Sayfalar

1 Mayıs 2025 Perşembe

Hiçbir şey tesadüf değil


Polisiye tutkunu gazeteci Yasemin Candemir, ilk kitabı Kaderin Kırmızı İpi ile iyi bir başlangıç yapıyor. Matruşka gibi birbiri ardına çıkan suç ve suçlularla soluk soluğa okutuyor. İyilik ve kötülük arasında gidip gelen hayatlardaki kırılmaları da ihmal etmiyor.

Yasemin Candemir, ilk kitabı Kaderin Kırmızı İpi (Müptela Yayınları) ile polisiye dünyasına sıkı bir giriş yapıyor.
Kitap nasıl başladıysa öyle bitiyor; temposu bir an düşmüyor.
Polisiye romanın hakkını veriyor.
Her bölümün sonunda 'ne olacak acaba' sorusu orada bırakmanıza engel oluyor.
Kitaba adını veren doğu efsanelerindeki kırmızı ip, romanın ruhuna sinmiş.
Son satırları okuduktan sonra kurgusunun tarifle birebir örtüştüğünü anlıyorsunuz:
"Kırmızı ip efsanesi, hayatlarımızın önceden belirlendiğinin kanıtıdır. Her şeyi anlamanın da. Çaprazlama olarak yaşadığımız hikâyeler ve rastgele zaferler tesadüfi değil, doğduğumuzda takılı olan görünmez kırmızı iplerin eseridir. O kırmızı ipler kocaman bir halının parçalarıdır ve öleceğimiz gün bile önceden tayin edilmiştir. Bu, antik çağlardan kalma tuhaf bir inanış gibi görünse de hayatımızda olan her küçük şeyin kader ve karma ile bir ilgisi vardır."
15 yaşından beri polisiye okuyan Yasemin Candemir, bir basın emekçisi.
Muhabirlik, editörlük ve yayın yönetmenliğine uzanan bir çalışma geçmişi var.
Kitabın; akıcı, vurucu cümlelerinde, temiz bir dili olmasında gazeteciliğinin getirdiği titizliğinin yansımaları görülüyor.
Bu işin olmazsa olmazı iyi bir edebiyattır.
Candemir, bu yönden de iyi bir okuma vaadediyor.
Her bölümün başında Shakespeare'den film repliklerine, ünlü düşünürlerden yazarlara konuya uygun titizlikle seçilmiş alıntılar da zenginlik katıyor.
Rock şarkılarından 18. yüzyıldaki mobilya tasarımına kadar ince bilgiler de karakterlere uygun seçimler olmuş.
ABD'de geçen hikayenin kahramanları da yabancı.
Bu da uluslararası anlamda önemli bir kapı açabilir.
Kitap, çok katmanlı, çok ayrıntılı, tarif ettiği gibi birbirine bağlı suçlar örgüsüyle ilerliyor.
Çocukluğu berbat geçmiş evlililiği ondan de beter, şiddet görmüş minik kızını hastalıktan kaybetmiş bir seri katil.
Hem de kadın, lakabı büyücü...
Yazarımız onun portresini bir hamlede çiziveriyor:
"O artık bir fısıltının esiriydi. İlk önce zihninde kısık seslerle belirmiş, sonra ağır ağır tüm bedenini ele geçirmişti. Kızının ölümü, kocasının hapishaneye girmesi sürecinde kollarında ve bacaklarında karıncalanma yaratan sinsi bir dürtüden öteye geçmemişti. Uğradığı hakaretlerle beslenip büyüdü. Boğazında bir düğüm haline geldi zamanla. Sabırlıydı. Bekledi, bekledi... Sonunda hayatını onun kollarına teslim etmesini istedi. Bu fısıltının adı; İntikamdı. Merhamet ve vicdanı içinden söküp atarken yeni hayatı başladı."

Polisiyenin kraliçesi Agatha Christie'nin efsane başyapıtı Doğu Ekspresi'nde Cinayet romanında meşhur dedektifimiz Hercule Poirot'nun dediği gibi; "Madam, bir insanın cinayet işlemesi için ruhunda küçücük bir kırılma olması kafidir."
Bir Şaman maskesi, kırmızı ipler, efsaneler, söylenceler...
Polisler, savcı, FBI, soruşturma, dinlemeler, takipler arasında inanılmaz işler oluyor.
Yazar, matruşka gibi suçu ve suçluları çıkardıkça çıkarıyor.
Her biri birbiriyle bir şekilde bağlantılı.
Ama asıl mesele yerli yerinde duruyor.
O kadar çok kişi, cinayet, saldırı, kıskançlık, şu bu var ki...
Bir yerden sonra tüm bunlar nerede toparlanacak demekten kendinizi alamıyorsunuz...
Finali okuduktan sonra bir eksiklik hissettim.
Sonra anladım ki, bu benim önyargımdı.
Ağırlıklı olarak bir dedektifin kişiliğinde, bir şehrin ya da bir ülkede geçen polisiyelerin bize bıraktığı bir miras bu.
Yasemin Candemir bunu kırıp geçiyor.
En azından benim için böyle...
Seri katilin merhametli sevecen birine dönüşmesi mümkün mü?
Yanıtını yine Hercul Poiort versin:
Hanımlar ve beyler; bu olayda anladım ki adaletin terazisini dengelemek her zaman mümkün olmuyor. Bu sefer bu dengesizlikle yaşamayı öğrenmem gerekiyor. Burada bir katil yok. Sadece iyileşmek için bir şans verilmeyi hak etmiş insanlar var. Hepiniz özgürsünüz. Umarım aradığınız huzuru bulursunuz. Umarım hepimiz buluruz.
(Sabah Kitap ekinin Mart 2024 sayısında yayınlanmıştır.)

Silinmeyen gölge: İttihadçılık

(Lider kadro. Soldan sağa, Cemal Paşa, Enver Paşa, Talat Paşa)

İttihadçılar, yüzyıldır resmi ve alternatif tarihin tartışmalarında odak noktası oldu. Bayrak Kalpak Revolver: İttihad ve Terakki Nasıl Tartışılmalı? kitabı tarihimizin önemli bir safhasına yeni bir bakış açısı getiriyor.

Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında yaşadığı zorluklar bitmek bilmedi.
Dünya değişiyordu, Osmanlı'da bir parçası olmak için çabaladı.
En büyük sorunu hayatta kalmaktı.
Hem içerde hem de dışarda karışıklıklar baş gösterdi.
Emperyalist devletlerin toprak emelleri, diplomatik oyunların biri bitmeden biri başlıyordu.
Sosyal yapı ve devlet mekanizmasında dönüşüm hamleleri aynı zamanda çözülmeyi de getirecekti.
Sultan 2. Abdülhamit, 1876'da emperyal bir imparatorluğun başına geçtiğinde dünya büyük sarsıntılar yaşamaktaydı.
Hem imparatorluğun hem de Avrupa'nın her anlamda dönüşümler yaşadığı; siyasi, ekonomik, kültürel, toplumsal çalkantıların art arda sıralandığı bir dönemdi.
Saltanatında; yeni resmi ideolojisiyle, siyasi rejimiyle, modernleşme projeleriyle, dış politikasıyla, devlet ve toplum büyük dönüşümler yaşadı.
Osmanlı tarihinde onun kadar övülen ve bir o kadar da eleştirilen padişah olmamıştır.
33 yıl süren saltanatı boyunca imparatorluğu ayakta tutmaya çalıştı ancak baskıcı rejimi de huzursuzluğa neden oldu.
Özellikle kendi kurdurduğu modern okullarda okuyup yetişenler, Abdülhamid karşıtlığında başı çekiyordu.
Gizli örgütlenmeler içinde bugünde değişik vesilelerle andığımız İttihadçılar öne çıkıyordu.
İktidarı zorla ele geçirmelerinden Balkan Harbi'ne; oradan Osmanlı'nın yıkılışına yol açacak Birinci Dünya Savaşı'na sürüklenmeleri hepimizin bildiği gerçeklerdir.
Tarihçi Prof. Erhan Afyoncu'ya göre; hayal ve gerçeği karıştırmaları, tecrübesizlikleri ve panikle harekete etmeleri yüzünden büyük toprak kayıplarıyla imparatorluk paramparça olmuştur.
Birçok sorunda ve krizde sembol olarak ismi gündeme getirilen ve iyi anılmayan İttihadçılar kimdir?
Resmi ve alternatif tarih, sağdan sola siyasi akımlar, muhafazakarların bakış açısı nedir?
Bayrak, Kalpak, Revolver: İttihad ve Terakki Nasıl Tartışılmalı? kitabı bu konuya yeni bir bakış açısı getirmektedir.

16 makaleden oluşan kitabın editörü Hakan Boz, kitabın amacını şöyle özetliyor: "Cumhuriyet'in ilânından bu yana "resmî tarih"; Cemiyet'in ön ayak olduğu pek çok reformu Türk modernleşmesinin bütünlüğü içerisinde görmüş; fakat Cemiyet'in önde gelen aktörlerine karşı mesafeli bir tutum sergilemiştir. Öte yandan "alternatif tarih" tartışmalarının tarafları ise Cemiyet'i bir tür olumsuzluk ikonu olarak tavsif etmiştir. Bilhassa sol ve liberal entelektüeller Cemiyet'i azınlık hakları, eşit vatandaşlık, demokratikleşme, inanç özgürlüğü gibi kavramlar üzerinden; muhafazakâr/İslâmcı -hatta buna bir kısım milliyetçi entelektüeller de dâhil edilebilir- entelektüeller ise geleneksel değerler, âlî devlet, hanedan ve hilafete yakınlık, köklü medeniyet birikimi gibi hususlar üzerinden bir yapı sökümüne tabi tutmuştur. Tabiatıyla bu durum, yakın tarihle ilgili bütüncül bir tarih okuması yapmayı imkânsız kılmış ve bu gibi okumaların tarihsel gerçeklikten kopuk sonuçlar vermesine neden olmuştur. Bu bakımdan İttihad ve Terakki az bilinen, hatta hiç bilinmeyen yönleriyle hâlen daha siyâsî tarihimizin izaha muhtaç çalışma sahalarından biri olarak karşımızda durmaktadır. Tam da bu noktada Bayrak Kalpak Revolver: İttihad ve Terakki Nasıl Tartışılmalı? isimli çalışmamız, temelde İttihad ve Terakki'ye farklı açılardan ışık tutmayı amaçlamakta; Cemiyet'in, XIX. ve XX. yüzyıllar arasında devlet ve toplum açısından üstlendiği kritik role odaklanmaktadır."
İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin nüvesi hükmündeki ilk gizli yapılanma 1889'da Askeri Tıbbiye öğrencileri arasında oluşturuldu.
Son hızla her yere nüfuz ettiler.
"Dönemin iletişimi şartları göz önüne alındığında, İmparatorluğun ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerine yayılmış olan İttihadçıların birbirileriyle ve merkezleriyle iletişim yoğunlukları hayli ilgi çekicidir. İstanbul'da bastırılan İttihadçı bir risale Şam sokaklarında; Manastır'da basılan bir broşür Kahire'de; Paris'te çıkan bir gazete Trabzon'da kısa bir zaman içinde dağıtılabiliyordu. "(Hüseyin Raşit Yılmaz/ İmparatorluğa veda arifesinde bir nesil: İttihadçılar makalesi.)
Cemiyet 1908'de ilan ettirdikleri 2. Meşrutiyet'ten sonra devlette ağırlığını hissetirmiş sonra da iktidara gelmiştir.
1918'e kadar söz sahibi olan İttihadçılar, Cumhuriyet'in ilanından sonra da varlıklarını sürdürdü.
Ancak Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'ya suikast hazırlığının ortaya çıkması sonlarını getirdi.
Yargılamalar muhalefetteki Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'ne kadar uzadı.
Kurucuları milli mücadelenin en önemli isimleri Atatürk'ün silah arkadaşları, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Refet Bele'ydi.
Uzun süre siyasetten yasaklanan ve sonra Meclis Başkanlığı yapan Kazım Karabekir anılarında İttihadçılar'ı cemiyet ve parti olarak ele alarak eleştirir:
"Terakki ve İttihat Cemiyeti, tarihimizin her zaman için iftihar edeceği bir teşekküldü. Onu sarsan, solduran; kendi tarihi adıyla İttihat ve Terakki, fırkacılık hayatına atılması ve kendi kendini aşındırması olmuştur.
Cemiyetin bir uzvu sıfatıyla, onun bu vaziyete düşmemesi için, ben çok uğraştım; fakat cemiyetin bünyesine yapışan tufeyliler, hazıra konmak için o eski feragat sahibi başları, nabız tutmak sanatıyla hırs ve istibdat çukuruna sürüklediler. Cemiyetin şerefli tarihiyle fırkanın hata ve mesuliyetleri birbirine karıştırılmamalıdır."
Kitapta, her biri kendi alanında yetkin isimlerin 16 makalesi yer alıyor.
2. Abdülhamid'in portresinden cemiyetin üç önemli ismi Enver, Talat ve Cemal Paşalara, partiyi doğuran tarihi süreçten İttihad ve Terakki'nin ideoloğu Ziya Gökalp'e, iktisadi girişimlerden eğitime, Kürt meselesinden ordudaki ıslahatlara uzanan geniş bir perspektiften konu ele alınıyor.
(Sabah Kitap ekinin Şubat 2024 sayısında yayınlanmıştır.)


Bir zamanlar Pera'da...


İstanbul'un gözbebeği Beyoğlu ya da Rumca "öte yaka" anlamına gelen adıyla Pera, Osmanlı modernleşmesinin merkeziydi. Yunanlı tarihçi Meropi Anastassiadou, XIX. Yüzyıl İstanbul'unda Rumlar kitabında çok dinli, çok dilli semtin kültürel, toplumsal ve ekonomik tarihini Rum toplumu üzerinden anlatıyor.

İstanbul bir tarih hazinesi.

Hangi taşı kaldırsanız altından başka bir hikaye çıkıyor.
Beyoğlu ya da Rumca'daki adıyla Pera, kentin gözbebeğidir.
Bir zamanlar gezginlerin günümüzde de turistlerin uğrak yeridir.
Bizans döneminde Haliç'in karşı kıyısı Pera olarak bilinirdi.
Yunanca'da "öte" anlamına gelen Pera, ağırlıklı olarak tüccar olan Venedik ve Cenevizliler'e tahsis edilmişti.
Galata'yı da kapsayan bölge üzüm bağlarıyla meşhurdu.
Fetihten sonra Osmanlılar için orası Beyoğlu'dur.
Bu adın nereden geldiği hakkında birkaç rivayetten en sağlam olanı Venedikli bir aileye ait olandır.
Zengin bir tüccar olan Venedik balyosu (elçi) Andrea Gritti'nin konağı dillere destandır.
Zenginliği, politik ilişkileri ve Osmanlı sadrazamlarıyla dostluğuyla önemli bir figür olan oğlu ise konağı görkemli bir hale getirir.
Bu kişi Bey'in oğlu Alvise Gritti'dir.
Ancak küçük bir mahalle olan Beyoğlu, 16. yüzyılın başlarındaki Matrakçı Nasuh minyatürlerinde de az sayıda binası olan, bağlık bahçelik bir alandır.
Semtin gelişimi yüzyılın ikinci yarısında 1535'te Osmanlı İmpratorluğu'nun Fransa'ya burada yerleşme izni vermesi ile başlar.
Ardı ardına birçok elçiliğin yerleşmesiyle Pera'nın altın yılları başlar.
Yunanlı tarihçi Meropi Anastassiadou, Selanik'te Osmanlı İzleri kitabında 500 yıl hüküm süren Osmanlı'nın neden yok sayıldığını sorguluyordu.
Bu kez o yıllarda Pera'ya yerleşmeye başlayan Ortodoks cemaatini inceleyen Anastassiadou, arşiv ve belgelerin ışığında yıllar süren bir araştırmayla önemli bir boşluğu dolduruyor.
Yazarın, XIX. Yüzyıl İstanbul'unda Rumlar/Pera Cemaatinin Toplumsal Kültürel Tarihi (Alfa Yayınevi) kitabında Beyoğlu'nun kozmopolit yapısı ele alınıyor.
Çok dilli, çok dinli semtin büyük fotoğrafı hiç kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu'dur.
Rum cemaati de görkemli tarihe damga vuran önemli bir unsurdur.
İlk belgeler, Rumların yine aksi istikamet anlamına gelen Stavrodromi dedikleri semtte 1804 yılında kurdukları Pera Meryem Ana Kilisesi'ne aittir.
Bu belgelerin kayıtları, yıllar geçtikçe daha düzenli ve kapsamlı hale gelerek Cumhuriyet'in ilk on yıllarına kadar sürer.
Bu kayıtlarda, doğumlar, ölümler, nüfus sayımları, evliliklerin yanı sıra, tarihi yapılar, eğitim kurumları, hayırsever kuruluşlar, diğer cemaatlerle ilişkiler yer alır.
Bankerler, tüccarlar, üreticiler, kol emeğiyle çalışanlar, meslek sahipleri özellikle üst düzey yöneticiler, diplomatlar oradan doktorlar, müzisyenler, eğitmenler gibi kültür ve sağlık alanına kadar uzanan bir yelpaze söz konusudur.
Yalnız Rum cemaati değil, Ermeniler, Levantenler, Yahudiler ve az sayıda da olsa Müslüman bölgenin zenginleşmesine katkıda bulunur.
Sokaklarında birçok dil konuşulur: Türkçe, Rumca, Ermenice, İtalyanca, Fransızca, Almanca, İbranice...
Bölgedeki zenginlikten yararlanmak isteyen taşralılar akın eder.
Sakız adasından, Karaman'dan Rumlar çalışmaya gelerek semtin varoşlarına tutunur.
Hayır kurumları onlara destek olur.

1870'TE BÜYÜK DÖNÜŞÜM

1870'deki büyük yangından sonra Beyoğlu'nun mimarisi de baştan aşağıya yenilenir.
Ahşaptan kagir yapılara dönüşüm başlar.
İtalya'dan mimarlar, ustalar, kalfalar gelir.
Rum ve Ermeni ustaların da katkılarıyla görkemli yapılar ardı ardına bir düzen içinde yükselmeye başlar.
Kiliseler, sinagoglar, okullar, hastaneler, oteller, tiyatro binaları, eğlence mekanları çehreyi değiştirir.
Doğal olarak kültürel hayatı da etkileyen bu ikonik yapıların birçoğu günümüze kadar ulaşır.
Osmanlı da yaşam biçimiyle bir Avrupa kenti görünümündeki semte kayıtsız kalmaz.
Galatasaray Sultanisi, Mevlevihane, Ağa Cami, Taksim'deki görkemli kışlayla İslami damgasını vurur.
Bu modernleşmenin önünü açan iki büyük düzenlemedir.
1839'da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile batılılaşma hareketi hız kazanır.
Osmanlı Devleti bu dönemde, mali, hukuki, eğitim ve askeri alanda bir dizi yenilenme gerçekleştirir.
Tanzimat'ın devamı niteliğindeki Islahat Fermanı da 1856'da ilan edilir.
Osmanlı tebaası içindeki gayrimüslim ve yabancı azınlıklara bir takım haklar tanınır.
Irk, din, dil ayrımı gözetmeden bir Osmanlı toplumu yaratılmak istenir.
Bir amaç da Fransız İhtilali sonrası yayılan milliyetçilik akımının da etkisiyle, özellikle Balkan coğrafyasında yaşayan azınlıkların başlatmış olduğu isyanları sonlandırmak ve devlete olan bağlılıklarını yeniden tesis etmektir.
Ve isyanları bahane eden Avrupa devletlerinin, Osmanlı iç siyasetine karışmasını önlemek de amaçlanmıştır.
Ancak bilindiği üzre olaylar tam tersi olur.
Osmanlı modernleşmesinin yüzü olan Beyoğlu'nun kültürel, toplumsal ve ekonomik gelişimi yüzyılın sonuna doğru sönmeye başlar.
İmparatorluk, ekonomik kriz, çalkantılı iç ve dış siyasetle Birinci Dünya Savaşı'nın da üstüne gelmesiyle tam bir çıkmaza girer.
Tüm bunlardan görkemli Pera da nasibini alır.
Yazar Meropi Anastassiadou, "Nasıl bir gelecek tasarlıyorlardı" diyerek arada kalan Rum toplumunun durumuna teşhis koyar:
"Bazıları muhtemelen Yeni Yunanistan Büyük Fikrine fikrine sıcak bakıyordu. Karadeniz'den Adriyatik kıyılarına kadar uzanan bir Yunanistan...
Kimileri büyük güçlerin denetiminde, siyasal açıdan zayıf ama hoşgörü ve özgürlük geleneğine bağlı bir Osmanlı devletine oynuyordu.
Kimileriyse, ki kesinlikle çoğunluğu oluşturuyordu bunlar, bilgeliğin sesine kulak veriyor ve bir ayaklarıyla sultanın topraklarına diğerleriyle başka bir zemine basmak istiyordu.
Hem orada hem buradaydılar, konjonktürdeki dalgalanmayı dikkatle izliyorlardı."
Yunanlılar'ın Anadolu'yu işgali, Kurtuluş Savaşı, Lozan Anlaşması, Cumhuriyet'in kuruluşu, ardından gelen mübadeleyle gelinen nokta hepimizin malumu.
(Ocak 2024 Sabah Kitap ekinde yayınlanmıştır.)