Sayfalar

1 Mayıs 2025 Perşembe

Hiçbir şey tesadüf değil


Polisiye tutkunu gazeteci Yasemin Candemir, ilk kitabı Kaderin Kırmızı İpi ile iyi bir başlangıç yapıyor. Matruşka gibi birbiri ardına çıkan suç ve suçlularla soluk soluğa okutuyor. İyilik ve kötülük arasında gidip gelen hayatlardaki kırılmaları da ihmal etmiyor.

Yasemin Candemir, ilk kitabı Kaderin Kırmızı İpi (Müptela Yayınları) ile polisiye dünyasına sıkı bir giriş yapıyor.
Kitap nasıl başladıysa öyle bitiyor; temposu bir an düşmüyor.
Polisiye romanın hakkını veriyor.
Her bölümün sonunda 'ne olacak acaba' sorusu orada bırakmanıza engel oluyor.
Kitaba adını veren doğu efsanelerindeki kırmızı ip, romanın ruhuna sinmiş.
Son satırları okuduktan sonra kurgusunun tarifle birebir örtüştüğünü anlıyorsunuz:
"Kırmızı ip efsanesi, hayatlarımızın önceden belirlendiğinin kanıtıdır. Her şeyi anlamanın da. Çaprazlama olarak yaşadığımız hikâyeler ve rastgele zaferler tesadüfi değil, doğduğumuzda takılı olan görünmez kırmızı iplerin eseridir. O kırmızı ipler kocaman bir halının parçalarıdır ve öleceğimiz gün bile önceden tayin edilmiştir. Bu, antik çağlardan kalma tuhaf bir inanış gibi görünse de hayatımızda olan her küçük şeyin kader ve karma ile bir ilgisi vardır."
15 yaşından beri polisiye okuyan Yasemin Candemir, bir basın emekçisi.
Muhabirlik, editörlük ve yayın yönetmenliğine uzanan bir çalışma geçmişi var.
Kitabın; akıcı, vurucu cümlelerinde, temiz bir dili olmasında gazeteciliğinin getirdiği titizliğinin yansımaları görülüyor.
Bu işin olmazsa olmazı iyi bir edebiyattır.
Candemir, bu yönden de iyi bir okuma vaadediyor.
Her bölümün başında Shakespeare'den film repliklerine, ünlü düşünürlerden yazarlara konuya uygun titizlikle seçilmiş alıntılar da zenginlik katıyor.
Rock şarkılarından 18. yüzyıldaki mobilya tasarımına kadar ince bilgiler de karakterlere uygun seçimler olmuş.
ABD'de geçen hikayenin kahramanları da yabancı.
Bu da uluslararası anlamda önemli bir kapı açabilir.
Kitap, çok katmanlı, çok ayrıntılı, tarif ettiği gibi birbirine bağlı suçlar örgüsüyle ilerliyor.
Çocukluğu berbat geçmiş evlililiği ondan de beter, şiddet görmüş minik kızını hastalıktan kaybetmiş bir seri katil.
Hem de kadın, lakabı büyücü...
Yazarımız onun portresini bir hamlede çiziveriyor:
"O artık bir fısıltının esiriydi. İlk önce zihninde kısık seslerle belirmiş, sonra ağır ağır tüm bedenini ele geçirmişti. Kızının ölümü, kocasının hapishaneye girmesi sürecinde kollarında ve bacaklarında karıncalanma yaratan sinsi bir dürtüden öteye geçmemişti. Uğradığı hakaretlerle beslenip büyüdü. Boğazında bir düğüm haline geldi zamanla. Sabırlıydı. Bekledi, bekledi... Sonunda hayatını onun kollarına teslim etmesini istedi. Bu fısıltının adı; İntikamdı. Merhamet ve vicdanı içinden söküp atarken yeni hayatı başladı."

Polisiyenin kraliçesi Agatha Christie'nin efsane başyapıtı Doğu Ekspresi'nde Cinayet romanında meşhur dedektifimiz Hercule Poirot'nun dediği gibi; "Madam, bir insanın cinayet işlemesi için ruhunda küçücük bir kırılma olması kafidir."
Bir Şaman maskesi, kırmızı ipler, efsaneler, söylenceler...
Polisler, savcı, FBI, soruşturma, dinlemeler, takipler arasında inanılmaz işler oluyor.
Yazar, matruşka gibi suçu ve suçluları çıkardıkça çıkarıyor.
Her biri birbiriyle bir şekilde bağlantılı.
Ama asıl mesele yerli yerinde duruyor.
O kadar çok kişi, cinayet, saldırı, kıskançlık, şu bu var ki...
Bir yerden sonra tüm bunlar nerede toparlanacak demekten kendinizi alamıyorsunuz...
Finali okuduktan sonra bir eksiklik hissettim.
Sonra anladım ki, bu benim önyargımdı.
Ağırlıklı olarak bir dedektifin kişiliğinde, bir şehrin ya da bir ülkede geçen polisiyelerin bize bıraktığı bir miras bu.
Yasemin Candemir bunu kırıp geçiyor.
En azından benim için böyle...
Seri katilin merhametli sevecen birine dönüşmesi mümkün mü?
Yanıtını yine Hercul Poiort versin:
Hanımlar ve beyler; bu olayda anladım ki adaletin terazisini dengelemek her zaman mümkün olmuyor. Bu sefer bu dengesizlikle yaşamayı öğrenmem gerekiyor. Burada bir katil yok. Sadece iyileşmek için bir şans verilmeyi hak etmiş insanlar var. Hepiniz özgürsünüz. Umarım aradığınız huzuru bulursunuz. Umarım hepimiz buluruz.
(Sabah Kitap ekinin Mart 2024 sayısında yayınlanmıştır.)

Silinmeyen gölge: İttihadçılık

(Lider kadro. Soldan sağa, Cemal Paşa, Enver Paşa, Talat Paşa)

İttihadçılar, yüzyıldır resmi ve alternatif tarihin tartışmalarında odak noktası oldu. Bayrak Kalpak Revolver: İttihad ve Terakki Nasıl Tartışılmalı? kitabı tarihimizin önemli bir safhasına yeni bir bakış açısı getiriyor.

Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında yaşadığı zorluklar bitmek bilmedi.
Dünya değişiyordu, Osmanlı'da bir parçası olmak için çabaladı.
En büyük sorunu hayatta kalmaktı.
Hem içerde hem de dışarda karışıklıklar baş gösterdi.
Emperyalist devletlerin toprak emelleri, diplomatik oyunların biri bitmeden biri başlıyordu.
Sosyal yapı ve devlet mekanizmasında dönüşüm hamleleri aynı zamanda çözülmeyi de getirecekti.
Sultan 2. Abdülhamit, 1876'da emperyal bir imparatorluğun başına geçtiğinde dünya büyük sarsıntılar yaşamaktaydı.
Hem imparatorluğun hem de Avrupa'nın her anlamda dönüşümler yaşadığı; siyasi, ekonomik, kültürel, toplumsal çalkantıların art arda sıralandığı bir dönemdi.
Saltanatında; yeni resmi ideolojisiyle, siyasi rejimiyle, modernleşme projeleriyle, dış politikasıyla, devlet ve toplum büyük dönüşümler yaşadı.
Osmanlı tarihinde onun kadar övülen ve bir o kadar da eleştirilen padişah olmamıştır.
33 yıl süren saltanatı boyunca imparatorluğu ayakta tutmaya çalıştı ancak baskıcı rejimi de huzursuzluğa neden oldu.
Özellikle kendi kurdurduğu modern okullarda okuyup yetişenler, Abdülhamid karşıtlığında başı çekiyordu.
Gizli örgütlenmeler içinde bugünde değişik vesilelerle andığımız İttihadçılar öne çıkıyordu.
İktidarı zorla ele geçirmelerinden Balkan Harbi'ne; oradan Osmanlı'nın yıkılışına yol açacak Birinci Dünya Savaşı'na sürüklenmeleri hepimizin bildiği gerçeklerdir.
Tarihçi Prof. Erhan Afyoncu'ya göre; hayal ve gerçeği karıştırmaları, tecrübesizlikleri ve panikle harekete etmeleri yüzünden büyük toprak kayıplarıyla imparatorluk paramparça olmuştur.
Birçok sorunda ve krizde sembol olarak ismi gündeme getirilen ve iyi anılmayan İttihadçılar kimdir?
Resmi ve alternatif tarih, sağdan sola siyasi akımlar, muhafazakarların bakış açısı nedir?
Bayrak, Kalpak, Revolver: İttihad ve Terakki Nasıl Tartışılmalı? kitabı bu konuya yeni bir bakış açısı getirmektedir.

16 makaleden oluşan kitabın editörü Hakan Boz, kitabın amacını şöyle özetliyor: "Cumhuriyet'in ilânından bu yana "resmî tarih"; Cemiyet'in ön ayak olduğu pek çok reformu Türk modernleşmesinin bütünlüğü içerisinde görmüş; fakat Cemiyet'in önde gelen aktörlerine karşı mesafeli bir tutum sergilemiştir. Öte yandan "alternatif tarih" tartışmalarının tarafları ise Cemiyet'i bir tür olumsuzluk ikonu olarak tavsif etmiştir. Bilhassa sol ve liberal entelektüeller Cemiyet'i azınlık hakları, eşit vatandaşlık, demokratikleşme, inanç özgürlüğü gibi kavramlar üzerinden; muhafazakâr/İslâmcı -hatta buna bir kısım milliyetçi entelektüeller de dâhil edilebilir- entelektüeller ise geleneksel değerler, âlî devlet, hanedan ve hilafete yakınlık, köklü medeniyet birikimi gibi hususlar üzerinden bir yapı sökümüne tabi tutmuştur. Tabiatıyla bu durum, yakın tarihle ilgili bütüncül bir tarih okuması yapmayı imkânsız kılmış ve bu gibi okumaların tarihsel gerçeklikten kopuk sonuçlar vermesine neden olmuştur. Bu bakımdan İttihad ve Terakki az bilinen, hatta hiç bilinmeyen yönleriyle hâlen daha siyâsî tarihimizin izaha muhtaç çalışma sahalarından biri olarak karşımızda durmaktadır. Tam da bu noktada Bayrak Kalpak Revolver: İttihad ve Terakki Nasıl Tartışılmalı? isimli çalışmamız, temelde İttihad ve Terakki'ye farklı açılardan ışık tutmayı amaçlamakta; Cemiyet'in, XIX. ve XX. yüzyıllar arasında devlet ve toplum açısından üstlendiği kritik role odaklanmaktadır."
İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin nüvesi hükmündeki ilk gizli yapılanma 1889'da Askeri Tıbbiye öğrencileri arasında oluşturuldu.
Son hızla her yere nüfuz ettiler.
"Dönemin iletişimi şartları göz önüne alındığında, İmparatorluğun ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerine yayılmış olan İttihadçıların birbirileriyle ve merkezleriyle iletişim yoğunlukları hayli ilgi çekicidir. İstanbul'da bastırılan İttihadçı bir risale Şam sokaklarında; Manastır'da basılan bir broşür Kahire'de; Paris'te çıkan bir gazete Trabzon'da kısa bir zaman içinde dağıtılabiliyordu. "(Hüseyin Raşit Yılmaz/ İmparatorluğa veda arifesinde bir nesil: İttihadçılar makalesi.)
Cemiyet 1908'de ilan ettirdikleri 2. Meşrutiyet'ten sonra devlette ağırlığını hissetirmiş sonra da iktidara gelmiştir.
1918'e kadar söz sahibi olan İttihadçılar, Cumhuriyet'in ilanından sonra da varlıklarını sürdürdü.
Ancak Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'ya suikast hazırlığının ortaya çıkması sonlarını getirdi.
Yargılamalar muhalefetteki Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'ne kadar uzadı.
Kurucuları milli mücadelenin en önemli isimleri Atatürk'ün silah arkadaşları, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Refet Bele'ydi.
Uzun süre siyasetten yasaklanan ve sonra Meclis Başkanlığı yapan Kazım Karabekir anılarında İttihadçılar'ı cemiyet ve parti olarak ele alarak eleştirir:
"Terakki ve İttihat Cemiyeti, tarihimizin her zaman için iftihar edeceği bir teşekküldü. Onu sarsan, solduran; kendi tarihi adıyla İttihat ve Terakki, fırkacılık hayatına atılması ve kendi kendini aşındırması olmuştur.
Cemiyetin bir uzvu sıfatıyla, onun bu vaziyete düşmemesi için, ben çok uğraştım; fakat cemiyetin bünyesine yapışan tufeyliler, hazıra konmak için o eski feragat sahibi başları, nabız tutmak sanatıyla hırs ve istibdat çukuruna sürüklediler. Cemiyetin şerefli tarihiyle fırkanın hata ve mesuliyetleri birbirine karıştırılmamalıdır."
Kitapta, her biri kendi alanında yetkin isimlerin 16 makalesi yer alıyor.
2. Abdülhamid'in portresinden cemiyetin üç önemli ismi Enver, Talat ve Cemal Paşalara, partiyi doğuran tarihi süreçten İttihad ve Terakki'nin ideoloğu Ziya Gökalp'e, iktisadi girişimlerden eğitime, Kürt meselesinden ordudaki ıslahatlara uzanan geniş bir perspektiften konu ele alınıyor.
(Sabah Kitap ekinin Şubat 2024 sayısında yayınlanmıştır.)


Bir zamanlar Pera'da...


İstanbul'un gözbebeği Beyoğlu ya da Rumca "öte yaka" anlamına gelen adıyla Pera, Osmanlı modernleşmesinin merkeziydi. Yunanlı tarihçi Meropi Anastassiadou, XIX. Yüzyıl İstanbul'unda Rumlar kitabında çok dinli, çok dilli semtin kültürel, toplumsal ve ekonomik tarihini Rum toplumu üzerinden anlatıyor.

İstanbul bir tarih hazinesi.

Hangi taşı kaldırsanız altından başka bir hikaye çıkıyor.
Beyoğlu ya da Rumca'daki adıyla Pera, kentin gözbebeğidir.
Bir zamanlar gezginlerin günümüzde de turistlerin uğrak yeridir.
Bizans döneminde Haliç'in karşı kıyısı Pera olarak bilinirdi.
Yunanca'da "öte" anlamına gelen Pera, ağırlıklı olarak tüccar olan Venedik ve Cenevizliler'e tahsis edilmişti.
Galata'yı da kapsayan bölge üzüm bağlarıyla meşhurdu.
Fetihten sonra Osmanlılar için orası Beyoğlu'dur.
Bu adın nereden geldiği hakkında birkaç rivayetten en sağlam olanı Venedikli bir aileye ait olandır.
Zengin bir tüccar olan Venedik balyosu (elçi) Andrea Gritti'nin konağı dillere destandır.
Zenginliği, politik ilişkileri ve Osmanlı sadrazamlarıyla dostluğuyla önemli bir figür olan oğlu ise konağı görkemli bir hale getirir.
Bu kişi Bey'in oğlu Alvise Gritti'dir.
Ancak küçük bir mahalle olan Beyoğlu, 16. yüzyılın başlarındaki Matrakçı Nasuh minyatürlerinde de az sayıda binası olan, bağlık bahçelik bir alandır.
Semtin gelişimi yüzyılın ikinci yarısında 1535'te Osmanlı İmpratorluğu'nun Fransa'ya burada yerleşme izni vermesi ile başlar.
Ardı ardına birçok elçiliğin yerleşmesiyle Pera'nın altın yılları başlar.
Yunanlı tarihçi Meropi Anastassiadou, Selanik'te Osmanlı İzleri kitabında 500 yıl hüküm süren Osmanlı'nın neden yok sayıldığını sorguluyordu.
Bu kez o yıllarda Pera'ya yerleşmeye başlayan Ortodoks cemaatini inceleyen Anastassiadou, arşiv ve belgelerin ışığında yıllar süren bir araştırmayla önemli bir boşluğu dolduruyor.
Yazarın, XIX. Yüzyıl İstanbul'unda Rumlar/Pera Cemaatinin Toplumsal Kültürel Tarihi (Alfa Yayınevi) kitabında Beyoğlu'nun kozmopolit yapısı ele alınıyor.
Çok dilli, çok dinli semtin büyük fotoğrafı hiç kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu'dur.
Rum cemaati de görkemli tarihe damga vuran önemli bir unsurdur.
İlk belgeler, Rumların yine aksi istikamet anlamına gelen Stavrodromi dedikleri semtte 1804 yılında kurdukları Pera Meryem Ana Kilisesi'ne aittir.
Bu belgelerin kayıtları, yıllar geçtikçe daha düzenli ve kapsamlı hale gelerek Cumhuriyet'in ilk on yıllarına kadar sürer.
Bu kayıtlarda, doğumlar, ölümler, nüfus sayımları, evliliklerin yanı sıra, tarihi yapılar, eğitim kurumları, hayırsever kuruluşlar, diğer cemaatlerle ilişkiler yer alır.
Bankerler, tüccarlar, üreticiler, kol emeğiyle çalışanlar, meslek sahipleri özellikle üst düzey yöneticiler, diplomatlar oradan doktorlar, müzisyenler, eğitmenler gibi kültür ve sağlık alanına kadar uzanan bir yelpaze söz konusudur.
Yalnız Rum cemaati değil, Ermeniler, Levantenler, Yahudiler ve az sayıda da olsa Müslüman bölgenin zenginleşmesine katkıda bulunur.
Sokaklarında birçok dil konuşulur: Türkçe, Rumca, Ermenice, İtalyanca, Fransızca, Almanca, İbranice...
Bölgedeki zenginlikten yararlanmak isteyen taşralılar akın eder.
Sakız adasından, Karaman'dan Rumlar çalışmaya gelerek semtin varoşlarına tutunur.
Hayır kurumları onlara destek olur.

1870'TE BÜYÜK DÖNÜŞÜM

1870'deki büyük yangından sonra Beyoğlu'nun mimarisi de baştan aşağıya yenilenir.
Ahşaptan kagir yapılara dönüşüm başlar.
İtalya'dan mimarlar, ustalar, kalfalar gelir.
Rum ve Ermeni ustaların da katkılarıyla görkemli yapılar ardı ardına bir düzen içinde yükselmeye başlar.
Kiliseler, sinagoglar, okullar, hastaneler, oteller, tiyatro binaları, eğlence mekanları çehreyi değiştirir.
Doğal olarak kültürel hayatı da etkileyen bu ikonik yapıların birçoğu günümüze kadar ulaşır.
Osmanlı da yaşam biçimiyle bir Avrupa kenti görünümündeki semte kayıtsız kalmaz.
Galatasaray Sultanisi, Mevlevihane, Ağa Cami, Taksim'deki görkemli kışlayla İslami damgasını vurur.
Bu modernleşmenin önünü açan iki büyük düzenlemedir.
1839'da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile batılılaşma hareketi hız kazanır.
Osmanlı Devleti bu dönemde, mali, hukuki, eğitim ve askeri alanda bir dizi yenilenme gerçekleştirir.
Tanzimat'ın devamı niteliğindeki Islahat Fermanı da 1856'da ilan edilir.
Osmanlı tebaası içindeki gayrimüslim ve yabancı azınlıklara bir takım haklar tanınır.
Irk, din, dil ayrımı gözetmeden bir Osmanlı toplumu yaratılmak istenir.
Bir amaç da Fransız İhtilali sonrası yayılan milliyetçilik akımının da etkisiyle, özellikle Balkan coğrafyasında yaşayan azınlıkların başlatmış olduğu isyanları sonlandırmak ve devlete olan bağlılıklarını yeniden tesis etmektir.
Ve isyanları bahane eden Avrupa devletlerinin, Osmanlı iç siyasetine karışmasını önlemek de amaçlanmıştır.
Ancak bilindiği üzre olaylar tam tersi olur.
Osmanlı modernleşmesinin yüzü olan Beyoğlu'nun kültürel, toplumsal ve ekonomik gelişimi yüzyılın sonuna doğru sönmeye başlar.
İmparatorluk, ekonomik kriz, çalkantılı iç ve dış siyasetle Birinci Dünya Savaşı'nın da üstüne gelmesiyle tam bir çıkmaza girer.
Tüm bunlardan görkemli Pera da nasibini alır.
Yazar Meropi Anastassiadou, "Nasıl bir gelecek tasarlıyorlardı" diyerek arada kalan Rum toplumunun durumuna teşhis koyar:
"Bazıları muhtemelen Yeni Yunanistan Büyük Fikrine fikrine sıcak bakıyordu. Karadeniz'den Adriyatik kıyılarına kadar uzanan bir Yunanistan...
Kimileri büyük güçlerin denetiminde, siyasal açıdan zayıf ama hoşgörü ve özgürlük geleneğine bağlı bir Osmanlı devletine oynuyordu.
Kimileriyse, ki kesinlikle çoğunluğu oluşturuyordu bunlar, bilgeliğin sesine kulak veriyor ve bir ayaklarıyla sultanın topraklarına diğerleriyle başka bir zemine basmak istiyordu.
Hem orada hem buradaydılar, konjonktürdeki dalgalanmayı dikkatle izliyorlardı."
Yunanlılar'ın Anadolu'yu işgali, Kurtuluş Savaşı, Lozan Anlaşması, Cumhuriyet'in kuruluşu, ardından gelen mübadeleyle gelinen nokta hepimizin malumu.
(Ocak 2024 Sabah Kitap ekinde yayınlanmıştır.)

25 Ocak 2025 Cumartesi

Domatesin tarihi insanlığın da tarihidir...


Meyve mi sebze mi olduğu hep tartışılan domatesin tarihinin peşine düşen ABD'li yazar William Alexander, Dünyayı Değiştiren On Domates kitabında eğlendirici bir üslupla domatesi anlatıyor.

Yemeğin ve onu oluşturan ürünlerin hikâyesi insanla başlar.
Yani yemeğin tarihi insanlığın da tarihidir...
Bereketli bir coğrafyada yaşıyoruz.
İnsanoğlunun yerleşik hayata ilk geçtiği, ilk hayvanı evcilleştirdiği, ilk bitkiyi ehlileştirdiği bölge Mezopotamya bir parçamız.
Anadolu, yüzlerce uygarlığa ev sahipliği yapmış, on binlerce yıldan bu yana her birinin mirasıyla zenginleşmiş bir mutfağımız var.
Meyve ve sebze çeşitliliği baş döndürüyor, sadece bu topraklarda yetişen endemik bitkilere sahibiz.
Ve inanılmaz çeşitlilikte yemekler yapılmış.
Bırakın bir bölgeyi, köyden köye geçtiğinizde pişirmesinden sunuma kadar farklılaşan mutfak kültürümüzle ne kadar övünsek az.
Avcı /toplayıcı atalarımız yerleşik hayata geçtikten sonra çiftçilikle uzmanlaştılar.
Alet kullanmayı öğrendiler ve birikimlerini göçlerle Balkanlar'a oradan Avrupa'ya taşıdılar.
Dünyanın farklı bölgelerinde de insanoğlu böyle bir evrimden geçti.
Ancak Bereketli Hilal'e göre daha geç bir vakitte.
İnsanoğlunun 13 bin yıllık tarihini ele alan ABD'li Prof. Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı muhteşem kitabında, her şeyin Ortadoğu'da bir insanın toprağa bir buğday tanesini ekmesiyle başladığını yazar.
Tarım ve hayvancılığın önemi, dinler, keşifler, mikroplar ve nihayet günümüze teknolojiye uzanarak insanlık tarihinin izini sürer.
Yine bir ABD'li William Alexander ise domatesin peşine düşüyor.
Ancak onun başlangıcı doğal olarak Güney Amerika'dan...
Diamond bir bilim adamı.
Biyolog, antropolog, coğrafyacı vs. Alexander ise uzun yıllar teknoloji alanından çalıştıktan sonra yazarlığa geçmiş.
New York Times ve LA Times gibi mecralarda mutfak kültürü üzerine yazılar kaleme alan bir meraklı.
Her şeyden önce bir domates tutkunu.
Dünyayı Değiştiren On Domates (Timaş Yayınları) kitabıyla "egzotik bir süs bitkisi nasıl kültür tarihinin vazgeçilmezi haline geldi" sorusunun peşine düşüyor.
Sıcaktan ve nemden haz etmem.
Ama yaz ayını sevmek için bir neden denirse, domatesi en başa yazarım.
Toprakta nazlı nazlı büyümesini, yeşil halini, kızarmasını, olgunlaşmasını, koparmasını, tabakta duruşunu, çiğini, pişmişini, salçasını, sosunu, kurutulmuşunu, çerisinden en büyük haline kadar her halini ayrı severim.
Öylesine tutkunum.
Bu kitabı okumak için bundan güzel bir neden olabilir mi?
Alexander, domatesin tarihsel yolculuğunu bilgilendirici, eğlendirici bir üslupla anlatıyor.
Tarih, biyoloji, coğrafya, sosyoloji, efsaneler, söylenceler, müzeler, arşivlerden yararlanıyor.
Uzmanların görüşü eşliğinde domatesin başına gelenleri sorguluyor.
Ve sağlıklı olanın, olması gerekenin peşine düşüyor.
İspanyollar, yeni dünya arayışında keşfettiği Güney Amerika'da muhteşem ve zengin Aztek kültürünü yok ederken birçok şeyi de kendi ülkelerine taşıyor.
Bir geminin ambarında Avrupa'ya ulaşan domatesin dünyanın yemek kültürünü değiştirip ikonik bir hale gelişinin hikayesi işte böyle başlıyor.
Peki nasıl karşılanıyor: nefret ve tiksintiyle.
Oraya gelmeden Avrupalılar'ın domatesle ilk karşılaşması nasıldı?
Kültürlerin tarihini inceleyen ve tarihte ilk antropolog olarak anılan Fransisken Bernardino de Sahagún 1529'da bugünkü Meksika'daki Tenochtitlán'dan gözlemlerini şöyle aktarıyor:
"Domates tüccarı, büyük, küçük, yeşil yaprak şeklinde, ince, tatlı, büyük yılan şeklinde ve meme ucu şeklinde domatesler satıyor. Ayrıca elinde çakal domatesleri, kum domatesleri ve sarı, çok sarı, fazlasıyla sarı, kırmızı, çok kırmızı, fazlasıyla kırmızı, kıpkırmızı, parlak kırmızı, kırmızımsı, şafak pembemsi domatesler de mevcut. Ancak domatesleri kimden satın aldığınıza dikkat edin, çünkü kötü tüccarlar ezik, çürük ve ishal eden domatesler satıyor."
Yazarın son cümleye düştüğü not hislerimize yabancı değil: Bazı şeyler asla değişmez.
Bernardino'nun Yeni İspanya'daki Şeylerin Genel Tarihi adlı 2400 sayfalık değerli el yazması ölünceye kadar, Vatikan'a notlar halinde gönderiliyor.
Oraları kafir olarak gören kilise, yerel halka sempatik olarak bakan rahibin notlarını 300 yıl boyunca saklıyor.
İstila ve katliamların ortaya çıkması istenmiyor.

Bu arada domatesin Avrupa yolculuğu kötü başlıyor.
Flaman bir bitki uzmanı, 1581'de domatesin güçlü, iğrenç kokusunun yenmeyecek kadar sağlıksız ve kötü olduğuna kanıt olduğunu söylüyor.
16. yüzyılın sonlarından bir İngiliz botanikçi "iğrenç ve kokuşmuş" diye söz ediyor.
İspanya Kralı tarafından yeni dünyaya gönderilen doktor ve doğa bilimcisi Hernández, 1571'de bölgenin flora ve faunasını inceliyor.
Domatesleri ekşi ve asitli bitkiler bölümüne koyan Herández, onları yiyen akılsızlara da pişmiş domatesleri ekşi üzümle tatlandırmalarını öneriyor.
ABD ise başka bir alem.
Hemen aşağıdaki Meksika yerine Avrupalı yerleşimciler ve sömürgeciler yoluyla domatesle tanışıyor.
Orası da domatesi iyi karşılamıyor.
1834'te Boston Courier'in editörü Joseph T. Buckingham biraz da dalga geçerek şöyle yazıyor:
"Temastan hemen sonra ele sabun, su ve kolonya uygulanmasını gerektirecek kadar kötü kokan saldırgan bir bitkinin mantarı olan domates, çürümüş, kokuşmuş patates yumrularının ikizidir. Ey lüks yemek firmaları, siz aşçılık biliminin tanrıları ve tanrıçaları! Bizi domatesten kurtarın."
Yavaş yavaş başlayan domates sevgisi bir doktorun sağlıklı olduğunu önermesiyle çılgınlığa dönüşüyor.
Hapları bile çıkıyor, rekabet başlıyor.
Devasa topraklarda üretim başlıyor, muazzam bir işkolu doğuyor.
Ardından iç savaşla konservesi daha sonra da dünyanın gözdesi ketçap doğuyor.
Ya mahkemelik olmasına ne demeli...
New York'ta büyük bir meyve ve sebze ithalatçısından domates vergisi isteniyor.
Gümrük memuru sebze tarifesine sokuyor, işadamı ise meyve olduğunda diretiyor.
1893'te mahkemelik olan bu kavganın sonunda şu gerekçelerle gümrükçü haklı bulunuyor:
"Botanik açıdan bakıldığında, domates tıpkı salatalık, kabak, fasulye ve bezelye gibi sarılgan bitkinin meyvesidir. Ancak bostanlarda yetişen ve hem pişmiş hem çiğ olarak tüketilen patates, havuç, yaban havucu, şalgam, pancar, karnabahar, lahana, kereviz ve marul, ister tüccar ister tüketici olsun, halk tarafından sebze olarak nitelendirilir ve genellikle meyveler gibi tatlı değil, yemeğin ana bölümünü oluşturan çorba, balık veya etlerin içinde, yanında veya sonrasında servis edilir."
Yüzyıllarca bilinmesine rağmen 1600'lere kadar Avrupa'da yüz bulamayan domates, İtalya'nın güneyindeki Napoli'de bir devrime yol açar.
Önce pizza sonra spagettiyle buluşur.
Ve bugüne kadar geçirdiği değişimlerle günümüzün en muhteşem en tanınmış yemeği haline gelir.
Tabii ki her güzel şey gibi insanoğlu domatesi kendi haline bırakmadı.
GDO devreye girip genetiğiyle oynanınca tatsız-tuzsuz, saman gibi ve birbirine benzeyen ürünler ortalığı sardı.
1970'lerde atalık tohum merakıyla eskilere dönüş başladı.
Büyük bir pazar oluştu ancak maliyeti hâlâ çok yüksek.
Peki ya seralar, kışın bile domates yetiştirilmesine olanak sağlayan dev bir endüstri.
Onlar domatese bir gelecek sağlayacak mı?
Şimdiden Mars'a tohumlarını götürmek için hazırlık yapılıyor.
Ama bir şey var ki yazarın dediği gibi o hiç değişmeyecek:
Domates bize hep gülecek....
(Sabah Kitap 2023 Aralık sayısında yayınlanmıştır.)

Sultan'ın nehirleri Fırat ve Dicle'nin izinde...


Osmanlı, bereketli hilalin kalbi Dicle ve Fırat nehirlerinin doğduğu topraklardan okyanusa döküldüğü yere kadar uzanan havzayı yüzyıllarca yönetti. Çevre tarihçisi Faisal H. Husain, Sultan'ın Nehirleri adlı ödüllü kitabında, Osmanlı'nın kurduğu istikrarlı ve dayanıklı yönetimi anlatıyor.

Bereketli Hilal olarak adlandırılan Mezopotamya medeniyetlerin beşiğidir.
Dünya tarihinde insana dair ne varsa ayak izleri buradadır.
Verimli toprakları ve uygun iklim şartları nedeniyle çok eski zamanlardan beri yerleşimlere sahne olmuş ve birçok istilaya uğramıştır.
Bilinen ilk okur-yazar toplulukların yaşadığı bölge olarak bilinen Mezopotamya Sümer, Babil, Asur, Akad ve Elam gibi en eski ve büyük medeniyetlerin doğduğu ve geliştiği yerdir.
İlk insanlıktan ilk yerleşik hayata geçişe, bitkilerin evcilleştirilmesinden ilk tarımın yapılmasına, oradan dinler, diller, ırklara uzanan çeşitlilik, zenginlik saymakla bitmez.
Aynı zamanda en büyük refahın ve en büyük yıkımın, acıların yaşandığı yerde burasıdır.
Dicle ve Fırat nehirleri bu bölgenin hayat damarıdır.
Amazon, Kongo, Mississippi, Tuna, Nil, Ganj gibi nehirlerle karşılaştırıldığında su toplama havzası, toplanan suyun hacmi, boşalttıkları su miktarı açısından onların yanında önemli olarak görülmezler.
Ancak çevre tarihçisi Faisal H. Husain, bu iki nehrin farkını bölgedeki siyasi gelişmelerde boylarından büyük oynadıkları role bağlıyor.
Sultan'ın Nehirleri/ Osmanlı İmparatorluğu'nda Dicle ve Fırat (Timaş Yayınları) kitabıyla farklı bir bakış açısı sunan Husain, önemli bir boşluğu da dolduruyor.
O boşluk kitabı bitirdiğiniz zaman anlaşılıyor.
İşte, binlerce yıldır Dicle ve Fırat akıyor, insanlık orada yemiş, içmiş, yaşamış, savaşmış biri yazsa ne iyi olur değil.
Bugüne dek, yazılmış, söylenmiş, efsaneler, bilgiler, belgeler, kayıtlar var ve hâlâ da ortaya çıkmaya devam ediyor.
Tarihçi Faisal H. Husain bu ortamı nefis bir alıntıyla örneklendiriyor.
Edebiyat kuramcısı, öykü ve roman yazarı, ona göre lisan felsefecisi Kenneth Burke, ara vermeksizin işleyen ilim dünyasını, sonu gelmeyen karşılıklı konuşmaların sürdüğü bir odaya benzetmektedir:
"Geç geliyorsun. Vardığında diğerleri senden çok önce başlamışlar ve ateşli bir tartışmanın ortasındalar. O kadar ateşli bir tartışma ki sana tartışmanın ne hakkında olduğunu söyleyebilmek için bile ara vermiyorlar... Tartışmanın mahiyetini kavradığını anladığına karar verdiğin ana kadar dinliyorsun; ondan sonra da sen meseleye karşıyorsun. Biri sana cevap veriyor; sen ona cevap veriyorsun; biri seni müdafaa etmek için geliyor; biri senin karşındakine katılıyor, ya muhatabını sinir etmek ya da memnun etmek için, senin müttefikinin sana yaptığı yardımın niteliğine bağlı olarak... Vakit geç oluyor, ayrılmak zorundasın. Ve tartışma hâlâ tam kuvvetiyle ilerlemeye devam ederken ayrılıyorsun."
Yazar, bu kitapla birden fazla söylemin ya da konuşmanın gerçekleştiği bir odaya geç bir şekilde girdiğini belirtiyor ve ekliyor: Her bölüm bu söylemlerin birine bir katkı sunmaktadır.

Sultan'ın Nehirleri, 1534 yılında Habsburglar'la barış anlaşması yapan Kanuni Sultan Süleyman'ın yüzünü Batı'dan Doğu'ya çevirmesiyle başlıyor.
Osmanlı ve Safeviler arasında yirmi yıldır süren gerginlik had safhaya çıkmıştır.
İstanbul'dan yola çıkan Sultan, İran'ın içlerine doğru kaçan Şah'ın üstüne yürümesi beklenirken aniden rotası çevirip Bağdat'a yönelir.
Böylece Dicle ve Fırat, doğduğu topraklar Anadolu'dan okyanusa döküldüğü yere kadar Osmanlı'nın kontrolüne geçer.
Dicle- Fırat Havzasında tarihte nadir rastlanan bir durumla siyasal birliği sağlamayı başaran Osmanlı, bölgeyi yüzyıllarca tek merkezden yani başkent İstanbul'dan yönetti.
İki nehrin havzasının insanlık tarihi ile su tarihinin tek bir emperyal düzende birleştiğini belirten Husain, Osmanlı'nın güçlü bürokrasisi ve muazzam silah gücü sayesinde aşiretlerin direncini kırarak istikrarlı ve dayanıklı bir düzen kurduğunun altını çiziyor.
Suyun gücü ve taşıma kolaylığıyla askeri birliklerin intikali ve dolayısıyla isyanlara, çatışmalara müdahaledeki üstünlük, ayrıca lojistik ve gıda ürünlerinin taşınması, madenlerin kullanımı bu iletişim hattı sayesinde olmuştur.
Bölgenin alüvyonlu topraklarında tarım yapılmış, hayvancılık da bir o kadar verimli olmuştur.
Havzanın kuzeyindeki iklimin verimli olması, aşağıda Bağdat gibi kuraklığın hakim olduğu sıcak yerlere de destek sağlamıştır.
Halkların yaşam standardını yükselten barınma, sağlık, tarım gibi desteklerin yanı sıra ekonomik olarak da salcılık, kerestecilik, taşımacılık, nakliyecilik gibi iş kolları gelişmiştir.
Coğrafi durumu ve tarihteki önemi itibarıyla Diyarbakır, Birecik, Musul, Bağdat gibi merkezler, idari, askeri ve ekonomik olarak öne çıkmıştır.
Osmanlı, Batı Avrupa'da savaşa tutuştuğu zaman Doğu kanadındaki bu istikrar sayesinde gözü arkada kalmamıştır.
Tarihçi Husain H. Faisal, her ne kadar Osmanlı dönemini konu alsa da, bölgenin bugünkü konumuna da kısaca değiniyor.
2013 yılında Iraklı bir sivil toplum kuruluşunun, sorunlara dikkat çekmek için geleneksel su taşıtlarından oluşan bir filoyla Dicle'den yaptığı yolculuğu örnek veriyor.
Hasankeyf'ten başlayan bu girişim, çatışmalar, savaşlarla kesiliyor, suyun akışının bozulmasıyla akamete uğruyor, bürokratik engellere takılıyor.
Bağdat'ta tekneler karayoluyla taşınmak zorunda kalınıyor.
"Halbuki" diyor yazar; o dönemlerde bir tek kişinin izniyle sayısız yolcu özgürce yelken açabilirdi.
(Sabah Kitap 2023 Kasım sayısında yayınlanmıştır.)

Sırlarını surlarına fısıldayan şehir*


Diyarbakır'da ikincisi düzenlenen Sur Kültür Yolu Festivali, kadim kentin sanat ve kültür rotasında yeni kapılar açtı. Sur'un görkemli tarihi, festivalin coşkusuyla buluştu.

Uçak inişe geçerken eski şehri saran surlar ve kıvrıla kıvrıla akan Dicle Nehri tüm ihtişamıyla nefes kesiyor. Cam kenarındaki yaşlı kadının gözleri buğulanıyor, uzun süredir görmediği memleketine kavuşmanın hüznüyle bir türkü mırıldanıyor: Diyarbekir Mala Mine. (Diyarbakır benim evimdir)
Çok dinli, çok dilli, çok kültürlü kadim kent Diyarbakır, 12 bin yıla uzanan tarihiyle neredeyse Anadolu ve Mezopotamya'da hüküm sürmüş her uygarlıkla temas etmiştir.
33 medeniyete yurt olmuştur.
Surları ise kuşbakışı kalkan balığına benzeyen 5.5 kilometrelik uzunluğu, 82 burcu ve şehrin dört bir yanına açılan kapılarıyla benzersizdir.
İstanbul'da nasıl ki tüm yollar denize çıkarsa, Diyarbakır'da da surlara çıkar.
2 milyona varan nüfusuyla, şehir ne kadar büyürse büyüsün halkın yüzü Sur'a dönüktür.
Tek Kapı, Çift Kapı, Mardin Kapı, Urfa Kapı, Yeni Kapı, Dağ Kapı'ya gidilip, sur içine varılır.
Buluşmalar, tarifler, hikayeler, söylenceler de Sur'la bağlantılıdır. Ya kapıların ya da içindeki tarihi yapıların, sokakların, çarşıların adı dillendirilir...
Dağ Kapı Meydanı, Keldani Kilisesi, Ulu Camii, Paşa Hamamı, Hasan Paşa Hanı, Hz. Süleyman Camii, Keçi Burcu, Kurşunlu Camii, Surp Giragos Kilisesi, Şeyh Muhtar Camii, Mesudiye Medresesi, Dört Ayaklı Minare, Meryem Ana Kilisesi, Sülüklü Han, Kervansaray, Cemil Paşa Konağı, Arkeoloji Müzesi, Gavur Mahallesi, Balıkçılarbaşı, Ben Ü Sen Burcu, Yanık Çarşı, Aşefçiler Çarşısı diye başlar, uzar gider...
Surlar; yöreye özgü, gri, bazalt taşlardan yapılma bir duvar değildir...
Sur, taştan öte bir şeydir...
Medeniyettir, tarihtir, tevazudur, gelenektir, duygudur, sevinçtir, hüzündür, hafızadır, dindir, dildir, halaydır, türküdür, ağıttır, anıdır, efsanedir, yemektir, çocuktur, ana-babadır, kirvedir, ezandır, camidir, kilisedir, papazdır, Kürtür, Türktür, Ermenidir, Süryanidir, Keldanidir, Zazadır, Araptır, Yahudidir...
Burası, yazar Şeyhmus Diken'in kitabından başlığımıza ödünç aldığımız Sırlarını Surlarına Fısıldayan Şehir: Diyarbakır'dır...
Sur; Ahmed Arif'in, Süleyman Nazif'in, Ziya Gökalp'in, Cahit Sıtkı Tarancı'nın yazıları, dizeleridir.
Ermeni yazar Mıgırdiç Margosyan'ın Gavur Mahallesi'dir.
Yüzyılların bilgeliğini taşıyan anneler, teyzeler, bacılar, dayılar, amcalar, nineler, dedelerdir.
Labirent gibi uzayıp giden daracık küçelerinin (sokakları) birdenbire geniş avlulu evlere açılan yaşam alanlarıdır.
Altın hasır bilezik işleyen ustalardır.
Burnu hızmalı, ayağı halhallı kadınlardır.
Surlar'ın en ücra köşelerinde gizlice demlenip, mahallenin namusunu gözeten kırıklardır (külhanbeyi).
İnsanoğlunun tarıma ilk geçtiği çağlardan beri ekilip biçilen dünya mirası Hevsel Bahçeleri'nin bekçileridir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Şark Bülbülü adını verdiği Celal Güzelses'in besteleri, türküleridir.
Sur hayatın kendisidir ve daha fazlasıdır...
(29 Ekim 2023 tarihli Sabah Pazar ekinde yayınlanmıştır.)


Kültür ve sanat rüzgarı esti...

Kültür Bakanlığı'nın 11 ilde düzenlediği Kültür Yolu Festivalleri'nin Diyarbakır durağında, 9 gün boyunca 40'tan fazla noktada 500'ün üzerinde etkinlik sanatseverlerle buluştu.
Halkın büyük ilgi gösterdiği 2. Sur Kültür Yolu Festivali'nde, Dengbej divanları kuruldu, Süryani kadim ilahileri söylenirken, Ermeni Bestekarlar ve İnançların Dili Konseri gerçekleştirildi.
Eyvan gecelerinde çiğköfteler yoğruldu, meşk edildi.
Edebiyatseverler, Hüsn-i Hat ve Diyarbakır Divan Şiirinin Tekamülü söyleşilerinde buluştu.
Diyarbakırlı Prof. Nihat Hatipoğlu, Dosta Doğru sohbetleriyle hemşerileriyle hasret giderdi.
Cumhuriyetin 100. yılına özel, ilk kez Atatürk dönemine ait fotoğrafların yapay zeka teknolojisiyle bir araya getirilerek yeniden hayat bulduğu dijital sergi büyük ilgi gördü.
Ünlü fotoğraf sanatçısı Steve McCurry'nin 51 eşsiz fotoğrafı, restore edilen Keçi Burcu'nun içinde sergilendi.
Terasında ise gökyüzü gözlem şenliği, gökyüzü gece gözlemleri, planetaryum gösterileri ve astronomi sunumları yapıldı.
Dağkapı Burcu'ndaki Sanatın İzinde Şehir sergisinde de, farklı sanatçıların eserleriyle Diyarbakır'ın sanatsal zenginlikleri tanıtıldı.
Antik Çağdan Günümüze Koku Kültürü sunumu yapıldı.
Çocuklar da unutulmadı.
Birçok noktada tiyatro oyunları, eğlenceli ve eğitici atölye çalışmaları ile sahne gösterileri gerçekleşti.
Keşfedilmesi dünyada büyük yankı yaratan ve kazısı hala süren Roma ileri karakolu Zerzevan Kalesi gezildi.
Gastronomi etkinlikleri de görülmeye değerdi.
Kaburga dolmasından sumaklı dolmaya, meftüneden duvaklı pilava yerel aşçılar sunum yaptı.
Ömür Akkor gibi ünlü aşçılar da onlara eşlik etti.
Tadım yapıldı, ciğerler, burma kadayıflar iştahla yendi.
Kent binlerce turist ağırladı, otellerde boş yer kalmadı, esnaf sevindi.


Fark yaratan kadınlar
ve ilk parfümün izinde...

Festivaldeki 2 etkinlik ve bir dini ayin, fark yarattı diyebiliriz.
Kökleri çok eskilere dayanan Keldaniler'in ibadethanesi, uzun bir restorasyon sonunda açıldı.
Yurtdışından gelen Mar Petyun Keldani Kilisesi'nin cemaati, neredeyse yüzyıl sonra atanan patrikle ayin yaptı.
Kilisenin bahçesi ya da avlusu denen alanda ise Jokey Kulübü'nün sergisi vardı.
Farka Yaratan Kadınlar Fotoğraf Sergisi'nde, erkeklerin egemen olduğu alanlarda başarılarıyla ön plana çıkan kadınlar vardı.
Jokeylikten itfaiyeciliğe, madencilikten oto tamirciliğine, boyacılıktan tekstil üretimine çalışan üreten kadınlarımızın hikayelerini öğrenip, gurur duyduk.

17 Ocak 2025 Cuma

Cumhuriyet'in ilk yüzyılında bir aydın...


1923 doğumlu Prof. Kemal H. Karpat, Cumhuriyet'in İlk Yüzyılı kitabıyla onurlandırılıyor. Tarihçi. sosyolog, siyaset bilimci, edebiyatçı, uluslararası ilişkiler gibi birçok alanda değerli eserler vermiş bir aydındı. Cumhuriyet'in önemli meseleleri Karpat'ın entelektüel yolculuğuyla buluşuyor.

Cumhuriyetimizin 100'ncü yılına sayılı günler kaldı.
Bulunduğumuz coğrafyada bir asırı devirmek, bizim için büyük bir kazanç ve övünçtür.
Kafkaslar'da, Karadeniz havzasında, Balkanlar'da, Ortadoğu'da bitmeyen gerilimler ve savaşların tam ortasındayız.
Bir süredir Filistin-İsrail savaşında artık sivilleri de kapsayan büyük bir yıkım ve acıyla sarsılıyoruz.
Osmanlı; Kırım'dan Filistin'e, Azerbaycan'dan Sırbistan'a kadar uçsuz bucaksız toprakları asırlarca yönetti.
Bu toprakların, merhameti, hoşgörüsü, adaleti, yüzyıllarca hatta binlerce yıldır süregelmiştir, onlarca kavim gelip geçmiş her birinden bir şeyler kalmıştır, bu bizim mirasımızdır.
İnsanlık ve tarih bize bu görevi vermiştir, bundan kaçamayız.
Tam da bu yüzden olan bitenlere kayıtsız kalamıyoruz.
1912'de başlayan Balkan Savaşı, ardından patlak veren Birinci Dünya Savaşı, 600 yıl hüküm süren Osmanlı'nın işgal edilmesi, Kurtuluş Savaşı derken 10 yıl süren kesintisiz mücadelelerin sonucu Cumhuriyet kuruldu.
Yönetimiyle, yasalarıyla, ekonomisiyle, imarıyla, eğitimiyle, yeni bir dünya kuruluyordu.
Biz de bir şekilde kendi deneyimlerimiz, geleneklerimizle o dünyanın bir parçası olduk, olmaya devam ediyoruz.
Tohumları Osmanlı döneminde atılmış reformlar, atılımlar üstüne konarak perçinlendi.
İyi yetişmiş bürokratik kadrolar, doktorlar, mühendisler, donanımlı askeri sınıf, yüzyılların mirası devlet geleneği içinde Cumhuriyet'le buluştu.
Siyasette iniş çıkışlar oldu, demokratik süreç darbelerle kesintiye uğradı.
Büyük kavgalar, acılar yaşandı ancak her zaman halkın dediği oldu.
Bu coğrafyada, böylesi tecrübe ve aklıselim yabana atılır bir şey değildir.
Anadolu'nun bereketli toprakları yedirdi, içirdi, sarıp sarmaladı.
Doğal afetlerle sarsıldık, acı hem de çok büyük acılar yaşadık.
Oradan oraya savrulduğumuz "her şey bitti artık" dediğimiz noktada görünmez bir el tutup ayağa kaldırdı.
Geleneğimiz, göreneğimiz, kuşaktan kuşağa aktarılan deneyimlerle kültürümüz değerli sanatçılarla zenginleşti.
Sanatçılar, bilim adamları, eğitmenler bu izi takip ederek memleketin kültürüne bir harç koydu.
Daha onlarca isim, görünmez kahraman tıptan kimyaya, mühendislikten bilgisayara, şiirden romana, müzikten tiyatroya, baleden türkülere, sinemadan tarihe, sosyolojiye, arkolojiye nice alanlarda yüzyıldır olduğu gibi çalışıyor, üretiyor.
Prof. Aziz Sancar bilim alanında, Orhan Pamuk edebiyatta dünyanın en saygın ödüllerinden Nobel'e layık görüldü.
Asıl konuya gelene kadar bunca sözü etmemim nedeni Prof. Kemal. H. Karpat'a adanan bir kitaptır.
Cumhuriyet'in ilk yüzyılına damga vuran isimlerden biri olan Karpat, 1923 doğumluydu.
Cumhuriyet'le yaşıt hocamız ne yazık ki bugünleri göremeden 4 yıl önce aramızdan ayrıldı.
Türk sosyal bilimler ve tarihçilik alanının önde gelen isimlerinden Prof. Karpat, akademik ve entelektüel birikimiyle önce Batı'ya ve sonra bize çalışmaları, kitapları, konferanslarıyla yol göstermiştir.
Timaş Yayınları, yüzyıla yakışan değerli ve kalıcı bir miras olarak gördüğüm bir çalışmaya öncülük ediyor.
Kemal H. Karpat 100 Yaşında 
adıyla sunulan kitabın üst başlığı da hocanın kariyerini özetliyor; Cumhuriyet'in İlk Yüzyılı/ Siyaset-Toplum- Uluslararası İlişkiler-Kültür.
Romanya'nın Dobruca bölgesindeki Osmanlı şehri Babadağı doğumlu Karpat, Türkiye'deki üniversite eğitiminden sonra 1950'lilerde ABD'ye giderek akademik kariyerini inşa etmiştir.
Babadağı'nda azınlık, Türkiye'de muhacir, ABD'de göçmendi.
Bu durumun ona büyük bir zenginlik ve gözlem gücü kattığı kesindir.
22 makaleden oluşan Karpat'ın kaleminden Cumhuriyet Türkiye'sinin ilk yüzyılı, Hoca'nın uzun yıllar öğrencisi ve bazı projelerinde yardımcısı olan akademisyen Kaan Durukan yayına hazırlamış.
Her bir makale titizlikle seçilmiş.
Türkiye'nin yüzyıl boyunca kırılma noktalarına, önemli duraklarına temas ederek, durum değerlendirmesi, analizlerin sonunda sonuç ve geleceğe dönük saptamalar yapılıyor.
Türkiye'nin modernleşme süreci, Türk siyaseti, CHP, sol, darbeler, ordunun durumu, Türk edebiyatı, Türkçe'nin serüveni, Gecekondulaşma ve göç, Balkanlar ve müslüman azınlık, Orta Asya, Türk-Sovyet ilişkileri, bugünkü ideoloji durumları...
Karpat'ı yalnızca bir tarihçi olarak nitelemenin yetersiz olacağını belirten Durukan'ın saptaması çok yerindedir:
Konuları, kaynakları, yaklaşımları itibarıyla Türk Demokrasi Tarihi'nde siyaset bilimci, Çağdaş Türk Edebiyatı'nda Sosyal Konular'da edebiyat araştırmacısı, Gecekondu'da sosyolog, İslam'ın siyasallaşmasında tarihçi idi. ...Ve uluslararası ilişkilerde de ciddi bir mesai harcadığının altını çizmek gerekir.
Karpat Hoca'nın en büyük meselesi Batı'nın Osmanlı'ya ve dolayısıyla Türkiye'ye bakışındaki görmezden gelme, tarihi olaylardan dışlanmasıdır.
O da Halil İnalcık gibi bu konuda çok çaba harcamıştır.
Bugün artık Avrupa tarihi yazılırken Osmanlı ve Türkiye'nın önemi de vurgulanmaktadır.
Prof. Karpat, Türkiye'nin en büyük sorunlarından göç ve gecekondulaşmaya çok erken bir tarihte el atmış yazdığı kitabı neredeyse 30 yıl sonra çevrilebilmiştir.
1950'lerden başlayıp ekonomik ve terör olaylarıyla büyük kentlere başlayan akın, 70'ler 80'lere damga vurmuş ve artık kontol edilemez bir hale bürünmüştür.
Kitabın editörü Kaan Durukan, Karpat'ın öngörüsünü şöyle yorumlamaktadır:
Karpat, Latin Amerika'daki favela'ların, Kuzey Afrika'daki bidonville'lerin ve Türkiye'deki gecekonduların (ya da Asya, Afrika ve Güney Amerika'da farklı isimli benzer barınma biçimlerinin, yaşam şekillerinin) esasen 2. Dünya Savaşı'ndan sonra çok daha görünür olan sosyal gerçeklerin değişik çehreleri olduğunun farkındaydı. Bu sebeple, bu bölümde sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimi veya kent çalışmaları gibi çeşitli disiplinlerden alıntılar yaparak tüm bu coğrafyalarla ilgili literatürün kapsamlı bir incelemesini sundu.
Türk Edebiyatı'nda özellikle 3 Kemaller olarak adlandırdığı; Yaşar Kemal, Kemal Tahir ve Orhan Kemal'i karşılaştırmalı olarak ele alındığı makalesinin de altını çizmek gerekiyor.
Hoca bu alanda da farklı bir bakış açısı sunmaktadır.
Kemal H. Karpat'ın kitabının önümüzdeki bir yıl boyunca sürecek Cumhuriyet'in 100. yılına işaret fişeği olmasını diliyorum.
Kendisi gibi yaşasaydı 100 yaşında olacak Yaşar Kemal ve edebiyatımızın dev ismi Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirde Nazım Hikmet, Yahya Kemal, Necip Fazıl, tarihte Halil İnalcık, İlber Ortaylı, müzik, sinema, tiyatro, matematik, fizik, biyoloji, tıp, mimarlık, ilahiyat gibi sayısız nice alandaki değerli isimlere böyle bir çalışma çok yakışacaktır.
Dileğimiz odur ki; Cumhuriyet'imiz nice 100 yıllara erişsin..

Karpat diyordu ki;

* Osmanlı tarihi, tarihi araştırmaların üvey evladıdır.

* Kuruluşundan çöküşüne kadar Osmanlı devleti, çevresinde bulunan büyük güçlerle devamlı ilişkiler kurarak, gereğinde anlaşarak, gereğinde çarpışarak altı yüzyıl varlığını sürdüregelmiştir. Bizans Devleti'nin varisi olarak kendisini Roma Kilisesi'nin karşısında bulmuş ve bu kilisenin siyasi gücünü kaybetmesinde çok etkili olmuştur. Başka bir deyişle Avrupa'da milli devletlerin ortayı çıkışını kolaylaştırmıştır.
* Osmanlı devleti, neredeyse başlangıcından sonuna kadar kendine mahsus sosyal, ekonomik ve siyasi organizasyon modelleri geliştirmiş ve Avrupa tarihiyle yakından ilişki içinde evrilmiştir. Aslında Osmanlı tarihi, Orta ve Batı Avrupa'daki olayların gidişatından etkilendiği gibi, onları etkilemiştir de; öte yandan Osmanlı Devleti'nin yükseliş ve düşüşü, büyük ölçüde Avrupa tarihin gidişatını belirleyen benzer ekonomik ve sosyal güçlerin eseridir.
* Osmanlı Devleti, Ortaçağ ve modern zamanlarda üç tektanrılı dini birden (İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudilik) resmen tanıyan etnik ve dilsel alt gruplarıyla birlikte uyumlu bir şekilde bir arada yaşamalarını güvence altına alan tek siyasi organizasyondur. Osmanlı idaresinde şu ya da bu zamanda yaşamış etnik veya dilsel grupların sayısı altmışın üzerindedir.
* Bu çok- etnili ve çok-dinli Osmanlı Devleti, bir sosyo-etnik denge vasıtasıyla iç tutarlılığını kurmayı başarmıştır; bu dengenin uzun ömürlülüğü ise devlet veya yönetim düzeyinde milli bir ideolojinin olmayışından güç almıştır.
* Şurası açıktır ki, Osmanlı tarihi haksız yere bir ihmale mahkum edilmiştir.
* Modern çağda bile Avrupa'nın Türkler ve Osmanlı Devleti imajı aynı Ortaçağ kavramlarından beslenmeye devam etmiştir; bu kavramlar Haçlı seferini meşrulaştıragelmiş, gerçekte ekonomik ve kültürel emperyalizm çağında işe yaramıştır.
* Osmanlı'dan kopan ülkelerin tarihçilerin önyargılı yaklaşımıyla Osmanlı her kusurun yüklendiği bir günah keçisi haline getirilmiştir.
* Osmanlı şiiri, edebiyatı, müziği, dekoratif sanatları, minyatürü, mimarisi, şehir planlamacılığı ve yüksek kalitedeki diğer çeşitli sanat faaliyetleri, özündeki değere rağmen dünya tarafından büyük ölçüde bilinmeden kalmış durumdadır.
(Sabah Kitap ekinin Ekim 2023 sayısında yayınlanmıştır.)