'in yazıp hatta çizdikleri Sultanlar Kentine Yolculuk adıyla yayınlandı.
Hamamlar, bayramlar, gelenekler, sultanın huzurunda yaşadığı diz çöktürmeleri canlı bir tablo gibi sunar.
Ancak, anlattığı bazı olayları yorumlarken tarafsız değildir, zaman zaman aşağılar gibi nefretle andığı yerler de vardır.
İşte anı ya da hatırada püf nokta burasıdır.
Yazılanlar ne kadar güvenilirdir?
Tarihçiler günlük tutmanın daha sağlıklı olduğu ve güvenilir olduğu konusunda hem fikirdir.
Sonradan kaleme alınanlar ise savunma, hedef gösterme, kendini aklama ya da övmeye daha çok eğilimlidir.
Kişisel bir hatıranın tam zamanıdır...
1990'lı yılların başlarında Kadıköy'deki Akmar Pasajı'nın ikinci katı o zamanlar boydan boya sahaftı.
Gazeteci ve yazar Murat Çulcu ağabeyimizin küçük dükkanı izinli olduğumuzda soluk aldığımız yerdi.
Kitapların üstüne sessizce oturur, doyumsuz sohbetleri dinlerdik.
Bir öğlen vakti uğradığımda, bana oturmamı işaret etti.
Eski bir Osmanlıca defteri yaşlı biriyle okuyup notlar alıyordu.
Sonra anlattı: Emekli bir askerin günlüğü eline geçmişti. Çanakkale ve Filistin cephelerinde savaşan Mehmet Fasih Bey daha sonra İngilizlere esir düşmüş, kurtulduktan sonra Milli Mücadele'ye katılmış bir askerdi. Murat Çulcu o hatıraları Çanakkale 1915-Kanlısırt Günlüğü adıyla kitaplaştırdı.
Kitaptan küçük bir alıntı nereye varmak istediğimi çok iyi anlatıyor:
"6.8.1331 (19.10.1915), Salı Evvel 7.30 - Bugün Kurban Bayramı. Pek ziyade bitap olduğumdan uyumamak üzere yattım. İşte bu esnada toplar başladı. Obüsler sağ cenahımızın gerilerine düşüyor. 9.30 - Bombardıman kesildi. Sipere geldim. Fakat yatamadım. Taburun yanına indim. Bir parça ihata ederek üzerimizden geçti. Hamd olsun bir şey yok. Arkadaşlar ile bayramlaştık. Bazı nefer ve çavuşlar da gelerek bizimle bayramlaştı." 
(Sabah Kitap ekinin Şubat 2021 sayısında yayınlanmıştır.)


8 Ağustos 2021 Pazar

Yazıdır kalıcı olan...


Zor günlerde kültür ve sanat ilaç gibi geldi.
Özellikle kitap ve müzik öne çıktı.
Yayınevlerinin ilanlarında da görülen kitap baskısındaki artışı Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın istatistiklerini doğruluyordu.
Korona kısıtlamalarıyla geçen 2020 yılında kişi başına düşen kitap sayısı arttı.
Verilere göre; 2020'de toplam 633 milyon 587 bin 353 adet fiziki kitap üretimi yapıldı.
Dijital platformlardan indirilen kitaplar, bandrol zorunluluğu olmayan az baskılı kitaplar ve eğitim amaçlı süreli olmayan yayınlar ile kütüphanelerden ödünç alınan, şahıslar arasında ödünç verilen ya da değiş tokuşu yapılan kitaplar hariç, kişi başına düşen fiziki kitap sayısı yüzde 7.6'ya yükseldi.
Bu rakam 2019'da kişi başına yüzde 7.01'di...
Bu yılı da aşılanma durumuna göre en azından yarısını kısıtlamalarla geçireceğimiz belli olduğuna göre, edebiyatseverlere iyi haberlerimiz var.
Döne döne okuduğumuz klasikleri unutmadan; yayınevleri, okurlarını ünlü yazarların yeni kitaplarının yanı sıra yeni yazarlarla buluşturmak için hazırlıklarını tamamladı.
Yerli ve dünya edebiyatından roman, şiir, bilimkurgu, tarih, macera, polisiyelerin son okumaları bitti, düzeltmeler yapıldı, yavaş yavaş matbaanın yolunu tutmaya başladı.
Orhan Pamuk'tan Ahmet Ümit'e, Mario Levi'den Mehmet Eroğlu'na Türk edebiyatının ustaları okurla buluşacak.
Polisiye tutkunları da çok beklemeyecek.
Christophe Grange'ın Küllerin Günü, Jo Nesbo'nun Kingdom, Volker Kutscher'in Mart Şehitleri artık gün sayıyor.
Doğu'nun Limanları, Afrikalı Leo, Semerkant ve nice kitaplarıyla sevdiğimiz Amin Maalouf uzunca bir aradan sonra romana dönüş yapıyor.
Empedokles'in Dostları'nda nükleer savaşın eşiğine gelmiş bir dünyayı anlatıyor.
2017'nin Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Japon Kazuo Ishiguro ödülden sonraki ilk romanı, Klara and the Sun'la raflarda olacak.
Murakimi'den Umberto Eco'ya daha niceleri...
Denemeler ve inceleme kitapları da sırasını bekliyor.
Arkeooloji, bilim, kimlik ve aidiyet, savaşlar, futbol, kütüphaneler, yazarlık, toplumsal düzen, botanik. matematik üstüne ufuk ve zihin açıcıcı eserler gelecek...
Hayvanseverler, Fatih Altuğ'un Geçmiş Zaman Kedileri kitabında, ünlü yazarların içinden kedi geçen mektupları, öyküleri ve denemelerinden oluşan seçkisiyle mutlu olacak.
Beyoğlu kitabıyla titiz bir incelemeye imza atan Turan Akıncı bu kez Galata'yı mesken tutuyor.
Bizans'tan günümüze kadar Pera'nın oluşumu, Osmanlı dönemiyle birlikte ele alınıyor.
(Sabah Kitap ekinin Ocak 2021 sayısında yayınlanmıştır.)
             


Sen de mi Le Carre...

Büyük bir heyecanla yeni kitabını beklediğim usta yazardan ise ne yazık ki ölüm haberi geldi.
Aralık ayında 89 yaşında hayata veda eden John Le Carre, casus romanlarının bir numarasıydı.
İngiliz Gizli Servisi'nin iç ve dış istihbarat birimleri MI5 ve MI6'da bir süre çalışan Le Carre geride birbirinden muhteşem 30'ya yakın eser bıraktı.
Filmlere, dizilere konu olan, Soğuk Savaş yıllarından Köstebek, Bir Öğrenci Gibi, Smiley'in İnsanları üçlemesi ile Soğuktan Gelen Casus unutulmazları arasındaydı.
Kitaplarındaki kurgu hiç kuşkusuz hayatın gerçekleriyle örtüşürdü ve iyi bir yazardı.
60'ları, 70'leri, 80'leri yazdı, duvar yıkılınca acımasız dünyanın mafyasını, kartellerini, çok uluslu şirketlerin vahşiliğini, devletlerin öteki yüzünü gözler önüne serdi.
Yüzümüze hep ayna tuttu o yüzden değerliydi.
"İngiltere'nin puslu, entrikayla dolu havasından Rusya'nın korku atmosferiyle yüklü soğuğuna; Afrika'nın katliamlarla ısınmış sıcağından Panama'nın işbirlikçi kirlenmiş kanalına; Uzakdoğu'nun iç savaşlarıyla nemlenmiş kan banyosundan Almanya'nın arada kalmış çaresiz göçmenlerine kadar her yere el attı."
(F. E. Sabah Kitap Nisan 2018)
4 yıl önce yazdığı otobiyografik kitabı Güvercin Tüneli'nde, "Yürüyüş yaparken, trenlerde, kafelerde alelacele defterlere yazmayı, sonra ev koşturup oturarak yazdıklarımı bir araya toplamayı seviyorum. Heath'de gözüme kestirdiğim bir bank var, gözlerden uzakta ve yayvan bir ağacın altına gizlenmiş; orada oturup yazmaya bayılırım. Hep elle yazarım. Belki bencilce, ama asırların kalemle yazma geleneğine sadık kalmayı yeğliyorum. İçimdeki bastırılmış grafik sanatçısı, sözcükleri çizmenin keyfini çıkarır" diyordu.
Le Carre de artık klasikler arasında yerini alacak ve unutulmayacak...
(Sabah Kitap ekinin Ocak 2021 sayısında yayınlanmıştır.)



Anadolu'nun kitabını yazan adam...

Korona günlerinin bir müjdesi de müzik dünyasından geldi.
Neşet Ertaş'ın kitapların arasında ne işi var demeyin.
Kendi deyimiyle havalandırdığı türkülerine yazdığı sözler, kitap değil de nedir.
O sazı, sözü, gırtlağı, içtenliği, terbiyesi, nezakati, haldan bilirliğiyle Anadolu'nun en güzel kitabını yazdı.
Onun türküleriyle büyüdük, hüzünlendik, oynadık, içimizi çektik, sevdalandık.
Koca Yaşar Kemal boşuna mı ona Bozkırın Tezenesi demişti.
Sekiz yıl önce kaybettiğimiz Neşet Ertaş'ın makara bantlara kaydedilmiş eski dönem eserleri, temizlenerek Bozkırın Tezenesi adıyla CD ve LP formatında yayınlandı.
Kalan Müzik'in yayınladığı albümlerdeki eserler, ustanın 1970'li ve '80'li yıllarına ait 28 parçadan oluşuyor.
Neler yok ki içinde, Neşet Baba'nın efsaneleri, her biri gönül telini titreten türküler: Gönül Dağı, Kendim Ettim Kendim Buldum, Neredesin Sen, Sevda Olmasaydı, Zahidem, Nar Danesi, Yanıyorum...
Yıllar sonra konser için döndüğünde Açık Hava'yı dolduran binlerce kişinin coşkusuyla mahçup olmuştu.
"Ayağınız türabı, gönlünüzün hizmetkarıyım" diyordu.
Neşet Ertaş'ları en doğal ve kesilmemiş orjinal haliyle dinlemek yeni yılın mutuluğu oldu.
(Sabah Kitap ekinin Ocak 2021 sayısında yayınlanmıştır.)

26 Haziran 2021 Cumartesi

İniltiyle biten Soğuk Savaş...


İlkin Başar Özal'ın Kısa Soğuk Savaş Tarihi adlı kitabı 1945'te 2. Dünya Savaşı'nın bittiği Berlin'de Rus ve ABD askerlerinin el sıkışmasıyla başlıyor. Kalemini adeta bir kamera gibi kullanan Özal, o el sıkışmanın ardından başlayan ve tam 45 yıl süren güç mücadelesini anlatıyor

Sıcak bir öğle vakti. Tarih 20 Temmuz 1969.
Geniş bir salonda anneannem, annem ve ben radyo dinliyoruz.
Daha çocuğum ama tarihe tanıklık ediyorum.
Spiker canlı yayında Apollo 11 uzay aracının Ay'a inişini anlatıyor.
Az sonra Armstrong Ay'a ilk insan olarak ayak basacak.
Ertesi gün gazetelerde boy boy resimleri var.
1972'de Çin'i ziyaret eden ilk ABD Başkanı Nixon, yıllardır süren Vietnam Savaşı, Ortadoğu'da Mısır, İsrail ve Suriye arasında bitmeyen mücadele ilk aklıma gelenler.
Gazeteler ve televizyonda (tek kanallı günler) dünyada olup bitenler git gide daha çok yer alıyor.
1974'te sabahın erken saatlerinde babamı ayakta radyo dinlerken görüyorum. 'Bizimkiler Kıbrıs'a çıktı' diyor.
1979'da İran'da Şah rejimi devriliyor, Humeyni başa geliyor.
Tahran'daki ABD elçiliği işgal ediliyor, ABD'liler fiyaskoyla sonuçlanacak bir kurtarma harekatını yüzüne gözüne bulaştırıp dünyaya rezil oluyor.
Irak, İran'a saldırıyor ve için için yanan pamuk gibi bir parlayıp bir sönen tuhaf ve uzun bir savaş başlıyor.
1980'de ABD Başkanı Carter'ın "bizim çocuklar başardı" dediği Türkiye'de yıllarca tırmandırılan terörün üstüne darbe oluyor.
Rusya'daki Olimpiyat Oyunları Batı tarafından boykot ediliyor.
Uzay yarışı ve silahlanma hiç hız kesmiyor.
Moskova'daki askeri geçit törenlerinde sırayla dizilmiş Politbüro'nun kalpaklı yüzleri arasında en ortadaki isim Brejnev.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin Genel Sekreteri 18 yıldır başta.
1982'de ölüyor, ardından Andropov geliyor iki yıl sonra o da ölünce Çernenko başa geliyor.
Bir yıl dolmadan o da hayatını kaybedince 1985'te genç bir isim seçiliyor: Gorbaçov.
İki yıl sonra gazeteciliğe başladığımda Demir Perde diye anılan koca coğrafyada inanılmaz şeyler olmaya başlıyor.
Gorbaçov'un glasnost ve perestroyka hamlesi herkesin dilinde.
Yani şeffaflık ve yeniden yapılandırma hareketiyle Sovyetler Birliği sarsılıyor.
Olan biteni, televizyonda canlı olarak izliyoruz.
1980'lerin sonunda Gorbaçov'un ipleri gevşetmesiyle, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya'da halk sokaklara dökülüyor, ardı ardına özgürlüklerini ilan ediyorlar.
Romanya'da çok kan akıyor.
Devlet başkanı ve eşi katlediliyor.
Herkesin gözü Berlin'dedir.
1989'da Soğuk Savaş'ın simgesi Berlin'de de tel örgüler ve duvarlar yıkılıyor.
Batı ve Doğu Almanya birbirine kavuşuyor.
Yıllar sonra 2000'lerin ortasında artık birleşmiş Almanya'nın başkenti Berlin'de o duvarın önündeyim.
Kaçmaya çalışırken ölenlerin anısına yapılan sergiyi geziyorum.
ABD ve Sovyetler Birliği askerlerinin kontrol ettiği duvar yapılmadan önceki ünlü kontrol noktası Check Point Charlie'nin önünde turistlerin fotoğraf çekme yarışını izliyorum.
Soğuk Savaş'ın finalini gördüm ama başlangıcını okuyarak öğrendim.

İlkin Başar Özal'ın Soğuk Savaş Tarihi kitabı bölük pörçük bildiğimiz o dönemdeki tüm taşların yerine oturmasını sağlıyor.
Dünyayı geren 45 yılın hikayesini müthiş bir anlatımla aktarıyor.
Daha önce Kısa 1. Dünya Savaşı Tarihi, Kısa 2. Dünya Savaşı Tarihi ve İstihbaratın Kısa Tarihi: Gölge Oyunu kitaplarıyla tanıdığımız İlkin Başar Özal'ın yeni kitabı, 1945'te 2. Dünya Savaşı'nın bittiği Berlin'de Rus ve ABD askerlerinin el sıkışmasıyla başlıyor.
El sıkışmanın ardından başlayan güç mücadelesinin adı tam 45 yıl süren döneme damga vuran Soğuk Savaş'tır.
Özal, kamera gibi kullandığı anlatımıyla, Avrupa'ya Ortadoğu'ya Latin Amerika'ya, Uzak Doğu'ya gidiyoruz.
Başrolde ise iki dev Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği var.
Başkanlar ve genel sekreterler değişiyor ama paranoya değişmiyor.
"Bir gün işgal edilebiliriz" diyerek propagandayla silahlanmaya ayrılan para korkunç boyutlara ulaşıyor.
Halkın durumu ihmal ediliyor, çılgıncasına yarış ve karşılıklı tehdit sürüyor.
Dünya birçok kez nükleer bir yok oluşla karşı karşıya geliyor.
Doktrinler, planlar, öneriler, mekik diplomasisi, zirveler, toplantıların ardı arkası kesilmiyor.
Ama sonuçsuz; hasmını tartma, blöfler, kimse geri adım atmıyor.
Hava biraz yumuşar gibi oluyor derken yeni bir kriz patlıyor.
Hem de bir öncekinden daha acımasız.
Binlerce asker, uçak, gemi sevk ediliyor.
Silahlar, bombalar o coğrafyadakilerin eline tutuşturuluyor ve acımasız bir katliam başlıyor.
Özal, yaklaşık 50 yıllık bir olayı kurgulamanın kolay olmadığını söylüyor, kitabı okuduktan sonra müthiş bir işin altından başarıyla kalktığı anlaşılıyor.
Belgesel izler gibi okuduğum kitabın son noktasını da nefis bir benzetmeyle koyuyor:
Soğuk savaş, çoğu insanın tahmin etmediği bir şekilde, "bir patlama yerine bir iniltiyle" sona erdi.

Demir Lady'i yumuşatan teklif...

ABD Başkanı Reagan 1983'te, Sovyet füzelerini dart ve lazer ışınlarıyla yok edebilecek uydu ve yer tabanlı silahlar öngören SDI, yani Stratejik Savunma Girişimi'ni başlatmak istiyordu.
Popüler kültürün etkisiyle bu sistem Star Wars (Yıldız Savaşları) lakabını aldı.
Ancak ABD'deki politikacı ve bilim adamlarının yanı sıra müttefikler de tepkiliydi.
Nükleer karşıtı İngiltere Başbakanı Thatcher kamuoyu önünde eleştirmekten kaçınmıyordu.
Gerisini kitaptan izleyelim:
Başkan'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Robert 'Bud' McFarlane, bir sabah Oval Ofis'e çağrıldı.
Reagan doğrudan konuya girdi: "Bud, Margaret ve biz bu SDI meselesinde anlaşamıyoruz.
Keşke Londra'ya gidip, en azından eleştiri seviyesini düşürmeyi denesen diyorum.
Böylece devam ederse ödenek almakta zorlanacağız."
McFarlane İngiltere'ye gidip Thatcher ile buluştu.
Demir Leydi, iki hafta önce Reagan'a verdiği dersin aynısını McFarlane'e de verdi.
McFarlane hiçbir yere varamadığını görünce bir ara verilmesini istedi.
Görevliler odayı terk edince Thatcher'a dönerek, "Sayın Başbakan, Başkan Reagan SDI'yi destekleyecek İngiliz şirketlerinin taşeron olma durumunda yılda en az 300 milyon dolarlık gelir elde edeceklerine inanıyor" dedi.
Ve uzun bir sessizlik oldu.
Sonunda Demir Lady'nin direnci düşmüştü.
(Sabah Kitap ekinin Aralık 2020 sayısında yayınlanmıştır.)

30 Mayıs 2021 Pazar

Havasına, suyuna.. Bozcaada'nın halleri...


Bozcaada'nın her halini bilirim.
Eh 20 yıllık adalıyım ne de olsa; havasını, suyunu, çivi gibi denizini, koylarını, deli rüzgarını, yağmurunu, kekik kokan topraklarını, daracık sokakları, çay bahçelerini, limanını, bağlarını, üzümlerini, bağ bozumunu, meyvesini, sebzesini bilirdim de kaderde salgın dönemini de yaşamak varmış.
Yılbaşından bu yana sokağa çıkma yasağı, maske, mesafe, önlem, seyahat yasağı derken iyiden iyiye "yok bu sene olmayacak" hesabı yapıyordum ki...
Canım Kuzey Ege'nin yolunda buldum kendimi.
Kaz Dağları, Çanakkale'den sonra ver elini Geyikli...
Hani şu Ata Demirer'in efsane üçlemesi Eyvah Eyvah filmleriyle meşhur ettiği belde...
İsterseniz kestirme yoldan gitmeyip Ezine'ye devam edin.
Hemen girişte, otobüs garının yanındaki salaş esnaf lokantasına uğrayın.
Koca tencerelerde pişirilen mercimek çorbası, kuru, pilav ve buz gibi cacığı yemeden geçmeyin.
Kestirmeden giderseniz, Ezine'den 6 kilometre berideki benzin istasyonundan köy yoluna sağa sapın, 100 metre ileride tek katlı şirin bir dükkan var.
Dündar'ın Yeri...
Dündar Amca 3 yıl önce öldü ama eşi ve çocukları sürdürüyor.
Malum Ezine peynirinin bölgesi burası.
Beyaz peynir, sepet peyniri, kendi ürünleri zeytinler, sızma zeytinyağı, bal ve reçelin tadına bakın.
Kıvrıla kıvrıla giden yolun iki tarafında sebze, meyve tarlaları ve 40-50 yıllık zeytin ağaçlarının sonsuzluk hissi veren manzarasıyla yarım saat sonra Geyikli İskelesi'ndesiniz...
Feribot sırasına arabayı koydunuz.
Büfeden buz gibi karadut suyu içmenin zamanıdır...
Salgın döneminde koronanın uğramadığı tek yer olarak haberleri yapılan Bozcaada'ya gidiş eski halini almış bile.
Eyvah ki eyvah, günde tek sefere düşürülen gemi seferleri, saatsiz olarak doldukça kalkara dönmüş.
Hem de tek gemiyle.
Dezenfekte olmadan sürdürülen seferler büyük risk taşıyor.
Günübirlik yolcular da kontrolsüz biniyor.
Hem de itiş, kakış.
Gemide sürekli maske takın anonsu yapılıyor.
Ancak yaklaşık 100 araç alan feribotta, yaya yolcularla birlikte yüzlerce insan üst katta mesafesiz dolaşıyor.

Buranın adı Hıncal Abi'nin yeri... Her öğlen bağların arasından buraya yürüyorum. Niye mi; çünkü internet burada çekiyor. Nasrettin Hoca'nın türbesi gibi her tarafı açık tahta kapının arasında oğlumla gölgeye oturuyorum. Hıncal Abi'nin yazısını gazetedeki arkadaşlara gönderiyorum.

İniş oldum olası kargaşa; iki aracın karşılıklı geçemediği caddede feribot boşalırken, yayalar yan yana sıkışık halde bekleme yapmak zorunda.
Belediye hoparlörü "maske" diye bağırıyor.
Yüzde 99 uysa bile, o yüzde bir var ya...
Ama daha önemlisi sosyal mesafe ise hak getire, ona hiç uyan yok.
Esnaf dikkatli, dükkana giriş çıkışlarda uyarı yapıyor, içeriye tek tek alıyor.
Pansiyonlar ve oteller önlemlere titizlikle uyuyor.
Her şey bıraktığım gibi, deli bir rüzgar esiyor.
Çınarın altındaki masalarda soluklananlar Madam Sofia'nın limonatasını yudumluyor.
Dev ağaçların gölgesindeki Çanlı İbo ve Zübeyde Hanım çay bahçelerinde bir tatlı huzur var.
Wifi şifresi soranlara, "Mustafa Kemal'in doğum ve ölüm tarihi" diyorlar.
Meydandaki Atatürk heykelinin yanındaki okulun bahçesine kurulu dev kitap ve müzik çadırı, sıra sıra dizilmiş incik boncuk satıcıları, envai çeşit reçel satan teyzeler, kekik, ada çayı, nane öbekleri...
Kalenin deniz tarafındaki yürüyüş yolundan mendireğe uzanan kafelerde karşı kıyıların silüeti izleniyor. Limanda demirli yelkenliler ve devasa lüks tekneler ise mutavazı balıkçı teknelerine tepeden bakıyor.
Türk Mahallesi'nin başladığı parkta cıvıl cıvıl çocuk sesleri, karşında tarihi 1500'lü yıllara dayanan ahşap döşemeli cami, Rum Mahallesi'nin ara sokaklarına dağılmış sonu görünmeyen lokantalar...
Az ötede her yıl Yunanistan'dan ayine gelen eski Adalılar'ın uğrak durağı görkemli kilise...
Tarihteki adı Tenedos'la özdeşleşmiş şarap dükkanlarının arasından sıyrılıp restore edilmiş taş evin girişinde Veli Dede'yle buluşun.
Kavala, sakızlı ve Anna'nın Polonya usulü kurabiyeleri, Belçika çikolatalı bitter pasta, zencefil ve tarçın karışımlı kek, mis gibi poğaça, simit, ekmek.
Bitmedi; üzüm, karadut ve koruk suları, reçeller, zeytinyağları...
Kuzu kokoreçi, dondurmacıların ilerisinde Çiçek Pastanesi'nin önünde kapıda kuyruklar, ekmekleri öyle böyle değil...
Elektrik idaresinin az ötesindeki dede yine yerinde yok.
Küçük tezgahında 10 sıra fide, altında ise iki kasa var.
Birinde kabak diğerinde salatalık.
Kendin tart, parayı küçük delikten içeriye at.
Burada her şey başka güzel ve doğal.
Ada tanındıkça ve meşhur oldukça fiyatlar da artıyor.
Ama yerel meyve ve sebzelerin tadı doyumsuz.
Rüzgar çok sert esiyormuş ne gam, deniz için alternatif bol.
Bu aralar Gökçeada yönünden poyraz esiyor o zaman Çayır'da denize girilmez.
Ya Habbele ya da Sulubahçe'ye gidilecek.
Sonra Salhane, Beylik, Mermer Burnu, Akvaryum, Tuz Burnu ve irili ufaklı onlarca yer var.
Belediye ve kaymakamlığın şezlong ve şemsiye hizmeti verdiği tek yer Ayazma...
Upuzun sahil kazıklarla ve iplerle düzenlenmiş.
Yürüyüş yolları ayarlanmış, sosyal mesafe önlemleri mükemmel.
Arabaların park ettiği ve merkezden düzenli olarak minibüslerin çalıştığı yerde lokanta ve kafeler hizmet veriyor.
Vahit'in Yeri'nde paçanga böreğinin tadına bakmadan geçmeyin.
Gelişi güzel sağa sola atılan plastikler, şişeler, gıda ambalajları gitgide daha göze batıyor.
Elektrik, tesisat işleri yapan ustalar ise ara ki bulasın, Ada'nın sakinliğiyle yavaş yavaş hareket ederler.
Asla zamanında gelmezler ve "acelen ne dur bi bakem" makamındalar....
Bu kadar gözde, ünlü bir tatil beldesinde telefon ve internet her yerde çekmiyor iyi mi...

Üç GSM şirketinin de sinyal almadığı yerler var.
Hele Ada kalabalıksa yandınız.
Telefonunuzu kontrol etmezseniz bir anda Yunanistan'a bağlanırsınız, fatura şişer benden uyarması...
Dönerken bir işletmenin kapandığı haberini aldık, iki kişide korona çıkmış.
Lütfen kurallara uyun; önümüz bayram, daha Polente Feneri'ndeki rüzgar güllerinin altında güneşi batıracağız, Eylül'de bağ bozumuna gideceğiz, meşhur Çavuş üzümünden tadacağız...
Aman diyeyim....
(Hıncal Uluç'un Hıncal'ın Yeri köşesinde yayınlandı. Yazının linki:
https://www.sabah.com.tr/yazarlar/uluc/2020/07/26/hayal-kirikligim-bozcaada)