Sayfalar

25 Ocak 2025 Cumartesi

Domatesin tarihi insanlığın da tarihidir...


Meyve mi sebze mi olduğu hep tartışılan domatesin tarihinin peşine düşen ABD'li yazar William Alexander, Dünyayı Değiştiren On Domates kitabında eğlendirici bir üslupla domatesi anlatıyor.

Yemeğin ve onu oluşturan ürünlerin hikâyesi insanla başlar.
Yani yemeğin tarihi insanlığın da tarihidir...
Bereketli bir coğrafyada yaşıyoruz.
İnsanoğlunun yerleşik hayata ilk geçtiği, ilk hayvanı evcilleştirdiği, ilk bitkiyi ehlileştirdiği bölge Mezopotamya bir parçamız.
Anadolu, yüzlerce uygarlığa ev sahipliği yapmış, on binlerce yıldan bu yana her birinin mirasıyla zenginleşmiş bir mutfağımız var.
Meyve ve sebze çeşitliliği baş döndürüyor, sadece bu topraklarda yetişen endemik bitkilere sahibiz.
Ve inanılmaz çeşitlilikte yemekler yapılmış.
Bırakın bir bölgeyi, köyden köye geçtiğinizde pişirmesinden sunuma kadar farklılaşan mutfak kültürümüzle ne kadar övünsek az.
Avcı /toplayıcı atalarımız yerleşik hayata geçtikten sonra çiftçilikle uzmanlaştılar.
Alet kullanmayı öğrendiler ve birikimlerini göçlerle Balkanlar'a oradan Avrupa'ya taşıdılar.
Dünyanın farklı bölgelerinde de insanoğlu böyle bir evrimden geçti.
Ancak Bereketli Hilal'e göre daha geç bir vakitte.
İnsanoğlunun 13 bin yıllık tarihini ele alan ABD'li Prof. Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı muhteşem kitabında, her şeyin Ortadoğu'da bir insanın toprağa bir buğday tanesini ekmesiyle başladığını yazar.
Tarım ve hayvancılığın önemi, dinler, keşifler, mikroplar ve nihayet günümüze teknolojiye uzanarak insanlık tarihinin izini sürer.
Yine bir ABD'li William Alexander ise domatesin peşine düşüyor.
Ancak onun başlangıcı doğal olarak Güney Amerika'dan...
Diamond bir bilim adamı.
Biyolog, antropolog, coğrafyacı vs. Alexander ise uzun yıllar teknoloji alanından çalıştıktan sonra yazarlığa geçmiş.
New York Times ve LA Times gibi mecralarda mutfak kültürü üzerine yazılar kaleme alan bir meraklı.
Her şeyden önce bir domates tutkunu.
Dünyayı Değiştiren On Domates (Timaş Yayınları) kitabıyla "egzotik bir süs bitkisi nasıl kültür tarihinin vazgeçilmezi haline geldi" sorusunun peşine düşüyor.
Sıcaktan ve nemden haz etmem.
Ama yaz ayını sevmek için bir neden denirse, domatesi en başa yazarım.
Toprakta nazlı nazlı büyümesini, yeşil halini, kızarmasını, olgunlaşmasını, koparmasını, tabakta duruşunu, çiğini, pişmişini, salçasını, sosunu, kurutulmuşunu, çerisinden en büyük haline kadar her halini ayrı severim.
Öylesine tutkunum.
Bu kitabı okumak için bundan güzel bir neden olabilir mi?
Alexander, domatesin tarihsel yolculuğunu bilgilendirici, eğlendirici bir üslupla anlatıyor.
Tarih, biyoloji, coğrafya, sosyoloji, efsaneler, söylenceler, müzeler, arşivlerden yararlanıyor.
Uzmanların görüşü eşliğinde domatesin başına gelenleri sorguluyor.
Ve sağlıklı olanın, olması gerekenin peşine düşüyor.
İspanyollar, yeni dünya arayışında keşfettiği Güney Amerika'da muhteşem ve zengin Aztek kültürünü yok ederken birçok şeyi de kendi ülkelerine taşıyor.
Bir geminin ambarında Avrupa'ya ulaşan domatesin dünyanın yemek kültürünü değiştirip ikonik bir hale gelişinin hikayesi işte böyle başlıyor.
Peki nasıl karşılanıyor: nefret ve tiksintiyle.
Oraya gelmeden Avrupalılar'ın domatesle ilk karşılaşması nasıldı?
Kültürlerin tarihini inceleyen ve tarihte ilk antropolog olarak anılan Fransisken Bernardino de Sahagún 1529'da bugünkü Meksika'daki Tenochtitlán'dan gözlemlerini şöyle aktarıyor:
"Domates tüccarı, büyük, küçük, yeşil yaprak şeklinde, ince, tatlı, büyük yılan şeklinde ve meme ucu şeklinde domatesler satıyor. Ayrıca elinde çakal domatesleri, kum domatesleri ve sarı, çok sarı, fazlasıyla sarı, kırmızı, çok kırmızı, fazlasıyla kırmızı, kıpkırmızı, parlak kırmızı, kırmızımsı, şafak pembemsi domatesler de mevcut. Ancak domatesleri kimden satın aldığınıza dikkat edin, çünkü kötü tüccarlar ezik, çürük ve ishal eden domatesler satıyor."
Yazarın son cümleye düştüğü not hislerimize yabancı değil: Bazı şeyler asla değişmez.
Bernardino'nun Yeni İspanya'daki Şeylerin Genel Tarihi adlı 2400 sayfalık değerli el yazması ölünceye kadar, Vatikan'a notlar halinde gönderiliyor.
Oraları kafir olarak gören kilise, yerel halka sempatik olarak bakan rahibin notlarını 300 yıl boyunca saklıyor.
İstila ve katliamların ortaya çıkması istenmiyor.

Bu arada domatesin Avrupa yolculuğu kötü başlıyor.
Flaman bir bitki uzmanı, 1581'de domatesin güçlü, iğrenç kokusunun yenmeyecek kadar sağlıksız ve kötü olduğuna kanıt olduğunu söylüyor.
16. yüzyılın sonlarından bir İngiliz botanikçi "iğrenç ve kokuşmuş" diye söz ediyor.
İspanya Kralı tarafından yeni dünyaya gönderilen doktor ve doğa bilimcisi Hernández, 1571'de bölgenin flora ve faunasını inceliyor.
Domatesleri ekşi ve asitli bitkiler bölümüne koyan Herández, onları yiyen akılsızlara da pişmiş domatesleri ekşi üzümle tatlandırmalarını öneriyor.
ABD ise başka bir alem.
Hemen aşağıdaki Meksika yerine Avrupalı yerleşimciler ve sömürgeciler yoluyla domatesle tanışıyor.
Orası da domatesi iyi karşılamıyor.
1834'te Boston Courier'in editörü Joseph T. Buckingham biraz da dalga geçerek şöyle yazıyor:
"Temastan hemen sonra ele sabun, su ve kolonya uygulanmasını gerektirecek kadar kötü kokan saldırgan bir bitkinin mantarı olan domates, çürümüş, kokuşmuş patates yumrularının ikizidir. Ey lüks yemek firmaları, siz aşçılık biliminin tanrıları ve tanrıçaları! Bizi domatesten kurtarın."
Yavaş yavaş başlayan domates sevgisi bir doktorun sağlıklı olduğunu önermesiyle çılgınlığa dönüşüyor.
Hapları bile çıkıyor, rekabet başlıyor.
Devasa topraklarda üretim başlıyor, muazzam bir işkolu doğuyor.
Ardından iç savaşla konservesi daha sonra da dünyanın gözdesi ketçap doğuyor.
Ya mahkemelik olmasına ne demeli...
New York'ta büyük bir meyve ve sebze ithalatçısından domates vergisi isteniyor.
Gümrük memuru sebze tarifesine sokuyor, işadamı ise meyve olduğunda diretiyor.
1893'te mahkemelik olan bu kavganın sonunda şu gerekçelerle gümrükçü haklı bulunuyor:
"Botanik açıdan bakıldığında, domates tıpkı salatalık, kabak, fasulye ve bezelye gibi sarılgan bitkinin meyvesidir. Ancak bostanlarda yetişen ve hem pişmiş hem çiğ olarak tüketilen patates, havuç, yaban havucu, şalgam, pancar, karnabahar, lahana, kereviz ve marul, ister tüccar ister tüketici olsun, halk tarafından sebze olarak nitelendirilir ve genellikle meyveler gibi tatlı değil, yemeğin ana bölümünü oluşturan çorba, balık veya etlerin içinde, yanında veya sonrasında servis edilir."
Yüzyıllarca bilinmesine rağmen 1600'lere kadar Avrupa'da yüz bulamayan domates, İtalya'nın güneyindeki Napoli'de bir devrime yol açar.
Önce pizza sonra spagettiyle buluşur.
Ve bugüne kadar geçirdiği değişimlerle günümüzün en muhteşem en tanınmış yemeği haline gelir.
Tabii ki her güzel şey gibi insanoğlu domatesi kendi haline bırakmadı.
GDO devreye girip genetiğiyle oynanınca tatsız-tuzsuz, saman gibi ve birbirine benzeyen ürünler ortalığı sardı.
1970'lerde atalık tohum merakıyla eskilere dönüş başladı.
Büyük bir pazar oluştu ancak maliyeti hâlâ çok yüksek.
Peki ya seralar, kışın bile domates yetiştirilmesine olanak sağlayan dev bir endüstri.
Onlar domatese bir gelecek sağlayacak mı?
Şimdiden Mars'a tohumlarını götürmek için hazırlık yapılıyor.
Ama bir şey var ki yazarın dediği gibi o hiç değişmeyecek:
Domates bize hep gülecek....
(Sabah Kitap 2023 Aralık sayısında yayınlanmıştır.)

Sultan'ın nehirleri Fırat ve Dicle'nin izinde...


Osmanlı, bereketli hilalin kalbi Dicle ve Fırat nehirlerinin doğduğu topraklardan okyanusa döküldüğü yere kadar uzanan havzayı yüzyıllarca yönetti. Çevre tarihçisi Faisal H. Husain, Sultan'ın Nehirleri adlı ödüllü kitabında, Osmanlı'nın kurduğu istikrarlı ve dayanıklı yönetimi anlatıyor.

Bereketli Hilal olarak adlandırılan Mezopotamya medeniyetlerin beşiğidir.
Dünya tarihinde insana dair ne varsa ayak izleri buradadır.
Verimli toprakları ve uygun iklim şartları nedeniyle çok eski zamanlardan beri yerleşimlere sahne olmuş ve birçok istilaya uğramıştır.
Bilinen ilk okur-yazar toplulukların yaşadığı bölge olarak bilinen Mezopotamya Sümer, Babil, Asur, Akad ve Elam gibi en eski ve büyük medeniyetlerin doğduğu ve geliştiği yerdir.
İlk insanlıktan ilk yerleşik hayata geçişe, bitkilerin evcilleştirilmesinden ilk tarımın yapılmasına, oradan dinler, diller, ırklara uzanan çeşitlilik, zenginlik saymakla bitmez.
Aynı zamanda en büyük refahın ve en büyük yıkımın, acıların yaşandığı yerde burasıdır.
Dicle ve Fırat nehirleri bu bölgenin hayat damarıdır.
Amazon, Kongo, Mississippi, Tuna, Nil, Ganj gibi nehirlerle karşılaştırıldığında su toplama havzası, toplanan suyun hacmi, boşalttıkları su miktarı açısından onların yanında önemli olarak görülmezler.
Ancak çevre tarihçisi Faisal H. Husain, bu iki nehrin farkını bölgedeki siyasi gelişmelerde boylarından büyük oynadıkları role bağlıyor.
Sultan'ın Nehirleri/ Osmanlı İmparatorluğu'nda Dicle ve Fırat (Timaş Yayınları) kitabıyla farklı bir bakış açısı sunan Husain, önemli bir boşluğu da dolduruyor.
O boşluk kitabı bitirdiğiniz zaman anlaşılıyor.
İşte, binlerce yıldır Dicle ve Fırat akıyor, insanlık orada yemiş, içmiş, yaşamış, savaşmış biri yazsa ne iyi olur değil.
Bugüne dek, yazılmış, söylenmiş, efsaneler, bilgiler, belgeler, kayıtlar var ve hâlâ da ortaya çıkmaya devam ediyor.
Tarihçi Faisal H. Husain bu ortamı nefis bir alıntıyla örneklendiriyor.
Edebiyat kuramcısı, öykü ve roman yazarı, ona göre lisan felsefecisi Kenneth Burke, ara vermeksizin işleyen ilim dünyasını, sonu gelmeyen karşılıklı konuşmaların sürdüğü bir odaya benzetmektedir:
"Geç geliyorsun. Vardığında diğerleri senden çok önce başlamışlar ve ateşli bir tartışmanın ortasındalar. O kadar ateşli bir tartışma ki sana tartışmanın ne hakkında olduğunu söyleyebilmek için bile ara vermiyorlar... Tartışmanın mahiyetini kavradığını anladığına karar verdiğin ana kadar dinliyorsun; ondan sonra da sen meseleye karşıyorsun. Biri sana cevap veriyor; sen ona cevap veriyorsun; biri seni müdafaa etmek için geliyor; biri senin karşındakine katılıyor, ya muhatabını sinir etmek ya da memnun etmek için, senin müttefikinin sana yaptığı yardımın niteliğine bağlı olarak... Vakit geç oluyor, ayrılmak zorundasın. Ve tartışma hâlâ tam kuvvetiyle ilerlemeye devam ederken ayrılıyorsun."
Yazar, bu kitapla birden fazla söylemin ya da konuşmanın gerçekleştiği bir odaya geç bir şekilde girdiğini belirtiyor ve ekliyor: Her bölüm bu söylemlerin birine bir katkı sunmaktadır.

Sultan'ın Nehirleri, 1534 yılında Habsburglar'la barış anlaşması yapan Kanuni Sultan Süleyman'ın yüzünü Batı'dan Doğu'ya çevirmesiyle başlıyor.
Osmanlı ve Safeviler arasında yirmi yıldır süren gerginlik had safhaya çıkmıştır.
İstanbul'dan yola çıkan Sultan, İran'ın içlerine doğru kaçan Şah'ın üstüne yürümesi beklenirken aniden rotası çevirip Bağdat'a yönelir.
Böylece Dicle ve Fırat, doğduğu topraklar Anadolu'dan okyanusa döküldüğü yere kadar Osmanlı'nın kontrolüne geçer.
Dicle- Fırat Havzasında tarihte nadir rastlanan bir durumla siyasal birliği sağlamayı başaran Osmanlı, bölgeyi yüzyıllarca tek merkezden yani başkent İstanbul'dan yönetti.
İki nehrin havzasının insanlık tarihi ile su tarihinin tek bir emperyal düzende birleştiğini belirten Husain, Osmanlı'nın güçlü bürokrasisi ve muazzam silah gücü sayesinde aşiretlerin direncini kırarak istikrarlı ve dayanıklı bir düzen kurduğunun altını çiziyor.
Suyun gücü ve taşıma kolaylığıyla askeri birliklerin intikali ve dolayısıyla isyanlara, çatışmalara müdahaledeki üstünlük, ayrıca lojistik ve gıda ürünlerinin taşınması, madenlerin kullanımı bu iletişim hattı sayesinde olmuştur.
Bölgenin alüvyonlu topraklarında tarım yapılmış, hayvancılık da bir o kadar verimli olmuştur.
Havzanın kuzeyindeki iklimin verimli olması, aşağıda Bağdat gibi kuraklığın hakim olduğu sıcak yerlere de destek sağlamıştır.
Halkların yaşam standardını yükselten barınma, sağlık, tarım gibi desteklerin yanı sıra ekonomik olarak da salcılık, kerestecilik, taşımacılık, nakliyecilik gibi iş kolları gelişmiştir.
Coğrafi durumu ve tarihteki önemi itibarıyla Diyarbakır, Birecik, Musul, Bağdat gibi merkezler, idari, askeri ve ekonomik olarak öne çıkmıştır.
Osmanlı, Batı Avrupa'da savaşa tutuştuğu zaman Doğu kanadındaki bu istikrar sayesinde gözü arkada kalmamıştır.
Tarihçi Husain H. Faisal, her ne kadar Osmanlı dönemini konu alsa da, bölgenin bugünkü konumuna da kısaca değiniyor.
2013 yılında Iraklı bir sivil toplum kuruluşunun, sorunlara dikkat çekmek için geleneksel su taşıtlarından oluşan bir filoyla Dicle'den yaptığı yolculuğu örnek veriyor.
Hasankeyf'ten başlayan bu girişim, çatışmalar, savaşlarla kesiliyor, suyun akışının bozulmasıyla akamete uğruyor, bürokratik engellere takılıyor.
Bağdat'ta tekneler karayoluyla taşınmak zorunda kalınıyor.
"Halbuki" diyor yazar; o dönemlerde bir tek kişinin izniyle sayısız yolcu özgürce yelken açabilirdi.
(Sabah Kitap 2023 Kasım sayısında yayınlanmıştır.)

Sırlarını surlarına fısıldayan şehir*


Diyarbakır'da ikincisi düzenlenen Sur Kültür Yolu Festivali, kadim kentin sanat ve kültür rotasında yeni kapılar açtı. Sur'un görkemli tarihi, festivalin coşkusuyla buluştu.

Uçak inişe geçerken eski şehri saran surlar ve kıvrıla kıvrıla akan Dicle Nehri tüm ihtişamıyla nefes kesiyor. Cam kenarındaki yaşlı kadının gözleri buğulanıyor, uzun süredir görmediği memleketine kavuşmanın hüznüyle bir türkü mırıldanıyor: Diyarbekir Mala Mine. (Diyarbakır benim evimdir)
Çok dinli, çok dilli, çok kültürlü kadim kent Diyarbakır, 12 bin yıla uzanan tarihiyle neredeyse Anadolu ve Mezopotamya'da hüküm sürmüş her uygarlıkla temas etmiştir.
33 medeniyete yurt olmuştur.
Surları ise kuşbakışı kalkan balığına benzeyen 5.5 kilometrelik uzunluğu, 82 burcu ve şehrin dört bir yanına açılan kapılarıyla benzersizdir.
İstanbul'da nasıl ki tüm yollar denize çıkarsa, Diyarbakır'da da surlara çıkar.
2 milyona varan nüfusuyla, şehir ne kadar büyürse büyüsün halkın yüzü Sur'a dönüktür.
Tek Kapı, Çift Kapı, Mardin Kapı, Urfa Kapı, Yeni Kapı, Dağ Kapı'ya gidilip, sur içine varılır.
Buluşmalar, tarifler, hikayeler, söylenceler de Sur'la bağlantılıdır. Ya kapıların ya da içindeki tarihi yapıların, sokakların, çarşıların adı dillendirilir...
Dağ Kapı Meydanı, Keldani Kilisesi, Ulu Camii, Paşa Hamamı, Hasan Paşa Hanı, Hz. Süleyman Camii, Keçi Burcu, Kurşunlu Camii, Surp Giragos Kilisesi, Şeyh Muhtar Camii, Mesudiye Medresesi, Dört Ayaklı Minare, Meryem Ana Kilisesi, Sülüklü Han, Kervansaray, Cemil Paşa Konağı, Arkeoloji Müzesi, Gavur Mahallesi, Balıkçılarbaşı, Ben Ü Sen Burcu, Yanık Çarşı, Aşefçiler Çarşısı diye başlar, uzar gider...
Surlar; yöreye özgü, gri, bazalt taşlardan yapılma bir duvar değildir...
Sur, taştan öte bir şeydir...
Medeniyettir, tarihtir, tevazudur, gelenektir, duygudur, sevinçtir, hüzündür, hafızadır, dindir, dildir, halaydır, türküdür, ağıttır, anıdır, efsanedir, yemektir, çocuktur, ana-babadır, kirvedir, ezandır, camidir, kilisedir, papazdır, Kürtür, Türktür, Ermenidir, Süryanidir, Keldanidir, Zazadır, Araptır, Yahudidir...
Burası, yazar Şeyhmus Diken'in kitabından başlığımıza ödünç aldığımız Sırlarını Surlarına Fısıldayan Şehir: Diyarbakır'dır...
Sur; Ahmed Arif'in, Süleyman Nazif'in, Ziya Gökalp'in, Cahit Sıtkı Tarancı'nın yazıları, dizeleridir.
Ermeni yazar Mıgırdiç Margosyan'ın Gavur Mahallesi'dir.
Yüzyılların bilgeliğini taşıyan anneler, teyzeler, bacılar, dayılar, amcalar, nineler, dedelerdir.
Labirent gibi uzayıp giden daracık küçelerinin (sokakları) birdenbire geniş avlulu evlere açılan yaşam alanlarıdır.
Altın hasır bilezik işleyen ustalardır.
Burnu hızmalı, ayağı halhallı kadınlardır.
Surlar'ın en ücra köşelerinde gizlice demlenip, mahallenin namusunu gözeten kırıklardır (külhanbeyi).
İnsanoğlunun tarıma ilk geçtiği çağlardan beri ekilip biçilen dünya mirası Hevsel Bahçeleri'nin bekçileridir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Şark Bülbülü adını verdiği Celal Güzelses'in besteleri, türküleridir.
Sur hayatın kendisidir ve daha fazlasıdır...
(29 Ekim 2023 tarihli Sabah Pazar ekinde yayınlanmıştır.)


Kültür ve sanat rüzgarı esti...

Kültür Bakanlığı'nın 11 ilde düzenlediği Kültür Yolu Festivalleri'nin Diyarbakır durağında, 9 gün boyunca 40'tan fazla noktada 500'ün üzerinde etkinlik sanatseverlerle buluştu.
Halkın büyük ilgi gösterdiği 2. Sur Kültür Yolu Festivali'nde, Dengbej divanları kuruldu, Süryani kadim ilahileri söylenirken, Ermeni Bestekarlar ve İnançların Dili Konseri gerçekleştirildi.
Eyvan gecelerinde çiğköfteler yoğruldu, meşk edildi.
Edebiyatseverler, Hüsn-i Hat ve Diyarbakır Divan Şiirinin Tekamülü söyleşilerinde buluştu.
Diyarbakırlı Prof. Nihat Hatipoğlu, Dosta Doğru sohbetleriyle hemşerileriyle hasret giderdi.
Cumhuriyetin 100. yılına özel, ilk kez Atatürk dönemine ait fotoğrafların yapay zeka teknolojisiyle bir araya getirilerek yeniden hayat bulduğu dijital sergi büyük ilgi gördü.
Ünlü fotoğraf sanatçısı Steve McCurry'nin 51 eşsiz fotoğrafı, restore edilen Keçi Burcu'nun içinde sergilendi.
Terasında ise gökyüzü gözlem şenliği, gökyüzü gece gözlemleri, planetaryum gösterileri ve astronomi sunumları yapıldı.
Dağkapı Burcu'ndaki Sanatın İzinde Şehir sergisinde de, farklı sanatçıların eserleriyle Diyarbakır'ın sanatsal zenginlikleri tanıtıldı.
Antik Çağdan Günümüze Koku Kültürü sunumu yapıldı.
Çocuklar da unutulmadı.
Birçok noktada tiyatro oyunları, eğlenceli ve eğitici atölye çalışmaları ile sahne gösterileri gerçekleşti.
Keşfedilmesi dünyada büyük yankı yaratan ve kazısı hala süren Roma ileri karakolu Zerzevan Kalesi gezildi.
Gastronomi etkinlikleri de görülmeye değerdi.
Kaburga dolmasından sumaklı dolmaya, meftüneden duvaklı pilava yerel aşçılar sunum yaptı.
Ömür Akkor gibi ünlü aşçılar da onlara eşlik etti.
Tadım yapıldı, ciğerler, burma kadayıflar iştahla yendi.
Kent binlerce turist ağırladı, otellerde boş yer kalmadı, esnaf sevindi.


Fark yaratan kadınlar
ve ilk parfümün izinde...

Festivaldeki 2 etkinlik ve bir dini ayin, fark yarattı diyebiliriz.
Kökleri çok eskilere dayanan Keldaniler'in ibadethanesi, uzun bir restorasyon sonunda açıldı.
Yurtdışından gelen Mar Petyun Keldani Kilisesi'nin cemaati, neredeyse yüzyıl sonra atanan patrikle ayin yaptı.
Kilisenin bahçesi ya da avlusu denen alanda ise Jokey Kulübü'nün sergisi vardı.
Farka Yaratan Kadınlar Fotoğraf Sergisi'nde, erkeklerin egemen olduğu alanlarda başarılarıyla ön plana çıkan kadınlar vardı.
Jokeylikten itfaiyeciliğe, madencilikten oto tamirciliğine, boyacılıktan tekstil üretimine çalışan üreten kadınlarımızın hikayelerini öğrenip, gurur duyduk.

17 Ocak 2025 Cuma

Cumhuriyet'in ilk yüzyılında bir aydın...


1923 doğumlu Prof. Kemal H. Karpat, Cumhuriyet'in İlk Yüzyılı kitabıyla onurlandırılıyor. Tarihçi. sosyolog, siyaset bilimci, edebiyatçı, uluslararası ilişkiler gibi birçok alanda değerli eserler vermiş bir aydındı. Cumhuriyet'in önemli meseleleri Karpat'ın entelektüel yolculuğuyla buluşuyor.

Cumhuriyetimizin 100'ncü yılına sayılı günler kaldı.
Bulunduğumuz coğrafyada bir asırı devirmek, bizim için büyük bir kazanç ve övünçtür.
Kafkaslar'da, Karadeniz havzasında, Balkanlar'da, Ortadoğu'da bitmeyen gerilimler ve savaşların tam ortasındayız.
Bir süredir Filistin-İsrail savaşında artık sivilleri de kapsayan büyük bir yıkım ve acıyla sarsılıyoruz.
Osmanlı; Kırım'dan Filistin'e, Azerbaycan'dan Sırbistan'a kadar uçsuz bucaksız toprakları asırlarca yönetti.
Bu toprakların, merhameti, hoşgörüsü, adaleti, yüzyıllarca hatta binlerce yıldır süregelmiştir, onlarca kavim gelip geçmiş her birinden bir şeyler kalmıştır, bu bizim mirasımızdır.
İnsanlık ve tarih bize bu görevi vermiştir, bundan kaçamayız.
Tam da bu yüzden olan bitenlere kayıtsız kalamıyoruz.
1912'de başlayan Balkan Savaşı, ardından patlak veren Birinci Dünya Savaşı, 600 yıl hüküm süren Osmanlı'nın işgal edilmesi, Kurtuluş Savaşı derken 10 yıl süren kesintisiz mücadelelerin sonucu Cumhuriyet kuruldu.
Yönetimiyle, yasalarıyla, ekonomisiyle, imarıyla, eğitimiyle, yeni bir dünya kuruluyordu.
Biz de bir şekilde kendi deneyimlerimiz, geleneklerimizle o dünyanın bir parçası olduk, olmaya devam ediyoruz.
Tohumları Osmanlı döneminde atılmış reformlar, atılımlar üstüne konarak perçinlendi.
İyi yetişmiş bürokratik kadrolar, doktorlar, mühendisler, donanımlı askeri sınıf, yüzyılların mirası devlet geleneği içinde Cumhuriyet'le buluştu.
Siyasette iniş çıkışlar oldu, demokratik süreç darbelerle kesintiye uğradı.
Büyük kavgalar, acılar yaşandı ancak her zaman halkın dediği oldu.
Bu coğrafyada, böylesi tecrübe ve aklıselim yabana atılır bir şey değildir.
Anadolu'nun bereketli toprakları yedirdi, içirdi, sarıp sarmaladı.
Doğal afetlerle sarsıldık, acı hem de çok büyük acılar yaşadık.
Oradan oraya savrulduğumuz "her şey bitti artık" dediğimiz noktada görünmez bir el tutup ayağa kaldırdı.
Geleneğimiz, göreneğimiz, kuşaktan kuşağa aktarılan deneyimlerle kültürümüz değerli sanatçılarla zenginleşti.
Sanatçılar, bilim adamları, eğitmenler bu izi takip ederek memleketin kültürüne bir harç koydu.
Daha onlarca isim, görünmez kahraman tıptan kimyaya, mühendislikten bilgisayara, şiirden romana, müzikten tiyatroya, baleden türkülere, sinemadan tarihe, sosyolojiye, arkolojiye nice alanlarda yüzyıldır olduğu gibi çalışıyor, üretiyor.
Prof. Aziz Sancar bilim alanında, Orhan Pamuk edebiyatta dünyanın en saygın ödüllerinden Nobel'e layık görüldü.
Asıl konuya gelene kadar bunca sözü etmemim nedeni Prof. Kemal. H. Karpat'a adanan bir kitaptır.
Cumhuriyet'in ilk yüzyılına damga vuran isimlerden biri olan Karpat, 1923 doğumluydu.
Cumhuriyet'le yaşıt hocamız ne yazık ki bugünleri göremeden 4 yıl önce aramızdan ayrıldı.
Türk sosyal bilimler ve tarihçilik alanının önde gelen isimlerinden Prof. Karpat, akademik ve entelektüel birikimiyle önce Batı'ya ve sonra bize çalışmaları, kitapları, konferanslarıyla yol göstermiştir.
Timaş Yayınları, yüzyıla yakışan değerli ve kalıcı bir miras olarak gördüğüm bir çalışmaya öncülük ediyor.
Kemal H. Karpat 100 Yaşında 
adıyla sunulan kitabın üst başlığı da hocanın kariyerini özetliyor; Cumhuriyet'in İlk Yüzyılı/ Siyaset-Toplum- Uluslararası İlişkiler-Kültür.
Romanya'nın Dobruca bölgesindeki Osmanlı şehri Babadağı doğumlu Karpat, Türkiye'deki üniversite eğitiminden sonra 1950'lilerde ABD'ye giderek akademik kariyerini inşa etmiştir.
Babadağı'nda azınlık, Türkiye'de muhacir, ABD'de göçmendi.
Bu durumun ona büyük bir zenginlik ve gözlem gücü kattığı kesindir.
22 makaleden oluşan Karpat'ın kaleminden Cumhuriyet Türkiye'sinin ilk yüzyılı, Hoca'nın uzun yıllar öğrencisi ve bazı projelerinde yardımcısı olan akademisyen Kaan Durukan yayına hazırlamış.
Her bir makale titizlikle seçilmiş.
Türkiye'nin yüzyıl boyunca kırılma noktalarına, önemli duraklarına temas ederek, durum değerlendirmesi, analizlerin sonunda sonuç ve geleceğe dönük saptamalar yapılıyor.
Türkiye'nin modernleşme süreci, Türk siyaseti, CHP, sol, darbeler, ordunun durumu, Türk edebiyatı, Türkçe'nin serüveni, Gecekondulaşma ve göç, Balkanlar ve müslüman azınlık, Orta Asya, Türk-Sovyet ilişkileri, bugünkü ideoloji durumları...
Karpat'ı yalnızca bir tarihçi olarak nitelemenin yetersiz olacağını belirten Durukan'ın saptaması çok yerindedir:
Konuları, kaynakları, yaklaşımları itibarıyla Türk Demokrasi Tarihi'nde siyaset bilimci, Çağdaş Türk Edebiyatı'nda Sosyal Konular'da edebiyat araştırmacısı, Gecekondu'da sosyolog, İslam'ın siyasallaşmasında tarihçi idi. ...Ve uluslararası ilişkilerde de ciddi bir mesai harcadığının altını çizmek gerekir.
Karpat Hoca'nın en büyük meselesi Batı'nın Osmanlı'ya ve dolayısıyla Türkiye'ye bakışındaki görmezden gelme, tarihi olaylardan dışlanmasıdır.
O da Halil İnalcık gibi bu konuda çok çaba harcamıştır.
Bugün artık Avrupa tarihi yazılırken Osmanlı ve Türkiye'nın önemi de vurgulanmaktadır.
Prof. Karpat, Türkiye'nin en büyük sorunlarından göç ve gecekondulaşmaya çok erken bir tarihte el atmış yazdığı kitabı neredeyse 30 yıl sonra çevrilebilmiştir.
1950'lerden başlayıp ekonomik ve terör olaylarıyla büyük kentlere başlayan akın, 70'ler 80'lere damga vurmuş ve artık kontol edilemez bir hale bürünmüştür.
Kitabın editörü Kaan Durukan, Karpat'ın öngörüsünü şöyle yorumlamaktadır:
Karpat, Latin Amerika'daki favela'ların, Kuzey Afrika'daki bidonville'lerin ve Türkiye'deki gecekonduların (ya da Asya, Afrika ve Güney Amerika'da farklı isimli benzer barınma biçimlerinin, yaşam şekillerinin) esasen 2. Dünya Savaşı'ndan sonra çok daha görünür olan sosyal gerçeklerin değişik çehreleri olduğunun farkındaydı. Bu sebeple, bu bölümde sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimi veya kent çalışmaları gibi çeşitli disiplinlerden alıntılar yaparak tüm bu coğrafyalarla ilgili literatürün kapsamlı bir incelemesini sundu.
Türk Edebiyatı'nda özellikle 3 Kemaller olarak adlandırdığı; Yaşar Kemal, Kemal Tahir ve Orhan Kemal'i karşılaştırmalı olarak ele alındığı makalesinin de altını çizmek gerekiyor.
Hoca bu alanda da farklı bir bakış açısı sunmaktadır.
Kemal H. Karpat'ın kitabının önümüzdeki bir yıl boyunca sürecek Cumhuriyet'in 100. yılına işaret fişeği olmasını diliyorum.
Kendisi gibi yaşasaydı 100 yaşında olacak Yaşar Kemal ve edebiyatımızın dev ismi Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirde Nazım Hikmet, Yahya Kemal, Necip Fazıl, tarihte Halil İnalcık, İlber Ortaylı, müzik, sinema, tiyatro, matematik, fizik, biyoloji, tıp, mimarlık, ilahiyat gibi sayısız nice alandaki değerli isimlere böyle bir çalışma çok yakışacaktır.
Dileğimiz odur ki; Cumhuriyet'imiz nice 100 yıllara erişsin..

Karpat diyordu ki;

* Osmanlı tarihi, tarihi araştırmaların üvey evladıdır.

* Kuruluşundan çöküşüne kadar Osmanlı devleti, çevresinde bulunan büyük güçlerle devamlı ilişkiler kurarak, gereğinde anlaşarak, gereğinde çarpışarak altı yüzyıl varlığını sürdüregelmiştir. Bizans Devleti'nin varisi olarak kendisini Roma Kilisesi'nin karşısında bulmuş ve bu kilisenin siyasi gücünü kaybetmesinde çok etkili olmuştur. Başka bir deyişle Avrupa'da milli devletlerin ortayı çıkışını kolaylaştırmıştır.
* Osmanlı devleti, neredeyse başlangıcından sonuna kadar kendine mahsus sosyal, ekonomik ve siyasi organizasyon modelleri geliştirmiş ve Avrupa tarihiyle yakından ilişki içinde evrilmiştir. Aslında Osmanlı tarihi, Orta ve Batı Avrupa'daki olayların gidişatından etkilendiği gibi, onları etkilemiştir de; öte yandan Osmanlı Devleti'nin yükseliş ve düşüşü, büyük ölçüde Avrupa tarihin gidişatını belirleyen benzer ekonomik ve sosyal güçlerin eseridir.
* Osmanlı Devleti, Ortaçağ ve modern zamanlarda üç tektanrılı dini birden (İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudilik) resmen tanıyan etnik ve dilsel alt gruplarıyla birlikte uyumlu bir şekilde bir arada yaşamalarını güvence altına alan tek siyasi organizasyondur. Osmanlı idaresinde şu ya da bu zamanda yaşamış etnik veya dilsel grupların sayısı altmışın üzerindedir.
* Bu çok- etnili ve çok-dinli Osmanlı Devleti, bir sosyo-etnik denge vasıtasıyla iç tutarlılığını kurmayı başarmıştır; bu dengenin uzun ömürlülüğü ise devlet veya yönetim düzeyinde milli bir ideolojinin olmayışından güç almıştır.
* Şurası açıktır ki, Osmanlı tarihi haksız yere bir ihmale mahkum edilmiştir.
* Modern çağda bile Avrupa'nın Türkler ve Osmanlı Devleti imajı aynı Ortaçağ kavramlarından beslenmeye devam etmiştir; bu kavramlar Haçlı seferini meşrulaştıragelmiş, gerçekte ekonomik ve kültürel emperyalizm çağında işe yaramıştır.
* Osmanlı'dan kopan ülkelerin tarihçilerin önyargılı yaklaşımıyla Osmanlı her kusurun yüklendiği bir günah keçisi haline getirilmiştir.
* Osmanlı şiiri, edebiyatı, müziği, dekoratif sanatları, minyatürü, mimarisi, şehir planlamacılığı ve yüksek kalitedeki diğer çeşitli sanat faaliyetleri, özündeki değere rağmen dünya tarafından büyük ölçüde bilinmeden kalmış durumdadır.
(Sabah Kitap ekinin Ekim 2023 sayısında yayınlanmıştır.)

Kültür adamı olarak Fatih...


Osmanlı'yı gerçek anlamda devlet haline getiren Fatih Sultan Mehmet, kültür adamı kimliğiyle karşımızda. Prof. Erünsal, Fatih'in Entelektüel Portresi kitabında, onun Doğu ve Batı kültürleri arasında kurduğu misyonu anlatıyor.


Dünyadaki büyük şahsiyetlerin kendi halkları nezdindeki önemi, kazandığı mücadelelerle bilinir.
Nesilden nesile aktarılarak gelen yazılı kaynaklar, bilgiler, efsaneler, söylenceler o kişilikleri bir anıt haline getirmiştir.
Fatih Sultan Mehmet'in de Türk halkının gönlündeki yeri başkadır.
Osmanlı İmparatorluğu'nu gerçek anlamda bir devlet haline getiren hiç kuşkusuz Fatih'tir.
Siyasetçi, diplomat, asker, stratejist, cesur ve kararlıdır.
Savaşları, fetihleri, kahramanlığı ağırlıklı olarak öne çıkarılmıştır.
Hem yabancı kaynaklarda hem Türk tarihinde bu özellikleri, ayrıntılarıyla ele alınmıştır.
Bizans İmparatorluğu gibi binlerce yıllık bir devleti ortadan kaldırıp İstanbul gibi şehirlerin anası bir kenti ele geçirmek herkesin harcı değildir.
Dünyadaki dengeleri değiştiren Fatih'ten söz ederken, ana gövdenin, fethi kapsaması anlaşılır bir nedendir.
Ancak o tüm bunlardan daha fazlasıdır.
Küçük yaşlarda aldığı ileri seviyede eğitimle; kültür ve sanat alanlarında da liderlik etmiştir.
Kaynaklara göre; Arapça, Farsça, Grekçe, Latince ve İtalyanca bilmektedir.
Edebiyata ve kitap tutkusunun yanı sıra, coğrafya ve haritalara düşkünlüğü, matematik ve astronomiye merakı, yeni fikirleri öğrenme iştahı ölümüne kadar sürmüştür.
İslam sanatı uzmanı İngiliz akademisyen Julian Raby, savaş anındaki durumunu şöyle anlatır:
Fatih'in ünü hem gerçeklere, hem de hayal gücüne dayanıyordu; başlangıçta Avrupalıların gözünde Fatih Mehmed ile kültür adamı Mehmed arasında çarpıcı bir zıtlık vardı:
Orduları Kostantinopolis'i kuşattığı sırada bile, üç âlimden oluşan bir grubun, ona, aralarında antik tarihçiler Quintus Curtius, Livius ve Herodotos'un metinlerinin de bulunduğu okumalar yaptıkları söylenir. Bunlardan biri Arapça bilen bir filozof, biri Yunanca'da, biri de Latince'de yetişmiş kişilerdir.
Akademik dünyanın kültür adamı Fatih'le ilgili bilgileri, orada burada önümüze çıkar.
Ancak ağırlıklı konu, savaş, devlet yönetimi, siyaset gibi meseleler olduğu için kültürel konular ya bir makaleye sıkışmıştır ya da bir paragrafa.
Fatih'in Entelektüel Portresi/ Merakları, Kitapları ve Kütüphaneleri eseri, bu konudaki boşluğu doldurmak için bir kapı açıyor.
Prof, İsmail E. Erünsal, bu konudaki bir makalesiyle başladığı çalışmasını kitapla taçlandırıyor.
Tarihçi Erünsal, kütüphanecilik konusunda Türkiye'nin saygın isimlerinden biri, yıllarca yetiştirdiği öğrencileriyle, ödülleri, kitaplarıyla kültür dünyamıza büyük katkısı ve emeği geçenlerden.
Osmanlı arşivlerindeki belgelerin ağırlıklı olarak kullanıldığı kitabında, Türk tarihçileriyle birlikte, yabancı kaynaklardan, seyyahlardan, diplomatların yazılarında da yararlanmış.
Fatih, harap haldeki İstanbul'u fetihten sonra ayağa kaldırmak için imar çalışmaları başlatır.
Bir yandan da coğrafi olarak iki kıtanın ortasındaki kentte yakışır bir şekilde Doğu ve Batı kültürlerini birleştirmeyi misyon edinir.
Prof. Erünsal, bu misyonun ana hatlarını şöyle aktarıyor:

"Fatih, İstanbul'u bilimsel anlamda merkez yapmak amacı doğrultusunda İslâm ülkelerinden ve Batı'dan birçok ilim adamı ve sanatkârı davet etmiş ve bizzat katıldığı ilmî tartışmalarla sarayının bir ilim meclisi hâline gelmesini sağlamış ve ulemânın hâmisi olmuştur. Bu mekânda din, felsefe ve bilim sahasında yapılan tartışmalar günümüze yazılı olarak ulaşmış olup, bu evsafıyla kendisi Doğu'da yeni bir Rönesans hareketinin müjdecisi olarak görülmüş ve özellikle Batılı yazarlar onun bu yönüne sıklıkla vurgu yapmışlardır."
Şairlerle sık sık buluşup, sohbet eden onlara aylık bağlatan hamilik yapan Fatih, Avnî mahlasıyla şiirler yazan ilk divan sahibi sultandır.
Manisa'da şehzade iken oluşturduğu kütüphanesini daha sonra Edirne'ye götüren Fatih, İstanbul'un fethinden sonra Beyazıt'taki Eski Saray'a naklettirir.
Ve kütüphanenin son durağı daha sonra inşa ettirdiği Topkapı Sarayı olur.
Sonraki padişahların da üstüne titreyip koruduğu, zenginleştirdiği kütüphane bugünkü muazzam haliyle halen korunmaktadır.
Saraydaki kütüphane dışında kendi kütüphanesi de olan Fatih'in bu özel alanı yabancılar tarafından yıllarca merak edilmiştir.
Kitabın finalindeki dönemin İtalyan şairi Giovanni Mario Filelfo'nun Fatih'i anlattığı epik şiiri, yüzyıllar ötesinden her şeyi özetliyor:
Mehmet övgülerle yıldızların katına hak etmediği için çıkarılmış değildir.
Mars'ın ve beyzadelerin övgülerine mazhar olarak dünyanın dört köşesinde namı anılır.
Her ne kadar tüm dünyada Mesih'e tapınanların
Ve papalık sarayının nefretinin odağında olsa da.
Latin milleti şüphesiz nefret eder bu adamdan
Tıpkı kadim Roma'nın Hannibal'e nefreti gibi.
Nicelerinin elleri yazmayı deneyecek süsleyip püsleyerek
Yenilmez Mehmed'in bu çağda yaptıklarını.
Ve şimdi her ne kadar irademe karşı gelerek yazmış olsam da.
Düşmanı övmeye geldim istemeye istemeye.
Şüphesiz tüm bu işler sadece parası, pulu.
Karada ve denizde kum gibi askeri olan bir dehanın eseri değil.

(Sabah Kitap ekinin Eylül 2023 sayısında yayınlanmıştır.)

16 Ocak 2025 Perşembe

Tarihe yeni bir bakış...

Hollandalı ressam Jan von Goyen (1596- 1656) Patenciler...

7 kitaptan oluşacak Erken Modern Avrupa Tarihi'nin ilk kitabı yeni ufuklar açıyor. Osmanlı'nın da bir Avrupa ülkesi olarak tanımlandığı kitapta, iklim tarihçiliği gibi yeni bir alan günümüze de ışık tutuyor.

Tarih en büyük öğretmendir, keşfedilmeyi bekler.
Sloganlardan, önyargılardan uzak, objektif karşılaştırmalı araştırmalar bilinen ya da bildiğimizi sandığımız her şeyi, bambaşka bir şekilde önümüze çıkarır.
Yeni bakış açıları, kaynakların çeşitliliği başka türlü bir okuma ve değerlendirmeyi getirir; perspektif genişledikçe ortaya çıkan ürün de farkını ortaya koyar.
Vakıfbank Kültür Yayınları'nın Erken Modern Avrupa Tarihi/Esaslar kitabı, tam da bu tarifin bir örneği olarak gösterilebilir.
2015 yılında Erken Modern Avrupa Tarihi Rehberi başlığıyla iki hacimli cilt olarak Oxford Üniversitesi tarafından hazırlanan eser, Türkiye'de yedi kitaplık bir seri olarak sunulacak.
İlk kitapta, erken modern dönemde değişen, ortaya çıkan, yeniden tanımlanan dokuz olgu konu ediliyor.
Her bölümü, alanında uzman akademisyenlerin kaleme aldığı bu devasa külliyata 50'yi aşkın bilim insanı da destek vermiş.
İngiliz Profesör Hamish Scott'un editörlüğündeki çalışma, tarih alanında uzunca süredir gördüğümüz ancak tam olarak adını koyamadığımız bir meseleyi de ayrıntılarıyla açıklığa kavuşturuyor.
Erken Modern nedir, neyi kapsamaktadır, hangi dönemleri ele almaktadır.
Editör, uzun sunuş yazısında Erken Modern'in ortaya çıkışını kaynaklar, araştırmalar, tartışmalar ve beslendiği akımlar, kitaplar ışığında tarif ediyor.
"Modern dünyayı tanımlayan tarihsel, toplumsal ve zihni değişimlerin ayak seslerinin bu dönemde duyulduğu ya da birer ikişer belirmeye başladığı yüzyılların" yani 14 ile 18. Yüzyılın sonuna kadar dönemin temel alındığı kitap, "Avrupa neresidir, nereden başlar nereye kadar uzanır" sorusuyla başlıyor.
Değişen coğrafya biliminin Avrupa'nın sınırlarını nasıl tanımladığını ele alıyor.
Hava, iklim ve çevrenin tarihsel şartları bölümünde toplumlar üzerindeki etkisi; Hastalıklar ve Tıp da tedavi yöntemleri, halk sağlığı; Tarihsel Demografi de nüfus yapısı ve evlilikler; Zaman'da mekanik ve modern saatler, iletişim, fabrika ve takvim zamanları; Ulaşım ve İletişim de seyahat, posta ağları, gazeteler; Diller ve Okuryazarlık da yerel ve bölgesel diller, ulusal dillerin ortaya çıkışı, edebiyat; Matbaa ve Matbuat da kitap basımı ve okuma ilişkisi; ve nihayet 'Bir Bilgi Devrimi Oldu Mu' sorusuyla öğrenim, ticaret, yönetim ve toplumda bilginin nasıl kullanıldığı özgün araştırmalarla ele alınıyor.
Dünyanın son yıllardaki gündemi artan sıcaklar, kuruyan göller, eriyen buzullar, azalan yağışlar, göçler, hastalıklar, kıtlık olunca çevre ve iklim tarihçiliği özel olarak ele alınmayı gerektiriyor.
Birkaç nedenden; 1970'lerdeki ekolojik hareket ve çevresel tarih farkındalığının artmasıyla büyüyerek genişleyen bu alan günümüze de ışık tutuyor, diğeri de bilimsel.
Yazarın dediği gibi, "çevresel tarih hâlâ 'tarihsel araştırmaların en üretken ve en yenilikçi alanlarından biridir."
Erken Modern zamanlarda, savaşla iyice artan yüksek iklimsel stres dönemleri Avrupa toplum ve ekonomileri üzerinde felaket ölçüsünde etkiler yaratmış, kargaşa ve ayaklanmalara yol açmıştır.

16. yüzyılda Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya, İskoçya, Avusturya, Finlandiya, İsveç, Rusya kıtlık, salgın hastalık, din savaşları ve gıda kriziyle boğuştu.
O dönem "Karışıklıklar Zamanı" olarak adlandırıldı.
Güney Avrupa yani atalarımızın toprakları Osmanlı'da o dönem zor günler geçirdi.
Tarihçi Sam White 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşan krizde iklimin oyandığı rolü ayrıntılı bir biçimde göstermektedir:
"Doğu Akdeniz 1590'lı yıllarda son 600 yılın en uzun kuraklığına sahne oldu ve bu durum açlık felaketine yol açtı. Aynı tarihlerde besi hayvanlarını etkisi altına alan bir hastalık Anadolu, Balkanlar ve Kırım'daki küçük ve büyükbaş hayvanların büyük bir bölümünü yok etti. Habsburg İmparatorluğu'yla çetin bir savaşa tutuşan Osmanlı Devleti zaten açlıkla boğuşan köylüye yüksek vergiler salarak, Anadolu'da Celali İsyanları büyük bir ayaklanmayı tetikledi. Bir kez daha hortlayan Küçük Buzul Çağı kıtlığı ve soğuk yaygın şiddeti, göçü ve açlığı daha da körükleyerek 1600'lerin başlarında Osmanlı taşrasında nüfusu azalttı."
Osmanlı bahsinden yola çıkarak önemli bir noktanın da altını çizmek gerekiyor.
Kitapta, Erken Modern Avrupa'nın tanımı yapılırken iklim örneğindeki gibi Osmanlı'da hak ettiği yeri alıyor:
"Bu dönemlendirme aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nu bir Avrupa devleti haline getiren Güneydoğu Avrupa'daki ilk Osmanlı fetihlerini de kapsamaktadır."
Türk tarihçiliğinin büyük isimleri Prof. Halil İnalcık ve Prof. İlber Ortaylı'nın dediği gibi "Osmanlı olmadan Avrupa tarihi eksik kalır."
Özetle; bu değerli ve çok emek verilmiş çalışma daha ilk kitapta yeni ufuklar açıyor.
(Sabah Kitap ekinin Ağustos 2023 sayısında yayınlanmıştır.)

Sahaftaki cinayetin izleri...


14. Yüzyılda ortayı çıkan Hurufiler'in günümüzdeki takipçileri, Prof. Turgay Anar'ın polisiye kitabı Körgörü'de deşifre oluyor. Genç komiser Kerem, devlete ve kurumlara sızan acımasız tarikatın şifrelerini çözüyor
.

"İçeri adım attığınızda düzeniyle insanı şaşkına çevirecek kadar yüksek raflarda sağlı sollu sıralanmış eski el yazmaları, rafların olmadığı taraflarda duvarları kaplayan birkaç Osmanlıca harita ve kırmızı beyaz bir sancak, gizemli minyatür üstadı Siyah Kalem'in cinlerinden birinin büyük bir reprodüksiyonu, her biri nadide hat levhaları ve giriş bölümündeki eski sehpa ve masanın üzerinde duran ibresi bozulmuş bir pusula, R. Magritte'nin ünlü pipo ve elma resminin güzel bir taklidi, biraz ileride ve yerde bulunan efemera malzemeleri, eski kırkbeşlik taş plaklar, çeşitli eşya ve nesnelerle tıka basa dolu olan sahafta, dışarıdan bakılınca görünmesi mümkün olmayan arka bölümde, neredeyse bir kan gölünün içinde bembeyaz gömleği ve ütülü lacivert pantalonu, pahalı rugan ayakkabısı ile sanki zarifçe yere uzanmış bir adam karanlıklar içinde yatıyordu."
Kitabın girişine bakar mısınız.
Noktasız hepsi bir cümle ama ne cümle...
Hızla çevre tasviri, birbirinden ince ayrıntılar, çarpıcı bilgiler, sonra olacakların habercisi ilk ipuçları.
Bu neymiş böyle derken; yerde bir adam upuzun yatıyor.
Ve macera başlıyor.
Akademisyen Prof. Dr. Turgay Anar, uzmanlık alanı olan Türk edebiyatında deyim yerindeyse arkeolog gibi kazı çalışmaları yapıyor.
Bir anıt isim Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur Romanını Okuma Kılavuzu- Huzur Atlası, Mekandan Taşan Edebiyat- Yeni Türk Edebiyatında Edebiyat Mahfilleri, Hafıza ve Miras-Fatih'in Edebiyat Durakları, Akif'in Şehirleri- İstanbul Avrupa Yakası, Janus'un Yüzü-Türk Edebiyatında Kanon ve Karşı-Kanon, İkinci Yeni şiirine farklı bir yönden baktığı Sonsuzluğun Yüzleri...
Birçok makale, deneme, araştırma, söyleşi, televizyon programlarının arasına bir de polisiye kitabı eklemesi de cabası...
İyi ki bu kararı vermiş, Körgörü kitabı "İyi polisiye, iyi edebiyattır" sözüne damgasını vuran harika bir çalışma olmuş.
Edebiyatla, tarihle yoğrulan bu birikimin polisiyeyle buluşması bizim gibiler için bayramdan farksız...
Yerde yatan adam Siyah Kalem adındaki Sahaf'ın sahibi Hamdi Bey, yardımcısı tarih doktorası yapan hiçbir işte tutturamayan aklı bir karış havada İrfan onun çizgi film hastası arkadaşı Çiko, Feylekûs diye çağrılan ve kaza geçirince adı Sakankur'a dönüşen kedileri, İstanbul Üniversitesi'nin profesörleri, çay ocağı işleten Abdullah Usta bir yanda, diğer yanda İstanbul Emniyeti'nin adamları...
Babacan ve feleğin çemberinden geçmiş müdür Nejat, kahramanımız genç komiser Kerem, polis içindeki FETÖ'yü çağrıştıran yapılanmanın adamları Zehra ve diğerleri...
Maktülün yüzünün kazılıp ve bazı yerlerinin oyulması kimlere mesajdır?
Ve nefes kesen bir takiple İstanbul'dan Tahran'a uzanan bir yazmanın peşinde yüzyıllardır süren kanlı bir kovalamaca başlıyor.

14 ve 15. Yüzyıllarda İran, Azerbaycan ve Türkiye topraklarında etkin olan Hurufiler'in günümüzdeki müritleri dünyayı ele geçirme planları yapıyor.
Tarikatın kurucusu Fazlullah'ın öğretisiyle harflere, sayıların kutsallığına inananlar, esrarın peşinde ellerini kana bulamaktan çekinmiyor.
Dünyanın birçok yerinde kurumlara, devlete sızılması da yakın tarihte yaşadığımız acı tecrübeyi anımsatıyor.
İki bölüm var ki tam bir okuma şöleni.
İçiçe geçmiş iki rüyanın anlatımı baş döndürüyor.
Mezarlıkta üç arkadaşın komik ve ürkütücü halleri de kitabı unutulmaz kılıyor...
Ya mekâna ne demeli, yedi tepeli İstanbul'un en kıymetlisi Fatih...
Her daim şaşırtan, bilge, mütevazı, tarihin sırlarıyla dolu, hayatın yükünü, küfesinde şikayet etmeden taşıyan insanlarıyla bir derya...
Çocukluğumuzun, ilk gençliğimizin kadim semti, şimdinin devasa ilçesi...
Bir sokağı dönersiniz bambaşka bir dünyaya girersiniz.
Dimdik yokuşlardan denize varırsınız.
Bir cami avlusunda asırlık ağacın altında, sonsuz uykusundakilerin mezar taşlarına bakıp, suyunuzu yudumlarsınız.
Pazardan dolu fileleriyle dönen kadınların sohbeti, beri yanda top oynayan çocukların cıvıltısı, göçlerle değişen semtlerde yöresel yemekler yapan dükkanlar, kiliselerin, ecdat yadigarı camilerin etrafında turist kafileleri...
Kaçınılmaz olarak hayat akıp gider, gidenlerin yerine yenileri gelir; sokaklar ve ruh oradadır.
Değişmez, değişmesin de...
Turgay Anar, izinden gittiği çok sevdiği İstanbul aşığı Ahmet Hamdi Tanpınar gibi bu kadim semti arka fonda adeta bir kişi gibi anlatıyor.
Örneğin; "Sanki Yedim Camisi'nde akşam namazların kılmış cemaatin" diye başlayan cümlede caminin ismine gülümseyip merak edilmemesi mümkün mü?
Ve daha niceleri...
Ve Körgörü başladığı gibi finalde de tempoyu artırıyor.
Sadece üst düzey emniyet yetkililerinin bildiği Kült adlı birimden komiser Kerem, titiz, içine kapanık, araştırmacı, dil bilen, çok okuyan, görsel hafızası müthiş biri olarak öne çıkıyor ve kitabın da kahramanı.
Genç komiser aynı zamanda herkesin diş bilediği bir isim.
Basamakları bu kadar hızlı çıkması teşkilatta rahatsızlık yaratmış ama o kendi dünyasında hedefe yürümeye kararlı.
Bir anda Sherlock Holmes'a dönüşen Kerem Komiser, binlerce kitaptaki şifrelerden haritadaki işaretlere, oradan da İstanbul'un tarihi mezarlarına uzanan karmaşık ve gizemli 10 mesaja ulaşıyor.
Mesih'i bekleyenler tek tek ele geçiyor...
11'nci mesaj da bizden Turgay Hoca'ya olsun: Ağzımıza bir parmak bal çaldınız, devamını dört gözle bekliyoruz.
(Sabah Kitap ekinin Temmuz 2023 sayısında yayınlanmıştır.)


Polisiyenin zaman tünelinde...


Alper Kaya'nın 50 Maddede Polisiye Edebiyat kitabı, bu türün iyi yazarlık işi olduğunun altını çiziyor. Kitap, yeni başlayanlar kadar nitelikli kaynaklara ulaşmak isteyenler için de bir rehber...

Polisiye, hep eğlencelik görülür, çerez muamelesi yapılır.
Bu önyargıyı ne yazık ki değiştirmek zordur.
İşte yaz geliyor, ne okuyalım kategorilerinde ilk sıralarda yer alır.
Yani biraz edebiyattan dışlanır.
İyi biliyorum, çünkü ben de onlardan biriydim.
O ara casus romanlarına da sarmıştım, polisiye öyküler hafif geliyordu.
Neyse ki ukalalığım kısa sürdü.
Alper Kaya'nın polisiyenin zaman tünelinde gezintiye çıkaran 50 Maddede Polisiye Edebiyat kitabını severek okudum.
"Polisiye" diyerek bırakabilirdi, sorun da olmazdı.
Ancak "Edebiyat" vurgusu, polisiyenin iyi yazarlık işi olduğunun altını çizmesi isabetli ve anlamlı olmuş.
Yerli ve yabancı yüzlerce kaynaktan yararlanan Alper Kaya, Türkiye'deki yüksek lisans ve doktora tezlerini de elden geçirmeyi ihmal etmemiş.
Böylece; "polisiyeye nereden başlamalıyım" diyen okurlar ile yazarların yanı sıra, nitelikli kaynaklara ulaşmak isteyenler araştırmacılar için de bir rehber kitabı olmuş.
"Suç ve suçlu var, bir de polis ya da dedektif. Bunlar bir araya geldiğinde polisiye olur mu" diye soruyor ve madde madde her şeyin bu kadar basit olmadığını ispatlıyor.
Polisiyenin türleri ve kurallarıyla başlayıp ilk dedektiflik öyküsü bu türün babası sayılan Edgar Allan Poe'nun Morgue Sokağı Cinayetleri kitabının hikayesiyle sürüyor.
Yedi aşamalı Poe Kurgusu bu türe yön vermiştir: Problem, ilk çözüm, düğüm, karışıklık dönemi, ilk parıltı, çözüm, açıklama...
Bu ve buna benzer aydınlatıcı bilgiyle ilerleyen maddelerde; ilk dedektif efsane Sherlock Holmes'ten James Bond'a, Amanvermez Avni'den Cingöz Recai'ye, Komiser Nevzat'tan Dedektif Rebus'a kadar dünyanın dört bir yanından kahramanlar sökün ediyor.
İtalya, İngiltere, ABD, Latin Amerika, Fransa, Almanya, İskoçya, İrlanda, İspanya, ve Japon polisiyesinin tarihini ele alıp yazarlar ve kahramanlarıyla geçit yapıyor.
Tabii ki bu türe yeni bir yön veren deyim yerindeyse çağ atlatan Kuzey ülkeleri polisiyesi de önemli yer tutuyor.
İsveç başta olmak üzere; Norveç, Danimarka, Finlandiya ve İzlanda'dan her biri başka bir alem dedektifler sökün ediyor.
Türk edebiyatının ilk polisiyesi Esrâr-ı Cinâyât'ın yazarı gazeteci Ahmet Mithat Efendi'den başlayıp, tefrikayla, mahlasla ilerlemesi oradan da Ahmet Ümit, Celil Oker, Osman Aysu'ya uzanan tarihi kökleri de öğreniyoruz.
Bilimkurgu, casusluk, bilişim, kara roman, mahkeme, çocuk, cinsiyet, eşcinsellik, postmodern alanında iyi polisiyeler de ilgilisi için önemli başlıklar halinde yer alıyor.
"İyi polisiye iyi edebiyat olduğu kadar, beslendiği toplumun suç damarlarını ortaya koyan bir yapıt olmalıdır" diyen Alper Kaya, yazarın içinde yaşanılan çağdan da yararlanması gerektiğini vurguluyor.
Kadın yazarlardan da söz edilen kitapta polisiyenin kraliçesi Agatha Christie'ye hak ettiği gibi geniş bir yer ayrılmış.
Hâlâ muamma olan "Agatha'nın İstanbul ziyaretinde kaybolduğu 11 gün" de unutulmamış.
Birçoğunu tutku ve keyifle okuduğum yazarlar ve kahramanların yanı sıra ilgimi çeken ancak bir köşede durup kapağını açmadıklarım da var, not alıp sıraya koyduğum bilmediklerim de.
Türkiye'de polisiye edebiyatın oluşmasına ve yerleşmesine katkıda bulunan herkese bir saygı duruşu gösteren Alper Kaya da o isimlerden biri.
Türkiye Polisiye Yazarlar Birliği'nin üyesi ve bu alanda genç yazarları yüreklendirmek için düzenlenen Kristal Kelepçe Ödülleri'nin de jürisinde yer alıyor.
Conan Doyle'un 1887'den 1927'ye uzanan dilimde yazdığı Dedektif Sherlock Holmes ve Doktor Watson'lı roman ve öykülerinin hangi sırayla okunması gibi kronolojik bir sıralama var ki, sadece bunun için bile Alper Kaya'ya teşekkür edilmeli...
(Sabah Kitap, Haziran 2023 sayısında yayınlanmıştır.)