Sayfalar

10 Kasım 2019 Pazar

Onlar 'hayır" dedi insanlık kazandı

Alfa Yayınları'nın Hayır serisi; bağımsızlık, özgürlük isteyen, hakları için mücadele eden ilham verici insanların öykülerini anlatıyor. Yeni kitaplarla da devam edecek seride kadın ayrımcılığına, cehalete, şiddete, aşağılanmaya "Hayır" demiş sembol isimler yer alıyor.

"Hayır" nasıl bir kelimedir; öyle çıkıverir ki dilinden güzele, iyiye, mutluluğa yolculuğun ilk kapısı oluverir.
Ya da nemrut, öfke dolu bir sesle kafana tokmak gibi iniverir.
Az ötede, cılız, çekingen, utangaçtır; ancak kafanın salınmasıyla anlatırsın derdini: İstemem, olmaz demeye çalışırsın ya işte onun gibi...
Bazen de isyan edersin "Hayır, hayır, bu kadarı da fazla yeter artık" diye...
Emine Bulut, minik kızının gözü önünde "ölmek istemiyorum" diye çığlıklar atarken erkek olduğuna utanırsın, sanki eski eşinin değil de bıçak senin elindeymiş gibi olursun.
Kadına şiddet neredeyse insanlık tarihi kadar eski.
Fransız Olympe de Gouges anıt kadınlardan biri, 2 yüzyıl önce kadın ayrımcılığına karşı ortaya çıktı.
1789'da yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'ne kafa tutup isyan etti, "Hani eşitlik bu erkek hakları" dedi.Piç olarak doğmuştu, hayatı hep zorlukla geçti, ama bir an an olsun mücadeleyi bırakmadı.
1791'de Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'ni yazdı, politik mücadelesini bir adım geri atmadan sürdürdü.
İdama mahkum oldu, giyotine kafasını uzatırken, "Vatanın evlatları, ölümümün intikamını alın" diye haykırdı.
Geride yetmişten fazla eser bıraktı.
"Kadınlara Ayrımcılığa Hayır/Olympe de Gauges" kitabını okurken Emine Bulut, Tuğba Erkol, Özgecan ve diğerlerini düşündüm; sanki Fransız kadından bu yana 228 yıl değil de bir arpa boyu yol alınmış gibi geldi.
Kitabın sonuna eklenen Türkiye'deki kadınları koruyan derneklerin adları ve adresleri doğru ve takdir edilesi bir hamle olmuş.
Bu kitap kadınlar için bir başucu kitabı ama en çok da erkekler okusun istiyorum.
 Umarım yakında Meclis'te görüşülecek yasayla birlikte kadınlarımız daha çok korunur ve güvence altında olurlar.
Alfa Yayınları'nın HAYIR serisi tarih boyunca bağımsızlık, özgürlük isteyen, bastırılmak istenen haklara karşı direnen ilham verici insanların öyküleriyle sürüyor.
Kimi bir ulusun önderi oldu, kimi de bir toplumun sesi oldu.
Ama doğru bildiklerinden şaşmadılar.
Arka arkaya çıkan cep kitaplarda her kişilik bir yazar tarafından kaleme alınıyor.
Son bölümde tarihi kişiliğin kronik bilgileriyle, ilgili konunun günümüze kadar hangi aşamalardan geçtiği değerlendiriliyor.
Kimsenin kimseye zulmetmediği bir dünya isteyen Rosa Luxemburg'un Sınırlara Hayır'ı kedisinin gözünden anlatılıyor.
Aydınlanma çağının bilgelerinden Denis Didetoré'nun Cehalete Hayır'ı ise güncelliğini kaybetmeyen bir mücadeleyi ele alıyor.
Kısıtlamalar ve tabular olmadan bilgiyi paylaşmak.
Şiddet içermeyen direnişi, dünyadaki birçok özgürlük ve insan hakları hareketini etkileyen Gandhi'nin mücadelesi ise Şiddete Hayır'la taçlanıyor.
Hindistan'ın bağımsızlığı ve ayrımcılığa karşı savaşıyla tarihe geçen Mahatma (Büyük Ruh) Gandhi şiddetsiz mücadelesiyle, Martin Luther King, Nelson Mandela, Aung San Suu Kyi gibi isimlere de örnek oldu.
Aşağılanmaya Hayır'da Fransa'nın eski kolonilerinde yaşayan halkların çektikleri acılar Aimé Césaire'in ağzından anlatılıyor.
1930'larda başladığı mücadelesi sonucu 2011 yılında Fransa'da Büyük Adamlar mezarında bir levhayla onurlandırıldı.
Serinin basılmakta olan 5 kitabı da yakında raflarda olacak.
*Ölüm Cezasına Hayır/ Victor Hugo
*Baskıya Hayır/ Angelas Davis
*Homofobiye Hayır/ Harvey Milk
*Adaletsizliğe Hayır/ Emile Zola
*Çocukluğun Hor Görülmesine Hayır / Janusz Korczak.
Tarih her zaman dik duranları hatırlar.
Her biri çığır açıcı, mücadeleci, yenilikçi bu kişilikler canları pahasına doğru bildikleri yoldan yürüdüğü için milyonlarca insan geniş hak ve özgürlükler elde edebildiler.
Alfa Yayınları; Maria Curie'nin Yılgınlığa Hayır, Jean Jaurès'nun Savaşa Hayır, Général de Bollardière'in İşkenceye Hayır, Jacques Prévert'in Mevcut Düzene Hayır, Victor Jara'nın Diktatörlüğe Hayır kitaplarını da yayına hazırlıyor ve devamı da gelecek...
"Hayırda hayır vardır" derdi büyüklerimiz.
İşte bu kitapların hayır'ı da böyle bir hayır...
(Sabah Kitap ekinin Eylül 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

15 Ekim 2019 Salı

Bütün yollar Beyoğlu'na çıkar...


Turan Akıncı, Cumhuriyet'te Beyoğlu/ Kültür, sanat, yaşam (1923-2003) kitabında tarihçeden yola çıkarak Beyoğlu'nun sanat ve kültür yaşamına odaklanıyor. Ama bundan da önemlisi edebiyatımızın ünlü kalemlerinden yaptığı alıntılarla kitabı tam bir okuma şölenine çeviriyor

Her mevsimini bilirim bu caddenin; ayazını, karını, yağmurunu, güneşini...
Kokularını, ışıklarını, görkemli tarihi binalarını, iş yerlerini ve hiç dinmeyen iki taraflı yürüyen kalabalığını...
Adım başı, tuhaf, karışık, birbirine benzemeyen görüntüler sıralanır.
Aralarına karışırım, ruhuma iyi gelir.
Ve her seferinde ilk kez görüyormuşcasına şaşar kalırım.
Sanki bir filmin sahnesi gibi gelir.
İstanbul bu filmin konusuysa başrolü de hiç kuşkusuz Beyoğlu'dur...
Şairin "Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer" dediği yer burası olsa gerek...
Bizans döneminde karşı yer anlamına Pera demişler.
Konstantinapolis'in 13. mahallesi olan bölgenin ilk sakinleri ise ticaretle uğraşan İtalyanlar'ın ataları Cenevizliler...
Surlarla çevrili Galata ve ünlü kulesinin üst tarafı bağlar ve mezarlıklarla dolu yeşillik alanın gelişmesiyle Beyoğlu ortaya çıkmış.
Adının nereden geldiği konusunda rivayet muhtelif.
Fetihten sonra Fransızlar, Hollandalılar, Venedikliler, Ruslar, İngilizler elçilik binaları inşa etmesi ve Müslüman ahalinin de yerleşmesiyle bugünlere kadar gelen çok kültürlü yapısını korumuş.
Ve o günden beri Beyoğlu çok kimlikli, çok dilli, çok dinli değerleriyle hoşgörünün ve birlikte yaşamanın örneğiyle dünyanın en muhteşem semti...
6-7 Eylül olayları ve Varlık Vergisi gibi acı zamanları da yaşamış Beyoğlu yine de enternasyonal kimliğiyle dimdik ayakta.
Taksim'deki Atatürk Anıtı'na sırtınızı verin, tam karşı köşede Fransız Konsolosluğu binasını göreceksiniz.
Artık, Grand Rue de Péra, Cadde-i Kebir sonra da İstiklal Caddesi adını alan yerdesiniz.
Sağlı sollu birbirine kesen sokaklarıyla; hanlar, lüks mağazalar, sergiler, müzeler, kütüphaneler, sinemalar, çeşitli mezheplerin kiliseleri, camii, ticarethaneler, tiyatrolar, eğlence yerleri, kitapçılar, kafeler, restoranlar, pastaneler, lokantalar, tatlıcılar, ocakbaşıları, meyhaneler, oteller, elçilikler ve ünlü okullar birbiri ardına sıralanır.Adım başı farklı kokular sizi karşılar, simitçi, kestaneci, mısırcı, midye dolmacısının sesleri sokak müzisyenlerinin ezgilerine karışır.
Halaylar çekilir, horona durulur, ya da billur bir sesin içinde kaybolursunuz...
Zamana meydan okuyan tarihi binaların mimarisine selam durup, Çiçek Pasajı'na ulaşırsınız.
Akordiyon, keman, darbuka seslerine dünyanın bütün dilleri eşlik eder.
Hemen yanındaki pazarda, balıkçılar, kokoreççiler, manavlar, turşucular...
Tezgahlarında ışıl ışıl sallanan lambaların eşlik ettiği İstanbul'un en güzel lezzetleri...
Galatasaray Lisesi'nin tarihi kapısı ve duvarlarını geçip devasa banka binaları, ticaret merkezleri, kilise, sefaretlerin arasına serpiştirilmiş yemek içecek mekanları...
Ve nihayet İstanbul'un ilk ve en eski metrosu 1873'te yaptırılan Tünel binası...
Beyoğlu hiç kuşkusuz çevresini saran Karaköy'ü, Tophane'yi, Maçka'yı, Dolmabahçe'yi Şişhane'yi de etkilemiştir...
Turan Akıncı'nın "Cumhuriyet'te Beyoğlu/ Kültür, sanat, yaşam (1923-2003)" kitabı izlenimlerinden yola çıkarak yazdığım girişten çok daha fazlasını ve ayrıntıyı ele alıyor.
Yazar, tarihçeden yola çıkarak sanat ve kültüre odaklanıyor.
Ama bundan da önemlisi edebiyatımızın ünlü kalemlerinden yaptığı alıntılarla kitabı tam bir okuma şölenine çeviriyor."O yıllarda genç yazarların Beyoğlu'ndan uzak durması düşünülemezdi. Beyoğlu bizim için mağazalarından, sinemalardan, meyhanelerden önce sanat alışverişinin yapıldığı çarşıydı. Öyle bir çarşı ki, orada yeterince bulunmayan, çok şey yitirdiğini sanırdı. Sonra ışıklarıyla, devingen yaşamıyla biraz Batı'ydı. Herkes semtinden, işine ya da durumuna göre belli bir saattte bu caddeye gelir, gelemeyenler beklenir, gözlenirdi. Saat üçte ya da beşte gelenler olurdu. Tiyatro oyuncuları saat on birden sonra görünürlerdi. Sait Faik'se öğle üzeri Beyoğlu'na yetişenlerdendi. Gece yarılarına dek topluca yaşanırdı."
Sabahattin Kudret Aksal Mithat Cemal, Abdülhak Hamid Tarhan, Süleyman Nazif, Abdülhak Şinasi Hisar, Mithat Cemal, Yahya Kemal, Ahmet Tanpınar, Attila İlhan, Necip Fazıl, Salah Birsel gibi onlarca yazar kitaba konuk oluyor.
Yeşilçam ise bir başka alem...
Beyoğlu, Türk sinemasının doğduğu ve yaşadığı yer..
Sinemalarda gösterilen o zamanın vizyon filmlerinin adları bile yer alıyor.
Lokantaların mönüleri, sahiplerinin hayat hikayeleriyle lezzetleniyor.
Ya gazinolu yıllar.
Zeki Müren'den Behiye Aksoy'a, Bülent Ersoy'dan Müzeyyen Senar'a, İbrahim Tatlıses'ten Zehra Bilir'e, Ajda Pekkan'dan Erol Evgin'e, Orhan Boran'dan Sadri Alışık'a assolist, halk - pop müziği sanatçısı, komedyenin yanı sıra saz üstadlarının yer aldığı onlarca ünlü ismin sahne aldığı dönemler.
Halk ve kadınlar matineleri, devlet adamlarının ziyaretleriyle renklenen anılar denizi...
Ünlü apartmanlar, semtin ünlü aileleri, bankalar ve sonunda yıl yıl önemli olaylarla zenginleşen tarihçe...
Turan Akıncı'nın belgesel film tadındaki kitabı titiz ve değerli bir çalışma.
İstanbul'un gözbebeği Beyoğlu'na bir selam ve saygı niteliğinde...
(Sabah Kitap ekinin Ağustos 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

18 Eylül 2019 Çarşamba

Yemeğin izinde...

Kitabı bitirince ünlü düşünür İbni Haldun'un yüzyılları aşan sözü dilimin ucuna geliverdi: Coğrafya kaderdir. Neredeysen oranın iklimi, koşulları, insanı, zorluğu, rahatlığıyla yaşayacaksın. Bu kaçınılmaz" diyor. 
Daha çok jeostratejik anlamda kullanılan bu sözün Ortadoğu coğrafyası için anlamı büyük.
Ama söz konusu yemek olunca hele hele coğrafya da Anadolu olunca "İyi ki kaderimiz" dersem çok mu iddialı olur.
Aynen böyledir; eksiği vardır fazlası yoktur. 
Bu toprakların bereketi, on binlerce yıl geçmişe giden kültürlerle birleşince başka türlü nasıl düşünülebilir. Göç yollarının üstünde, İpek Yolu'nun merkezinde, etrafı denizlerle çevrili, dört mevsimi yaşayan bir coğrafyanın mutfağı da çeşit çeşit olur.
Gazeteci büyüğümüz Mehmet Yaşin uzun süredir yaptığı gurme programlarını bir kitapla taçlandırmış. Remzi Kitabevi tarafından basılan Yumurta Nasıl Kırılır? (Bilgiler, Anılar, Tarifler, Ukalılıklar) kitabında sofralarımızın baştacı; yumurta, domates, et, otlar, balıklar, lahana, turşu, kuru fasulye, soğan, patates, patlıcan, börek, köfte, mantı, makarna, pilav boy gösteriyor. 
Her birinin hikayesi de eşlik ediyor konulara; yazarlardan alıntılar, tarihçesi, dünyadaki örnekler ve tabii ki final her zamanki gibi 'biz bu yemeği nasıl yaparız ve severizle' bitiyor. 
Mehmet Yaşin'in kendi deneyimleri de işin sosu oluyor... 
Yumurta kırmakla olmuyor. Pişirme teknikleri, kıvam, içine koyacağınız malzeme her birinin önemi var.
Buyrun Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde yaşamış ünlü yazarımız Refik Halid Karay'ın yazdıklarına: "Ortadan yumurtayı kaldırırsanız birçok yemek yavan kalır. Hele tatlıların birçoğuna veda etmek mecburiyeti hasıl olur."
Birçoğunun nesli tükenen balıkların daha 15. yüzyıldaki çeşitlerini bilseniz şaşırırsınız.
Eyvah biz ne yaptık denizlerimize diye... 
Kitabın son bölümünde de eşi Ülker Yaşin'in birbirinden lezzetli tarifleri var.
Bu sıkıntılı günlerde içinizi ferahlatacak bir kitap yazmış, ama çorbalara ve tatlılara sanırım yer kalmamış. 
O da galiba bir dahaki sefere.
(Sabah Kitap ekinin Temmuz 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

Dedektif Remzi öksüz kaldı

Türk polisiye edebiyatına Remzi Ünal karakterini tanıtan Celil Oker'i de kaybettik. 
İlk olarak Yarın dergisinde kısa öykülerle tanıttığı dedektifinin adını göbek adı Remzi ile annesinin kızlık soyadı Ünal'la birleştirerek bulmuştu.
Kahramanını kendi tarifiyle şöyle tanıtmıştı: "Remzi Ünal olur kendileri. Emekli bir Hava Kuvvetleri pilotu, uzun süre sivil uçak uçurmuş ve mesleğinden atılmış birisidir. Hayatını kazanmak için yapar işini. Sıradan ve küçük işler alır, işin ucu cinayetlere varınca, biraz da kendi paçasını kurtarmak için çözmeye çalışır. Öyle adaletin üstünlüğü gibi yüce amaçlar peşinde koşmaz pek. Polislerden, savcılardan, hakimlerden uzak durur." Romanın kahramanı emekli pilot ve özel dedektif Remzi Ünal'ın ilk macerası Çıplak Ceset 1999'da yayımlanmıştı. 
Sonra Kramponlu Ceset (2000), Bin Lotluk Ceset (2000), Rol Çalan Ceset (2001), Son Ceset (2005), Bir Şapka Bir Tabanca (2005), Yenik ve Yalnız (2010), Ateş Etme İstanbul (2013) ve 2015'te de Sen Ölürsün Ben Yaşarım'la devam etti.
Celil Oker 1989'dan bu yana öğretim üyeliği yapıyordu. 
Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin en sevilen hocalarından olduğunu öğrencilerinden okudum. 
Alçakgönüllü, bilgisi ve deneyimlerini sakınmadan paylaşan ve iyiliği hedef alan bir aydın olduğunu söylüyorlardı. 
Sanatta yeteneğin az, öğrenmenin ve çalışmanın çok önemli olduğuna inanıyordu. Öğrencileri, dostları ve ailesinin başı sağolsun. 
Biz okurlar da onu sevmiştik. Mekanı cennet olsun.
(Sabah Kitap ekinin Temmuz 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

27 Ağustos 2019 Salı

Bu gerçek bir veda...

Geçen yıl ölen Philip Kerr'in Dedektif Bernie Günther serisinin 13'üncü kitabı Bir Yunan Hediyesi yayımlandı. Kerr 1989'da başladığı seriye üç kitaptan sonra ara verip 15 yıl sonra yeniden yazmaya başlamıştı. Bernie son kez Nazilerle hesaplaşıyor.

Üç yıl önce ünlü polisiye yazarlarının katıldığı Kara Kitap Festivali için İstanbul'a gelmişti.
Bir oturumda konuşmuş, röportajlar vermişti.
Türk okurunun biraz geç tanıdığı dedektif Bernie Günther'in yaratıcısı Britanyalı yazar Philip Kerr, "Bernie'nin yolu İstanbul'a düşebilir mi" sorusunu "Gelirse şaşırmam" diye yanıtlamıştı.
Ben de kitap ekinde "Dedektif Günther'in ruhu İstanbul'daydı" başlığıyla Philip Kerr'i anlatmıştım. Serinin 11'nci kitabı Sessizliğin Öte Yakası ise yeni yayınlanmıştı.
Ardından Prusya Mavisi çıktı, ben bir ümitle Bernie'nin yolu buralardan geçecek diye beklerken ölüm haberi geldi.
Geçen yıl Philip Kerr daha 62 yaşında iken hayata veda etti.
O da Millenium serisi üç kitabıyla dünyayı kasıp kavuran İsveçli Stieg Larsson gibi erken veda etti. Ancak Larsson kitabının başarısını bile göremeden ölmüştü.
İskoç yazar Philip Kerr ise Dedektif Bernie Günther'i tanıttığı Berlin Üçlemesi olarak da bilinen kitaplarının ilki Mart Menekşeleri'ni 1989'da yazdı.
Sonra 1990'da Solgun Suçlu ve 1991'de Alman Usulü Bir Ağıt ile seriyi tamamladı.
Dedektif Günther günümüzde değil Nazi Almanyası'nın 1930'lu 1940'lı yıllarında iş başındaydı.
Dünyanın gördüğü en büyük felaketlerin yaşandığı milyonlarca insanın öldüğü, yaralandığı İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır.
Eskiden olduğu gibi savaş cephelerde değil sivilleri de içine alan korkunç bir boyuttadır.
Harabeye dönen şehirler, katliamlar, masum insanların acısının yanında "bir cinayetin peşine düşen dedektifin sözü mü olur" demekten kendinizi alamıyorsunuz belki de ancak iyi yazarlık böyle bir şey. Philip Kerr, kurgulamasıyla tüm bu soruların üstesinden geliyor.
Zaten Kerr, kitaplarının yalnızca polisiye değil, polisiyenin sarmaladığı siyasi romanlar olduğu söylüyor.
Hukuk okuyan Philip Kerr, bir süre Almanya'da felsefe eğitimi de görmüş.
Kitaplarını yazmak için İngiliz İstihbarat Servisi'nin savaş sırasında Alman iç politikasıyla ilgili bilgileri topladığı en büyük Holokost arşivini de içeren Weiner Kütüphanesi'nde çılgıncasına çalışmış. Gizli istihbaratın yanısıra, Nazi rejiminden kaçan kişilerin anlatımlarını ve şahit oldukları olayları arşivlediği bu kütüphanede onlarca belgeyi elden geçirmiş.
Her kitap önce basit bir cinayetle başlıyor ama arkasından Nazilerin kodomanlarına, Göring, Himmler gibi isimlere uzanıyor.
"Aslında Avrupa siyaseti ve ahlaki değerleri üzerine yazıyorum. Ama romanlarım polisiye alanına girmiyor desem de saçma olur. Sadece biraz daha fazlasını düşünüyorum. Arkada büyük planlı kitlesel bir katliam yapılırken, önde ceryan eden sıkıcı küçük bir cinayeti çözmenin büyüleyici olduğunu düşünüyorum" diyordu.
Kadınlara bakışı, zekası, kişiliği, fırlamalığı ve o inanılmaz espri gücüyle Bernie Günther, işinin hakkını veriyor.
Vicdanı her daim ona yön veriyor.
Nazi olmamış, ülkesine sadık ama kendi doğrularınca hareket ediyor.
Sonra yazmayı bırakmıştı.
Niye bıraktığını Kara Hafta Festivali'nde açıklamıştı:
O dönem Naziler ile ilgili belge ve olaylara o kadar çok girmiştim ki birden kendimi onların destekçisi ve işbirlikçisi gibi hissetmeye başladım. Bu duyguyu uzun süre üstümden atamadım.
Bu duygu 15 yıl sürmüş, okurlardan gelen baskılar sonucu dedektifi yeniden uyandıran Philip Kerr, ardı ardına Biri ve Öteki, Sessiz Alev, Ölüler Dirilmezse, Sahra Grisi, Ölümcül Prag, Katyn Katliamı, Zagrepli Kadın, Sessizliğin Öte Yakası, Prusya Mavisi'ni yazdı.
Ölümünden sonra bir kitabı daha çıktı. Alfa yayınları Dedektif Bernie Günther'in Serüvenleri'nin 13'üncüsünü bu ay yayınladı: Bir Yunan Hediyesi.
Bernie hayranları için kitabın ayrıntılarına girip keyiflerini bozmak istemem.
Önsüzüyle yetinelim: Yıl 1957. Bernie Günther kimliğini ve kirli geçmişini ardında bırakıp Christof Ganz adıyla Münih'te kendine yeni bir hayat kurmuştur. Çok geçmeden, sevimsiz bir tesadüfle Almanya'nın saygın bir sigorta şirketinde işe başlayıp bir sigorta ödemesini araştırmak üzere Yunanistan'a gönderilince, kendini bir anda karmaşık bir suç ağının ortasında bulur. Batan bir geminin ardından işlenen dehşet verici bir cinayet, yıllar önce, savaş döneminde yaşanan bir zulmün izlerini ortaya çıkarır. Yunan polisiyle zorunlu işbirliğine giren Bernie Günther katili bulup ülkesine dönebilmek için savaşın karanlık tarihiyle ve geçmişiyle korkusuzca yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Tarihle polisiyeyi büyük bir ustalıkla bir araya getiren Kerr, "iyi polisiye iyi edebiyattır" sözünün hakkını veren bir yazardı.
Hatta tutkunu olduğu futbol alanında Scott Manson adında bir dedektif çıkartıp üç kitap yazmıştı. Ama Bernie Günther'in yerini hiç bir şey dolduramaz.
Bilmiyorum bu kadar verimli bir yazarın hala bir yerlerde yedeklediği yeni maceraları vardır belki de.
O zamana kadar elveda ve teşekkürler Philip Kerr, huzur içinde uyu...
(Sabah Kitap Ekinin Haziran 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

11 Temmuz 2019 Perşembe

Harem bir okuldu...


Prof. Ali Akyıldız'ın Saray Harem ve Mahrem kitabı ön yargıyla değerlendirilen oryantalist bakış açısıyla yaklaşılan haremin gerçeklerini ele alıyor. 

Bir sınır beyliğiyken dünyanın en güçlü devleti haline dönüşen Osmanlı İmparatorluğu kudretini savaş meydanlarındaki üstünlüğüyle almamıştır kuşkusuz.
Arka planda yönetiminden haremine, hukuki düzeninden askeri gücüne kadar uzanan müthiş bir organizasyon vardır.
600 yıl boyunca hüküm süren imparatorluğun merkezinde padişahın mutlak otoritesi ve gücü vardır.
Ancak onun da sınırları vardır ve uymak zorunda olduğu kurallar devletin bekasının her şeyin üstünde olmasında yatar.
Prof. Ali Akyıldız'ın Harem ve Mahrem kitabı özellikle Oryantalist bakış açısıyla hayali ve uydurmalarla bildiğimiz haremin kapılarını ayrıntılarıyla tanıtıyor.
Kapalı bir kutu olan Saray teşkilatında iç işleyişi ayrıntılarıyla el aldığı Harem'in işleyişi Osmanlı'nın muhteşem organizasyonunu göstermesiyle öğretici ve aydınlatıcı bilgilerle dolu.
Harem; padişahların, sarayda, anneleri, kadınları (haseki, kadınefendi) ikballeri, şehzadeleri, kızları (sultan) ile onlara hizmet eden usta, kalfa ve cariye gibi kadın hizmetçilerin yaşadığı bölümdür.
Haremin amiri kethüda kadın, hazinedar usta, berber usta, çeşnigar usta, çamaşır usta, ibriktar usta, kahveci usta, kilerci usta, kutucu usta, külhancı usta ve katibe ustalar da görevlilerdi.
Bunların dışında hastalar kethüdası, ebe, sütnine ve dadı gibi görevliler de mevcuttu.
Haremde erkekler de vardı.
Hadım edilmiş ve Mısır'dan gönderilen siyahi görevliler harem ağaları ve darüssaade ağası idiler.
Bir önemli bir eğitim kurumu vardı ki O da Enderun'du.
Devşirme Hıristiyan çocuklar, sırasıyla Küçük Oda, Büyük Oda, Doğancı Koğuşu, Seferli Koğuşu, Kiler Odası, Hazine Odası ve Has Oda olmak üzere kademeli bir eğitimden geçirilirlerdi.
Osmanlı'da kadın sultanların devlet işlerinde ağırlığını koyduğu en önemli isimlerin başında hiç kuşkusuz Pertevniyal Valide Sultan gelmektedir.
II. Mahmud'un eşi ve Sultan Abdülaziz'in annesi olan Pertevniyal Sultan dönemin şartlarının da etkisiyle nüfuzunu devlet işlerinde kullanmaktan çekinmemiştir.
Ayrıca Hazine'yi zora sokacak kadar müsrifliği de hayırseverliği de bir o kadar ünlüdür. Ve oğlunun kanlar içindeki ölümünü görecek bir dramla biten hayatı.
Benim de okuduğum Aksaray'daki Valide Camisi'nin bitişiğindeki Pertevniyal Lisesi onun Sıbyan Mektebi olarak yaptırdığı binadır.
Ali Akyıldız hoca sekiz bölüm başlıklı çalışmasında ilk olarak, Enderun, Birun ve Harem bağlamında Osmanlı Devleti'nin saray teşkilatı.
İkinci bölümde, 18. Yüzyılda sarayda teşekkül eden bir yönetim olarak Mâbey-i Hümayun.
Üçüncü bölümde, II. Mahmud'un hastalığı ve ölümü dolayısıyla iç ve dış kamuoyunda dile getirilen iddialar ile padişahın hastalığının mahiyeti.
Dördüncü bölümde, valide sultanlık makamına geldikten sonra müsrif, hayırsever ve devlet işlerine müdahil bir görüntü veren saray kadınlarının son temsilcilerinden Sultan Abdülaziz'in annnesi Pertevniyal Valide Sultan'ın hayatı.
Beşinci bölümde, padişahın hareminde bulunan cariyelerin evlendirilip haremden çıkarılmalarıyla ilgili haremde yaşamış kadınların verdiği bilgilerin Cemile Sultan üzerinden değerlendirilmeleri.
Altıncı bölümde, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz'in Osmanlı veraset sistemini değiştirerek kendi oğullarını veliaht yapma çabaları.
Yedinci bölümde, II. Abdülhamid'in, yüzyıllardır geçimlerini devletin sırtına yüklemiş olan hanedan mensuplarının geleceklerini garanti alma gayretleri çerçevesinde maaşlarından yapılacak biri kesinti karşılığında bir Hanedan Yardımlaşma Sandığı kurma tasarısı.
Sekizinci bölümde de son dönem padişahlarının hür ve Müslüman kadınlarla nikahlandıkları iddiaları ile II. Abdülhamid'in tahttan indirildiğinde toplam 9 kadınla nikahlı olduğunu gösteren veraset ilâmı ışığında Sultan Abdülmecid dahil son dönem Osmanlı padişahlarının saraya kadınlarıyla nikâh kıymaları sorunu ele alınıp incelenmektedir.
(Sabah Kitap ekinin Mayıs 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

Osmanlı'nın klasik çağı

Tarihçilerin piri Prof. Hali İnalcık'ın Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600) kitabı da imparatorluğun kuruluş yküsünü öğrenmek isteyenler için bir başucu niteliğinde...
3 yıl önce 100 yaşında iken kaybettiğimiz Halil Hoca'nın uluslararası çevrelerde tanınmasına sağlayan ve alanında temel kaynak olarak kabul edilen değerli bir eser.
Siyasi gelişmeler, iktisadi örgütlenmeler, devlet yönetimi, sınıf sistemi, hukuk, saray, merkezi yönetim, eyalet yönetimi, tımar sistemi, dini yaşama, kültür ortamı, medreseler, ulema, ilmi çalışmalar, bağnazlık, halk kültürleri ve tarikatların ele alındığı kitap, tarih tutkunları için vazgeçilmez bir kaynak.
(Sabah Kitap ekinin Mayıs 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

19 Mayıs 2019 Pazar

Her şeyi en baştan alıyoruz...


Yazar Ian Rankin'in ünlü müfettişi John Rebus aramıza geri döndü. Alfa Kitap dedektifin maceralarını sıralı bir şekilde yeniden yayınlamaya başladı. Artık Rebus'un maceralarını kronolojik bir biçimde okuma şansımız var.

Polisiye tutkunlarının sevdiği, izlediği, zaman zaman tekrar okumaktan zevk aldığı dedektifleri vardır.
160 yılı deviren İngiliz Sherlock Holmes polis olmasa bile bu türün esin kaynağıdır hiç kuşkusuz.
Edebiyatın atasözüyle söylersek, "Hepsi onun paltosundan çıkmıştır."
Tabii ki Agahta Christie'nin meşhur dedektifi Poriot'uyu da unutmadım.
Onlarca karakter ortaya çıktı, kimi sevildi kimi de birkaç macerayla unutuldu gitti.
Birbirinden farkı olmayan, kopyala yapıştır yöntemiyle ilerleyen, sanki bıraktığı yerden ötekisi devam ediyor hissi veren polisiye dizi ve kitaplardan sıkılanlara iyi bir haberim var.
Dedektif John Rebus geri döndü...
Son 30 yıla damga vuranların başında İsveçli Henning Mankell'in Komiser Wallander'i, Norveçli Jo Nesbo'nun dedektifi Harry Hole, İngiliz Philip Kerr'in dedektifi Bernie Günther geliyor.
İskoç yazar Ian Rankin'in dedektifi Rebus da onların arasındadır.
Ian Rankin, dedektifini 1987'de yani tam 32 yıl önce Edinburgh'da suçlu kovalamaya yollamıştı.
Büyük ilgi gören Müfettiş Rebus ardı ardına yayınlanan kitaplarla ününü arttırdı.
Filme çekildi, onlarca dile çevrildi.
Bu arada bize de uğradı.
Ancak müfettişimiz bir kitabında yaşlıyken ardından gençleşiyordu.
Birlikte suçlu kovaladığı isimler bir anda değişiyor, bambaşka biriyle karşılaşıyorduk
Yayınevleri dünyadaki çok satanlar listesine göre kitaplarını bastığı için haliyle karışık bir durum ortaya çıkıyordu.
Alfa Yayınları çok isabetli bir kararla, Ian Rankin'in serisini en baştan yayınlamaya başladı.
Arka arkaya 4 kitabı birden basıldı.
Müfettiş Rebus, turistlerin gözdesi, tarihi ve doğasıyla ünlü Edinburgh kentinin arka sokaklarındaki suç dünyasına Düğümler ve Haçlar'la hızlı bir giriş yapıyor.
Öncelikle ele alınan, olayların kendisi kadar dedektifin bizzat kendisi.
Bir yanda iki genç kız cinayeti ve üçüncüsü de işlenmek üzeredir.
Postadan çıkan bulmaca gibi mesajların tam ortasında John Rebus vardır.
İskoç yazar, dedektifini olayın merkezine koyarak bir yandan vakayı aydınlatıyor bir yandan da onun kişiliğini didik didik ediyor.
Eşini, kızını, babasını, kardeşini ve tabii ki geçmişini...
"Ordudayken hep en iyi adamlardan biri olmuştu. Paraşütçüydü. Özel Hava Birliği için eğitilmiş ve sınıfını birincilikle bitirmişti. Başarılı bir özel görev birliğinde görev almıştı. Madalyası ve ödülleri vardı. Hayatının iyi bir dönemi olduğu kadar en kötü dönemiydi de. Gerginlik ve yoksunluk çekmiş, ikiyüzlülük ve acımasızlıkla yüz yüze gelmişti. Ayrıldığı zamansa emniyet teşkilatı onu almak istememişti. İstediği işi ona vermeleri için ordunun polise baskı yaptığını şimdi şimdi anlıyordu. Buna içerleyen insanlar o zamandan beri sürekli yoluna muz kabukları atıyor, ayağını kaydırmaya çalışıyorlardı. Ama tuzakları atlatıp işini yaptığından istemeye istemeye onu ödüllendirmek zorunda kalmışlardı."
Eski bir SAS komandosu, asi, başına buyruk, otoriteyle çatışan, bildiğini okuyan, zaafları olan, içki ve sigaraya düşkün dedektif Rebus'un kitaplara ve müziğe tutkusu da karakterini tamamlayan unsurlar...
Her zaman tetikte, yalnız yaşayan, patavatsız adamımız olayı çözerken bazen yüzüne gözüne bulaştırıyor bazen de hiç olmadık bir yerden ipucu yakalıyor.
Rebus'la birlikte Edinburgh'un caddelerinde, sokaklarında, barlarında, restoranlarında, kırsalında, deniz kenarlarında, müzelerinde, kütüphanelerinde geziyoruz.
Yalnızca bina ve doğa tasvirleriyle değil; her birini tamamlayan insanlarla birlikte bir yaşam akmaktadır orada. Gençler nereye gider, zenginlerin tercihi nedir, ayyaşların, orta sınıfın yaşamı nasıldır, polislerin iç dünyasında neler yaşanır.
Karışık bir vakayı çözmeye çalışırken kendisine "Biraz sabret, John. Yakında bütün dosyalar bilgisayara aktarılmış olacak. Bir süre sonra da bizim gibi katırlara ihtiyaçlarının olmadığını anlayacaklar: Yalnızca birkaç adam ve bilgisayar masası işi görecek. Gelişme olmasaydı ne halde olurduk? Elimizde pipolarımız ve büyüteçlerimiz, tahminler yürütmek zorunda kalırdık " diyen meslektaşına verdiği cevap klasik polisiyeseverleri mutlu edecek:
"Bizim gibi insanlara her zaman yer olacak Jack. Toplum biz olmadan yapamaz. Bilgisayarlar sezgisel tahminlerde bulunamazlar. Bu konuda onları yeneriz."Olaylar bir anda öylesine karmaşık hale gelir ki, Rebus'un da bizim de kafamız karışır.
Bilgisayarın babası gelse içinden çıkılmaz derken, dedektifimiz kahve doldururken, birasını yudumlarken, müzik dinlerken ya da geçmişiyle hesaplaşırken ki bunu sık sık yapıyor.
Üst üste birikmiş ve birçoğu işe yaramaz bilgileri ayıklar ve yol almaya başlar.
Sezgisiyle bir ipucu yakalayıp ilerler.
İskoç yazar olayı çözümleme işini ustalıkla yapıyor, ayrıca polisiyenin olmazsa olmazları; olay yeri inceleme, ipuçları, sorgulama, gerekirse fiziki mücadele eksiksiz yerine getiriliyor.
İkinci kitap, Saklambaç da dedektifimiz artık terfi almış müfettiş olmuştur. Uyuşturucu bağımlısı bir gencin ölümüyle kentin önemli isimlerine uzanan bir kovalamacaya hazır olun.
Üçüncü kitap Diş İzleri'nde ise kendi topraklarından uzakta Londra'ya gidiyor.
Bir kurtadamın peşine düşüyor.
Dördüncü kitap Masadaki Düşman'da ise başarılı ve parlak bir milletvekilinin hayatına odaklanıyoruz.
Dağınık yayınlanan ve kafamızı karıştıran Harry Hole serisi düzene girdi, John Rebus da baştan yayınlanmaya başladı.
Son söz de bir dilek olsun: Ian Rankin'in "kahramanım" dediği ve artık raflarda bulunmayan İsveçli Henning Mankell'in Komiser Wallander'ini de şöyle sırasıyla baştan okuyabilsek...
(Sabah Kitap ekinin Nisan 2019 sayısında yayınlanmıştır.)


KİTAPTAN...
Gill Templer, Rebus'u bulamamıştı.
İnsan gibi değil, sanki bir gölge gibi ortadan kaybolmuştu.
İyi bir polisin yapması gereken her şeyi yaptı, telefonlar etti, iz peşine düştü, sorular sordu, ama karşısında yalnızca iyi bir polis değil, aynı zamanda Özel Hava Birliği'nin en iyi adamlarından birisi vardı.
Ayağının ya da masasının altında, giysilerinin içinde bile saklanıyor olabilirdi.
Onu asla bulamazdı.
Bulamadı da.

9 Nisan 2019 Salı

Siperin ardında bir vatan vardı...

Bizim için Çanakkale bir milattır. Öncesi ve sonrasında büyük dersler vardır... Son dönemde yayımlanan hatıra, mektup ve günlükler döneme ışık tutuyor.

Denizcilerin her hareketini yazdığı seyir defteri kara kutu gibidir.
Dünyanın her yerindeki denizciler bu deftere yazar.
Bir yerden geçerken "geçildi" diye yazarlar.
İstanbul Boğazı geçildi yazılır.
Kilitbahir geçildi yazılır.
Ama bir yer hariç.
Çanakkale'den çıkılır ya da varılır.
Bütün denizciler bunu bilir.
Asla ve asla, "Çanakkale'den geçildi" diye yazılmaz
Şehitler Abidesi selamlanır.
Çanakkale bu toprakların ruhuna böylesine derinden işlemiştir.
Orası öyle bir yerdir ki dünyanın da sayılı savaş alanlarından biridir.
Batılılar'ın Gelibolu bizim ise Çanakkale dediğimiz savaşların bu yıl 104. Yıldönümü...
18 Mart Deniz Savaşları'yla başlayıp 25 Nisan'daki Kara Savaşları'yla devam eden Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı'nın en önemli cephelerinden biridir.
Bir tarihçinin, "Bugün İngilizce konuşulan dünyada Gelibolu için, Birinci Dünya Savaşı'ndaki diğer muharebelerden çok daha fazla sayıda kitap yazılmıştır" tespiti çok yerindedir.
Bir savaştan çok öte anlamlar taşıdığı için hâlâ dünyanın büyük ilgisini çekmektedir.
Bizim için de Çanakkale bir milattır...
Öncesi ve sonrasında büyük dersler vardır...
1912'de Balkan Savaşları'ndaki felaketler zinciriyle Avrupa'daki milyonlarca kilometre karelik en verimli topraklar bir kaç ayda yitirilmişti.
Bulgarlar başkent İstanbul'un kapısına dayanmıştı...
2 yıl sonra ekonomisi ve ordusu zor durumda olan Osmanlı İmparatorluğu, İttihatçılar'ın hırsıyla Birinci Dünya Savaşı'nın ateş çemberine sürüklenecekti.
Hükümeti ve orduyu kontrol eden İttihatçılar'ın önemli ismi Harbiye Nazırı Enver Paşa, Osmanlı'nın sonunu getirecek savaş kararını gizlice almıştı.
1914'te başlayan Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya, Avusturya – Macaristan İmparatorluğu'ya aynı safta olan Osmanlı 4'ü ana olmak üzere birçok cephede savaşa girdi.
İngiliz Askeri Harekat Başkanı Albay Henry Wilson, "Türk ordusu gerçek anlamda modern bir ordu değildir... Kötü bir sevk ve idare altında ve acınası durumda" diyordu.
İstanbul'daki Britanya Ordu Ataşesi'nin, Londra'ya gönderdiği mesajlarda bu yöndeydi.
Fransız ve Ruslar da aynı görüşteydi.
Ancak Enver Paşa, Balkan Savaşı'ndaki hataları tespit ederek orduyu çok kısa sürede baştan aşağıya değiştirmeyi başarmıştı.
Başta kurmay sınıfı olmak üzere bir dizi değişiklikle Osmanlı ordusunun imkanları büyük ölçüde yenilendi ve geliştirildi.
Kafkasya, Romanya, Irak, Filistin, Basra Körfezi, Süveyş Kanalı, Çanakkale'de silah altına alınan milyonlarca asker cepheye sürüldü.
4 yıl boyunca inanılmaz bir dirençle savaşıp dünyayı şaşırttılar.
Çanakkale özellikle İngilizler için en büyük yanılgılardan ve kabuslardan biri olacaktı.
3 Kasım 1914'te ilk bombardımanla başlayan kanlı savaş 9 Ocak 1916'daki tahliyeye kadar 432 gün sürecekti.
Sadece Türkiye'yi değil dünya tarihini de etkileyecekti.
Avustralya, Yeni Zelanda'dan oluşan Anzaklar ve Hintlilerle takviye edilen İngilizler, Fransızlar'ın da desteğiyle bir an önce Çanakkale'yi geçerek, İstanbul'a ulaşmayı hedefliyordu.
18 Mart 1915 sabahı 20 büyük zırhlı savaş gemisi, kruvazör, muhrip, torpido ve yardımcı gemilerle 100 parçaya ulaşan görkemli İtilaf donanması, saldırıya geçti.
Ünlü Nusrat gemisinin döşediği mayınlar ve Türk tabyalarının direnişiyle akşam saatlerinde tam bir hezimet yaşandı.
Gemiler ardı ardına batmış büyük zayiatlar verilmişti.
Denizde yenilgiye uğrayan İtilaf kuvvetleri, beş hafta sonra Gelibolu yarımadasını bu kez karadan geçmeye karar verdi.
Sayı ve ateş gücü olarak üstün görünmelerine rağmen, karşılarına önce Yarbay Şefik Bey'in 27. Alayı, daha sonra da 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal'in bizzat Arıburnu'na getirdiği alay devreye girecekti. "Size ölmeyi emrediyorum" komutunu alan ünlü 57. Alay tepeleri tutarak savaşın seyrini değiştirecekti.
Mehmet Şefik, Hafız Kadri ve Mahmut Sabri komutasındaki fedakâr askerler sayesinde çıkarma yapan Anzak ve İngiliz birlikleri sahil şeridinde çakılı kalacaktı.
Türk birliklerinin 19 Mayıs tarihindeki karşı saldırısı ise büyük bir felaketle sonuçlandı.
Askerlerden yaklaşık 4 bini birkaç saat içinde şehit oldu.
İtilaf devletleri, 6 Ağustos'ta yeni ve tazelenmiş güçlerle Anafartalar'a ikinci bir çıkarma gerçekleştirdi.
Ama karşılarına 25 Nisan'da olduğu gibi yine Mustafa Kemal çıktı.
Karşı saldırılarla ümitleri kırıp geçilmezliği pekiştirecekti.
Yenilgiye uğrayan Britanya İmparatorluğu, tahliyeyi çok başarılı biçimde gerçekleştirdi.
20 Aralık'ta Anzak ve Anafartalar'ı 9 Ocak 1916'da ise Seddülbahir cephelerini kademeli olarak boşalttı.
Üniversiteler, liseler o yıl mezuniyet veremedi.
Dağdaki çobanla, tıp öğrencisi yan yana savaştı.
Bir nesil cephelerde can verdi, on binlercesi de gazi oldu.
İsmail Hakkı Bey'in ifadesiyle, "Çanakkale müdafaası, bir gençlik müdafaasıdır. Zabit, küçük zabit, nefer sıfatıyla orduya iltihak eden binlerce mektepliler, fikir ve ahlakın birleştiği her noktada kudretlerinin azametlerini ispat etmiştir."
Çanakkale büyük bir ruhtur, acı ve gözyaşıdır, inançtır, zaferdir, direniştir, emektir.
Bu ruh Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgiye ve topraklarının işgaline rağmen yeniden ayağa kalkacaktır.
1922'ye kadar süren Kurtuluş Savaşı'yla küllerinden yeniden doğacak, Sakarya'da Dumlupınar'da büyük zaferler kazanacaktı.
İzmir'i İstanbul'u ve Anadolu'yu da Çanakkale gibi geçilmez yapacaktı.
O gün Çanakkale'de geri adım atmayan bu kahramanlar Kurtuluş Savaşı'nda da siperlerin arkasında vatanları olduğunu çok iyi biliyordu.
(Sabah Kitap ekinin Mart 2019 sayısında yayınlanmıştır.)


Anılar ve belgeler eşliğinde Çanakkale...

Bugün özellikle Ortadoğu ve zaman zaman parlayan Balkanlar'a bakınca Çanakkale'yi daha iyi anlıyoruz.
Bize ve gelecek kuşaklara düşen en büyük görev öncelikle barışı savunmaktır ancak Çanakkale'yi ve o ruhu iyi kavramaktır.
Bu da ancak okuyarak, araştırarak ve anlayarak olur.
Ne yazık ki son yıllardaki büyük ilgiye rağmen Batı'daki araştırma ve yayınların yarısına bile ulaşılmış değildir.
İşin kahramanlık kısmıyla ilgilenmek anlamlıdır ancak yeterli değildir.
Son zamanlarda ardı ardına yayınlanan hatıralar, anılar, mektuplar ve günlükler de bize ışık tutuyor.
Çanakkale'nin yıldönümü vesilesiyle iyi okumalar...
* Mustafa Kemal Çanakkale'yi Anlatıyor. "Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur." Ruşen Eşref'in kaleminden.
* Muhabirimiz Çanakkale Cephesinden Bildiriyor!/ Wanda Zembrzuska. Bulgaristan'dan gelen kadın gazetecinin Çanakkale cephesi notları...
* Çanakkale Cephesinden Mektuplar - Hatıralar / Deniz ve kara savaşlarına katılan bir komutan Selahaddin Adil Paşa'nın anıları...
* Araştırmacı yazar Nuri Balcı'nın Çanakkale Savaşı-Deniz, Kara Savaşları ve Cephe Gerisi (1915) özenli bir çalışma...
* Çanakkale Savaşı Günlüğü (Osmanlı Genelkurmayı'nın Yasaklattığı Kitap) Erich R. Prigge adlı Alman subayının anılarından oluşuyor.
* Çanakkale Savaşı. Yine bir Alman subayı Carl Mühlman profesyonel bir gözle savaşı, askeri, stratejik ve tarihi açıdan anlatıyor.
* Akademisyen Mustafa Selçuk, Çanakkale Seferberliği kitabıyla Osmanlı ordusu, büyük güçler karşısında var gücüyle çarpışırken geri planda neler yaşanıyordu? sorusunun peşine düşüyor.
* Osmanlı subayı Eyüp Durukan'ın Çanakkale'den Mondros'a 1915 - 1918 (Günlüklerde Bir Ömür 3) kitabı diğer iki günlüğüyle önemli bir kaynak niteliğinde.
* Çanakkale Üzerinde Bir Şahin... Çanakkale Savaşlarının kara ve deniz dışında az bilinen bir cephesi daha vardı: Hava cephesi. Alman pilot Hans Joachim Buddecke'nin anıları...
* Çanakkale'de Neler Oldu? Bir Fransız Subayının Günlüğünden Çanakkale Savaşları'nın Perde Arkası. Charles F. Roux
* Çanakkale'de Deniz Harbi. . Hamidiye Zırhlısı'nın komuta kademesinde bulunan Binbaşı Hermann Lorey'in, İngiliz kaynakları ile zenginleştirdiği kitabı...
* Çanakkale Cephesinden Mektuplar. Çıkarmaya katılan Guy Warneford Nightingale'in ailesine yazdığı mektuplar.
* Serkan Ertem'in Çanakkale Denizaltı Harekatı, denizaltında yaşanan zafer ve trajedilere ışık tutuyor, sessiz bir tarihin bilinmeyen gerçeklerini açıklıyor.
* Yeni Zelandalıların gözünden asker mektupları, günlükler ve diğer belge ve fotoğraflar eşliğinde ele alan Çanakkale: Yeni Zelandalıların Öyküsü'nün yazarı Christopher Pugsley.
* Çanakkale Muharebelerinin Kronolojik Tarihi, mücadeleyi 15 Haziran 1914 tarihinden 9 Ocak 1916'ya kadar gün gün, saat saat kapsamlı bir şekilde anlatıyor. Yazarları Hülya Toker, Mustafa Toker.
* Muzaffer Albayrak, Sorularla Çanakkale Muharebeleri 1 kitabıyla bilinen ve bilinmeyenlerin peşine düşüyor.
* Çanakkale Savaşı-Siperin Ardı Vatan kitabının yazarları Şahin Aldoğan ve Gürsel Göncü, yakın tarihin gerek yapılışı, gerek kahramanları, gerekse sonuçları bakımından en önemli olaylarından biri olan Çanakkale Savaşı; başlangıcından sonuna tüm operasyonel detaylarıyla, Türk tarafı açısından ve objektif kriterlere göre değerlendiriliyor.
* Çanakkale Savaşı - Kanlısırt Muharebesi 25 Nisan 1915 İngiliz akademisyen Peter Williams göz göze mücadelenin ayrıntılarını roman gibi anlatıyor.
* Halil Ersin Avcı, Dünya Medyasında Çanakkale Savaşları 1915 kitabında dünya basınında yayınlanmış söz konusu binlerce karikatür, propaganda afişi, illüstrasyon ve kartpostal türü betimlemenin Türkiye'yi ilgilendiren sekiz yüzden fazlası 10 yıllık bir çalışmanın neticesinde bir araya getiriyor!
* Çanakkale Destanı / Gerçek Efsanelerin Öyküsü, İsmail Bilgin'in kaleminden. Tanıtım yazısındaki gibi bu kitabı okurken; ölme emrini yerine getirmek için birbiriyle yarış eden askerlerimizi hatırlayacak, o anları yaşayacak, toprakların değil, ağaçların, denizin bile titrediğini sanacaksınız...
* Mustafa Kemal Çanakkale'yi Anlatıyor . "Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur." Ruşen Eşref'in kaleminden.
* Çanakkale Raporu - Binbaşı Halis Bey'in Savaş Notları. yazarı Halis Ataksor
* Atatürk ve Çanakkale'nin Komutanları. Sermet Atacanlı
* Efsane 57. Alay'ın öyküsü... İsmali Bilgin'in kaleminden 57. Alay Çanakkale
*Edebiyatın Çanakkale'yle İmtihanı. 1915 Haziranının sonlarına doğru, otuz kadar şair, yazar, ressam ve bestekârın Çanakkale gezisinden notlar. Yazar Beşir Ayvazoğlu bu heyecan verici geziyi ve sonuçlarını anlatıyor.
(Sabah Kitap ekinin Mart 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

12 Mart 2019 Salı

Sendeki ötekinin farkında olmak...

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı, Doğu Öyküleri, O/Hakkâri'de Bir Mevsim, Kimse ve dahası... Ferit Edgü Alfa Kitap yazarları arasına katıldı. Öykü, roman, şiir ve denemeleriyle edebiyatımıza yenilikler getirmiş büyük yazarı yeniden okumak için geç kalmayın.


15,16 yaşlarında liselilerdik.
Okumaya, anlamaya çalışıyorduk.
Biri mi söyledi, bir dergide ya da gazetede mi okuyup haberim oldu, şimdi anımsamıyorum. O/Hakkari'de Bir Mevsim kitabını okumaya başladığımda vurgun yemiş gibi oldum.
O gündür bugündür portakal görünce romandaki o bölüm aklıma gelir:
''Alaaddin geliyor. Gece
Hoca, benim kardeş hasta, diyor.
Nesi var? diyorum.
Ateşi var çok, diyor. Ölecek.
İlaç vereyim mi? diyorum.
Hayır, portakal ver, diyor.
Portakal yememiştir hiç.''

Her aklıma geldiğinde hüzünlendiren satırlar Ferit Edgü'nündür.
Askerliğini öğretmen olarak yaptığı Hakkari'nin Pirkanis köyünde yaşadıklarını yazdığı romanı, kısa, vurucu, ama her bir satırı içimize işlemiştir.
1963 yılında bir dağ köyünde tanık olduğu fukaralığın, kimsesizliğin, çaresizliğin ve o büyük insanlığın romanını yazmıştır Edgü. (Onat Kutlar'ın senaryosu ve Erden Kıral'ın çektiği filmle Hakkari'de Bir Mevsim dünyada ve Türkiye'de büyük ödüller aldı. Başroldeki Genco Erkal'ın oyunculuğu da unutulmazdır.)
Sonra Kimse'yi keşfettik.
O da Hakkari'deki günlerden süzülüp gelen bir kitaptı.
Bir kitap standında "Kimse var mı" diye sorduğumda "ben varım" diyen görevliye derdimi anlatıp karşılıklı gülümseyerek kitaba ulaşmıştım.
Kimse de O gibi; dili, anlatımı ve içeriğiyle bir o kadar çarpıcı ve sarsıcıydı.
Yeni bir pencere daha açılmıştı önümüzde.
Roman kahramanı soğuk bir odada, yalnızlığın hissiyle kendini ötekileştirerek konuşuyordu.
İki ses birbiri ile konuşuyor, bir iç monolog yaşanıyordu:
"Sözü, bence arada bir kesmek gerek, diyor İkinci Ses. Bölmek, parçalamak, dağıtmak gerek.
Doğru, diyor Birinci Ses. Kendimizi, kendi sesimize, kendi coşkuluğumuza, kendi anılarımıza, kendi anlarımıza pek fazla kaptırmamak için.
Özellikle zamanın akışına, diyor İkinci Ses.
Zamanın, yani bizi çevreleyen olayların, diyor Birinci Ses.
Sözcüklerin sürükleyişine karşı koymak için de, diyor İkinci Ses.
Kendi kendimize kalmak için, diyor Birinci Ses.
Elimizden geldiğince, diyor İkinci Ses.
Bütünlüğümüzü korumak için, diyor Birinci Ses.
Elimizden geldiğince, diyor İkinci Ses.
Ve gerçekliğimizi, diyor Birinci Ses.
Susuyorlar."

Ferit Edgü o gün bugündür hayatımdadır.
Türkçe'nin ustalarının arasında gözünü açmış, 1950'li yılların önemli yazar, şairleriyle iç içe olmuştur.
Bir söyleşisinde edebiyat yolculuğunu tarif eder:
"Biz 1950 kuşağının, özellikle öykücülerinin, Sait Faik'ten geldiğimize inanırım. Dostoyevski'nin o ünlü sözü: Hepimiz Gogol'un Palto'sundan geliyoruz. Biz de kanımca, Sait Faik'den geliyoruz. Neden? Çünkü biz genç yazarlar yazmaya başlarken gereksinimini duyduğumuz yenilik tohumlarını Sait Faik'te bulduk. Neydi bu yenilik tohumları? O estetikle etiği birbirinden ayırmayan bir sanat anlayışı. Ne toplumu, toplumsalı; ne bireyi ve bireyseli göz ardı etti öykülerinde. Böylece ilk kez, toplum ve birey, düş ve gerçek, onun öykülerinde bir araya geldi. Ama Sait Faik'in dışında okuduğum yazarların yerli-yabancı, birçoğundan etkilenmiş olmalıyım. (Mutlu Deveci, Ada Dergisi söyleşi)
Ferit Edgü şimdi tüm eserleriyle Alfa Kitap yazarları arasına katıldı.
Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı, Doğu Öyküleri, O/Hakkâri'de Bir Mevsim, Kimse, Yaralı Zaman, Bir Gemide, Çığlık, Şimdi Saat Kaç, Yazmak Eylemi ve Tüm Ders Notları ardı ardına yeniden basıldı.
Öykü, roman, şiir ve denemeleriyle edebiyatımıza yenilikler getirmiş büyük yazarı keşfetmek için geç kalmayın.
 Ferit Edgü, İnsanlık Halleri/ Aforizmalar kitabıyla sesleniyor hepimize:
"Yaşam, ne tek yönlüdür, ne çift yönlü.
Yaşam çok, pek çok yönlüdür.
Bu nedenle yolunu şaşırır insanlar."

(Sabah Kitap ekinin Şubat 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

9 Şubat 2019 Cumartesi

Osmanlı'yı sarsan suikast...

Osmanlı Sadrazamı ve Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın profesyonelce bir suikastle öldürülmesi tarihimizin önemli olaylarından biridir. İbrahim Çiçek polisiye roman gibi yazdığı kitabında üstünden 106 yıl geçmiş olayı ele alıyor. 1913'te işlenen suikastin arka planı da tarihsel gerçeklerle ilerliyor.

Osmanlı'nın 1911'de Kuzey Afrika'daki Trablusgarp'ta İtalyanlar'la girdiği savaşın ardından patlayan 1912'deki Balkan Harbi sonun başlangıcı gibidir.
Kısa sürede doğru dürüst savaşılmadan yitirilen imparatorluğun en verimli ve en büyük topraklarıyla Rumeli anılarda kalmıştır.
Başıbozuk ve siyasetle uğraşmaktan savaşmayı unutan ordunun kontrolünü elinde tutan İttihatçılar ise İstanbul'da iktidar mücadelesindedir.
Mahmut Şevket Paşa iyi eğitim almış, iki dili çok iyi bilen, cebir ve geometri üzerine kitaplar yazan, edebi çevirileri bulunan parlak bir askerdir.
Selanik'teki 3. Ordu Komutanlığı sırasında patlak veren 31 Mart Vakası'nda da başroldedir. Abdülhamit'in tahttan indirilmesini sağlayan Hareket Ordusu'nun başına geçmiş ve kabinede Harbiye Nazırlığı görevine getirilmiştir.
İstanbul'da arka arkaya öldürülen gazeteciler Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Bey cinayetleri toplumu derinden sarsmaktadır.
İkisi faili meçhul kalacak suikastlerden birinin katilleri tesadüfen bulunacaktır.
Onlar da afla serbest kalacaktır.
Ve siyasi tarihimize kazınacak darbe geleneğinin başlangıcı Babiali baskını...
İttihatçılar, hükümet konağını basıp Harbiye Nazırı başta olmak üzere birçok insanı öldürüp Sadrazam Kamil Paşa'yı zorla istifa ettirir.
Ve kendi adamları Mahmut Şevket Paşa'yı Sadrazamlığa atanmasını sağlar.
23 Ocak 1913'te göreve gelen Mahmut Şevket Paşa bir süre sonra İttihatçılar'la ters düşmeye başlar. Rahatsızlık, ordunun siyasetten uzak durmasını sağlayacak yasa tasarısı hazırlamasıyla ayyuka çıkar. Ölüm tehditleri almaya başlar.
Diğer yandan muhalefet de sert tutumu nedeniyle Sadrazam'a tepkili ve kızgındır.
Bu süreçte hükümeti darbeyle indirme planları yapan gruplar da ortaya çıkar.Ortam pusludur ve sanki olacaklar bellidir.
Mahmut Şevket Paşa, Sadrazamlığa oturalı daha 5 ay olmadan 11 Haziran'da makam otomobilinde saldırıya uğradı.
Çalışma ofisi olarak kullandığı Harbiye Nezareti'nden Babiali'ye doğru gidiyordu.
Beyazıt'ta çapraz ateşe tutuldu, ağır yaralı kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi.
İbrahim Çiçek'in kitabında koronolojik olarak ele alınan bu bilgiler suikastten sonra başka bir nitelik almaya başlıyor.
Halen Cumhuriyet Savcısı olan Çiçek, hukukçu kimliğiyle suikastın hazırlık planlarını, eylemcilerin kimliklerini, bağlantılarını, kaçış planlarını ayrıntılarıyla ele alıyor.
Emniyet güçlerinin soruşturması, faillerin yakalanmaları, sorguları, mahkemeleri, fezlekeler ve nihayet idamları...
Her bölüme serpiştirilen dönemin gazetecileri, edebiyatçıları ve siyasilerin anıları da kitabı, kuru kuruya tarihsel bir anlatım ya da mahkeme zabıtı gibi okunmaktan kurtarıyor.
Girişte de sözünü ettiğimiz gibi polisiye roman gibi ele alınan kitabın akıcılığının yanı sıra temiz bir dille yazıldığını da not edelim.
Suikastle ilgili orjinal belgeler ve yazışmalar da bölüm sonunda yer alıyor.
İbrahim Çiçek, tarafsız ve objektif bir gözle aktardığı kitabında Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesinin hem İttihatçılar hem de muhalefetin işine yaradığını söylüyor.
Suikastçıların yakalanıp ceza almasına rağmen olayın arkasındaki dış güçlerin hala ortaya çıkarılmadığı tespitini yapıyor.
(Sabah Kitap ekinin Ocak 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

Ve 100 yıldır bitmeyen savaş...


Mahmut Şevket Paşa'nın ölümünden kısa bir süre sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verdi.
1914'teki savaşa Osmanlı da İttihatçılar yüzünden hemen katılmak zorunda kaldı.
4 yıl sonra savaş bittiğinde Osmanlı da mağluplar tarafındaydı.
İngiliz tarihçi Profesör Robert Gerwarth'ın Mağluplar: Birinci Dünya Savaşı Neden Bitmedi? kitabı ise kendi ifadesiyle; Avrupa'nın dünya savaşından kaotik bir 'barış'a şiddet dolu geçişini ele alıyor.
1918'de biten savaşın ardından İngiltere ve Fransa'nın Batı cephesinde barışı inşa etme çabalarının yetersizliği gösteriliyor.
Harbin mağlupları olan ülkelerde yaşayan halkların durumları ele alınıyor ki asıl dram burada yaşanmaktadır: Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı imparatorluğu (ve onların topraklarında kurulan devletler) ve Bulgaristan.
Birinci Dünya Savaşı'nın ortasında iç savaşa süreklenen Rusya...
Ancak savaşın kazanan tarafında olan Yunanistan ve İtalya da bu gruba dahil ediliyor.
İki ülke daha sonraki yanlışlarıyla büyük dramlar yaşayacaktır.
Prof. Gerwarth, resmi tarihin bilinenlerin dışında ihmal edilmiş bir dönem için önemli bir tespit yapıyor:
Avrupa'da 1917-18 sonrasında yaşanan birbirleriyle bağlantılı savaşlar ve iç savaşlar kadar belirsiz ve ölümcül bir süreç yaşanmamıştı.
İç savaşlar devrimlerle, karşı devrimlerle ve net olarak sınırları tanımlanmamış veya uluslararası tanınırlığa sahip olmayan hükümetleri olan yeni devletler arasındaki sınır çatışmalarıyla iç içe geçerken, Cihan Harbi'nin resmen sonra erdiği 1918 yılı ve 1923 Temmuz'unda imzalanan Lozan Anlaşması arasındaki "savaş sonrası" Avrupa, gezegendeki en şiddet dolu coğrafyaydı.
Rusya'daki iç savaşın tanığı olan filozof Pyotr Struve, "Dünya savaşı resmi olarak bitti. Ne var ki o andan itibaren yaşadığımız ve yaşamaya devam ettiğimiz her şey dünya savaşının devamı ve dönüşümüdür" diyordu.
Biz ise yüzyıl sonra Bosna'da, Balkanlar'da ve hiç bitmeyecek gibi görünen Ortadoğu'ya baktıkça Birinci Dünya Savaşı'nın hala sürdüğüne emin oluyoruz.
(Sabah Kitap ekinin Ocak 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

26 Ocak 2019 Cumartesi

Ve gemi iskeleye yanaştı...


Osmanlı'da denizcilik konusunda kahramanlık hikayeleri dışında bildiklerimiz sınırlıdır. Doç. Emrah Safa Gürkan, Sultanın Korsanları kitabıyla bu alandaki eksikliği giderecek ilk adımı attı; dili, konuları ve belgeleriyle övgüye değer bir çalışma ortaya çıkardı.

Beşiktaş iskelesinin önündeki meydanda tüm haşmetiyle büyük bir denizcinin heykeli ve az ötesinde de türbesi vardır.
Devasa döküm toplar serpiştirilmiştir aralara.
Hemen hizasındaki Deniz Müzesi'yle meydandaki büyük denizci birbirini tamamlar.
Osmanlı'nın Kaptan-ı Deryası Barbaros Hayreddin Paşa'nın heykeli denizin ufkuna bakarken sonsuz uykudaki bedeni de rivayet olarak nakledilen vasiyetindeki gibidir: Yattığım yerden denizin şıyırtısını işitmek isterim.
Müze, heykel ve türbenin önünden geçerek çıldırtan trafik ve kalabalıkların arasından işine ya da evine gidenler ne düşünürler bilmem ama tarihi topların içine sıkıştırılan çöpler içimi burkar.
İki yıl önce Fransa sahilindeki Nice'ten Monaco'ya giderken keçi yolu gibi bir yerden ulaşılan kayalıklar arasındaki Ortaçağ'dan kalma bir kasabada asılı tabelayı görünce de hüzünlenmiştim.
Plakette dönemin Fransız kralı 1. François ve müttefiki Kanuni Sultan Süleyman'ın 16. yüzyıldaki ortaklığından söz ediliyordu.
1543 yılında Barbaros'un kumanda ettiği Osmanlı-Fransız güçlerinin Savoy Kontluğu'nun sınırındaki bu kasabayı ele geçirdiği yazıyordu.
Yalnız bizim değil Batılı kaynakların da saygınlıkla söz ettiği Barbaros'un kahramanlıkları dışında denizcilik hakkında bilgimiz neredeyse yoktur.
Halbuki Osmanlı karada olduğu kadar denizlerde de boy göstermiştir.
Korsanlar, gemiciler, forsalar, kürekçiler, savaşlar, toplar, yelkenliler, yağmalar, esirler, köleler kimdir?
Bir zamanlar şapelleri, meyhaneleri ve evleriyle esirlerin, kölelerin yaşadığı Haliç kıyısındaki Kasımpaşa'da neler olmuştur.
İşte bu soruların cevabını, hem de çok çok fazlasını bize Osmanlı tarihçisi Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan yeni kitabı Sultanın Korsanları/Osmanlı Akdenizi'nde Gazâ, Yağma ve Esaret, 1500-1700 adlı çalışmasıyla veriyor.
13 YIL SÜREN ARAŞTIRMA
Gürkan'ın bir önceki Sultanın Casusları/16. Yüzyıldan İstihbarat, Sabotaj ve Rüşvet Ağları'nın tamamlayıcısı olarak gördüğüm yeni kitabı; dili, örnekleri ve çok yönlülüğüyle övgüyü hak ediyor.
Osmanlı tarihçilerinin kutbu Halil İnalcık Hoca'nın 2005 yılında verdiği konuyla bu alanda çalışmaya başlayan Gürkan, 13 yıl boyunca Osmanlıca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, İngilizce, Portekizce, Katalanca, Latince ve Almanca kaynakları elden geçirmiş. Hollandaca ve İsveçce kitaplardan yararlanmış.
Ayrıca Malta, Osmanlı, İspanya ve Venedik arşivlerinden belgeler kullanmış.
Kuru kuruya bir tarih çalışmasının ötesinde; denizcilerin ne yiyip içtikleri, hastalıkları, askeri taktikler, topogrofya, sosyo-ekonomik durumlar ve hepsini tamamlayan çok renkli insan tiplemeleri... Gürkan Hoca, Türkler'in Büyükleri kitabında kendisiyle yapılan söyleşide bu tipleri şöyle anlatıyor :
 Batı müziği sevdasıyla Avrupa'ya gidip Hıristiyanlığa geçen, ancak sonradan tekrar memleketine ve Hak dine dönüp üstüne bir de hacı olan tunus dayısının oğlu Ahmed Çelebi/Don Felipe.
 Hz. İsa'yı Yahudilerin öldürdüğünü duyunca önüne çıkan ilk Yahudi'yi döven ve ondan sonra her gün kilisedeki kandil yağı ve mumları kontrol edip 1-2 akçe adak bırakan sarhoş Rıdvan.
 Dört başarısız kaçış denemesinin ardından anca fidye ile son dakikada esaretten kurtulan meşhur Miguel de Cervantes.
 Fırtınadan sığındığı Veere'de karısıyla çocuklarını gören ve İspanyol gemilerine saldırırken Oranj Dükü'nün bayrağını çeken Küçük Murad Reis ve yıllar sonra Sela'ya kendisini ziyarete gelen kızı Lisbeth Jansssen.
 Esaretten kurtulup memleketine dönerken ufukta korsan gemisi görüp tekrar esarete düşeceği korkusuyla zor günlerde lazım olur diye 20 altın madalyonu bir çırpıda yutan M. Vaillant.
 Sahraaltı Afrikası'ndan Avrupa'ya getirilince Hıristiyan olan, daha sonra korsanların eline düşünce Müslümanlığı seçip yıllar süren münzevi bir yaşamın neticesinde veli muamelesi gören, ancak kırk sene sonra kalbinde tekrar Hz. İsa'yı bulup inancı uğruna ölümü göze alanzenci köle Antonius de Noto.
 Kelime-i şehâdetin anlamını bilmeyen ve Hz. Muhammed'i selefiyle karıştırmakta beis görmeyen bir sürü mühtedi.
 Lampedusa Adası'ndaki bir mağaraya adak adayan Hıristiyan ve Müslüman denizciler ve bu adakları Sicilya'daki Meryem Ana Kilisesi'ne götüren Malta korsanları.
 Kuzey Afrika'ya gidip Müslüman olan ve hakarete uğradığı, sevdiği kızı babasından alamadığı ya da dolandırılıp sakalı yolunduğu için korsanları Hıristiyan kıyılarına getiren müntakim mürtedler.
 Yağmaladıkları Palermo kıyılarındaki mahzenlerden çıkan şarabı içip zom olan ve kıskıvrak yakalanan gaziler,
 Halkın veli mertebesine çıkardığı Hıristiyan doğumlu nev-Müslümanlar, denizcilikten anlamayan yeniçerilere fark ettirmeden rotasını değiştirdikleri gemilerini Hıristiyan limanlarına sokmayı başaran esir denizciler.
Emrah Safa Gürkan'ın kitabı sayesinde Barbaros'un önünden başım dik geçiyorum artık. Neredeyse 5 asır sonra onun şahsında denizcilerin ruhu şad olmuştur.
(Sabah Kitap'ın Aralık 2018 sayısında yayınlanmıştır.)