Sayfalar

16 Kasım 2012 Cuma

Okumayı sevmek ve çizgi romanlar...


Birdenbire karşıma çıktı... Nasıl da mutlu oldum, uzandım ve elime aldım.
Sonra yapraklarını çevirdim...
İşim bitince sahibinden izin isteyip en baştan ağır ağır bir köşede okumaya başladım...
Pırıl pırıl bir kağıt ve de renkli...
Zaman değişti, mekan değişti...
Çok eskiye gittim ilkokul ikinci sınıf yıllarıma...
Onunla ne çok maceralar yaşamıştım.
Bazen gerçekle hayal birbirine karışmış ben oradaki kahraman olmuşum. Bazen "hadi canım bu kadarı da olmaz" yahu demişim.
Ya da bir sözü anlamamış büyüklerime sormuşum...
Haftalıklarımı biriktirip çıkacağı günü sabırsızlıkla beklemiş, yeni maceraları daha dükkanın kapısında hızla elden geçirmişim.
Asıl finali evde yapmak üzere "bir bakayım" diyenleri görmezlikten gelmişim.
Tabi onlar sarı saman kağıda basılmıştı ve siyah beyazdı...
Sonra birikmiş, değiş tokuş yapmaya başlamışım.
İlk ticaretimi yapıp para bile kazandığım olmuş...
Yıllar geçip de geriye baktığım da okumayı sevmeyi onlarla öğrendiğimi artık kesin olarak biliyorum..
Çizgi romanlardan bahsediyorum.
Beni çok eskilere götüren çizgi Kaptan Swing'ti...
Bildiniz değil mi, hani Amerika'nın kurtuluşu için İngilizlerle mücadele eden Ontario Kurtları'nın şefi. Yanında kadim dostları Doktor Sallaso ve Kızılderili Gamlı Baykuş...
Ya diğerleri; Zagor ve Çiko...
Teksas, Tommiks, Tom Braks, Mandreke, Mister No, Kızılmaske, Zembla, Judas, Kinova, Atlantis, Teks, Pekos Bill.
Ardından Red Kit, Tenten... Sonra bizimkiler sökün etti: Tarkan, Karaoğlan, Yüzbaşı Volkan...
Kitapları ve okumayı işte böyle sevdik, onlarla büyüdük.
Sonra yetişkin çağlarımızda klasikler sökün etti.
NTV Yayınları başta olmak üzere birçok yayınevi ünlü romanların çizgilerini nefis bir baskıyla hayatımıza soktu. Dostoyevski'nin Suç ve Cezası, Agahta Christie'nin polisiyeleri ve daha neler neler...
Bugün bilgisayarın, akıllı telefonların tutkunu çocuklar, gençler okumayı çok sevmiyorlar.
Hayır kesinlikle suçlamıyorum, biz de bu dönemde yaşasak farklı olmazdık herhalde ama yine de anne babalara naçizane bir şey söylemek isterim:
Çocuklarınıza daha küçükken çizgi roman okuyun, resimlerini gösterin.
Sonra okumayı öğrendikten sonra teşvik etmeye devam edin.
İlk teması sağlarsanız emin olun gerisi gelir...
Denemeye değer bence...

25 Ekim 2012 Perşembe

"Kurbanınızı keseyim mi?"


Bugün bayram...
Bayram namazı, kurban kesimi, eş dost ziyaretleri olacak...
Her gününüz böyle olsun diyerek, eski bayramları bir analım istedik.
Kılavuzumuz Ramazan'da olduğu gibi yine Sermet Muhtar Alus olacak.
Osmanlı'nın son dönemi ile Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşayan bir gazeteci Alus. Gelenekler, görenekler, kültür ve yaşayışa ait öyle güzel şeyler yazmış ki tadına doyulmaz. Lafı uzatmadan bayramınızı kutlayıp kurban kesimiyle sizi başbaşa bırakıyorum...
"Bu iş hemen kahya efendiye, baş ağaya, emekdar taya veya süt nine ayallerine muhavvel. Abdest alıp kurbanı kesileceklerinden her birini, en büyüğünden başlayarak vekaletini alırlar, haremdekiler için mabeyin kapısının önüne gelip aralıktan sorarlardı:
"Tarafınızdan vekiliniz olup kurbanınızı keseyim mi?"
"Kesiniz!.."
Cevabı verildi mi tamam.. Şu da var ki işe sabah başlanacağından alaca karanlıkta ifade almak lazım. Sinirli ve gece uykusu tedirgini hanımefendilerin, öğlenlere kadar uyuyan kerime ve mahdumların vekaletleri bir gece evvelden aradan çıkarılırdı.
İlk vazifesini savan vekil efendi ceketini atıp kolları sıvar, beline yollu peştimalı dolar, çukurun başına gelir. Bir kenarda bilenmiş bıçaklar, satırlar. Bir kenarda öd ağacı yanan buhurda; yanında değirmi değirmi, bir sere eninde verev katlanmış salaşpurlar; gül suyu şişesi; kase dolusu tuz.
Koçun yüzüne gözüne gül suyu serpildikten, ağzına tuzu sunulduktan, gözleri de salaşpurla sarıldıktan sonra (kanlı bezleri kullanıp hayvancağıza kan kokusu duyurmak kat'iyyen mekruh) tepinerek kolay can versin diye bir ayağı bırakılıp üçü bağlandı mı, tekbirle sahibinin namına kurban edildi gitti.
Bir bacağından üfleye üfleye şişirilip yüzüldükten ve ağaç dalına, duvardaki çengele asılıp ortadan ikiye bölündükten sonra sağ tarafı fukaraya, tekkelere, medreselere, imaretlere, komşulara; sol tarafı da çamaşır leğenleriyle eve... Postekilerin en tok ve tüylüleri kaşla göz arasında kahyanın, ağaefendinin, ahçıbaşının, geride kalanlar da Hicaz hattına toplayıcı Belediye kavaslarının.
Artık her konakta, her evde gelsin lop etlerden kavurma, inciklerden tatlı yahni, ciğerlerden külbastı ve tava, işkembelerden çorba, bumbarlardan dolma, paçalardan donma.
Kaç erkek aşçı bulunursa bulunsun, faaliyet harem bölügğü mutfağında. Bu işler hep ekdi büktü, çırak çıkmış kalfa, eski bacılarda.
Kurban etini pek taze et olduğu için midesi ve barsakları zayıflara imtila karın ağrısı yapışını, avuç avuç karbonatlara, papatya menkularına, zamk-ı arabi sularına yanaşışlarını da unutmayalım.
Büyük konaklardan aldıklarının kavurmasını, kıymasını yapıp toprak kavanozlarda senesine kadar idare eden yoksullar sayısızdı."
(Eski günlerde, Akşam, 23 Kanun-ı Sani (Ocak) 1940)

24 Ekim 2012 Çarşamba

"Anadoluyum ben anlıyor musun"*

Anadolu, dünyada en fazla kültürel çeşitliliği bulunduran bir coğrafya ve bu haliyle de başdöndürüyor. Neler neler yok ki içinde; yemek ve mutfak, halk oyunları ve müzik, el sanatları, destanlar, sohbetler, yaşam tarzı, mimari... Saymakla bitmez...
Yaklaşık 2.5 yıl önce, bir albüm dinlemiştim ve ardından da filmi gelmişti. Film derken bir belgesel... Anadolu'nun Kayıp Sesleri... Müzisyen Nezih Ünen 10 yıl önce, bir ekiple kendini Anadolu'ya vuruyor. Amacı modernize edeceği türküler derlemekti, kamera ve mikrofonlara aldığı kayıtlardan da bir film yapacaktı.
Ancak İstanbul'a dönüp kayıtları izleyince Anadolu'nun hala binlerce yıldır suskun kalan kültürleri, müziği, oyunlarına tanık olmanın şaşkınlığını yaşıyor.
Projeyi değiştiren Ünen, 2005'te yeniden yollara düşüyor. Senaryoyu bizzat Anadolu'nun yazdığı bir film için, çünkü onun da dediği gibi projeyi şekillendirmeye çalışırken, projenin kendini şekillendirdiğini görüyor.
Gittiği yerlerde provasız olarak herkes kendi dilinde, şivesinde türkülerini söylüyor. Örneğin Gazel, Barak Havası ve Stran gibi şarkı türleri dünya tarafından hemen hiç bilinmiyor. Nezih Ünen de onlara eşlik eden düzenlemeler yapıyor.
Ortaya gerçekten önemli bir iş çıktı. Geleceğe kalacak harika bir albüm ve belgesel bir film...
Her ne kadar beklenen ilgiyi görmese de bu toprakların sevdalıları onun değerini biliyor...
Bursa'da kılıç kalkandan Karadenizli dört teyzenin türküsüne, Burdur'un yörüklerinden Mardin'de rebap eşliğinde Kürtçe bir sevda türküsüne ki bu kadar olur...
Ya da Karslı aşıkların atışmasından Alevi dedelerin ağıdına, Tokatlı teyzenin güzelim yöre kıyafetleriyle söylediği; küçük yaşımdan beri, alnım kara yazılı" deyişi...
Bitmez ki, o halde sözü getirmek istediğim yere gideyim.
Bir gazetede okuduğum haber, "Bu Toprağın Renkleri, Bursa Köylerinde Yaşam Kültürü" kitabından söz ediyor... Haberi okuyunca işte bunlar aklıma geldi...
Kitap, Bursa'nın 71 köyünü mercek altına alıyor. Bir imparatorluğa başkentlik yapmış ve medeniyetlerin geçiş noktasındaki bir kent için çok değerli bir çalışma yapılmış.
Ayrıca dönemler değiştikçe toplumdaki farklılıklar da sosyoljik olarak ele alınmış.
Son söz Anadolu'dan Kayıp Şarkıları'ndaki Ahmet Yurt'un türküsü olsun:
"Bahçe bizde gül bizdedir
Biz de Mevlanın kuluyuz
72 millet dil bizdedir."
--------------------------------
* Ahmed Arif (Hasretinden Prangalar Eskittim)

22 Ekim 2012 Pazartesi

Bir trajedinin 100. yıldönümü



"Akın akın göçmen yığınları geliyor, kenti baştan başa dolduruyordu. Camiler, mescitler, tekkeler... yavaş yavaş doluyor; nerede bir koğuk, nerede bir delik varsa, oraya kucaktaki çocuklarıyla, hasta yaşlılarıyla, annelerinin bacaklarını kavrayarak sızıldanan bebeleriyle, bütün o savaşların ateşlerinden kaçarak sığınacak bir yer arayan Türk-Müslüman muhacirler dolduruyorlardı. (...) Biz bunları hep görürdük. Ah! Çocukluğumun bu acı günleri."
Ünlü romancı Halit Ziya Uşaklıgil'in, Kırk Yıl romanında dile gelen o günler Balkan Savaşı'nı anlatıyor. Üstünden 100 yıl geçmiş.
1912 yılında savaş çıktığında Osmanlı bir Balkan devletiydi. Ancak Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar birleşip birçok cephede yüklenince 22 Ekim'deki ilk kurşundan neredeyse 10 gün sonra savaşın kaderi de belli oldu. Trakya elden gitmişti. Bulgarlar Istranca Dağları'na dayanmıştı. Sırplar, Üsküp civarında yükleniyordu. Yunanlılar da Selanik'i almıştı.
Başkent İstanbul bile tehdit altındaydı; Bulgar güçleri, Trakya'yı boydan boya geçmiş Edirne, Tekirdağ düşmüştü. Sonra Çorlu'yu da alıp İstanbul'a doğru yürüyüşe geçmişlerdi.
Batılı devletlerin de devreye girmesiyle masaya oturuldu. Bağımsızlığını ilan eden ülkelerle yapılan anlaşmaların en sonu 1914'te yapıldığında 550 yıldır hüküm sürülen toprakların hepsi gitmişti.
Tek teselli Trakya'nın bir bölümü ve Edirne kurtarılmıştı. O da coğrafi ganimet üzerinde anlaşamayan Balkan Devletleri'nin aralarında savaşa tutuşması sayesinde olmuştu. Bunu fırsat bilen Osmanlı da 1913 Temmuz'unda Edirne'yi geri almıştı. Ama Ege adaları dahil Rumeli artık bir 'tarih' oldu.
Buraya kadar savaşın istatistikleri var ancak bu arada en büyük acıyı ise çoluk çocuk halklar çekti. Trakya, Makedonya, Teselya, Arnavutluk, Kosova başta olmak üzere elden çıkan yerlerden Anadolu'ya 600 bin göçmen geldi.
Ardından da Bulgaristan ve mübadeleyle Yunanistan'dan her şeyini bırakarak göç yoluna çıkan Müslüman ahali. Kurtarabildikleriyle perişan halde ve çeşitli zulümlere uğrayıp nasılsa sağ kalabilmişlerdi. Sivil katilamlar bugün daha yeni yeni gün ışığını çıkıyor ve konuşuluyor.
13 ay süren bu korkunç savaşta yalnız onbinlerce asker ölmedi, milyonlarca Müslüman da büyük acılar vererek göç etmek zorunda kaldı. Daha ayrıntılı bir okuma ve bilgi isterseniz bu trajediye Ekim sayısında geniş bir şekilde yer veren NTV Tarih'i öneririm.
Yalnızca fotoğraflara bakmak bile çok şey anlatıyor...

26 Eylül 2012 Çarşamba

Kalpten kalbe bir yol vardır


Çoktandır bekliyorduk, elimiz yüreğimizdeydi. Hastalığı iki yıldır çok ilerlemişti, sonunda o an geldi ve Neşet Baba'da sonsuzluğa göçtü gitti. Ardından yazılanlara ve konuşulanlara bakınca ne çok seveni varmış diye avundum. İçten, samimi ve yüreğe dokunan yazılardı ki liste Cengiz Çandar'dan Sırrı Süreyya'ya, Can Dündar'dan Ahmet Hakan'a kadar uzanıyordu...
Böyle durumlarda insan kendisiyle hesaplaşıyor, ben de Neşet Ertaş'ı ilk ne zaman dinledim ve sevdim diye düşündüm. Barış Manço'nun yorumuyla Gönül Dağı'nı anımsıyorum acaba öyle mi başladı yoksa zaten hep yanımızdaydı da farkında mı değildik.
Galiba her ikisi de...
Hani Gönül Dağı'ndaki dizeler gibi...
"Kalpten kalbe bir yol vardır bilinmez."
Onun sazından sözünden taşanlar gizli bir yol bulmuş içimize işlemişti...
Ne yana dönsek onunla karşılaşıyorduk. Neşet Ertaş çok meşhur değildi ama türkülerini okumayan kalmamıştı ki... Zeki Müren'den başlayıp Barış Mançolara kadar sayın sayabildiğiniz kadar...
Yalnız kendi bestelerini değil ünlü anonim türküleri de söylerdi.
Ama o kadar kendine özgüydü ki, çalışı da öyle..
Mührü Gözlüm ya da Dane Dane Benleri Var'ı bir kez daha dinleyin ne demek istediğimi anlayacaksınız...
Çektiği onca çileli ve garip hayatın ardından küsüp Almanya'ya yerleşmişti.
Onca yıl sonra Kalan Müzik'in sahibi Hasan Saltık onu bulup ikna etti ve yurduna döndü...
Bütün külliyatını elden geçirip düzenli bir şekilde bizlere armağan eden Hasan Saltık ona da bize de büyük bir iyilik yaptı.
2000 yılında Açık Hava Tiyatrosu'nun dolduran binlerce kişiye görünce nasıl memnun ve mutluydu bir bilseniz...
"Ayağınızın türabı, gönlünüzün hizmetçisiyim" deyip durdu.
Sonra saatlerce çalıp söyledi, binlerce kişilik bir koroyla...
Unutulmamıştı, altın yere düşse de değerinden kaybeder mi hiç...
Kaç gündür türkülerini dinliyorum, Çiçek Dağı, Hapishanelere Güneş Doğmuyor, Yalan Dünya, Köprüden Geçti Gelin ve illa ki Gönül Dağı...
Neşet Baba, dünya yolculuğunu bitirdi o artık başka bir alemde...
Orada Ali Ekber Çiçek, Mahsuni, Nesimi, Pir Sultan Abdallarla buluştu.
Ne diyordu bir türküsünde:
"Sen benden geçtin ama
Ben senden geçemiyom."
Ya işte böyle Neşet Baba, sen bizden geçtin ama biz senden nasıl geçelim...

25 Eylül 2012 Salı

Fotoğrafın peşinde bir hayat...


Biliyorum çok söz ettim bu köşede ama haberi okuyunca yine Ahmet Hamdi Tanpınar geçmişten çıkıp geliverdi. Hani "Beş Şehir" kitabında anlattığı Bursa'da Zaman bu habere ne kadar da çok uyuyor. Sayfanın manşetini süsleyen Uluslararası Fotoğraf Festivali ya da özgün adıyla Bursa Fotofest bir kentin sanata ve kültüre verdiği değerin önemini gösteriyor.
Ne güzel, festival, Uludağ Üniversitesi'nin bünyesinden çıkıp halkın, yerel yönetimin ve sivil toplumun sahiplenmesiyle hak ettiği yere geliyor.
Fotoğraf denince dünyada akla gelen üç isimden biri Ara Güler başta olmak üzere birçok ünlü konuk, atölye çalışmaları, imza günleri, sergiler... Bunları okumak bile fotoğraf ve sinema tutkunu olarak beni ziyadesiyle mutlu etti.
Haberi yazıp fotoğraflarını çekene dikkat ettiniz mi?
Emin Özmen. O da bir karenin peşine düşen hayatlardan biri...
O bir Anadolu çocuğu, ailesinin kısıtlı imkanlarıyla önce Fizik Mühendisliği okuyor ancak yarı yolda durup hayallerinin peşine düşüyor.
Fotoğrafçılık okumaya karar veriyor ve İstanbul'a geliyor. Staj yapmak için Sabah gazetesinin kapısından içeri girdiğinde tanıdım Emin'i...
Hayat onun için kolay değildi, bir yandan işini yapıyor bir yandan da okuluna devam ediyordu. Maddi zorluklar da onu zorluyordu...
Sonra bir gün Avusturya'dan güzel bir haber geldi. Değişim programıyla burslu bir yıl fotoğrafçılık eğitimi gördü..
Döndü geldi, kaldığı yerden devam ediyor. Somali'ye gitti. İç savaşın ve kuraklığın pençesindeki bir halkın dramına tanıklık etti.
Bir annenin açlıktan bir deri bir kemik kalmış çocuğuna bakışını, hastane demeye bin şahit isteyen yerlerde şifa bekleyenleri çekti...
O yıl Türkiye'de ilan edilen seferberlikle Somali'ye yardım yağdı. Başbakan bir heyetle orayı ziyaret etti.
O acıların paylaşılmasında Emin'in payı hiç kuşkusuz çok büyüktü...

Emin'in çektiği fotoğraflar Taksim Metrosu'nda sergilendi...

Japonya deprem ve tsunamiyle yerle bir olduğunda ilk gidenler arasındaydı...
Depreme alışık da olsa bir halkın çaresizliğini gözler önüne serdi.
Mavi Marmara'yla Filistin'e yardım götüren gemi saldırıya uğradığında oradaydı...
En son yanı başımızdaki iç savaşı izledi. Suriye'nin en önemli kentlerinden Halep'te Esad'ın askerleri muhaliflerle çatışırken olayların tam ortasında kaldı.
Çektiği kareler ve yazılarıyla dünya basının bile ilgisini çekti.
Amerika Birleşik Devletleri'nin önemli yayın organları ve dünya ajansları Emin'in çektiği fotoğrafları kullandı...
Emin'in yanısıra gazetemizin genç fotoğrafçıları Deniz, Şuheda, Murat, deneyimli abileri İlhami, Erhan ve tabii ki şefleri Kutup Dalgakıran'la birlikte haberlere can veriyor, anlamlandırıyor...
Bir kareyle hayatları, olayları sığdırıp önünüze getiriyorlar...
Haberi okurken fotoğrafın yanındaki imzaya dikkat edin...
Onlar gazetemizin ve tabii ki diğer gazetelerin de gerçek emekçileri..
İyi ki varlar...

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Olimpiyat'ın ekipler amiri


10 bin metrenin bitiş çizgisine vardığında Londra Olimpiyat Stadı'nda kıyamet kopuyordu. 27.30.43'lük derecesiyle altın madalyayı kazanan Britanya'dan Mo Farah'ın sevinci ise görülmeye değerdi. Çelimsiz, sıska ve ufak tefek bu siyah adam ağladı, zıpladı, yerlere yattı. Sonra da hemen ardından ikinci gelen Amerikalı beyaz adamın kucağına zıplayıverdi. İri Amerikalı da onu gülerek kucaklayıp bir süre taşıdı.
Sonra küçük bir kız ona doğru koşmaya başladı. Mo ona sarıldı, ekrandaki bir başka dev adam ise "Farah'ın üvey kızı" dedi ve kanal bir anda reklama gitti.
Hemen TRT'yi açtım. Spiker, "Kızın kim olduğunu araştırıyorum size bilgi vereceğim" diyordu. Sonra hemen o kanala döndüm. Orada Mo'nun inanılmaz hayat hikayesi başlamıştı...
Kanal Eurosport, anlatan da sporcular kadar övgüye layık müthiş bir insan Caner Eler'di...
Caner'i Türkiye, özellikle bisiklet tutkunları çok iyi biliyordu. Ancak bizlere olimpiyatı sevdiren o inanılmaz üçlüden Hıncal Uluç yazınca hayat hikayesi de ortaya çıktı. (Diğer iki isim de rahmetli olmuş Kenan Onuk ve Cüneyt Koryürek'ti.)
2009'daki Fransa Bisiklet Turu'nu izleyen Hıncal abi o günlerde Caner'den söz ediyor:
"Bu nasıl bir bilgi birikimi, bu nasıl bir dersini en iyi çalışma, bu nasıl bir seyirciye saygıdır?..
Tur bir kentten geçiyor.. Şaraplarıyla ünlü.. Caner o şarabın özelliklerini anlatıyor bize.. Niye farklı, niye ünlü..
Ertesi gün bir köy var kenarda.. "Burası adını meşhur bir peynire vermiştir" diye başlıyor.. O peynirin tadını, kokusunu değil sadece, nasıl yapıldığını da anlatıyor..
Bir gün, bir dağ etabından geçerken, öte dağda yangın mı ne var.. Uçaktan bir şey atıyorlar yangına.. Atılan maddenin kimyasal formülünü de söylemez mi, anında?..
Yani adam ansiklopedi yahu.. Ve her gün ayrı yarışmacıyla ayrı dilde yapılan röportajları anında tercüme ediyor.. Kaç dil biliyor acaba?..
Son gün.. Paris.. Concorde'dan Şanzelize'ye giriyor yarışçılar, Paris caddelerinde.. "Sağda bir kitapçı vardır" diye onu bile anlatıyor..
Pes ki, pes!.."
Sonra gazetemizin Sağlık Editörü Esra Tüzün onunla söyleşiye gidince bir azim öyküsü ortaya çıkıyor.
Caner İTÜ'de okurken 20 yaşında kemik kanserine yakalanıyor. Tam 8 yıl, kemoterapi, radyoterapi görüyor. Saatler süren 5 büyük ameliyatla kesilme aşamasına gelen bacağı kurtuluyor, protez takılıyor. Sonra öyle bir ayağa kalkıyor ki koltuk değnekleriyle bütün Avrupa'yı geziyor. İngilizce ve Fransızca'ya bir de İtalyanca, İspanyolca ve Almanca'yı ekliyor.
Sonra Eurosport'a başvurmuş. Sporun her dalına meraklı. Atletizm, bisiklet, yüzme, çim hokeyi, tenis gibi pek çok spor dalı ile ilgileniyor. "Futbol da var tabii" diyor. Kanserle uzun süre savaşan spor spikerlerinin duayeni Kenan Onuk'un örnek aldığı isimlerden biri olduğunu söylüyor. Ses eğitimi almamış ancak müthiş dedikleri hafızasına güvenerek spikerliğe başladığını söylüyor.
Bir süredir yazılı basın da onu keşfetmiş durumda. Wimbledon Tenis Turnuvası'nda Federer'in çocukluğuna dair bilgiler verirken ya da Amerikan Basketbol Ligi NBA'da Los Angeles Lakers'in bu yıl ne yapacağını, yahut da futbol analizi yaparken dinleyebilir ya da okuyabilirsiniz... Sıradan bir maçı bile verdiği bilgilerle, anlattığı ilginç hikâyelerle bir şölene çeviriyor, anlatımındaki coşku hiç bir şekilde düşmüyor.

4 YIL ÖNCE ELENDİ YIKILMADI

Unutmadım tabii ki Mo Farah'ın müthiş hikayesini... 2008'de Çin'de düzenlenen olimpiyatlarda 5000 metrede madalyaya aday görülürken elemelerde veda etmişti. Farah o gün hedefini 2012 olimpiyatları olarak belirlemişti. Ve tarih 4 Ağustos'u gösterirken İngiltere adına Londra'da hayallerini gerçekleştirdi. Bitiş çizgisinden birinci geçen Farah, hedefler uğrunda verilen akılcı emeğin karşılıksız kalmayacağını hisseden ve izleyenlere hissettiren önemli atletlerden biri oldu.
Ana yazıda da söz etmiştim. Caner Eler, Mo'ya koşan çocuğunun üvey kızı olduğunu söyledikten sonra pistte hamile bir kadın belirdi. Caner, "İşte eşi, ikizlerine hamile" dedi ve tatlı tatlı anlatmaya başladı. Mo Farah, savaş yüzünden Somali'den 8 yaşında İngiltere'ye göç etmiş. Büyükbabası bankacı imiş, annesi orada kalmış ama o babası ve kardeşiyle İngiltere'ye kaçmış.
Caner yarışı anlatırken tek tek ayrıntılı bilgiler verdikten sonra atletler starta gelince sesini olabildiğine kısıyor: Ve yarış başlıyor" diyor çünkü konstrasyonu bozmak istemiyor. Siz de ekran başında havaya giriyorsunuz. Ve start verildiğinde onlarla birlikte heyecanla bizi de alıp götürüyor...
Bugünlerde nefes kesen yarışlarla devam eden olimpiyatları izlerken sesi biraz daha açın ve Caner'le birlikte keyfini çıkarın.



"Sonsuza kadar yaşayacakmış gibi öğrenin"

Caner Eler, Esquire dergisindeki söyleşide hayata bakışını nasıl da güzel özetlemiş:
Hayata farklı gözlerle bakmanın, kişiyi bilgili kılabileceğini öğrendim. Küçük bir çocukken dahi en sevdiğim şey, bir Dünya küresindeki ülkeleri ezberlemeye çalışmaktı. Öğrenmeye dair, bitmek bilmez bir açlığım vardı. Şimdi de, her gün yeni bir şeyler öğrenmediğimde çok rahatsız oluyorum. Ama öte yandan, faturamı ödemeyi, dostlarımın doğum günlerini unutabiliyorum. Öyle zannedildiği gibi, sayfalarca bilgiyi ezberleyerek yayına çıkmıyorum. Sadece, öğrendiğim bilgileri bir araya getiriyorum.
Ne kadar çok alana hitap ederseniz, o kadar çok şey bilebileceğinizi öğrendim. Tek kanallı dönemlerde, sporun her dalına dair programlara yer verilirdi. Ancak kanal sayısının artmasıyla, reklam gelirleri, içerikten daha önemli olmaya başladı. Futbol, maddi anlamda daha fazla getirisi olan bir spor dalı olduğu için, ağırlığı da fazla olmaya başladı. Bu anlamda, çalıştığım kanaldan çok memnunum. Çünkü burada; bisiklet, atletizm, tenis, yüzme gibi organizasyonlarda bile spikerlik yapma fırsatım oluyor. Böylece, bu alanlardaki bilgilerimi taze tutabiliyorum.
Türkiye'de, karşı görüşlere değer verilmediğini öğrendim. Bizde, maalesef, son derece çarpık bir taraftar kültürü var. Desteklediğimiz takımlara dair yorumları da, hep bu taraftarlık kültürü bağlamında değerlendiriyoruz.
Spor medyasında geçmişten bu yana süregelen düzenin, seyirciyi yanlış yönlendirebileceğini öğrendim. Zira şu an, spor medyasında adı geçen yorumcuların çoğunun spor bilgisinin, futboldan ibaret olduğunu düşünüyorum. Yanlış anlamayın; böyle olmasından rahatsız da değilim. Ancak, Türk insanının spor kültürü, yeni yeni oluşuyor. Bu yüzden de, izleyicilerin, spor dalları hakkında yanlış fikirlere sahip olmamaları adına; sporun her dalından anlayanların bu işi yapmalarını dilerdim.
Ciddi ve tehlikeli bir hastalıkla mücadele etmenin, hayatı daha az ciddiye almanıza neden olabileceğini öğrendim. Hastalıktan önce, her şeyi kendime dert ederdim. Ama hastalığımdan sonra, herhangi bir şeyi dert etsem de, beş dakika sonra bu derdimi unutuyorum. Daha sağlıklı, daha az stresli yaşıyorum.
Ne kadar plan yaparsanız yapın; koşulların ve durumların, sizi bambaşka bir yere taşıyabileceğini öğrendim. Mesela benim içimde, her zaman spora yakın bir yaşantı sürdürmek vardı; hatta bu yüzden, basketbolcu olmak istiyordum. Ancak bir de baktım ki, spor spikeri oluyorum. Yine de, işimden çok memnunum. Fakat işinden memnun olan o kadar az insan var ki, onların yanında, işimden memnun olduğumu söylemeye korkuyorum.
Ne yaşarsanız yaşayın; ailenizin, daima yanınızda olacağını öğrendim. Hastalık sürecimden sonra, ağabeylerimle, baba-oğul ilişkisine benzer bir ilişki kurmaya başladığımı fark ettim. Babamı küçük yaşlarda kaybettiğim için, bu ilişki bana çok iyi geldi. Ancak tedavi, karakterimi de çok değiştirdi. Üşengeçlik, erteleme gibi kötü alışkanlıklar da kazandım.
Sevdiğiniz işi yaparken, kendinizi kaptırabileceğinizi öğrendim. Fransa Bisiklet Turu'nu anlatırken, kendimi yerçekimsiz ortamda gibi hissediyorum. Turu anlatırken, kulaklığımı takıyorum ve başka hiçbir şey duymuyorum. Kendimi kaptırıyorum; hatta dinleyicileri de düşünmeden, içimden geldiği gibi anlatıyorum. Çünkü izleyiciye, savunmadığım ya da inanmadığım bir şeyi, inanıyormuş gibi söylememin yanlış olacağını düşünüyorum. Spikerlik, uzun soluklu bir iştir; foyanız, er geç ortaya çıkar.
Futbolu ve diğer spor organizasyonlarını öykülerle ilişkilendirerek anlatmanın, kadınların hoşuna gideceğini öğrendim. Son dönemlerde, kadınların, bisiklet ve tenise ilgisi arttı. Bu durumu değerlendirmek için, onlara kuralları anlatmak yerine; oyunların keyifli taraflarını göstermeye çalışmanın daha mantıklı olacağını düşünüyorum. Mesela, bisiklet yarışlarını anlatırken; sporcunun kullandığı bisikletin markasından bahsetmenin, ara ara küçük magazin bilgilerine yer vermenin, kadınlara ilginç geleceğini düşünüyorum.
İnsanın, çevresinde ilham alacağı birilerinin olmasının çok önemli olduğunu öğrendim. Kenan Onuk, Tanıl Bora, Yiğiter Uluğ, Kaan Kural, Bağış Erten, Banu Yelkovan, Uğur Vardan, Mehmet Demirkol gibi isimlerden çok şey öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum.
Hayattan; hayatın gereksiz hezeyanlar için kısa olduğunu, her anı güzel değerlendirmek gerektiğini öğrendim. Bu anlamda, Mahatma Gandhi'nin şu sözüne katılıyorum: "Yarın ölecekmiş gibi yaşayın, sonsuza kadar yaşayacakmış gibi öğrenin."

Halil İbrahim sofraları


Ramazan'ı karşılamıştık devam edelim. Tabii ki kılavuzumuz geçen yazıda olduğu gibi 600 yıllık imparatorluğun son zamanlarıyla cumhuriyetin ilk yıllarına tanıklık eden Sermet Muhtar Alus olacak. "Ramazan gelirken, varlıklısından varlıksızına kadar herkes haline göre hazırlıklara başlar, en önce nevaleyi ve kileri şenlendirirdi" dediği gibi bu kez de Ramazan sofralarına konuk olacağız...
Sermet Muhtar büyük konaklarda kalın ve ince olmak üzere iki kiler olduğunu tatlı tatlı anlatıyor:
"Kalın kilerin muhteviyatı: teneke teneke Halep, Urfa, Sibir yağı (yani Sibirya malı); Girid'in, Edremit'in, Ayvalık'ın zeytinyağı; kazevi kazevi pilavlık Mısır, cilavlık Amberbu, çorbalık ve dolmalık Tosya pirinci. Çuval çuval un; börekliğe ve baklavılığa mahsus olanı Romanya'nınki, kelle kelle, şeytan külahı gibi sipsivri şeker. Hevenk hevenk Kumbağa diye maruf Kumla soğanı. Küfe küfe patates; paket paket makarna; tel, arpa, yıldız marka şehriye (son ikisinden evvelkinin ismi ağza alınmayıp işaretle tarif edilir, öbürü de sofu evlerine sokulmazdı).
Peki ya ince kilerler. Sermet Muhtar, "ince kilerler de dopdolu; hele bazılarında dişini sık, kuş sütünü bul" diyor.
Onların ayrıntısı da var ancak kısa bir özet geçelim:
"Zeytinin envaı, peyniri çeşidi, halis Kayseri işi kol gibi pastırmalar, reçellerin de türlüsü, şurupların şişe şişesi, murabbaların kase kasesi, ince kilerde turşuların da güna günü..."
Osmanlı'daki zengin konaklarından şimdi de orta halli bir eve doğru gidelim Sermet Muhtar'la birlikte... Ayrıntılar ve tasvir yine hayran bırakıyor:
"Kenarda bucaktaki küçük evlerin bile karınca Ramazaniyelik nevalesi, derli toplu, güller gibi kilerciği tertemiz, balk dök yala mutfakçığı, duvarında üç dört göz, pırıl pırıl tel dolabcığı olurdu. Kadıncağız, ayağında tıkır tıkır takunyalar, çorbayı, ardından ortaya konacak bir veya iki kap yemeği oruçlu oruçlu pişirir, tuzunu biberini kapı dışında oynayan sübyanlara denetir, topa beş dakika kala zeytinli, peynirli, reçelli, pideli, simitli iftar tepsisini ortaya kor, top gürler gürlemez (... ve ala rızküke iftartü) denilip hep birlikte oruçlar bozulurdu."
(Eski günlerde, Akşam, 22 Teşrin-i Evvel (Ekim) 1939)

Ramazan ve inovasyon


Şimdilerde "inovasyon" diyorlar ya hani yenileşme anlamında... Daha çok iş dünyasının tercih ettiği bir kelime ama politikadan sanata, spordan kültüre kadar bu kelime çokça kullanılmaya başlandı.
Teşbihte hata olmaz...
Ramazan da inovasyon değil midir?
İlahi mesaj, Ramazan ayının bereket ve mutluluk ayı olduğunu vurgular.
30 gün boyunca oruç tutup bedenine ve aklına başka türlü sahip çıkar...
Beyin ve beden birlik olup dirençli olmayı öğrenir, sabrını sınar...
Yılın belirli dönemlerinde bir anlamda nadasa çekilen organlar kendini tamir eder...
Ama en önemlisi başka bir yenileşmedir...
Hazreti Muhammed'in "dünyadaki en büyük sınav insanın kendisiyle olanıdır" hadisi Müslümanlar için önemli bir kılavuzdur.
İnsanın ruhunun derinliklerindekini ortaya çıkarıp kendiyle hesaplaşması en değerli en anlamlı yenileşmedir...
Tabi ki oruçla birlikte dini vecibelerin de yerine getirilmesi gereklidir.
Ancak o hesaplaşmayla birlikte yapılırsa varılan yer ne güzel bir yer olacaktır.
Yüzyıllar ötesinden seslenen koca Yunus'a kulak verin:
"Dervişlik baştadır taçta değildir
Kızgınlık oddadır sacda değildir
Ararsan Mevla'yı kendinde ara
Kudüs'te Mekke'de hacda değildir."
Hepsi bu değil, kendinizle hesaplaşırken çevrenizi de unutmayacaksınız...
Yanıbaşınızdaki komşu, yolda rastladığınız bir yoksul, yardıma muhtaç bir hasta ya da hiçbiri değilse bir gülümseme...
Ve paylaşılan sofralar, sofraya onun için de konan bir tabak...
Ya akrabalarımız...
Anamız, babamız, kardeşlerimiz, çocuklarımız, dayılar, amcalar, teyzeler, yeğenler...
Kimini her gün görmekteyiz kimini arada bir..
İşte tam zamanı, hal hatır sormanın kırgınlık dargınlık varsa gidermenin...
Hepsi hepsi bir yenileşme değil midir?
Ramazan hayırlar, bereketler ve yenileşme getirsin...

Eski günlerde mahyalar


Bir devir ötekine devrilirken hayat, kültür, ilişkiler, çevre de ister istemez etkilenir. Ancak kaç insan 600 yıl süren bir imparatorluğun son demleriyle yeni kurulan cumhuriyete tanıklık etmiştir. Sermet Muhtar Alus da bunlardan biri... Askeri Müze'nin kurucusu Topçu Feriki Ahmed Muhtar Paşa'nın oğlu olan Alus, 1887 doğumlu. 1952'de öldüğünde geride öyle bir İstanbul güzellemesi bıraktı ki o eşsiz uslübuyla bugün bile okundukça keyif verir.
İlber Ortaylı Hoca'nın dediği gibi; değişen ve değiştirilen tarz-ı hayat nostaljiyi davet etmişti. Kaybolmakta olan bu manzarayı ne tarihçilerin, ne de tarih belgelerinin resimleyemeyeceği açıktı. Edebiyatın ifade cömertliğine ustalıkla sığındılar. Kaybolan çocukluklarının dünyasını; rengi, kokusu ve tadıyla her biri kendi uslübunda canlandırdı.
Ortaylı'nın çok güzel özetlediği gibi gelin o cömertliğin içinde biraz huzur bulalım...
Sermet Muhtar Alus'un eski Ramazanlar'ına buyrun, Mahyalar'dan söz ediyor:
Bulutsuz ve berrak havalarda hilal görülüp iki mümin şahit tarafından müjdelendi mi, yahut gök bulutlu ise, tekmil-i selasin yani ay otuz hesabı tamamlandı mı, İstanbul kadılığından Ramazan ilan edilir, hem davullar çıkar, minarelerin kandilleri yanardı.
Mahya kuran, birden fazla minareli selatin camilerdi. Bunların içinde en mahyacıları en ustalar sırasiyle Fatih, Süleymaniye, Sultanahmed, Yenicami, Beyazıd ve Şehzade'ninki.
 Siftahı Ya ramazan, Merhaba, Safa geldinle çekerlerdi ve on beşine kadar yazı: Ya Allah, Ya Rahman, Ya Süphan; ardından Mustafalı, Ebu Bekirli, Ömerli, Osmanlı (Ya! lar).
Ya Ali, Ya Hasan ve Hüseyin'i hatırlamıyorum. Alevilik ve Bektaşilik olamsın mı diye yazmazlardı acaba... Daha ardından (Bismillah), (İnna fetahna leke), (Elhamdü lillah)...
Saydığımız Fatih, Süleymaniye, Sultanahmed gibilerdeki mahyacılar, bunların nihayetine (Rahmanürrahim), ((Fethan mübina), (Rabbülalemin) i ilave ederek boydan boya koca cümleyi tamamlarlardı.
Tam on beşinci gece, Topkapı Sarayı'nda Hırka-i Şerif alayı yapan Hünkar, iftara kalırsa ve dönerken gözü ilişirse diye, işgüzarlar: (Padişahım çok yaşa) ları boylatıverirlerdi.
O geceden itibaren sıra resimde. Çoluk çocuk bunları sabırsızlıkla beklerdi... Ol resimler de şunlar: Araba, top arabası, yandan çarklı vapur, yelkenli gemi, piyade kayığı, çifte kayık, köprü, kule, köşk, salıncak, beşik; çiçeklerden gül, lale, hercai menekşe...
Kadir gecesi gene yazı: (Ya Kuran, Ya leyletülkadir)...
(Eski günlerde, Akşam, 28 Teşrin-i Evvel (ekim) 1939)

Tatil yolunun dikenleri...



"Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği ve
asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir
Haydarpaşa garının büfesine bahar..."
diyor Şair Nâzım Hikmet.
Benim için de uzunca bir süredir bahar ve yaz Yenikapı'dan geliyordu. Orası tatilin başlangıcıydı. Yıl boyunca kar, kış, çamur derken denize, doğaya, yeşili özleyen ruhumu sakinleştiren yolun başlangıcıydı orası...
Yenikapı'daki İDO iskelesine gelince tatlı bir huzur yayılırdı...
Biletler internetten alınırdı ya da kentin değişik yerlerinde bulunan ofislerden de belli bir süre içinde almak koşuluyla telefonla yerimizi ayırtırdık...
Aile bütçelerini sarsmayan, uygun ve adaletli ücretler öderdik.
Camın yanı, koridor gibi pazarlıklar yapmadan istediğiniz yerden yerimizi seçerdik.
Çocuklu bir aileyseniz arka salon en iyisiydi çünkü orada minik bir oyun parkı vardı...
İskeleye varınca düzenli ve intizamlı kimseye ayrıcalık yapmadan sırayla arabayı park ederdik.
Sonra klimalı salonlarda rahat bir yolculuğa başlardık. Yiyecek, içecek servisi, kitapçı da uğrak yerlerdi...
Bandırma, Bursa, Yalova'ya inişte tatil yerlerine doğru hareket başlardı..
Susurluk'ta ayran ve tost yemeden olmazdı, eğer dönüş için bilet ayırmadıysanız bilet de alabilirdiniz İDO ofisinden...
Ancak geçen yılın nisanında özelleştirilen İDO daha bir yıl dolmadan ne keyif bıraktı ne de sinir...
Yiyecek, içecek bölümündeki fiyatlar ve servisin kalitesizliğine kurumdan bize geçmedi düzelteceğiz açıklaması geldi.
Sonra ödediği paranın hepsini çıkarmak ister gibi biletlere inanılmaz zamlar yapıldı.
"Erken gelene ucuz, sonra gelene fahiş fiyat" politikasıyla ilk darbe vuruldu.
Erken gelmenin sınırı nedir ve ayrılan yer ne kadar onu da kimse bilmiyordu...
Sonra iskelelerde yaşanan o kargaşa, itiş kakış... Orada bile para verirsen önce bindirmeler...
Şikayetler o kadar büyüdü ki... Milletvekillerinden sokaktaki adama, işadamlarından esnafa kadar herkes mağdur olmaya başladı...
Basın işin artık rezalet boyutuna sıçradığını önce haber olarak verdi sonra köşe yazarları da topa girip arka arkaya yazılar kaleme aldı.
İDO'da bu satırlar yazılırken geri adım atıp biletleri sabitledi ilk adım olarak...
Bu güzel bir gelişme ancak yetmez..
Sırada bilet satımından inip binmeye kadar bir dizi aksaklığı düzeltip eski haline getirilmesi gerekiyor.
Lütfen tatil yolumuzda diken olmayın...

14 Haziran 2012 Perşembe

Kimler geldi, kimler geçti..


Güzel bir yaz akşamı... Ayın şavkı Boğaz'ın üstüne düşmüş... Tarihi Açıkhava Tiyatrosu'nda Dolmabahçe ve karşı Üsküdar kıyıları manzarası eşliğinde sahnede sanatçılar bir bir sökün ediyor...
Halk müziğinin emektarlarından Cengiz Özkan anlatıyor: "Albümü hazırladım ama basacak kimse yok. 'Unkapanı'nda git Hasan'ı bul dediler.' Kapıdan içeri girdim, bir adam koli taşıyor. Oymuş. Dedim ki tamamdır bu da bizden..."
Hasan dediği... Hasan Saltık, Kalan Müzik'i kuran adam... Geçtiğimiz günlerde iki gün üst üste 20. yılını bir grup sanatçısıyla kutladı...
Erkan Oğur ve İbrahim Hakkı Demircioğlu rekorlar kıran albümlerinden 4 parça seslendirdi. Anadolu'dan ezgiler söyledi... İki usta "Zeynep bu güzellik" diye çalıp söylerken binlerce kişi de onlarla birlikte söyledi. Cengiz Özkan da grubuyla birlikte söyledi, alkışlandı. Sonra Leman Sam... Alıp götürdü eskilere...
Gecenin sürprizi ise hani Yalan Dünya dizisinde keyifle izlenen Olgun Şimşek'ti...
"Madonna TIR'la gelmiş biz anca Anadol pikapla bu kadar getirdik" deyip başladı esprilerine. Ve her sanatçıya eşlik etti...
Nasıl da güzel söylüyor Anadolu'nun türkülerini...
Kardeş Türküler sahne aldığında Olgun onlara da bulaştı.
Orta Anadolu'dan bir uzun hava ve Neşet Ertaş'ın Yanıyorum'unu Feryal'le bir söyleyip oynadı ki...
Bu kadar olur...
Boğaziçi Üniversitesi'nde kendi çaplarında müzik yaparken Hasan Saltık'ın bir kasetten dinleyip onları dünya sahnesine çıkarmasını da Kardeş Türküler'den öğrendik...
Ve Anadolu topraklarının Türkü, Kürdü, Çerkezi, Ermenisi, Yahudisi, Arabı, Çingenesi, Süryanisi, Zazası ayağa kalktı...
Kardeş Türküler çaldı, söyledi Açıkhava'yı dolduran binlerce kişi, oynadı eşlik etti...
Hasan Saltık işte böyle bir adam...
Müzik endüstrisi can çekişirken o onlarca sanatçıya kucak açıp yollarını açtı. Unkapanı denen müzik sektörü savrulan rüzgarla ne yapacağını bilmezken o Anadolu'yu gezdi. Klasik müzikten türkülere, pop müzikten eski Yeşilçam şarkılarına uzandı... Hele Türkiye'nin kaybolmuş değerlerini kitap albüm halinde yaptı ki, değeri ölçülmez... Hem de zararına...
Ben Hasan'a bu piyasanın Don Kişot'u demiştim.
Haksız mıyım?..

31 Mayıs 2012 Perşembe

Bu ne şiddet bu ne celal


Futbol sezonunun finalindeki olayları izlerken bir an film olsun kurgu olsun diye iç geçirdiğimi anımsıyorum... Biber gazından perişan olmuş 5 yaşındaki çocuklar, kadınlar, gazeteciler, polisler... Kızıltoprak'ın savaş meydanına dönmüş sokakları, Saracoğlu Stadı'nın perişan hali... Biliyorum ilk kez mi oluyor diyeceksiniz ama her seferinde "bir daha olmayacak biz üç imparatorluğun mirası üzerinde oturan gelenekleri olan bir toplumuz" ruh haliyle bunu da atlatırız demiştim. Ama olmadı olmuyor...
Atinalılar'ın olimpiyatları düzenlediği günden beri spor yenmek ve yenilmek üzerine kuruludur... Yarışmanın ruhu budur.
Yenen, sevincini karşısındakini rencide etmeden saygıyla yaşar..
Yenilen ise bükemediği eli sıkmayı bilir..
Atinalılar şuna inanırdı:
"Yenilen, toprak anadan aldığı güçle ayağa kalkar ve yeniden yarışa başlar..."
Yani yenilmek ayıp değildir...
Ancak Ahmet Altan'ın da işaret ettiği gibi, "yenersen itibarlısın, yenilirsen itibarsızsın" anlayışı tüm toplumu kuşatmış durumda...
Biz mahallelerimizde, oturup kalkmayı, saygıyı, sevgiyi, kısaca her anlamda yaşama kültürünü yaşardık, yaşatırdık...
Osmanlı'dan aldığımız miras buydu ve çok mükemmeldi.
Bir çocuk, kendi akrabalarının yanısıra, komşu teyze, amca, arkadaş, ağabey, abla ve kendinden küçüklerle adam olmayı ilk orada öğrenirdi...
"Bize ne oldu" sorusunun yanıtı yaşanan birçok tramvayı da içeriyor... Yani iç göçler, terör de bu durumu tetikledi...
Ancak adı ne olursa olsun aynı evde bile çok farklı takımı tutup sahada kendinden geçmek kabul edilemez..
Çok uzağa gitmeye gerek yok mahallelerimiz, ailelerimiz, geleneklerimiz bize "yakışmıyor" diye sesleniyor.

Sofra hazırlığı ve adabı...


İyi yemek bir kültür göstergesidir...
Yemeği pişirmek ve yenirken de vakit geçirmek insanların iltifat ettiği önemsediği bir uğraştır...
Üstünde oturduğumuz topraklar bu konuda çok zengindir ve hiçbir komplekse girmeden dünyaya övünçle sunacağımız bir değerdir.
Özellikle Osmanlı'yla doruğuna varan yemek kültürümüzün zenginliği hiç kuşkusuz kültürlerin kavşağında bulunmamız ve birçok dil, din, milletin asırlarca içiçe yaşamasından kaynaklanmaktadır.
Sofranın hazırlanması da başka bir uğraştır ki XI. yüzyıl Türk evindeki durumu şair ve devlet adamı Yusuf Has Hacib'ten izleyelim:
"Evin barkın, sofran ve tabakların temiz olsun. Odan minderlerle döşenmiş, yiyecek ve içeceklerin de seçkin olsun. Yine, gelen misafirlerin arzu ile yiyebilmeleri için, yiyecek ve içecekler temiz ve lezzetli olmalıdırlar. Yemekte, yenilecek ve içilecek şeyler birbirine denk ve bol olmalıdırlar. Misafirin içeceği asla eksik tutulmamalı ve biri biter bitmez diğeri hemen hazır bulundurulmalıdır. Çeşitli içeceklerden ister fııka, ister mizab, istersen cülengbin (gül balı, reçel) ve cülab (gül şerbeti) ikram et. Yemek ve içecek faslı bittikten sonra ise çerez ve meyve ver. Kuru ve yaş meyvenin yanında çerez olarak simiş de bulunmalıdır. Gücün yeterse ipekli kumaşlar armağan et. Mümkün ise diş kirası da ver ki gelenlerin ağzı kapansın".
Yusuf Has Hacib, ziyafetlerde uyulması gereken sofra adabı hakkında da şunları söylemektedir:
"Senden büyükler başlamadan, yemeğe başlama. Yemeğe besmele ile başla ve sağ elin ile ye. Başkasının önündeki lokmalara dokunma, kendi önünden ye. Sofrada bıçak çıkarma ve kemik sıyırma. Çok obur olma ve pek de sünepe oturma. Fakat, ne kadar tok olursan ol, ikram olunan yemeğe haz ve arzu ile elini uzatıp ye ki, o yemekleri hazırlayan evin hanımı memnun olsun. Böylece, zahmet edip sana ziyafet hazırlayanların bu zahmetini de boşa çıkarma. Ağzına aldığını ısır ve ufak ufak çiğne. Sıcak yemeği ağızla üfleme. Yemek yerken sofra üzerine sürünme ve etrafındaki insanların huzurunu kaçırma. Yemeği ölçü ile ye, zira insan her vakit az yeyip az içmelidir".
Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen atalarımız, daha sonra Selçuklu ve Osmanlı olarak devam ettirdikleri büyük siyasi gücü üç kıtaya kadar yaymışlardır.
Bir ucu Avrupa'nın içlerine bir ucu Yemen'e bir ucu Kafkaslar'a bir ucu Afrika'ya uzanan bir imparatorluğun kendi kültürüyle getirdiklerini de düşünürsek yiyecek, içecek konusundaki karşılıklı alışverişin muazzam etkisini anlayabiliriz.
Saray mutfağı da, Osmanlı İmparatorluğu'nun büyümesine paralel olarak büyük bir gelişme göstermiş, saray ileri gelenlerinin bir sofra etrafında toplanması devrin en büyük sosyal hareketlerinden biri olmuştur.
Bu nedenle, aşçıların bütün yaratıcılıklarını ve becerilerini gösteren çok zengin ve lezzetli yemek türleri ortaya çıkarılmıştır. Sultanlar ve devlet büyükleri, yabancı misafir ve elçileri, saraya gelen konukları doyurmak ve ziyafet vermek amacı ile aşçılarına çeşitli yemek tarifeleri de geliştirmişlerdir.
Sarayda ve konaklarda aşçılar çok itibar gören sevilen kimselerdi. Kaynaklara göre, Fransız devlet adamları, Sultan Abdülaziz'in Paris ziyareti sırasında yanında götürdüğü aşçılarını, alıkoymak için padişaha ricada bulunmuşlardı.
Yükselme devirlerinde de fethettikleri her yeni yörenin mutfak kültürünü de kendi mutfaklarına katan Osmanlılar bu konuda çok zenginleşmiş ve 18'nci 19'uncu yüzyıllarda doruğu ulaşmış...
Farkındaysanız, daha yemeklere gelmedik, yalnızca hazırlık ve adab konusunda yapılması gerekenleri ele aldık...
Onu da bir başka sefere...

Yağmur'un dili 'aşk' kokuyor


"Kişiyi nasıl bilirsin, kendin gibi" demiş atalarımız... Bu "garip" adam da böyle yaşamış böyle anlatıyor. Ne reklamı var, ne bir köşesi, ne de televizyonda bir programı... Gördüğü bildiği gibi, içindeki aşk ateşiyle yola çıkmış...
"Ben sende kendimi aramışım,
Ben bende seni kaybetmişim,
Neden daha fazlasını arayayım?
Oysa ben seninle aynıymışım."
diyerek "tasavvuf"un izinde kendini yollara vurmuş... Afganistan'a Tebriz'e kadar gitmiş...
Aramış da aramış sonra "tamam" demiş. Vakit o vakittir... Almış kâğıdı kalemi yazmış da yazmış...
Sonra yazdıkları deryayı ummanı doldurmuş... Bir değil birçok kitap olmuş...
Kitapları hiçbir yerde tanıtılmamış, internet, uydu, bilgi çağında hiçbir yerde sözü edilmemiş...
Ancak dervişlerin, velilerin, çulsuzun, garibin, âşıkların, kahramanların yurdu Anadolu'nun vicdanı onu anlamış, sevmiş...
Kalpten kalbe bir yol bulmuşlar, yazdıklarını fısıltıyla birbirlerine söylemişler. Kitapları elden ele gezmiş...
Adı Sinan Yağmur... Bir öğretmen, Konya'da yaşıyor...
Forbes Dergisi'nin araştırmasına göre 2011'de kitapları 850 binden fazla satmış... Kitapları İngilizce ve Almanca'ya çevrilmiş...
Bir yıldır Türkiye'nin dört bir yanından davetler alıyor, söyleşiler yapıyor... Öğrendiklerini paylaşıyor...
Sinan Yağmur, gazetemizin Pazar ekindeki söyleşisinde, gösterilen ilgiyi hoş bir tevazuyla anlatıyordu.
Yoldaşları, Mevlâna, Tebrizli Şems, Yunus Emre, Kimya Hatun, Veysel Karani ve nicelerinin ruhuyla bir zamane dervişidir Sinan Yağmur...
Peki, Yağmur'un sırrı ne?
Sırrı yüzyılların ruhunu bugünle birleştirip çağdaş bir yorum yapmasında...
Anadolu, destanlar, menkıbeler yurdudur aynı zamanda...
Urfa'daki Sıra Geceleri, Eğin'deki Sıra Odası, Antep'teki Barak Köy Odası, Diyarbakır'da Velime Gecesi, Elazığ'da Kürsübaşı, Edirne'de Helva Sohbetleri, Adıyaman'da Dereağzı, Şebinkarahisar'da Sedir Kenarı Havaları, Artvin'de Arfona, Avanos'te Gale Binnik, Bolu'da Ateş Gezmeleri, Trabzon Maçka'da Kusku, Konya'da Barana, Keskin'de Muhabbet Geceleri diye bilinen toplantılarda yalnızca türkü söylenip yemek yenmezdi ki...
O toplantılarda dini ve milli destanlar, hikâyeler anlatılır, yorumlanırdı... İster Müslüman, ister Ermeni, Süryani, Rum, Keldani, Yahudi olsun... Bu topraklarda her toplum kendi kutsal kitabının izinde menkıbelerle yol almıştır...
İşte Sinan Yağmur da bu geleneğin bir temsilcisidir...
O dünyaların büyüklerini ermişlerini birer roman kahramanı yapıp önümüze koyuyor. Tebrizli Şems, Mevlâna, Yunus Emre ete kemiği bürünüp bizimle sohbet ediyor...
Sinan Yağmur, Kuran'ın öğretilerini tasavvufla taçlandırarak Anadolu halkının binlerce yıllık destanlarıyla harmanlıyor...
Dostluğu, sevgiyi, tevazuyu, sabrı, iyiliği anlatıyor; kısaca insana kaybettiği değerleri hatırlatıyor....
"Sende o var, bu var; falan dedi var, falan anlattı var,
Peki sende senden ne var Mevlâna?"
diye yazarken her şeyin insanın içinde olduğunu ve kendini bulmasından söz ediyor...
Öğrenmeyi, bilmeyi gerçek manada kavramayı anlatırken de bakın ne diyor:
"Cehalet seni senden almayan
ilimden yüz kere daha iyidir."
Peki ya karşılıksız ve hiçbir çıkar aramadan kurulan arkadaşlık nasıl bir şeydir...
O da böyle dile geliyor:
"Dostluk gül olmaktır,
yaprağı ile de dikeni ile de."
Mevlâna bugün asırları ve kıtaları aşan bir dünya değeridir. Birleşmiş Milletler'in Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı UNESCO'nun 2007'yi Mevlâna Yılı olarak dünya çapında kutlaması da bunun göstergesidir... Pop sanatçısı Madonna'nın bile dilindedir.
Ve kaçınılmaz olarak da ticari bir meta haline gelmiştir.. Turistler için olur olmadık yerde, ya da sportif bir karşılaşmada yapılan sema gösterileri ne yazık ki işin ruhuna aykırı duruyor. Sonra Mesnevi'den alıntılarla çalakalem yazılan romanlar...
İşte Sinan Yağmur'a bunun için de kulak vermek gerekiyor... Hayatını bu yola hiçbir beklenti olmadan adayanlara selam olsun...
Ne diyordu koca Yunus...
"Bilmeyen ne bilsin bizi
Bilenlere selam olsun."
Not. Menkıbe: Din büyüklerinin veya tarihe geçmiş ünlü kimselerin yaşamları ve olağanüstü davranışlarıyla ilgili hikâye.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Şehirlerimiz ve dönüşüm...

Toplu Konut İdaresi'nin Kuzey Ankara Projesi öncesi ve sonrası....

Başbakan Erdoğan, ustalık dönemim dediği üçüncü seçim galibiyetinde "Çevre ve Şehircilik Bakanlığı" ihsas ederek çok önemli bir adım attı. Belki de 19. yüzyıllarda yapılması gereken bir düzenleme 1.5 asır sonra hayata geçti. Somut olarak görmediğimiz için tam olarak algılayamıyoruz ancak yolun doğru olduğunu söyleyebiliriz... Şehircilik bir bilim ele alınarak yola çıkılmalıydı ancak bugüne kadar iyi bir sınav verilemedi. Şimdi "zararın neresinden dönülürse kardır" desek de çıkılan yolun çok zahmetli olacağı görülüyor.
Osmanlı'nın cami, kervansaray, han, hamam, kulliyelerinin etrafında şekillenen şehirlerimiz mutevazıydı. Yeşille çevrelenmiş mahallelerimizde eş, dost, akraba iç içe yaşardık. 18. yüzyıldan itibaren başta payitaht İstanbul olmak üzere, Selanik, İzmir gibi şehirlerde Avrupa'nın etkileri hissedilmeye başlandı. O zamana kadar sadrazam, beylerbeyi, paşaların görkemli evleri vardı. Paranın gücüyle yükselen yeni bir sınıf iyi yaşamak istiyordu. Konaklar, yalılar yapılmaya başlandı. Merkezdeki mahallelerde imar hamleleriyle değişmeye, çağa uymaya başladı. Örneğin, Eminönü'ndeki Yeni Cami ve Mısır Çarşısı civarında oturan gayrimüslümler oradan gitmek zorunda kaldı... Beyoğlu ve civarı İtalyan kökenliydi, binalarda Venedik ve Milano'nun esintileri vardı.
Cumhuriyet dönemiyle birlikte Ankara yeni baştan kuruldu, yeni başkentin şansı çevrenin boş olması ve nüfusunun azlığıydı. Peki, İstanbul, Bursa, Trabzon, Adana, Diyarbakır gibi ülkenin dört bir yanında Osmanlı kimliği sinmiş şehirler ne olacaktı. Ne yazık ki o güzelim eski dokular birer birer yok edildi. Önce yeşile kıydılar, sonra sofalı, havuzlu, avlulu, kilerli, ince işlemeli evlerin canına okudular. Sanki geçmiş ayıp bir şeydi. Bugün Avusturya'nın başkenti Viyana'nın merkezinde 300 yıldır çivi çakılmadığını bilmek, Hollanda'nın Amsterdam şehrinde 400 yıllık evlerin tepesinde eşyayı iple taşımak için kullanılan dev çengellerin durduğunu görmek içimizi acıtıyor.
Osmanlı coğrafyasındaki üç kıtada, Bosna'dan Mekke'ye, İstanbul'dan Diyarbakır'a, Antakya'dan Trabzon'a kadar sayısız eser inşa etmiş Mimarbaşı Sinan Ağa'nın yaptıklarını unutmamak gerekiyor. Geçmişimiz bize ışık tutuyor.
Şehirlerimizi yıllar içinde ur gibi saran gecekondular, yoksulluğun ve terörün sonucuydu. Merkezlerde sözüm ona dikilen yapıların depremde ne hale geldiğini de gördük.
Şimdi zor bir işe kalkışan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar bir yandan inşaat sektörüne bulaşmış olumsuzlarla uğraşacak bir yandan da halka karşı sorumluluğu var.
Modern dünyanın gereklerine uygun, çevreyle uyumlu, iyi evlerde yaşamak artık insan haklarından sayılıyor...

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Futbol aşkımıza kıyanlar tarih önünde hesap verecek


Taraftar olmak hiç ama hiçbir şeye benzemez... Tarifi çok zordur... İnsanlar hayatlarında birçok şeyden vazgeçerler ancak taraftarlıktan asla. Çünkü o karşılıksız bir sevgidir. Yenmek ya da yenilmek önemli değildir. Hangi konumda olursanız olun o büyük ailenin bir parçası olmak beraber üzülüp beraber ağlamak tarifi zor bir meseledir...
Ancak burada çok ince bir çizgi vardır. Hak, hukuk, adelet deyince akan sular durur, durmalıdır... Taraftarlık bile bir yana bırakılır, gerekirse bağrına taş basarsın...
Ama yaklaşık bir yıldır kendimizi iyi hissetmiyoruz, kötüyüz, ringte arka arkaya yumruk yiyen boksör misali nakavt olmak üzereyiz..
Gözümüzün içine baka baka yapılanları bir köşe yazarı çok iyi özetlemiş: TFFT.
Yani Türkiye Futbol Federasyonu Tiyatrosu...
Geçmişten bugüne birçok konuda sorunu halının altına süpürüp görmezlikten gelmeyi marifet sanmışız. Bir süredir bunlarla hesaplaşıyoruz ancak yetmez yetmemeli.
Peki Futbol Federasyonu'nun 30 Nisan'daki açıklamasını nasıl hazmedeceğiz; hak, hukuk, ahlak, adalet nerede. Başta ailemiz olmak üzere, bizi yetiştiren öğretmenlerimiz, hocalarımız, din konusunda öğüt veren büyüklerimiz, okuduğumuz kitaplar, dostlarımız, hepsi yanlış biliyormuş demek ki...
Üç maymunu oynarsın. Görme, duyma, üçüncüsü de 'konuşma'dır...
Doğru, konuştular ama örtbas ederek, görmezden gelerek ve bugüne kadar olan biteni duymamazlıktan gelerek...
Büyük bir torba açıp haklı haksız 16 takımı birden Disiplin Kurulu'na verip bir yandan o ünlü 58. maddeyi değiştirmeye kalkışmanın adını siz koyun.
Yani buradan bir adalet çıkar mı, tabii ki çıkmaz...
Tamam Fenerbahçe, Trabzonspor ve Beşiktaş'ı anladım, çünkü iddianamede adı geçiyor.. Galatasaray'a da gözdağı vermek istediniz. Peki o sezon ligi üçüncü bitirmiş Bursaspor'un ne işi var... Yani kurallar işletilse belki de 2011 şampiyonluk kupasının verilmesi gereken Bursaspor'a ne mesaj verilmek isteniyor... Başkan İbrahim Yazıcı'nın, "Mağdur kulüplerin en başında Bursaspor'un ismi varken ve ortaya çıkan bu mağduriyetin karşılığında, söz konusu süreci haklarımızın teslim edilmesi beklentisiyle takip ederken neyin savunmasını verebiliriz" demesi doğru bir tavır... Keza savunma vermeyeceğini açıklayan Kayserispor'un da bu kepazeliğe ortak olmayacağını belirtmesi takdire şayan...
Kaldı ki, daha açıklamanın üstünden 24 saat geçmeden Federasyon'un iki üyesinin karara şerh koydukları ve 58. maddenin değiştirilmesine karşı oldukları ortaya çıktı. Yani kendi içinde bile baştan kokan bir acizlik ve sorumsuzluk var ki evlere şenlik...
Etik Kurulu'nun raporunu açıklamayan ve yalancılıkla suçlanan Başkan Yıldırım Demirören kendi kulübünü enkaza çevirdikten sonra Türk futbolunu da batırmaya çalışıyor. Ancak Avrupa ve dünya futbolunun patronları UEFA ve FIFA her şeyi görüyor...
Hele UEFA daha play- off'lar başlamadan Federasyon'a mektup yazarak dolambaçlı yollara sapılmaması konusunda uyarısını yapmıştı.
Ayrıca FIFA'nın disiplin talimatının 70. maddesi de çok açık ve hiçbir 'ama'yı kabul etmeyecek kadar net: "FIFA kendine üye federasyonların hak ihlali yapması ve hukuk kurallarına uygun karar almaması durumunda yaptırım hakkını saklı tutar."
"Kimse bize bir şey dayatamaz" diyenlere de Türkiye Futbol Federasyonu'nun ana statüsündeki maddeyi anımsatmak istiyorum:
"... kendi üyelerinin, kulüplerin, futbolcuların ... FIFA, UEFA ve TFF'nin statü, talimat ve kararlarına ... uymalarını sağlamak."
Ya işte böyle...
Anayasa Hukuku'nda sayısız eser vermiş binlerce öğrenci yetiştirmiş Prof. Tarık Zafer Tunaya, "Bugünü yaşayanlar gelecektekiler tarafından yargılanacaklarını bilmekle ödevlidirler. Nasıl ki kendileri öncekileri yargılamışsa..." diyor.
Bugün geçmişte yapılan onlarca haksızlığın hesabı görülüyor haksızlık kimsenin yanına kar kalmıyor...
Bilsinler ki bu topraklarda delicesine sevilen futbol sevgimizin canına okuyanlar hiç de iyi anılmayacaklar...
Vicdanlar bir kez kanarsa onu kimse durduramaz...

25 Nisan 2012 Çarşamba

Büyük bir savaş büyük bir dostluk

Lone Pine (Tek Çam)... Türk ve ANZAK askerleri arasındaki en kanlı savaş yeri...

Australian and New Zealand Army Corps... Avustralya ve Yeni Zelanda Askeri Birlikleri demek. Kısaltılmış hali ise çok tanıdık gelecektir: ANZAC.
1915 öyle bir yıldır ki, o yıllarda yaşananlar bugüne de damgasını vurmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun o ahval ve şerait altında bile "ben daha ölmedim, arkamda 600 yıllık birikim var" diye ayağa kalması var. O savaştan Mustafa Kemal gibi çıkan bir kahraman var. İngilizler'in oyunuyla kendi halinde bir ülke iken, savaşa katılarak uluslaşan Avustralya ve Yeni Zelanda var. Büyük Britanya ve Fransa gibi emperyal güçlerini kibirle göstermeye gelip boyunları önünde çekip gidenler var...
Dünyanın Gelibolu diye simgeleştirdiği bizimse Çanakkale diye anıtlaştırdığımız kanlı savaşların üstünden üç yıl sonra bir asır geçmiş olacak.
Çanakkale'yi görmeden o savaş alanlarını gezmeden ve dahi 1. Dünya Savaşı atmosferini bilmeden, hissedemezsiniz...
Siper sipere, göz göze, boğaz boğaza süren bir savaş, Kanlı Sırt, Conkbayırı, Anzak Koyu, Lone Pine (Tek Çam) ve daha nice yerler...
Tüyleriniz diken diken olur... Hani Mehmet Akif diyor ya:
"Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın."
İşte öyle bir yerdir Çanakkale...
Mustafa Kemal, Gelibolu'ya çıkarma yapılan ilk gün 9. Tümen'in komutanıdır, rütbesi yarbaydır. Çıkarmayı öğrenir öğrenmez bir şeyler yapma gereğini duyar ve harekete geçer. 1918 yılında o günü Ruşen Eşref'e şöyle anlatacaktır:
"...Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı'na vardık. Şimdi burada tesadüf ettiğimiz sahne en enterasan bir sahnedir. Ve vak'anın en mühim anı bence budur.Conkbayırı'nın cenubundaki 261 rakımlı tepeden sahilin tarassut ve teminine memuren oralarda bulunan bir müfreze efradının Conkbayırı'na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Bizzat bu efradın önüne çıkarak:
- Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
- Efendim düşman! dediler.
- Nerede?
- İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
- Düşmandan kaçılmaz, dedim.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı'na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen efradının "marş marş"la benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emirzabitini geriye saldırdım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır."
25 Nisan'da başlayan Kara Savaşları'nın anmak için her yıl Türkiye'ye gelen ANZAK torunları atalarını andı. 8 bin 700'den fazla Avustralyalı ve 2 bin 700 Yeni Zelandalı'nın hayatını kaybetiği savaşın yıldönümünde konuşan Avustralya Başbakanı Julia Gillard'ın, "Bu kıyılarda zafer mümkün değildi; Anzakların hiç bir zaman geçemeyecekleri bir sınavdı. Onlar daha büyük ve daha zorlu bir sınavı geçtiler. Sizlerle gurur duyuyoruz. Müteşekkiriz. Ve hiç bir zaman unutmayacağız" diye konuşması boşuna değil..
Gillard'ın, Atatürk'ün o muhteşem seslenişine atıfta bulunarak, "Türkler bizim kayıplarımızı onurlandırdılar ve onlara kendi evlatları gibi sahip çıktılar. Ve daha sonra tarih sayfalarında nadir görülen bir şey yaptılar, bu yere mağlupların onuruna Anzak Koyu adını verdiler. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti'ne büyük bir gönül borcumuz bulunmaktadır. Hiçbir millet mabetlerimizi daha iyi koruyamaz ve bu kutsal ziyaretlerimize daha cömertçe ev sahipliği yapamazdı. Değerli bir rakip, daha da büyük bir dost olduğunu kanıtladı" demesini de unutmayın...
Büyük bir savaş ve büyük bir dostluk..
Orada ölen kahramanlara ve gazilere çok şey borçluyuz.

24 Nisan 2012 Salı

Lale deyip geçme, tarihe sor...


Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşinin Türkiye Hollanda ilişkilerinin 400. yılı kapsamında yaptığı ziyaret, doğanın nadide çiçeği "lale" ile taçlandı. Gül çifti, kraliçe Beatrix, Prens ve Prenses'le birlikte Amsterdam Müzesi'nde "Hollandalı Tüccarlar ve Osmanlı Sultanları" sergisinin açılışını yaptıktan sonra, müze önünde kendileri için özel hazırlanan lale bahçesinde gezdi. Cumhurbaşkanı Gül onuruna verilen yemekte de, Osmanlıların Hollandalı dostlarına ilk hediyesinin lale olduğuna dair yaygın bir görüş bulunduğunu ifade ederek, Türk kültüründe, güzelliğin ve zarafetin sembolü olan lalenin, her yıl çiçek açmak suretiyle iki ülkeye yüzyıllardır gururla sürdürülen köklü ilişkileri hatırlattığını söyledi.
Bugünlerde festival nedeniyle İstanbul'un dört bir yanını saran laleleri Cumhurbaşkanı'nın binlerce kilometre öteden anması boşuna değil...
Osmanlı'da Lale Devri diye bir döneme adını veren bu çiçek şairleri, mimarları, müzisyenleri etkilemiş; tarihe altın harflerle yazılmıştır.
İstanbul Belediyesi 12 milyon laleyle baharı karşılayıp gözümüzü, gönlümüzü hoş ederken gelin tarihte bir ufuk turu yapalım...
Lale Devri, Osmanlı Devleti'nde, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönemdir. Adı çok sonraları tarihçiler tarafından konmuştur...
Şair Lale Devri'nin günlük hayatını ve İstanbul'un tasvirini unutulmaz mısralarla dile getirmiştir:
"Bu şehr-i Stanbul ki bî misl-ü bahâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır."
Şair Nedim günümüz Türkçesiyle şöyle demektedir: Bu İstanbul şehri ki misli benzeri yoktur Bir taşına bütün Acem mülkü fedadır.
Bu dönemin en önemli kişisi hiç kuşkusuz ince ve hassas bir ruha sahip olduğu bilinen Sultan III. Ahmet'tir. Bu dönemde sanat ve toplumsal hayata özgün bir anlayış getirilmiş. Sultan III. Ahmet, Topkapı Sarayı ile Yeni Cami'de birer kütüphane, Topkapı Sarayı'nın girişindeki Bâb-ı Humâyun'un karşısında Türk sanat şaheserlerinden sayılan Sultan Üçüncü Ahmet Çeşmesi ve İstanbul'un su ihtiyacını karşılamak amacıyla da "Deryayi Sim" adlı bir su bendi inşa ettirmiştir.
Bunlardan başka Üsküdar Yeni Vâlide Câmii, Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Damat İbrahim Paşa Camii ve Külliyesi, İstanbul'da Yeni Postane arkasında Daarül Hadis ve Sebil, Ortaköy Camii önündeki çeşme, Üsküdar Şemsi Paşa'da Hüsrev Ağa Camii önündeki çeşme ve Çubuklu Camii yanındaki Mesire Çeşmesi gibi eserler de yine bu dönemde yapılmıştır. Dönemin belki de en gözde eseri olan mesire ve eğlence yeri Sâdâbâd, isyanlar sırasında onlarca kasır gibi harap edilmiştir.
Topkapı Sarayı'nın girişindeki Bab-ı Hümayun kapısının önündeki III. Ahmet Çeşmesi...

Prof. İlber Ortaylı hocamız, Lale Devri'nin; mimari, konak, mahalle yaşamı, şehir meydanları, edebiyat, resim ve tarihçilikte yeni bir çığır açtığını söylemektedir. O dönemi incelik ve zerafet olarak tanımlamaktadır.
Orta Asya'dan Anadolu'ya oradan da Avrupa'ya uzanması da Kanuni döneminde 16. yüzyılda olmuştur. Avusturya elçisi Busbecq'in lale soğanlarını götürmesiyle çok kısa sürede Tulipmania diye adlandırılan lale çılgınlığı, Viyana ve Hollanda'ya yayılmış ve tam bir çılgınlık halini almıştır. Hatta o dönemde tek bir lale soğanına yüksek fiyatlar verilmiştir. 1623 yılında tek bir lale soğanı 2500 Hollanda Florini değerinde satılmıştır. Daha sonraki yıllarda tek bir lale soğanı için ödenen fiyat 5500, hatta o dönemde Amsterdam'ın merkezinde bahçeli bir ev fiyatına eşdeğer olan 10.000 florine kadar çıkmıştır. Daha sonra çalkantı ve büyük panik sonucunda lale zengini bir çok büyük tüccar birden fakirleşmiştir. Ve bu şekilde yavaş yavaş çılgınlık sona ermeye başlamıştır. Böylece tarihte ilk finansal panik ve spekülasyon lale soğanları yüzünden çıkmıştır.
Siz siz olun lale görürseniz dönüp bir daha bakın... İçinde tarih yatıyor....

11 Nisan 2012 Çarşamba

Kanuni, Meral Okay'ı görürse...


En verimli çağında sonsuzluğa yürüyen Meral Okay'ın tiyatro, oyunculuk, söz yazarlığı ve son yılların en çok konuşulan dizisi Muhteşem Süleyman'ın senaristliğiyle şu fani dünyada bıraktıkları yeter de artar bile...
Osmanlı tarihi tutkunu biri olarak baştan söylemek gerekirse Muhteşem Süleyman dizisini hiç izlemedim ancak bir gazeteci olarak tartışmaları takip ettim.
Dizide bir kişi (Süleyman) üzerinden önemli bir dönem anlatılıyor. İçinde aşk, entrika vs bir çok konu ele alınıyor. Dizinin izlenmesi için reyting dünyasında konunun böyle ele alınması çok normal geliyor. İzlemediğim halde eleştirilerin çok sığ olduğunu düşünüyorum. Hürrem Sultan figürü de belirleyici olması gerekiyor. Bundan kaçamazsınız... Onun telkinleriyle halkın ve sarayın en sevdiği şehzadenin öldürülmesi o dönemde çok büyük tepkiye yol açmıştır. Yazılı kaynaklarda Hürrem Sultan'a ve Padişah Süleyman'a yazılan beyitlerde beddua bile edildiği görülür...
Sonuçta bu bir dizi, senarist tarihi kişiliği ve olayları rencide etmeden bir takım unsurlarla besliyor. Tabii ki o tarihte kullanılmayan yiyecek, giysi gibi unsurları saymıyorum... Daha dikkatli olunabilirdi.
Süleyman bir cihan imparatorudur. En uzun süre tahtta kalması da (46 yıl) çok önemlidir...
Osmanlı'yı bir ordu devletinden, kanunları ve nizamlarıyla gerçek bir devlete dönüştürmüştür... Onun döneminde devlet adamları, sanatkarlar, şairler korunup kollanmıştır. Ülkenin dört bir yanına hanlar, hamamlar, camiler, vakıflar yapılmıştır. Halkın mutluluğu ve zenginliği o dönemin Batılı seyyahlarının da gözlemlediği gibi kıskanılacak boyuttadır...
Dünyanın Muhteşem sıfatıyla andığı bizim Kanuni dediğimiz Süleyman'la ilgili dizi üzerinden Meral Okay çok yıpratıldı ve mesnetsiz ithamlarda bulunuldu. Ancak ölümünün ardından yazılanları okurken dizideki bir bölüme rastladım.

Ve Meral Okay'ı içim ürpererek saygıyla andım... Bence o sözler Kanuni'yi çok iyi anladığını gösteriyor ve her şeyin özeti gibi...
Gün boyu gururla cesetler arasında dolaşan Kanuni gece tahtına kurulmak yerine çadırının önüne kazdırdığı mezara uzanmış boylu boyunca yatıyor...
Gerçek hesaplaşma o an başlıyor:
"İçim kibirle doldu. Bu hissi yenmeliyim yeneceğim. İdrak et Süleyman. Unutma, tevazu içinde ol. Bütün şeref ve irade senin değil. Rabbine şükret ve nefsine üstünlük verme. Zinhar kibre düşme. Sen hakka karşı hayalı halka karşı vefalı ol. Vücudun, fikrin, zikrin ona ait, sahibi sanma. Hakkın nimetlerini kendinin, kendinden olanları yegâne sanma. Nefsini öldür yoksa o seni öldürür. Kibrini yen Süleyman. Her firavunun Musa'sı her şerrin bir Nuh'u vardır. İman et hatırla. Vücuda geldiğin hali ve gideceğin son mertebeyi unutma. İşte o zaman cennetin kapıları açılacak sana. Vicdanın senin kıblendir Süleyman. Kaybetme!"
Muhteşem Süleyman'ın, geçen salı günü toprağa verilen Meral Hanım'ı görürse şunu diyeceğinden eminim: "Beni çok iyi anlamışsın."
Ruhları şad olsun...

4 Nisan 2012 Çarşamba

Bahar güzeli erguvanlar...


Nisan geldi, güneş yüzünü gösterdi. Baharın müjdecisi erguvanlar da boy göstermeye başlar artık. İstanbul'un ve Boğaz'ın her bir yanı o güzelim ağaçların çingene pembesi ve mor karışımı rengine bürünür. Ya o kokusu; nasıl da insanın başını döndürür...
Erguvanın tarihini Hz. İsa dönemine kadar uzatmak mümkün. Avrupa'da Yahuda ağacı olarak (Judas) olarak bilinir. İnanışa göre Hz. İsa'yı ihbar eden Yahuda pişman olur ve kendini erguvan ağacında asar. Bu olaydan önce beyaz olan yaprakları kandan ve utançtan pembeleşir...
Sonraki dönemlerde erguvan rengi, Bizans döneminde imaparatorluk rengi olarak kullanılmış. Osmanlı ise tam hakkını vermiş. Erguvan Bursa'nın tarihinde önemli bir yeri olmuş ve simgesi haline gelmiş.
14. yüzyıldan itibaren Sultan Yıldırım Beyazıt'ın damadı Anadolu erenlerinden Emir Sultan'ın erguvanların açma mevsiminde müritleriyle buluşması şenlikler halinde kutlanmaya başlanmış.
Yüzyıl öncesine kadar Bursa'da bir bahar geleneği olarak Erguvan Bayramı kutlanmaktaydı. Evliya Çelebi'nin de "Erguvan Cemiyeti Faslı" diye söz ettiği bu gelenek, Emir Sultan tarafından başlatılmıştı.
Her yıl Nevruz başlarında Anadolu'nun dört bir yanından Bursa'ya gelip Emir Sultan türbe dergâhını ziyaret eden dervişler, sabahlara kadar zikrederlerdi. Tanpınar, söz konusu Erguvan Şenliklerini Beş Şehir'in Bursa ile ilgili bölümünde şöyle anlatıyor:
"Erguvan şenliği, baharın bütün güzelliğiyle kendini gösterdiği erguvanların rengârenk açtığı günlerde Emir Sultan halife ve müritlerinin, Osmanlı ülkesinin dört bir yanından kalabalıklar hâlindeBursa'da Emir Sultan dergâhına gelerek, bir hafta boyunca zikr ü tevhid icra etmeleri, diğer tekke ve dergâhları ziyaret ederek sohbete katılmalarıdır. Bir hafta süren bu fasıl çeşitli toplantılar, davetler, şehir gezileri ve benzeri cemiyetlerle şenlenir; bu durum, şehirde bolluk, bereket ve meserret olarak algılanırdı."
Şimdi İstanbul'da olduğu gibi Bursa'da erguvanı yeniden hatırlayıp, gelecek kuşaklara tanıtıyor.
 Yıldırım Belediyesi, Uludağ Üniversitesi'nin de desteğiyle erguvan şenliklerini canlandırmak için bir süredir kolları sıvadı.
Ama yetmez, yetmemeli de... Divan şiirinden, günümüze kadar şairlerin, müzisyenlerin ilham kaynağı olan erguvan yeniden tahtına oturmalı..
Erguvanla ilgili araştırma yaparken Bursa Hakimiyet gazetesinden Hasan Kanbolat'ın yazdıkları aslında her şeyin özeti gibi:
"2000'li yıllarda İstanbul ve Bursa'da Erguvan Şenlikleri düzenlenmeye başlanmışsa da söz konusu çabalar henüz kenti ve toplumu kavramaktan uzaktır. Bursa'da valiliğin, yerel yönetimlerin, yerel medya ve sivil toplum kuruluşlarının erguvan çiçeğine ve rengine daha fazla sahip çıkması gerekmektedir. Unutmayalım, her ülkenin ve her kentin bir rengi, bir çiçeği, bir kokusu vardır. Bursa'nın da ağacı 'erguvan', çiçeği 'erguvan çiçeği', rengi ise 'erguvan rengi'dir. Erguvan pek kokmadığına göre Şeyh Galib'in, 'gül mü güler, erguvan mı ağlar' sözünden yola çıkarak erguvan ile gülü bütünleştirmeli ve erguvan altlarına dikilecek güllerin kokusu Bursa'yı kaplamalıdır."

31 Mart 2012 Cumartesi

Gündem'in yasağı kısa sürdü



Zor günlerdi zor... Güneydoğu'yu yangın gibi saran savaş artık Batı'ya dayanmıştı. Faili meçhuller almış başını gitmişti...
Bir gece kapıya birileri dayanıp (Beyaz Toroslu arabalar) babaları, eşleri, gençleri alıp gidiyordu. Sonra ya bir yerde ölüsü bulunuyordu ya da kayıp... Onlarca yıla rağmen hala izleri yok...
Analar her Cumartesi toplanıp onları arıyorlar...
O günler herkesin kafasını öbür yana çevirdiği günlerdi... Medya manipülasyonla, yalan haber yapıp meseleyi anlayacağına çarpıtıyordu...
Bir halkın başına çökmüş derin yapılanma yoksulu, garibanı yalnızca ve yalnızca Kürt olduğu için acımasızca eziyordu. Köyler yakılıyor, büyükşehirler göçle dolup taşıyordu.
Öte yandan yoksul Anadolu çocukları askerde ardı ardına şehit olup Batı'da öfkeli kalabalıklar tarafından toprağa veriliyordu...
Bugün artık çok iyi biliyoruz ki, iki halkı birbirine kırdıranlar var.
Özgür Gündem de o günlerden büyük acılar çekerek geldi...
Bu gazetenin başından çok şey geçti, bombalandı, çalışanları kaçırılıp işkence yapıldı ve öldürüldü...
1996'da kapatıldığında Ahmet Altan, Orhan pamuk gibi aydınlar Beyoğlu'na çıkıp gazeteyi dağıtmıştı..
Ve yıllar sonra 2012'nin 24 Mart'ında mahkeme "örgüt propagandası yaptığı" gerekçesiyle gazeteyi toplatıp bir aylığına da kapattı.
Ancak tepkiler üzerine bir hafta sonra mahkeme "pardon" dedi. Bu özrü de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa'nın 90. maddesine atıfta bulunarak kararının isabetli olmadığını bildirdi...
Konuşarak, tartışarak ve silahların sustuğu bir hayatttır özlemimiz, yasaklar değil...

30 Mart 2012 Cuma

Medeniyetlerin Fatih'i...


Türk sinemasının en büyük bütçeli filmi "Fetih 1453" gösterime girdiği günden beri tartışılıyor. Filmi vizyona girdiği ilk hafta 2 buçuk milyon kişinin izlemesi ve birçok ülke tarafından satın alınması büyük bir başarı... Sinema eleştirmenleri özellikle savaş sahnelerini çok beğendi, tarihçiler ise olayların ve kişilerin üstünden giderek haklı eleştiriler sıralıyor. Filmin bunların yanında en büyük getirisi, kulaktan dolma ve resmi tezlerle bildiğimiz bir döneme ait tarihin tartışılmaya başlanması oldu...
Fatih Sultan Mehmed ve Fetih'le ilgili kitaplar yeni baskılar yaptı. Filmin danışmanlarından Prof. Dr. Feridun Emecan hoca başta olmak üzere birçok tarihçi televizyon ve gazetelerde söyleşilerle tartışmayı olgunlaştırdı.
İstanbul'un fethi birçok ilkin yaşandığı bir olaydır...
Ateşli silahların ve modern askeri tekniklerin kullanıldığı önemli bir savaştır..
Ortaçağ'ı kapatmıştır ve Prof. İlber Ortaylı'nın da isabetle belirttiği gibi; elli üç gün süren uzun savaş gerçekten Ortaçağ'ı kapatmıştır. Bu Ortaçağ, Avrupa tarihi için böyle olduğu gibi bizim için de öyledir...
"İşte bu imparatorluk çağı da bir yerde Osmanlı'nın yeniçağıdır."
Fatih, 29 Mayıs 1453 Salı günü İstanbul surlarından içeri beyaz atıyla girdiği zaman, son Bizans İmparatoru 11. Konstantin Paleiologos elinde kılıçla son nefesini veriyordu. Kuşkusuz bu olay insanlık tarihini değiştirmiştir. Bazı tarihçilere göre Roma İmparatorluğu Bizans'ın düşmesiyle yok olmamış, şekil değiştirmiştir. Bir dönem Roma'da Papanın danışmanlığını yapan Grek kökenli filozof Georgios Trapezuntios 1466 yılında Fatih'e yazdığı mektubunda şöyle diyor: "Roma İmparatorluğunun başkenti Konstantiniyye'dir... Dolayısıyla siz Romalıların meşru imparatorusunuz... ve kim ki Romalıların İmparatorudur ve öyle kalır, o zaman da tüm dünyanın İmparatorudur."
Burada Osmanlı'nın Roma İmparatorluğunun varisi olduğu kastedilir ki bunda haklılık payı vardır.
Rumlar yeryüzündeki cennet, Tanrı'nın ihtişamının tahtı olarak gördükleri o muhteşem mabet Ayasofya'nın içine sığınmışlardı. Bir mucize bekliyorlardı...
Fatih içeriye girer ve mermer zemini hırpalayan askerlerinden birini durdurarak, "Ganimet ve esirlerle yetinin; şehrin yapıları bana aittir" der. Hazreti İsa'nın, Meryem Ana'nın ve Ortodoks ermişlerinin dibinde Allah'a dua etti. Tebrikleri de kabul ettikten sonra onlara şunu söyler: "Osmanlı'nın tahtı burada sonsuza kadar sürsün. Mührü muvaffakiyet olsun."
Filme dönersek bazı abartılmış yerlerine rağmen işte bu yüzden faydalı oldu diye düşünüyorum.
İlber Hoca'nın, Fatih hakkındaki tespiti bu yazının son sözleri olsun ancak bu büyük adamın kişiliği, dünyaya bakışı, imparatorluğun temeline attığı harcı daha konuşuruz:
"Fatih bir imparatorluk inşaa etmektedir; ama şunu da ifade edeyim ki altı asırlık imparatorluğu tarihi içinde sadece anavatanımız Anadolu'yu değil, Türkiye'nin dışında kalan Osmanlı ülkelerinin de içtimai, dini, kültürel yapısını en çok değiştiren hükümdar Fatih Sultan Mehmet'tir."

22 Mart 2012 Perşembe

Tanpınar ve geçmiş zaman... 2

Evliya Çelebi'nin "Velhasıl Bursa sudan ibarettir" dediği kentte bir vakitler 200 çeşme varmış.

Türk edebiyatının büyük ustası Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kılavuzluğunda çıktığımız Bursa yolculuğuna kentin Osmanlı'nın kurucu başkenti olduğunu ve manevi iklimiyle başlamıştı. Tanpınar'ın her bir kelimesi zerafet içeren anlatımıyla yine 1940'lı yıllara dönüyoruz. Osmanlı'nın çeşme kültürü bir başkadır. Birbirinden zarif çeşmeler birdenbire karşınıza çıkıverir, bir sokağı dönersiniz işte karşınızda. Üstünde hayır sahibinin adı ve duasıyla. İşte Evliya Çelebi'de Bursa'nın çeşmelerinden uzun uzun söz ettikten sonra "Velhasıl Bursa sudan ibarettir" diye son noktayı koyar. Tanpınar, "Evet, Bursa bir su şehridir" der ve 200'den bunun sebebinin de Şeyhülislam Kara Çelebizade Aziz Efendi olduğunu aktarır.
"Menfasını değiştirttiği bu su şehrindeçeşme yaptırmayı kendine biricik eğlence edinir ve servetinin mühim bir kısmını bunun için harcar. Böyle bir hayrata ihtiyaç olmadığını aklına bile getirmeden yaptırdığı bu çeşmelere Bursalılar hala Müftü çeşmeleri diyorlar."
Tanpınar o dönemde çeşme sayısını ikiyüz olarak veriyor. Şimdi durum nedir kimbilir. Kaç fani başında durup susuzluğunu dindiriyordur...
Üstat Bursa'da kelimelerin de peşine düşüyor. İşte Gümüşlü. Osman Bey'in gömüldüğü eski Bizans manastırının adı.
Diyor ki; "Bursa fatihleri yarım asra yakın bir zaman imanlı ve coşkun akışlarına yol gösteren bu adamın hatırasını elbette böyle bir kelimeye, bir istikbal rüyasına benzeyen bu üç heceye emanet edebilirlerdi."
Peki ya bir semte adını veren Nilüfer.
"Bursa'yı tek başına bütün bir bahar güzelliğiyle doldurur. Orhan Bey'in karısına olan sevgisi veya I. Murat'ın evlat muhabbeti, bu kadının adını Bursa'nın ve İznik'in tarihine ayrılmaz bir şekilde bağlamıştır."
Ya Yeşil'e ne demeli:
"Bu kelimenin ilk cetlerle beraber Orta Asya yaylalarının baharından geldiği o kadar belli ki... Fakat Bursa'da yeşilini manası çok başkadır; o ebediyetin rahmani yüzü, bir mükafata çok benzeyen bir sukunun fani bir saate sinmiş manasıdır."

                                Cem Sultan'ın mezarının da bulunduğu Muradiye türbesi

Osmanlı'nun kurucu başkenti Bursa'nın önce Edirne sonra da İstanbul'a giden merkezi rolünü nasıl karşıladığını Ahmet Hamdi'nin yorumu ise unutulmazdır:
"Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiğii erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne'nin kendine ortak olmasına, sonra İstanbul'un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır? Her ölen padişahın ve Cem vak'asına kadara her öldürülen şehzadenin cenazesi şehre getirildikçe bu geçmiş zaman güzelinin kalbi şüphesiz bir kere daha burkuluyor: "Benden uzak yaşıyorlar, ancak öldükleri zaman bana dönüyorlar. Bana bundan sonra sadece onların ölümlerine ağlamak düşüyor!" diyordu.
Tanpınar, Bursa ovasına hakim bir kır kahvesinde doyumsuz manzarayı övdükten sonra "Hiç bir şey düşünmek istemiyorum" diyor ve ekliyor:
"Sadece bu anı ve bu aydınlığı Bursa ovası denen büyük ve zümrütten yontulmuş kadehten içmekle kalacağım. "En iyisi budur, diyorum; eşyayı bırakmalı güzelliğinin saltanatını içimizde kursun."

Tanpınar ve geçmiş zaman... 1


Her şey geçen pazar bir gazetenin kültür sayfasının eteğindeki üç sutünluk haberi görmemle başladı.
Tanpınar Ödülleri 11'inci kez Bursa'da başlıklı haberde başta ünlü şair-yazar Hilmi Yavuz'un da aralarında bulunduğu jüri üyelerinden söz ediliyordu. Son başvuru tarihinin 18 Mayıs olduğu yarışmada verilecek ödüllerden de bahsediliyordu. Buraya kadar her şey normaldi ancak bu yılki ödülün konu başlığını okuyunca çok mutlu oldum.
Hani şöyle nefis bir İskender tabağı önünüze gelir de dört gözle başlamak için tereyağı servisini beklersiniz ya işte öyle oldu...
Bakar mısınız konu başlığına:
"Bursa Geçmiş Zaman Nöbetçisi."
Hemen kütüphaneme seyirttim...
Ahmet Hamdi Tanpınarlar oradaydı...
Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huzur, Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler ve işte aradığım kitap Beş Şehir...
Ve her daim en sevdiğim şiirindeki o dizeler eşliğinde kitabın kapağını araladım...
"Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmaz akışında..."

USTADAN USTAYA

Türk edebiyatının büyük ustasının Erzurum, Ankara, Konya, İstanbul ve Bursa'yı ölümsüzleştirdiği Beş Şehir başka bir büyük ustaya ithaf edilmiş ki bu da eserini bir başka güzelleştiriyor:
Tanpınar kitabın girişinde Yahya Kemal Bayatlı için şunları yazıyor:
"Yahya Kemal'in derslerinden -fakültede hocamdı- ayrıca eski şiirlerin lezzetini tattım. Galib'i, Nedim'i, Baki'yi Naili'yi ondan öğrendim ve sevdim. Yahya Kemal'in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. dilin kapısını bize o açtı. Millet ve tarih hakkındaki fikirlerimizde bu büyük adamın mutlak denecek tesiri vardır."
Buyrun biz de o kapıdan girelim.
Tanpınar'ın Bursa'da Zaman başlıklı bölümü 8 Mart 1941'de yayınlanmış.
(İlk Bursa Tasvir-i Efkar olarak görülüyor... Ve her şehir ayrı tarihlerde gazetelerde neşredildikten sonra 1946 yılında kitap haline getiriliyor. Benim elimdeki 2009 tarihli ve 26. baskı...)
Gazetedeki haberin konu başlığıyla kitabı buluşturduktan sonra artık biraz daha ayrıntıya girme zamanı...
"Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştan başa ve iliklerime kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman içinde hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir. Uğradığı değişiklikler, felaketler ve ihmaller, kaydettiği ileri ve mesut merhaleler ne olursa olsun o, hep bu ilk kuruluş çağının havasını saklar, onun arasında bizimle konuşur, onun şiirini teneffüs eder."
Üstat konuya böyle girer ve sonra daha eskilere giderek bir seyyahtan alıntıyla düşüncesini pekiştirir:
"Bu hakikati gayet iyi gören ve anlayan Evliya Çelebi, Bursa'dan bahsederken 'ruhaniyetli bir şehirdir' der."
Bir başta tanık daha vardır sırada:
"Sadrazam Keçeci Fuad Paşa ise, 'Osmanlı tarihinin dibacesi' diyerek bu mazi damgasını başka şekilde belirtir."
Yani Fuad Paşa dibacesi derken başlangıcı olduğunu vurguluyor ki çok isabetli bir tanımlama...

ZAMANDA KAYBOLMAK

Bursa'ya birkaç kez gittiğini belirten Ahmet Hamdi Tanpınar ruh halini özetliyor:
"Her defasında kendimi daha ilk adımda bir efsaneye çok benzeyen bu tarihin içinde buldum, zaman mefhumunu adeta kaybettim ve daima, bu şehre ilk defa giren ve onu baştan bir Türk şehri olarak kuran dedelerimizin yaşayışlarındaki halis tarafa hayran oldum."
Ve devamında şiir kokan o cümle: "Onlar zaferin kendilerine ilk gülüşü saydıkları bu şehri o kadar sevmişler, o kadar candan kucaklamışlar ki, hala taşı, toprağı bu yükseltici ve şekil verici ihtirasın nurdan izleriyle doludur."
Peki bu şehirde zaman kavramını kaybetmek nasıl bir şeydir, niyedir, ya da nasıl olur, olabilir...
"Bu şehirde muayyen bir çağa ait olmak keyfiyeti o kadar kuvvetlidir ki insan 'Bursa'da ikinci bir zaman daha vardır' diye düşünebilir."
Hadi çıkın içinden çıkabilirseniz... Ahmet Hamdi bir yazar, sanatçı ruhuyla böyle benzetmeler yapması normal diyebilirsiniz belki.
Yazısının üstünden 72 yıl geçmiş ancak yolu Bursa'dan geçenlerin bunu çok iyi anlayacağını biliyorum..
Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemini çok iyi bilen, söze, müziğe, tarihe, yazıya hakim bu ustanın hislerini nasıl göz ardı edebiliriz ki...
Bakın o ikinci zamanın ne olduğunu gelecek yüzyıllara da miras kalacak bir şekilde nasıl da mühürlüyor:
"Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımz, seviştiğimiz zamanın yanı başında, ondan daha çok başka, çok daha derin, takvimle, saatle alakası olmayan; sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında edebi bir mevsim gibi ayarladığı velüt ve yekpare bir zaman... Dışarıdan bakılınca çok defa modası geçmiş gibi görünen şeylerin, bugünkü hayatımızda artık lüzumsuz zannedebileceğimiz duyguların ve güzelliklerin malı olan bu zamanı bildiğimiz saatler saymaz, o sadece mazisinde yaşayan bir geçmiş zaman güzeli gibi hatıralarına kapanmış olan şehrin nabzında kendiğinden atar."
İşte böyle yerimiz bitti ama Tanpınar'ın kılavuzluğundaki gezimiz bitmedi...
Bursa'da adların cazibesi, bir semte adını veren Nilüfer Hatun ve Emir Sultan'ın hikayesi, suları, çeşmeleri, türbeleri, ovası da bitmedi.
Ya Osmanlı'nın Edirne ve İstanbul'a yönelmesine rağmen Bursa'nın tevazusu ve kuruluş şehri olmanın taşıdığı gurur...