Sayfalar

31 Aralık 2021 Cuma

Araf'ta 18 gün...

Günahlar ve sevaplar birbirine denkse cennet ile cehennem arasında bir yerde bekletilirsiniz. Araf'ın anlamı Kuran'da böyle anlatılır... Bu sözcük iki durum arasında kalındığında gündelik hayatta da çok kullanılır. Benim Araf'ım da pandemi hastanesinde Enfeksiyon Servisi'yle Yoğun Bakım arasındaki yerdi.


Bir yılı aşkındır dünyayı kasıp kavuran Covid-19 en sonunda bana ve aileme de uğradı... Salgın boyunca sağlık çalışanlarının özverili çalışmalarını medya sıklıkla haber yaptı. Sancaktepe Prof. Dr. Feriha Öz Acil Durum Hastanesi'ndeki 18 günlük tedavim boyunca dostluk kurduğum bu muhteşem insanların çabalarına birebir tanıklık ettim ve içerden neler yaşadığımı anlatayım istedim. Onların görünür olmasını ve çok ama çok büyük bir saygıyı hak ettiklerini bilin istedim. Bu yazı onlara minnet ve bir saygı duruşudur... Bir sözüm de sokakta sorumsuzca maskesini çıkarıp, uyaranları tersleyene, asansörde aralara sıkışmaya çalışana, her yerde sırayı, mesafeyi hiçe sayana... Bakın çok kötü hastalıklar var ama onlar insanın kendi genleriyle ilgili biraz da... Siz ise aktif bir taşıyıcı olarak belki en yakın akrabanızın, arkadaşınızın ya da tesadüfen yanınızdan geçen birinin hayatıyla oynuyorsunuz... Yaşadıklarımı, ayrıntılı ve acımasızca yazdım ki bir kez daha düşünürsünüz diye...

"Haluk Bey, Haluk Bey, iyi misiniz?"
Her yer karanlık, bir kuyudayım, yavaş yavaş kendime geliyorum. Cılız sesler şimdi daha belirgin...
"Haluk mu?" Kim bana ilk adımla sesleniyor acaba diye gözümü açtım, okul arkadaşlarım böyle çağırırdı o da neredeyse 30 yılı geçti.
Bilmiyorum, hiçbir şey hatırlamıyorum, boşluğa bakar gibi gözümü açıyorum.
Yemyeşil korunaklı bir elbise, maske ve üstüne siperlik çekilmiş bir yüz bana bakıyor.
Hemşire "bırakmayın kendinizi" diyor...
Orhan Veli, "Her şey birdenbire oldu" der ya gerçekten başka türlü açıklamak mümkün değil yaşadıklarımı...
Nisan'ın ilk haftası, hafiften bir kırgınlık var üstümde, üşüttüm herhalde.
Yazı İşleri'ndeki bir arkadaşımız pozitif çıktığı için ona yakın çalışanlar 6 Nisan'da işyerinde test oluyor.
Sonuç: Negatif.
11 Nisan Pazar sabahı BioNTech aşısının ilk dozu vuruluyor.
İyi değilim, önce çayın sonra da suyun tadı gidiyor; bir çorbayla karnım doyuyor, yemek yiyecek halim yok.
12 Nisan'da bir hastanede kan değerlerime bakılıyor ve PCR testi yapılıyor.
Kanımda yüksek iltihaplanma var, yıllardır olduğu gibi geçiş mevsimlerinde yakalandığım ağır bir grip herhalde.
Bir serum takarlarsa atlatırım diye düşünüyorum.
Ağır bir öksürük ve nefes alıp verirken zorlanıyorum.
Sağlık Bakanlığı sonuçları telefonlara yolluyor: Pozitif.
Görevliler kapıya COVİD-19 ilacı bırakıyor.
Sabah 8, akşam 8 adet hapla başlıyoruz.
Ertesi gün çok kötüyüm, 112'yi arayıp "zor nefes alıyorum" diyorum.
Öğlen vakitleri iki sağlık görevlisi kapıda.
Halsizim, ağzıma lokma koymamışım, aceleyle bir şeyler giyip ambulansın sedyesine uzanıyorum.
Sol elimin üstüne hemen damar yolu açılıyor ve oksijen maskesi takılıyor.
Bir süre sonra eve çıkmayı beklerken ambulans hareket ediyor.
Ne soracak ne konuşacak takatım var.
Siren sesleri, "yolu açın" anonsu kafamda uğulduyor.
Ne kadar süre geçti bilmiyorum, araç duruyor, ambulans açılıyor.
Ambulansın sedyesiyle indiriyorlar.
Onlarca insan, mesafeli sıra olmuş derdine derman arıyor.
Bir kapıdan girip uzun koridorlarda sağa sola derken küçük bir odaya alınıyorum.
Son bir hamle ve yardımla yatağa uzanıyorum.
Anında balonlu daha büyük bir oksjien maskesi takılıyor.
Uzun ince bir cam tüpte fokurdayan su var, oksijen takviyesi oradan gaz haline dönüşüyor.
Artık o maske bir parçam olacak, yatarken bile çıkarmak yasak.
Kan alınıyor, hayal meyal hatırladığım serum bağlanıyor.
Uzun bir süre yatıyorum, camekanlı odada ara sıra gözümü açtıkça koridordaki görevliler ve hastaların koşuşturmasına rast geliyorum.
Dilim damağım kurumuş; susuz, yemeksiz neredeyse 24 saat geçmiş.
Her şey kontrolüm dışında, sadece ara sıra gözlerimi açabiliyorum.
Tomografi çekilmeye götürülüp başka bir odaya naklediliyorum.
Belli ki tahlil sonuçları çıkmış, doktorlar geliyor, "sizi yatıracağız" diyorlar.
Yanımda telefon yok, güçlükle "aileme haber verebilir miyim" diyorum.
Çamaşır, eşofman, terlik, gözlükler, diş fırçası, macun ve telefon istiyorum.
(Not bu diyaloglar hep sis perdesi altındaydı, nasıl ulaştım, kim buldu beni diyordum hep. Hastaneden çıktıktan sonra söylediler de sonra hatırladım.)
Kardeşim de saatlerce haber alınamayınca gazetedeki dostlara ulaşmış ve nerede olduğum kimlik takibiyle bulunmuş.

NEREDEYİM, SAAT KAÇ

Benim ise nerede olduğum hakkında hiçbir bilgim yok.
Sol koluma ıslanmayan ve yırtılmayan ince bir kurdela bant takılıyor.
O benim künyem, üstünde adım yazılı, bir takım rakamlar ve barkod var...
Yürüyen sandalyede koridorlar arasında Enfeksiyon Servisi'nde doğru uzun bir yolculuk başlıyor.
E tabelasının bulunduğu yerde, 3 nolu odaya alınıyorum.
Bir erkek hemşire "geçmiş olsun" diyor.
Oksijen tüpünün ayarlarını yapıp ateş, şeker, tansiyon değerlerini ölçüyor.
Bir ekip gelip EKG'mi çekiyor.
"Neredeyim, saat kaç acaba" diye inliyorum.
"Sancaktepe Pandemi Hastanesi'ndesiniz. Saat 8.30."
"Bir şeye ihtiyacınız var mı?"
"Çok açım ve susuzum."
"Yemek zamanı geçti ama bakayım."
Az sonra hijyenik köpüklü tabldot kabında yemek geliyor.
Kana kana su ve bir parça da olsa yemekle kendime geliyorum.
Odayı inceliyorum, yanı başımda lavabo var.
Dezenfektan, sıvı sabun ve havlu kağıt...
Bir de giysi dolabı...
Ellerimi yıkamam lazım, tuvalet ihtiyacım var.
Maskeyi çıkarıp hamle yapıyorum.
Dünya dönüyor, bir şekilde ayakta kalıp güçlükle kapıyı açabiliyorum.
Kapı çalınıyor, bir görevli sırt çantamı bırakıyor. Saati soruyorum "11 diyor."
(Kardeşim eve uğrayıp çantayı getirmiş)
Gün boyu üstüme yapışan her şeyi atıp, temiz eşofman ve tişort giymek huzur veriyor.


GÜNLÜK RUTİNİM BAŞLIYOR...


Sabah 4.30 ışığım açılıyor, hemşire "günaydın" diyor.
Şeker, ateş, tansiyon ve parmaktan oksijen değerleri ölçülüyor.
Az sonra başka bir hemşire geliyor.
Tek tek anlatıyor: Bu mide koruyucu aç karnına alın. Bol su için.
2 adet özel bir sıvı, hazneli bir oksijen tüpüne dökülüp takılıyor. Akşam 2 adet daha...
Nefes sistemim ve boğazımı rahatlatmak için...
Bir süre sonra yapmayı öğrenip kendim hazırlayıp uyguluyorum.
Damar yolundan her gün iğne yapılıyor.
Evde başladığım Covid-19 ilacından her gün üç adet, ayrıca sabah akşam kan sulandırıcı iğne...
Gece 11'e kadar bakım ve kontroller yapılıyor.
Tansiyon, ateş, şeker, oksijen değerlerine bakılıp notlar işleniyor.
2 günde bir de kan alınıyor.
4 ayrı tüpe dağılan kanlarla iç organların durumu takip ediliyor.
İyi değilim, birkaç sabah oksijen değeri bayağı düşmüş olmalı ki, yan çevirip kürek kemiklerinden başlayıp belime kadar elle sertçe vuruluyor.
Hani birinin boğazına bir şey kaçtığında sırtına vurursunuz ya işte öyle...
Kadın hemşire bırakıp erkeğe devrediyor.
Değerler yükseliyor biraz...
Bir süre sonra balonlu oksijen yetmiyor.
Burun deliklerinden giren iki başlıklı plastik özel bir oksijen takılıyor ayrı bir tüpten.
Üstüne de balonlu oksijen maskesi...
En ağır olduğum o dönemde maskemi çıkarıp yataktan doğrulmuştum ki, erkek hemşire kapıyı tıklatıp içeri giriyor...
"Ne yapıyorsunuz."
"Tuvalete gidecektim."
"Aman sakın ha, bize haber verin, düşüp bayılırsınız."
Tekerlekli seyyar bir oksijen tüpü geliyor.
Tüpe bağlı maske takılıyor.
Yataktan 2 adım, kapıyı açıp içeri girmek 2 adım.
Yani tuvalet için toplam 4 adımlık yola bile oksijen takviyesiyle gidebiliyorum...
2 gün sonra çantayı bakacak gücüm olunca telefonu buluyorum.
Yüzlerce mesaj, yüzlerce arama.
Akrabalar, ailem, dostlar, iş arkadaşlarım, neredeyse yıllardır haber alamadığım iyi insanlar...
Haklılar, merak ediyorlar ama ben tek başına bir odada akıbetimi bekliyorum.
Her gün karanlığı yırtıp, düştüğüm kuyudan tırmana tırmana çıkmaya çalışıyorum.
Ne kadar çok böyle hata yapmıştım ben de olur olmadık zamanlarda birini ararken, demek başa gelince anlıyor insan...
Zaten konuşacak durumda değilim, gün içinde kendimi biraz iyi hissedersem mesajlara yanıt vermeye çalışıyorum.
Gözlüğüm yok, abuk subuk yanlış harflere basarak yazıyorum...
Ertesi gün çantaya bakacak bir güç bulup gözlüklerimi, bir sonraki gün de şarj kablosunu buluyorum...
Gece ışıklar kapanıp kendi kendinizle kalınca hesaplaşma başlıyor. Her şey bir hiçliğe çıkıyor ve çok anlamsız geliyor...
Zihnin en derinliklerinde olmayacak sorular: Ne olacak?
Yavaşlamak gerek, her anlamda...
Artık emin olduğum bir şey varki; tüm yollar her şeyin değerini bilmeye çıkıyor...

HAL VE HATIR HEMŞİRESİ TUĞÇE...

Gel gitlerin sarstığı o günlerde elinde not defteriyle bir hemşire içeri giriyor...
Adı Tuğçe, gözlerinin içi gülüyor.
Görevi de çok anlamlı: Hal ve hatır hemşiresi.
Sohbete, "aman moralinizi bozmayın, bu hastalıkta en önemli şey o" diye başlıyor.
"Akşam güle oynaya yanından ayrıldığım hastayı ertesi gün yoğun bakımda buluyorum" diye devam ediyor...
"Neden?"
"Korku, ölüm korkusu ve endişe."
Hemşire TV kumandasını en nihayet bulup getiriyor.
Haberler, spor, belgesel, müzik kanalları arasında gezinti iyi geliyor...
Arkadaşlardan kitap istemiştim; onlar ulaşıyor...
Ardından yeni kitaplardan oluşan bir paket daha...
Amin Maalouf'un son kitabı, yabancı polisiyeler, Osmanlı tarihi, bir yerli casusluk hikayesi.
Malta Sürgünü Tanzimat dönemi aydınlarından Azeri Ahmet Ağaoğlu'nun Gözümün Nurlarına Mektuplar'ında ilginç bir tesadüf yakalıyorum.
1918'lerde ortaya çıkan ve on milyonlarca insanın ölümüne neden olan İspanyol gribine yakalanmış iyi mi...
1919 yılında 14 gün boyunca kendini bilmez halde yatmış tam iyileşmeden işgalci İngilizler tarafından tutuklanmış. Sonra da 78 kişiyle sürgüne...
Ailesine yazdığı mektuplarda, tabii ki ağırlıklı olarak onlara olan özlemi ve vatan hasretiyle birlikte memleketin ahvaline üzüntü var.
Gazeteci ve siyasetçi Ağoğlu'nun zarif, lezzetli kalemine hayran olmamak mümkün değil...
Sosyal medyayla işim yok, anlamam.
Telefondan gazete haberleri ve köşe yazarlarını okuyorum.
Biraz TV, gerisi geç vakitlere kadar kitap...
Burada en bol şey zaman...

KURBAN OLAYDIM YAVRUM, NASILSIN

Aile ve akrabalarla tek bağlantım kız kardeşim, başından beri eli hep üstümde...
Günler sonra annemle konuşabiliyoruz. Diyarbakırlı anam memleketimin ağzıyla, "Kurban olaydım yavrum nasılsın" diyor.
Bizi, yokluk ve zorluklarla büyütürken bir şahin gibi koruyan hiçbir şeyden korkmayan cesur annem çaresiz ama toparlıyor: Allahıma şükürler olsun, sesini duydum.
Gözüm yaşarıyor, boğazıma bir şey oturuyor, konuşamıyorum...
"Seni çok yormayayım" diyor.
Fatih'ten 2 çocukluk arkadaşım "Elimiz kolumuz bağlı bir şey yapamamak bizi perişan etti. Seni özel hastaneye aldıralım istiyoruz" mesajı atmış.
"Hiç gerek yok" diyorum "çok iyi bakılıyorum."
Artık Tuğçe hemşire ile 2 günde bir görüşüyoruz.
Fark ediyorum, beni hastane ve hastalık ortamından çıkarmak için konuşturuyor.
Artık yatağı dikleştirip oturma pozisyonunda durabiliyorum...
Kitaplardan, yazarlardan, hayattan sohbetler ediyoruz.
Mevlana'nın sözleri aklıma geliyor, ona "çok yaşa, senin de yaptığın işte bu" diyorum:
"Kardeşim, sen düşünceden ibaretsin,
Geriye kalan et ve kemiksin,
Gül düşünür, gülistan olursun,
Diken düşünür dikenlik olursun."

DAMAR YOLUNDA GÜLEN EMOJİ...

Ahmet Hemşire var bir de.
Genç sırım gibi bir delikanlı, hem de oğlumla yaşıt.
Askerliğini yapmaya hazırlanıyor, yeğenim de o günlerde terhis olmak için gün sayıyor...
İlk gün beni odaya yatırıp ihtiyaçlarımı karşılayan da oydu...
Kimlik kartını bağladığı kordelada Atatürk yazıyor.
Mustafa Kemal'i konuşuyoruz, okumak ve daha çok anlamak üzerinde anlaşıyoruz.
Zeynep hemşire kan almaya çalışıyor ama damarlarım çok ince, iğne damara girdiği an kan akışı kesiliyor ve derinin altına yayılıyor.
Kollarım mosmor...
Çok üzülüyor ama işini yapmak zorunda, her gün ilaç verilen damar yolları da üç günde bir değişmek zorunda, yoksa enfeksiyon kapabilir.
Elimin üstüne, dirseğin alt bölümüne, sağ koldan sola yeni yerler açılıyor.
Zeynep hemşire, en son damar yolunu açmak için gece 11'e kadar uğraşıyor.
Etrafını bantla sararken tarihin altına adını yazıp bir de gülen emoji koyuyor iyi mi?
Hemşireler 24 saat çalışıyor kesintisiz.
Sabah 9.00'da işi devralıp ertesi gün bırakıyor, 2 gün dinleniyor.
Onlarca hemşire var günlük işlerini titizlikle yapan kısa hal hatır sormalarla sohbet ediyoruz.
İsimlerini bilmiyorum yalnızca gözlerini gördüm. Her birine teşekkür gönderiyorum.
Her gün bir doktorlar heyeti ziyaret ediyor. Anlık izlenen durum raporum ellerinde, şikayetim olup olmadığını sorup ve tavsiyede bulunuyorlar.
Bol bol sıvı tüketin, yemeği ihmal etmeyin. Hepsine minnettarım, sağ olsunlar...
(Taburcu olurken genel durumumla ilgili uzun bir dosya veriliyor. İzleme notları altında, 18 gün boyunca hastalığımın evresi, doktorların heyetinin ayrıntılı raporları, hangi ilaçlar kullanılmış vs...)
Günde 3 öğün yemek bırakan, her gün temizliğe gelip odayı baştan aşağıya silen, çöpleri boşaltan halimi hatırımı soran moral veren iyi insanlar sizleri de unutmadım...
Hastane yemekleri malum, porsiyonu az, tatsız- tuzsuz.
Başlarda zorlanıyorum ama hiç aksatmadan yiyorum.
Çorba, sebze, ya tavuk ya da et.
Ara öğünlerde iki kez süt ve elma ya da yoğurt ve elma veriliyor...
Hareketsiz sürekli yatmak zorunda kalan hasta için başka türlüsü mümkün değil, yemekler böyle olmak zorunda.
Sindirim sistemim hemen düzene giriyor.
Bundan sonrası için bir hedef var önümde: Porsiyonları azalt; yağ, şeker, tahıl dengesine dikkat et.
Başhekim Prof. Dr. Nurettin Yiyit hasta ziyareti ve denetimde, bana da uğruyor. Halimi hatırımı soruyor.
Üç hastaneden sorumlu, "nasıl bir enerjidir" hocam diyorum. Hastaneyi ve çalışmaları anlatıyor.
Görevlilere danışıp onay aldıktan sonra, arkadaşlardan kuruyemiş istiyorum.
Bu koca gövdeme biraz enerji verecek yiyeceklerden üç koca torba bırakıyorlar.
Her öğünden sonra havlu kağıda, kurutulmuş incir, kayısı ve erikten birer adet; ceviz, badem, fındık, antep fıstığından oluşan bir karma yapıyorum.
Ve ağır ağır abartmadan her bir yiyeceğin hakkını vererek tüketiyorum...
"Başlarda kritik durumdaydınız, yoğun bakıma alıp almama evresindeydik. Ama 2 gün daha izlenmeye karar verildi, siz de toparlayınca vazgeçildi" sözlerini hatırlıyorum.
Araf'ta beklerken bilincim yerinde değil ama şimdi anlıyorum taşlar yerine oturuyor...
14 gün sonra balonlu oksijen maskesi çıkarılıyor, "iki buruna takılı olan oksijenle takip edelim" diyor doktorlar...
"Hem yemek yerken de daha rahat edersiniz."


ODADA KISA YÜRÜYÜŞLER...

Kendimi çok yormadan hareket etmemi istiyorlar.
Odada bir L çiziyorum kendimce, gidiş geliş bir tur.
Ağır ağır zorlamadan 5 turla başlayıp 15'e 20'ye çıkarıyorum.
Sonra oksijen ölçeri parmağıma takıp ekrandan izliyorum.
Hareket etmek değerleri de yükseltiyor.
İlk geldiğimde 78'leri bile görmüştüm, şimdi olması gereken 93'lerde ve bazen daha da yukarlarda.
Moralim yükseliyor...
Son birkaç gün sabah öğle ve akşama bölüp 25 tura çıkarıyorum yürüyüşleri...
Toplam neredeyse 3 bine adıma yakın.
1.92 km'lik bir mesafe kat etmişim...
Son iki gündür burnuma takılı oksijen maskesini de çıkartıp izlemeye alınıyorum...
"Sizi taburcu edebiliriz artık iyisiniz" diyorlar ama sonra bir gün daha beklemeye karar veriliyor.
Ve 2 Mayıs sabahı rutin kontrol ve ilaçlardan sonra taburcu haberi geliyor. Bir kan daha alınıyor, son bir kontrol yapılacak.
Beni almaya gelen kardeşime "bekleme, belki kalabilirim" diyorum.

BİN HASTAYA BAKIYORUZ

TV'de haberlerin başlamasını beklerken öğlen 12:00'de başhekim Prof. Yiyit odama giriyor.
Kendisinin tabip albay olduğunu da öğreniyorum.
Nasıl da dikkatli ve titiz, penceredeki panjurun bir kenarı hafif eğilmiş.
Hemen düzelttiriyor.
Gazetecilik damarım tutuyor, uzun bir sohbet yapıyoruz.
"Burada pandemiden tam 1000 hasta yatıyor" diyor.
Şaşırıyorum "nasıl yani gerçekten mi?"
"Evet bin hasta, hedefimiz onları bakım servisinde iyileştirmek. Yoğun bakımlarda özelden ve diğer hastanelerden gelenler var çoğunlukla. Biz burada tedaviye yoğunlaşıyoruz ve başarı oranımız çok iyi..."
Hastanenin devasalığını hayal etmeye çalışıyorum...
Başhekim, bu olağanüstü kurumun aksamadan yönetilmesini ve dijital sistemin verimliliğini anlatıyor.
Başhekim sahadaki çalışmanın önemine vurgu yapıyor. "TV'lerdeki tartışma programlarına hep akademisyenler çıkıyor. Tamam, veriler, anketler şu, bu ama sahadaki emeği de görsünler" diyor.
Ve son olarak nerede oturduğumu sorup, kısıtlamadan dolayı evime bir araçla bırakılabileceğimi söylüyor.

GÜNLER SONRA AÇIK HAVA...

Damar yolumdaki iğne çıkarılıyor.
Bir doktor gelip, belgeler imzalatıyor.
Bazı evraklarla birlikte reçeteyi veriyor.
Nefes egzersizini ihmal etmememi, iyi beslenmeyi ve bol sıvı almayı hatırlatıyor...
"Her şey tamam, borcunuz yok" diyorlar...
Eşyalarımı toparlayıp yürüyen sandalyeye oturuyorum...
18 gün sonra odadan çıkmanın mutluluğu, uzun çok uzun bitmek bilmeyen koridorlarda gidiyorum.
A, B, C levhaları, idare, personel yazıları derken kendimi açık havada buluyorum...
Çöl sıcağı gelmiş, güneş yakıyor, hastanenin aracına biniyorum...
Sesler, yüzler, sokaklar, caddeler hepsini ilk kez görüyorum sanki...
Başımı cama dayayıp bu toprakların yüzyıllardır en içten en güzel duası aklıma geliyor...
Bir şehit ailesinin dilinde, afette, kazada, iyilikte dillenen cümlesi:
Allah, devlete zeval vermesin...    

(Sabah Pazar ekinin 23 Mayıs 2021 sayısında yayınlanmıştır.)


1 Aralık 2021 Çarşamba

Yüz yıllık hasret mektupları...


İngilizler'in sürgüne gönderdiği İttihatçılar'dan Ahmet Ağaoğlu'nun Malta'dan ailesine yazdığı mektuplar, bir döneme ışık tutuyor.

1919 yılının başları, dünyada on milyonlarca kişinin ölümüne yol açan İspanyol gribi, Osmanlı topraklarına ulaşmış durumda.
O dönem ki İkinci Meşrutiyet sonrasıdır, siyasi ve fikir hayatının etkili kişilerinden Ahmet Ağaoğlu da şiddetli bir gribe yakalanmış, 14 gün boyunca kendini bilmez halde yatmaktadır.
102 yıl sonra bir Nisan günü Covid tedavisi gördüğüm hastanede en iyi dost kitaplar.
Editörüm Olkan Özyurt'un gönderdiği polisiye, tarih, bilimkurgu, klasik ve Amin Maalouf'un uzun zaman sonra yazdığı distopik romanı arasında İş Bankası Yayınları'nın tarih ve edebiyatımıza büyük katkıları olan Anılar, Hatıralar serisinden bir kitap daha var.
Klasik açık sarı zeminli ve siyah-beyaz fotoğraflarıyla bezenmiş kapaklı kitap, girişte söz ettiğim Ahmet Ağoğlu'nun Malta Sürgünlüğünden Gözümün Nurlarına Mektuplar başlığını taşıyor ve Ömer Erden'in özenli çalışmasıyla hazırlanmış.
Ağaoğlu, ailesinin eğitimi için üstüne titrediği Azerbaycanlı bir Türk, Paris'te hem tarih ve filoloji hem de Hukuk Fakültesi dersleri alıyor.
İttihatçılar'ın önde gelenleriyle tanışıyor, aynı zamanda Türkçü ve İslamcı fikirleriyle tanınan isimlerle de görüşüyor.
Hem Batıcı hem de Türk- İslam merkezinde görüşleri, Fransız gazeteleri ve Tiflis'teki dergi ve gazetelerde yayınlanıyor.
İstanbul'daki kısa konaklamadan sonra memleketine dönüyor.
Ağoğlu, Çarlık rejiminin 1905'te meşruti yönetimi tanımasıyla oluşan özgürlükçü ortam ve zenginlerin desteğiyle Azerbaycan Türklerinin davasını savunan gazetelerin kurulmasını ve başyazarlığı üstlenir.
Müslümanları tek bir siyasi hareket etrafında toplamak için kurulan Bütün Rusya Müslümanları İttifakı kurucuları arasında etkin bir rol oynar.
Ancak Çar yönetimi faaliyetlerinden rahatsız olduğu Ahmet Ağaoğlu'nun etrafındaki çemberi daraltınca eşi ve 4 çocuğuyla İstanbul'a kaçmak zorunda kalır.
Gazeteciliği sürdüren ve devlet yönetiminde görevler üstlenen Ağoğlu bir dönem mebusluk da yapar.
Bolşevik ihtilalinin patlamasıyla Rusya parçalanmaya başlar, kuşkusuz Ağoğlu'nun aklı fikri memleketindedir.
Ruslar'ın yerini alan Ermeniler'in saldırıları Azerbaycan'a kabus gibi çöker.
Osmanlı kayıtsız kalamaz, Enver Paşa'nın oluşturduğu Kafkas İslam Ordusu bölgeye yardıma koşar.
Ordu Komutanı Nureddin Paşa'nın yanında Ahmet Ağoğlu vardır.
Siyasi işleri o yönetir, Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurulmasında rol oynar, ancak Osmanlı'nın büyük savaşta yenik düşmesiyle ordu Kafkasya bölgesini terk eder.
İstanbul'a dönen Ağaoğlu, İspanyol gribini atlatamadan işgal gücü İngilizler'in düzmece raporlarıyla tutuklanır.
28 Mayıs 1919 sabahı, Bekirağa Koğuşu'nda yatan ve aralarında Ziya Gökalp gibi ünlü isimlerin de bulunduğu 78 kişi apar topar sürgüne gönderilir.
Son anda haberdar olan aileler sandallara doluşarak para, yatak, giysileri gemilere atarak ulaştırır.
Ağaoğlu bazı tutuklularla Limni Adası'na bırakılır zor ve ağır geçen bu kısa dönemin ardından, nispeten koşulların daha rahat olduğu Malta Adası'na götürülür.

Ağaoğlu'nun en büyük ıstırabı ailesidir.
4 çocuğu ve eşiyle kız kardeşini mütareke İstanbulu'nda bırakmıştır.
Onlardan bir haber almak için mektuplar yazar ve alır.
Kitabın ana yörüngesini oluşturan yazışmalar, Cumhuriyet Müzesi Arşivi'nde bulunan 21 Eylül 1919 ile 17 Mart 1921 tarihleri arasında ailesine gönderdiği mektuplardan oluşmaktadır.
Kiraların arttığı, İspanyol gribinden sonra koleranın görüldüğü İstanbul'daki ailesi için endişelenen Ağoğlu bir yandan da o yoklukta kendisine gönderilen paraların mahcubiyeti içindedir.
Başlarda arada bir gönderilen 50 liralar giderek 20 daha sonra 10 hatta 5 liraya kadar düşer.
Çocuklarının tek tek kendisine yazmasını ister, el yazılarından kah sevinç kah hüzün çıkarır.
Daha iyi yazmaya ve çalışmaya teşvik eder.
Bir yandan da memleketin halini dert eder, sürekli yeni haberler duymak ister.
İngilizler'i bıktıracak kadar neden tutuklu ve sürgün olduğunu resmi kanallardan sorar, ailesi de aynısını İstanbul'da sürdürür.
Malta Polveriste- 20 Mayıs 1920 tarihli mektubuna şu satırlarla başlar: Bugün ramazan-ı mübareğin birinci günüdür. Tam bir sene oldu ayrıldığımız!! Tam bir asır! Değil mi? Ve hem de ne tükenmez bir asır! Akşam hilale bakarken sizi selamlıyordum: Hatırıma İstanbul'un o güzel minarelerinden yükselen ilahi sedaları geliyor ve onları işitiyordum ve sizi selamlıyordum.
17 Mart 1921 tarihli son mektubu "Azizim" diye başlayıp "cümlenizin gözlerinden öperim" diye biter.
30 Nisan 1921'de serbest kalan Malta Sürgünleri'nden Ahmet Ağoğlu, daha sonra Anadolu'daki mücadeleye katılır.
Mebus olur, hocalık yapar.
İnsanın en saf ve çaresiz haliyle hayatının merkezi ailesine yazdığı mektupları okurken bir döneme tanıklık ediyoruz.
İyi eğitimli, aydın bir gazeteci ve siyasetçinin kalemi asla savrulmuyor.
Üslubu ve titizliği her biri özenle seçilmiş cümleleriyle okura yeni kapılar açıyor.
 (Sabah Kitap ekinin Nisan 2021 sayısında yayınlanmıştır.)

Ailedeki her bireye ayrı hitap ve üslup...

Yıllarca babasından ayrı kalan Samet Ağaoğlu'nun mektupları değerlendirmesi:
Babamın Malta mektuplarının çeşitli özellikleri vardı.
Her mektup aramızda kime yazılmış olursa olsun, "Nûr-i didem (gözümün nuru) diye başlıyordu. Sonra hemen her zaman anneme ve Humay halama bir arada, bizlere de çoğu zaman ayrı ayrı yazıyordu. Anneme ve halama gönderdiklerinde hisler, istekler, yapılacak işler hakkında işaretler; bizimkilerde öğütler, geleceği ait fikirler, gönlümüzü okşayacak sözler yer alıyordu. Sürreya ve Abdurrahman'ın mektuplarında birinci erkek çocuk hiyerarşisine göre daha ağır, daha ciddi bir üslup kullanıyor. Tezer'e yazdıklarının edebiyatına dikkat ediyor, bana da sadece bir çocuk olarak bakıyor, bu da beni şiddetle üzüyordu.
Malta mektuplarının değişmeyen bir yanını memleket hakkında ümidini hiç kaybetmediğini bize göstermesi teşkil ediyor, milletin, bizim, kendisinin zalimlerin elinde mazlumlar olduğumuzu, kurtuluş gününün yaklaştığını, Anadolu'nun varlığını er geç göstereceğini her mektubunda yazıyor, "zalim, zulmünü artırsın ki Allah'ın gayretine dokunsun" diye haykırıyordu. Sonra Malta'da yaşadıkları hayattan manzaralar çiziyor, arkadaşlarından haberler veriyor, böylece her mektubuyla bizi birkaç gün için İstanbul'dan alıp yanına götürüyor, bazen de kalkıp yanımıza geliyordu.